hz muhammed şahsiyeti / seafoodplus.info: Hz. Muhammed'in (s.a.v.) Şahsiyeti

Hz Muhammed Şahsiyeti

hz muhammed şahsiyeti

Peygamberimizin Örnek Şahsiyeti

Peygamber (s.a.v.) Efendimize tâbî olmanın bereketine nasıl erişebiliriz? Peygamber (s.a.v.) Efendimizin şahsiyeti nasıldı? Emsalsiz örnek şahsiyeti: Hz. Muhammed (s.a.v.).

Peygamberler tarihi ve takvimi, varlığın ilki olan “Nûr-i Muhammedî”nin ilk insana ikrâmı ile başlamış; “cismâniyet-i Muhammedî”nin dünya âleminde zuhûruyla da nihâyet bulmuştur. Yani bu yüce nûr, en temiz ve en asîl soylardan teselsül ede ede Hazret-i Abdullâh’a kadar gelmiş, Âmine Hâtun’un hâmileliğiyle birlikte Hazret-i Abdullâh’ın alnından, Varlık Nûru’nu taşıyan bu tâlihli anneye intikâl etmiş, nihâyet ondan da asıl sahibi olan Âlemlerin Efendisi’ne teslim edilmiştir.

PEYGAMBERİMİZE TABİ OLMANIN BEREKETİ

Kâinât manzûmesi, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in nûrundan husûle gelmiştir. Onun içindir ki kâinattaki binbir türlü nakış ve ilâhî kudret akışları, O’nun nûrundan bir tedâî ve bir tebessümdür. Âdem -aleyhisselâm-’ın toprağına Rasûlullâh’ın toprağından bir nasip konduğu için, Âdem -aleyhisselâm-’ın tevbesine icâbet olundu. Hadîs-i şerîfte buyrulduğu üzere:

“Âdem -aleyhisselâm- cennetten çıkarılmasına sebep olan zelleyi işlediğinde, hatâsını anlayıp:

«–Yâ Rabbî! Muhammed hakkı için Sen’den beni bağışlamanı istiyorum.» dedi. Allah Teâlâ:

«–Ey Âdem! Henüz yaratmadığım hâlde Muhammed’i sen nereden bildin?» buyurdu.

Âdem -aleyhisselâm- :

«–Yâ Rabbî! Sen beni yaratıp bana rûhundan üflediğinde başımı kaldırdım, Arş’ın sütunları üzerinde “Lâ ilâhe illâllâh, Muhammedü’r-Rasûlullâh” cümlesinin yazılı olduğunu gördüm. Bildim ki Sen, zâtının ismine ancak yaratılmışların en sevimlisini izâfe edersin!» dedi.

Bunun üzerine Allah Teâlâ:

«–Doğru söyledin ey Âdem! Hakîkaten O, Bana göre mahlûkâtın en sevimlisidir. O’nun hakkı için bana duâ et. (Mâdem ki duâ ettin), Ben de seni bağışladım. Şâyet Muhammed olmasaydı seni yaratmazdım!» buyurdu.”[1]

İşte Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i, duâsına vesîle kıldı; ilâhî affa mazhar oldu. O yüce Rasûl, İbrahim -aleyhisselâm-’ın sulbüne intikâl eyledi; ateş ona serin ve selâmet oldu. O yüce inci, İsmâil -aleyhisselâm-’ın sedefine girince, nâmına göklerden kurbanlık bir koç indirildi.

Görüldüğü üzere peygamberler dahî O’nun hakkı için ilâhî rahmetten istifâde etmişlerdir. Hattâ O’na tâbî olmanın bereketine erebilmek için kendisine ümmet olmak isteyen Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- gibi peygamberler bile çıkmıştır:

Katâde bin Nûmân -radıyallâhu anh-’ın nakline göre Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- şöyle dedi:

“–Yâ Rabbî! Bana verdiğin levhalarda[2] insanlar arasından çıkarılmış; iyiliği emreden, kötülükleri yasaklayan en hayırlı bir ümmetten bahsedildiğini görüyorum. Allâh’ım onları benim ümmetim kıl!”

Allah Teâlâ:

“–Onlar, Ahmed’in ümmetidir.” buyurdu.

Mûsâ -aleyhisselâm-:

“–Rabbim! Levhalarda dünyaya gelişte son, cennete girişte ilk olan bir ümmetten bahsedildiğini görüyorum. Onları benim ümmetim kıl!” dedi.

Allah Teâlâ:

“–Onlar, Ahmed’in ümmetidir.” buyurdu.

Mûsâ -aleyhisselâm-:

“–Yâ Rabbî! Yine levhalarda bir ümmetten bahsediliyor ki, onların İncil’leri (kitapları) sadırlarındadır, ezberden okurlar. Hâlbuki onlardan önceki ümmetler kitaplarını yüzünden okurlar, kitapları kaybolunca da ondan hiçbir şey hatırlamazlardı. Şüphesiz Sen bu ümmete daha önce hiçbir ümmete vermediğin bir ezberleme ve muhâfaza etme kuvveti vermişsindir. Allâh’ım, onları benim ümmetim kıl!” dedi.

Allah Teâlâ:

“Onlar, Ahmed’in ümmetidir.” buyurdu.

Hazret-i Mûsâ:

“–Rabbim! Orada hem önceki kitaplara hem de son kitaba îmân eden, her türlü sapıklıkla, tek gözlü ve yalancı Deccal ile savaşan bir ümmet zikrediliyor. Onu benim ümmetim kıl!” dedi.

Allah Teâlâ:

“O, Ahmed’in ümmetidir.” buyurdu…

Mûsâ -aleyhisselâm-:

“–Rabbim! Orada öyle bir ümmet zikredilmektedir ki, onlardan biri bir iyilik yapmaya niyet etse de onu yapamasa ona bir hasene yazılmakta, yaptığı takdirde ise 10’dan katına kadar sevap verilmektedir. Onları benim ümmetim kıl!” dedi.

Allah Teâlâ:

“Onlar, Ahmed’in ümmetidir.” buyurdu…

Bunun üzerine Mûsâ -aleyhisselâm-, elindeki levhaları bir kenara bırakıp:

“–Allâh’ım! Beni de Ahmed’in ümmetinden eyle!” diye yalvardı.[3]

Hâsılı bereketli bir hidâyet şerâresi hâlindeki nebîler silsilesinin her halkası, âlemlere rahmet olarak gönderilen Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in zuhûrunun âdeta bir ikbâl müjdecisiydi…

Nihayet beklenen nûr, mîlâdî yılı, 12 Rabîulevvel Pazartesi sabahı, güneş doğmadan az evvel zuhûr âlemine tenezzül ederek, Abdullah ve Âmine’nin izdivaç kucağında bütün zaman ve mekânları şereflendirdi.

O’nun zuhûruyla Allâh’ın rahmeti bu âlemde coşup taştı. Sabahlar ve akşamlar renk değiştirdi. Duygular derinleşti. Sözler, sohbetler, lezzetler enginleşti; her şey ayrı bir mânâ, ayrı bir letâfet kazandı. Putlar sarsılarak yere devrildi. Kisrâlar beldesi Medâyin saraylarında sütunlar ve kuleler yıkıldı. Sâve Gölü, zulüm bataklığı hâlinde kurudu. Gönüller feyz ve bereketle doldu. Bu bereket, bütün kâinâtı, yani bütün zaman ve mekânları kuşattı.

Şâyet bütün fazîletleri kendisinde cem eden Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- dünyayı teşrîf etmeseydi, insanlık, kıyâmete kadar zulüm ve vahşet içinde kalır, güçsüzler güçlülerin esîri olurdu. Muvâzene, şer lehine bozulurdu. Dünya, zâlimlere ve güçlülere âit olurdu. Şâir bu hâli ne güzel ifâdelendirmiştir:

Yâ Rasûlallâh, eğer Sen gelmeseydin âleme,

Güller açmaz, bülbül ötmez, meçhûl esmâ Âdem’e

Varlığın mânâsı kalmaz gark olurdu mâteme!..

Büyük Hak dostu Mevlânâ -kuddise sirruh- da, bir ömür boyu akla hayâle gelmedik çileleri göğüsleyerek zulmü bertaraf eden ve putları kıran Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e ne kadar minnet duymamız gerektiğini şöyle ifâde buyurur:

“Ey bugün Müslüman olan kimse! Eğer Hazret-i Ahmed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sa’y ü gayreti ve putları kırdırmak husûsundaki himmeti olmasaydı, şimdi sen de ecdâdın gibi putlara tapardın.”

PEYGAMBER EFENDİMİZİN ŞAHSİYETİ

Medeniyetten uzak ve câhil bir toplum içinden çıkan bu ümmî insan, ortaya koyduğu ilim ve hikmet muhtevâsıyla devrin insanlarını âciz bıraktığı gibi, ulaşılmamış ve kıyâmete kadar da ulaşılamayacak bir mûcize deryâsıyla gelmiştir. Bu şununla da sâbittir ki, Kur’ân-ı Kerîm, geçmişteki târihî hâdiselerden, gelecekte zuhûr edecek hâllere kadar birçok ilmî ve fennî meseleye temâs ettiği hâlde, yıldan beri hiçbir keşif O’nu tekzîb edememiştir. Hâlbuki, bugün bile dünyanın en meşhûr ansiklopedileri, neredeyse her yıl bir ek cilt çıkararak, kendilerini tashih ve yenilemek mecbûriyetinde kalmaktadırlar.

O yetim ve ümmî Peygamber, insanlardan ders görmedi; lâkin bütün beşeriyete kurtarıcı, gayb âleminin tercümânı ve Hak mektebinin hocası olarak geldi.

Hazret-i Mûsâ birtakım ahkâm getirmişti. Hazret-i Dâvûd, Allâh’a duâ ve münâcâtları ile mümtâz olmuştu. Hazret-i Îsâ, insanlara mekârim-i ahlâkı ve zühdü öğretmek için gönderilmişti. İslâm Peygamberi Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise, bunların cümlesini getirdi: Ahkâm vaz etti. Nefsi tezkiye edip berrak bir kalp ile Allâh’a duâyı öğretti. En güzel ahlâkı bildirdi ve yaşayışı ile numûne oldu. Dünyanın aldatıcı alâyişine aldanmamayı tavsiye buyurdu. Kısaca, bütün peygamberlerin salâhiyet ve vazîfelerinin cümlesini kendisinde cem etti. Nesep ve edep asâleti, cemâl ve kemâl saâdeti, hep O’nda toplanmıştı.

Kırk yıl câhil bir toplum içinde yaşadı. Sonradan ortaya koyacağı mükemmelliklerin çoğu, halkının henüz meçhûlü idi. Bir devlet adamı, bir vâiz, bir hatîb olarak bilinmiyordu. Büyük bir kumandan olduğundan söz etmek şöyle dursun, sıradan bir asker olarak dahî mârûf değildi.

Fakat hiç şüphesiz O’nun kırkıncı yaşı, insanlık için en büyük dönüm noktası oldu.

O’nun daha önce, geçmiş milletlerin ve peygamberlerin tarihinden, kıyâmet gününden, cennet ve cehennemden bahsettiği duyulmamıştı. Yalnız kendi şahsına münhasır ulvî bir hayâtın, yüksek bir ahlâkın içinde idi. Lâkin ilâhî bir vazife ile Hirâ Mağarası’ndan döndüğünde, tamâmen değişmişti.

Teblîğe başlayınca, bütün Arabistan korku ve şaşkınlık içinde kaldı. Hârika belâgati ve hitâbeti, onları teshîr etti (âdeta büyüledi). Şiir, edebiyat, belâgat ve fesâhat yarışmaları sıfırlandı. Bundan sonra artık hiçbir şâir, yarışma kazanan şiirini Kâbe’nin duvarına asamaz oldu. Böylece asırlardan beri gelen bir an’ane tarihe karıştı. O derecede ki, meşhur şâir İmruü’l-Kays’ın şiirden çok iyi anlayan kız kardeşi:

(Nihayet) «Ey yer suyunu yut! Ve ey gök (suyunu) tut!» denildi. Su çekildi; iş bitirildi; (gemi de) Cûdî (dağının) üzerine yerleşti. Ve: «O zalimler topluluğunun canı cehenneme!» denildi.” (Hûd, 44) âyet-i celîlesini işitince:

“–Artık kimsenin bir diyeceği kalmadı. Kardeşimin şiiri dahî meydân-ı iftiharda duramaz!..” diyerek vardı İmruü’l-Kays’ın en başta duran kasîdesini Kâbe duvarından indirdi. Seviye olarak onun altında bulunan diğer şiirlere (Muallakât’a) hiçbir diyecek kalmadığından, onlar da birer birer indirildi.[4]

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bütün insanlığa, kendisinin yeryüzünde Hakk’ın Rasûlü olduğu gerçeğini fiilen tâlim etti.

En güzîde ilim adamlarının bile ancak ömür boyu süren araştırmalarından, insan ve eşyâ üzerindeki geniş tecrübelerinden sonra gerçek hikmetini idrâk edebilecekleri sosyal, kültürel, iktisâdî hayat, kitle idâresi, milletlerarası ilişkiler vs. gibi her alandaki en mükemmel kâideleri koydu. Muhakkak ki insanlık, teorik bilgi ve pratik tecrübe açısından geliştikçe, Hakîkat-i Muhammediyye’yi daha iyi kavrayacaktır.

Daha önce eline kılıç almamış, askerî tâlim görmemiş, ancak bir defa seyirci olarak savaşa katılmış olan bu yüce Peygamber, bütün insanlığı ihâta eden engin merhametine rağmen tevhîd mücâdelesi ve ictimâî sulh uğruna zarûreten en çetin savaşlardan bile geri kalmayan cesur ve şecaatli bir asker, dirâyetli bir kumandan oldu.

Kapı kapı dolaşıp Allâh’ın dînini insanlara teblîğ etti. Fakat nasîbi olmayanlar, kendilerine gelen hidâyet güneşine pervâsızca kapılarını kapatıp ilelebed karanlıklar içinde kalmayı tercih ettiler. Hattâ bâzen kalplerinde bulunan katılıktan dolayı kendisine kaba davrandılar. Ancak O, şahsına yapılan bu kaba hareketler sebebiyle değil de, onların gaflet ve cehâletinden dolayı müteessir oldu.

Bu gibi insanlara:

“Bu (tebliğime) mukâbil sizden bir ücret istemiyorum!..” (Sâd, 86) buyurarak, sırf Allah rızâsını hedeflediklerini dâimâ ifâde ettiler.

Dokuz yıl içinde, çoğu zaman düşmanın üçte biri kadarlık askerî gücü ile bütün Arabistan’ı fethetti. Hem de iki taraftan da yok denecek kadar az bir can kaybıyla… Devrinin başıbozuk, disiplinsiz insanlarına aşıladığı rûhânî güç ve verdiği askerî eğitim ile fütûhâtta mûcizevî bir başarı elde etti. O derecede ki, ardından gelenler, zamanın en heybetli ve güçlü iki devleti olan Rûm ve Pers İmparatorluklarını hezîmete uğrattılar.

Böylece insanlık tarihinin -bütün menfî şartlara rağmen- en büyük inkılâbına vücut vermiş olan Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- zâlimleri sindirdi, mazlumların gözyaşlarını dindirdi. Yetimlerin saçlarına O’nun mübârek elleri tarak oldu. O’nun tesellî ışıkları ile gönüller gamdan kurtuldu.

Şâir Mehmed Âkif, bu manzarayı ne güzel ifâdelendirir:

Derken, büyümüş, kırkına gelmişti ki Öksüz,

Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi!

Bir nefhada insanlığı kurtardı o Mâsûm,

Bir hamlede kayserleri, kisrâları serdi!

Aczin ki ezilmekti bütün hakkı, dirildi;

Zulmün ki, zevâl aklına gelmezdi, geberdi!

Âlemlere rahmetti, evet, şer’-i mübîni,

Şehbâlini adl isteyenin yurduna gerdi.

Dünyâ neye sahipse, O’nun vergisidir hep;

Medyûn O’na cem’iyyeti, medyûn O’na ferdi.

Medyûndur o Mâsûm’a bütün bir beşeriyyet

Yâ Rab, bizi mahşerde bu ikrâr ile haşret!..

PEYGAMBER EFENDİMİZİN AHLAKİ VASIFLARI

Peygamberlerin serveri Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sîreti âdeta engin bir deryâ; diğer peygamberlerin sîretleri ise oraya dökülen nehirler mesâbesindedir. O, kendisinden evvel gelen, -bir rivâyete göre- bin küsur peygamberin bilinen ve bilinemeyen bütün fârik vasıflarının daha ötesine sahip olmuş, güzel ahlâk ve hasletlerin zirvesini teşkil etmiştir. O, kendi devrine kadar insanlığın tefekkür ve yaşayış itibârıyla kaydettiği gelişmeye ilâveten, kıyâmete kadar vâkî olabilecek ihtiyaçlarını da karşılayacak numûne-i imtisâl bir şahsiyettir. Bu sebeple bütün insanlığa Âhirzaman Nebîsi olarak gönderilmiştir.

Nitekim Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yüksek ahlâkî vasfını beyan sadedinde:

“Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.”buyurmuştur. (Muvatta, Hüsnü’l-huluk, 8)

Yine O, arkasında kayda değer bir dünya malı bırakmamış; bütün insanlığa yüce ahlâk, şahsiyet ve karakterini en kıymetli miras olarak bırakmıştır.

Dipnotlar:

[1] Hâkim, el-Müstedrek ale’s-Sahîhayn, Beyrut , II, / [2] Tevrat’tan sayfalar. [3] Taberî, Câmiu’l-Beyân an Te’vîli Âyi’l-Kur’ân, Beyrut , IX, ; İbn-i Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, I-IV, Beyrut , II, , (A‘râf Sûresi, âyetin tefsîrinde). [4] Ahmed Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ ve Tevârih-i Hulefâ, İstanbul , I,

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Emsalsiz Örnek Şahsiyet, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

Peygamber Efendimiz'in Şahsiyeti ve Nübüvveti

Hz. Muhammed (s.a.v.) Kimdir?

PAYLAŞ:                

Doç. Dr. Aynur URALER

Peygamberlerin ümmetlerine güzel bir örnek olmaları onların gönderiliş gayelerindendir. Şüphesiz ki Müslümanların hem ferdî hayatlarında hem de sosyal hayatlarında kendisine uyacakları rehberleri, peşinden gidecekleri yegâne örnekleri Hz. Muhammed (s.a.s)’dir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim, Rasûlullah’ın (s.a.s) hayat ve şahsiyetini Müslümanlar için örnek olarak göstermiştir. (bkz. Ahzâb Sûresi 33/21). Örnek gösterilen kişinin ahlâkı da örnektir. İslâm ahlâkının temsilcisi olan Peygamberimiz (s.a.s), güzel ahlâkın ne derece önemli olduğunu “İyi biliniz ki sizin en hayırlınız, en güzel huylu olanınızdır.” sözleriyle ifade etmiştir. Bu sebeple Ashâb-ı Kirâm O’nun örnek hayatını titizlikle izlemişler; kendi yaşayışları için örnek almışlar, hem de sonraki nesillere büyük bir gayret ve itina ile nakletmişlerdir. O’nun ahlâk ve şahsiyetinin kaynağı Kur’ân-ı Kerim’dir. Yani Efendimiz (s.a.s) Kur’ân’ın emrettiğini yaparak yasakladığı şeylerden kaçınarak hayatını şekillendirmiştir. 

Hz. Muhammed’in (s.a.s) ahlâkını anlatan pek çok hadis bulunmaktadır. Bunlardan bazıları şöyledir:

·  Kusursuz bir ifade kabiliyetine sahip olan Rasûlullah (s.a.s), hayatı boyunca sadece gerçeği söylemiş ve söylediklerini harfi harfine yaşamıştı.

·  Gönlü zengindi. Affetmeyi sever, kimseyi incitmez, düşmanlarının dahi iyiliğini isterdi. Kur’ân-ı Kerim’de O’nun bu meziyetinden övgüyle bahsedilir ve şöyle buyrulur: “Eğer kaba, katı kalpli olsaydın muhakkak ki insanlar çevrenden dağılır, giderlerdi.”[1] O, insanların kusurlarını yüzlerine vurmaz, tenkitlerini isim vermeden yapardı.

· Geçici sıkıntılarını tasa etmezdi. Diğer Müslümanlara da kanaatkâr olmayı, hayata daima iyimser bakmayı tavsiye ederdi.

· Giyiminde temizliğe ve sadeliğe önem verir, lüksten kaçınır, bununla birlikte pejmürdelikten de hoşlanmazdı.

· Temizliği “İmanın yarısı” sayardı. Bizzat kendisi temiz olduğu gibi bu alışkanlığı etrafındakilere de kazandırmaya çalışırdı.

·    Bir öğünlük yemeğini bile, olmayana verdiği için hem kendisinin hem de ailesinin aç sabahladığı çok geceler olmuş, fakat kendisi ve ailesi, iyilik yapmanın ve Allah’ın hoşnutluğunu kazanmanın verdiği mutlulukla açlığın sıkıntısını yenmişlerdir.

·     Yeri gelince bir yiğit, yeri gelince son derece halim selim bir kimse idi.

·     Adaleti titizlikle korur; insanlara sırf mevki ve makamlarına göre muamele etmezdi. Aksine fakirlerin, kimsesizlerin, yetimlerin, hastaların, gariplerin, çocukların daha çok ilgi ve mutluluğa muhtaç olduklarını bilir ve ilgisini onlardan esirgemezdi.

·     Kibirlenmekten nefret eder, kibirle imanın bir kalpte birleşemeyeceğini söylerdi. Kimseye karşı büyüklük taslamaz, fakat düşmanların karşısında da ezilip küçülmezdi. Otoritesini sürdürmek için sunî ve zorlama tedbirlere başvurmazdı.

·     Dalkavuklardan hoşlanmazdı.

·    Kendisine bir ilâh gözüyle bakılmasına asla razı olmaz; kendisinin de bir insan olduğunu sadece Allah’ın korumasıyla hata ve günahtan kurtulabileceğini samimiyetle ifade ederdi.

·    Halkın arasına katılır; insanlarla olan ilişkilerini herhangi bir insan gibi sürdürür; hastaları, dostlarını, komşularını ziyaret eder; Müslümanların acı ve tatlı günlerini paylaşmaktan geri kalmazdı.

·     İş ve hareketlerinde taşkınlık yapacak karakterde değildi. Hayatı boyunca aşırılık ve taşkınlık yapmamıştır.

·     O (s.a.s), kötülüğe kötülükle karşılık vermez, aksine kusurları affederdi. Bir yerde bir kusur görse yüzünü çevirirdi. Bir şeye celâllenirse Kur’ân’a uymadığından dolayı celâllenirdi. Bir şeyi beğenirse Kur’ân’a uyduğu için beğenirdi. Allah’ın emirleri çiğnendiğinde sessiz kalmaz muhakkak tepki gösterirdi.

·     Kimseyi dövmemiştir. Herkese karşı sabırlı davranıp “öf” bile dememiştir. 

     ·Rasûlullah (s.a.s), insanların en lütufkârıydı. Kendisinden bir şey soranı can kulağıyla dinler bütün vücuduyla ona yönelirdi. Karşısındakinin sözünü kesmezdi. Soru soran ayrılıp gitmedikçe Rasûlullah (s.a.s) oradan ayrılmazdı.

·     Bir kimse Peygamberimiz (s.a.s) ile tokalaşsa tokalaşan kişi elini çekmedikçe O, elini çekmezdi.

·    Bir topluluğun yanına gittiğinde baş tarafa geçmez, boş bulduğu yere otururdu. Özel bir sarayı, tahtı olmayan Peygamberimiz (s.a.s), nerede oturursa otursun diğer insanlarla aynı hizada otururdu.

·     Zengin-fakir, genç-yaşlı ayırt etmez, yardım isteyen herkese yardım ederdi. Bazen bir çocuk gelir Rasûlullah’ın (s.a.s) elinden tutar, istediği yere götürürdü. Bazen de bir hizmetçi gelir, herhangi bir konuda yardım ister, Peygamberimiz (s.a.s) ona da hayır demezdi.

·     Herkese karşı güler yüzlüydü, güzel huyluydu. Çok merhametliydi, affediciydi, sert ve katı kalpli değildi. Bağırıp çağırmazdı.

·     Cimri değildi, kendisinden bir şey isteyen, ümit içerisinde olurdu. İhtiyacı olanların ihtiyacını yerine getirmeye çalışırdı.

·     Bir devlet başkanı, bir ordu komutanı, bir öğretmen, bir imam olmak gibi pek çok görevi üstlenen ve hayatın içinde olan Hz. Muhammed (s.a.s), aynı zamanda hayâlı idi. Güzel bulmadığı bir şey, yüzünden anlaşılırdı. Bu görevleri yapması O’nun (s.a.s) yırtıcı, kibirli, saygısız ve ukalâ olmasını gerektirmemişti.

·      Rasûlullah (s.a.s), oturup kalkarken Allah’ı zikrederdi.

·      Herkesin durumuna göre muamele edip, iltifat ederdi. Bu sebeple herkes, kendisinin Rasûlullah’ın (s.a.s) en yakını olduğu hissini taşırdı.

·     Toplulukla yemek yemeyi severdi. Yemeğe besmeleyle başlar, sağ elini kullanır, tıka basa yemez, doymadan sofradan kalkar, yemekten önce ve sonra ellerini yıkardı. Sağlığa zararlı ve dinen haram olan veya kokusuyla çevresindekileri rahatsız edecek şeyleri yemez; bunların dışında hiçbir yemek için “sevmiyorum” demezdi. Sofra adabına daima uyar, bu konuda çevresindekileri de sabırla ve nezâketle eğitirdi.

·      Hiçbir ikramı ve hediyeyi küçümsemezdi.[2]

 

 

 

 



* Bu yazı hocamızın izniyle Gönüllerin Gülü Hz. Muhammed adlı esrinden alınmıştır.

[1]Âl-i İmrân Sûresi 3/

Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in şahsiyeti hakkında neler söyleyebilirsiniz?

Değerli kardeşimiz,

Hazret-i Peygamberin (asm) halleri ve vasıfları, hayatını anlatan eserlerde ve tarih kitaplarında çokça bahsedilmiştir. Fakat o vasıfların ve hallerin büyük çoğunluğu, Hz. Peygamberin (asm) insan yönüne bakmaktadır ve anlatılanlar Hz. Peygamberin (asm) sadece maddi şahsına bakmakta, manevi şahsına bakmamaktadır. Hz. Peygamber (asm)'in manevi şahsiyeti ve kudsi mahiyeti o derece yüksektir ki, tarih kitaplarında anlatılan maddi şahsiyetiyle alakalı vasıfları, O'nun (asm) yüksek kıymetini tam olarak anlatmaktan çok uzaktır.

Kulluk yönü itibariyle bile "Bir işe sebep olan, o işi bizzat yapan gibidir." sırrınca, her gün, hattâ şimdi de bütün ümmetinin ibadetleri kadar bir muazzam ibadet, O'nun (asm) sevaplarına eklenmektedir. Cenab-ı Allah'ın nihayetsiz rahmetine, nihayetsiz bir surette, nihayetsiz bir kabiliyetiyle mazhar olduğu gibi, her gün hadsiz ümmetinin hadsiz duasına mazhar olmaktadır.

"Levlake levlake, lema halektul eflak." kudsi hadisi sırrınca şu kâinatın yaratılışının asıl gayesi, tarihlerin şahitliği doğrultusunda en mükemmel insan , Kâinatın Hâlık' ı olan yaratıcımızın tercümanı olan mübarek şahsiyetini ve mahiyetini tam olarak anlamak için kitaplardaki vasıfları ve halleri kâfi gelmemektedir.

Meselâ, Hazret-i Cebrâil ve Mikâil iki muhafız gibi Bedir Savaşı'nda yanında bulunan, Hz. Cebrail'i geride bırakarak Mi'raç'da Cenab-ı Allah ile görüşecek kadar yüksek makamlara erişen manevi mahiyetini bir kenara bırakıp; savaşta zırh giyen, yara alan, hasta olan, açlık çeken, ticaret yapan, sahabeleri ile bir arkadaş gibi sohbet eden, bir aile reisi olarak eşleri ve çocukları ile ilgilenen, torunları ile oynayan,.. vb. insani yönleri ile değerlendirmeye kalkmak hata olacaktır.

İşte, yukarıda anlatıldığı gibi Efendimizin (asm) insani yönü ile alakalı duyulanlar karşısında hata yapmamak için, bir de başımızı kaldırıp hakikî mahiyetine ve peygamberlik vazifesi ile Cenab-ı Hakk'ın elçisi ve Rehber Kitabının tercümanı olan asıl nuranî manevi şahsiyetine bakmak lâzımdır. Yoksa, ya hürmetsizlik eder veya şüpheye düşer.

Anlatılanların daha iyi anlaşılması için şöyle iki misal verilebilir:

Örneğin bir hurma çekirdeğini düşünelim. O hurma çekirdeği toprak altına bırakılıp, zamanla büyüyerek koca meyveli bir ağaç olur. Hem gittikçe her tarafa dal ve budak verir büyür.

Veya bir tavus kuşu yumurtası düşünelim. Zamanı gelince o yumurtadan yavru bir tavus kuşu çıkar. Sonra, mükemmel olarak yaratılmış ve her bir tüyünde bir sanat eseri gibi nakışlar işlenmiş bir tavus kuşu olacaktır.

Şimdi, o çekirdek ve o yumurtanın kendilerine has basit yapıları ve sıradan halleri vardır. Ancak sonradan ortaya çıkan ağaç ve kuşun da, o çekirdek ve yumurtanın son hallerine nispeten çok mükemmel özellikleri vardır.

Şimdi, sıradan bir insana o çekirdek ve o yumurtanın özelliklerini ağaç ve kuşun özellikleri ile irtibatlandırıp anlattığımız zaman olması gereken, çekirdekten ağaca kadar veya yumurtadan mükemmel bir tavus kuşu oluncaya kadar olan mertebelere bakarak o ağaç veya yumurtaya bakmalıdır. Yoksa,“Küçük bir çekirdekten yüzlerce hurma çıktı.”veya “Şu yumurta, kuşların sultanı olabilecek güzellikte yaratılan bir tavus kuşudur.” denilse aklı almadığından inkâr edecek, yalanlayıp inanmayacaktır.

İşte, misaldeki gibi, Peygamber Efendimizin (asm) insan olmasının gerektirdiği hallerini, o çekirdek veya o yumurtaya benzetirsek, peygamberlik vazifesi ile parlayan nurani şahsiyeti de, cennetin bir tûbâ ağacı veya hümayun kuşuna benzeyecektir. Hem de bu manevi yönü daima daha da yükselmeye devam etmektedir. Çünkü yukarıda da bahsedildiği gibi ümmetinin her zaman yaptığı ibadetlerinin, amellerinin ve dualarının bir misli O'nun (asm) sevaplarına eklenmekte ve manevi mertebesinin her geçen zaman daha da artmasını sağlamaktadır. Onun için, insan olmasının gereği olan yönleri duyulduğu zaman diğer taraftan, Refref’e binip, Hz. Cebrâil’i arkada bırakıp, Kab-ı Kavseyne çıkarak Cenab-ı Allah'a muhatap olan nurani manevi şahsiyetine de hayal gözümüzü kaldırıp bakmamız gerekmektedir. Yoksa ya hürmetsizlik ederiz veya nefsimizin ve şeytanımızın da yardımı ile inkâr ederiz.

Hz. Peygamber'in Şahsiyeti ve Ahlakı

Peygamber Efendimiz (asm), bedenen olduğu kadar ahlak ve şahsiyeti itibariyle de insanların en mükemmelidir. Bu hususta yüce Rabbimiz Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurur:

"Şüphesiz ki sen, büyük bir ahlak üzeresin."(Kalem, 68/4).

Bizzat Hz. Peygamber (asm); "Ben, ancak güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim." buyurmuştur (Muvatta', Husnü'l-Hulk, 8).

Biliyoruz ki, Peygamber Efendimiz (asm) çocukluğundan beri Cenab-ı Hakk'ın kontrol ve murakabesi altında idi. Bu sebeple O; "Beni Rabbim terbiye etti ve güzel terbiye etti." buyurmuş (Süyüti, el-Ca-miu's-Sağîr 1/14); hayatı boyunca gayri İslamî ve gayri insanî hiç bir söz, davranış ve fiil ondan sadır olmamıştır. Peygamberliğinden önce de doğru sözlülüğü, dürüstlüğü, ahde vefası, yardım severliği ve her türlü güzel ahlakı ile takdirler kazanan ve KureyşIiler tarafından "el-Emîn = güvenilir kişi" ünvanına layık görülen Hz. Muhammed (asm), peygamberliğinden sonra da Rabbinin Kur'an'la mü'minlere ve bütün insanlara emrettiği tüm ahlakî değerlere sımsıkı sarılmış ve bunları büyük bir titizlikle harfiyyen yerine getirmiştir. Bu bakımdan mü'minlerin annesi Hz. Aişe (seafoodplus.info)'ye Ashab-ı kiram'dan birisi Hz. Peygamber (asm)'in ahlakını sorduğu zaman, Hz. Aişe; "O'nun ahlakı Kur'an idi." diye cevap vermişti (Müslim, Müsafirîn ).

Peygamber Efendimiz (asm), Allah'ın Rasulü ve İslam devletinin başkanı olarak yönetimi elinde bulundurmasına rağmen, son derece mütevazî ve samimi idi. Daima sade bir hayatı tercih ederdi. Giyinişi, ev düzeni, yiyecekleri, tüm yaşayışı sade idi. Zengin-fakir, küçük-büyük herkesle ilgilenir; hakka uygun olmak kaydıyla kendisine yapılan hiç bir müracaatı boş çevirmez, meşru istekleri mutlaka yerine getirirdi. Son derece cömert ve iyilikseverdi. Hiç kimseye kötülük yapmaz, kimsenin kötülüğünü istemez, kimse hakkında kötü söz söylemez, kimsenin gönlünü kırmaz, şahsiyetini rencide etmez, kimseyi hor ve hakir görmezdi. Şayet kızar ve öfkelenirse; bu, şahsı açısından olmayıp Allah içindi. Sevdiği, beğendiği, razı olduğu şeyleri de Allah rızası için severdi. Cesaret ve şecaat, sabır, azim ve ümit, müsamaha ve iltifat, şefkat ve merhamet, O'nun belirgin ahlakî özellikleri idi.

Hz. Muhammed (asm), peygamberlerin temel vasıflarından birisi olarak parlak bir zekaya, keskin bir kavrama gücüne, eşsiz bir muhakeme kudretine, süratli bir intikal kabiliyetine sahipti. En tehlikeli ve kritik anlarda dahi çaresizliğe düşmez, yapılabilecek en uygun davranışı uygular ve Cenab-ı Hakk'a tevekkül ederdi.

Hz. Muhammed'in Kişiliği

o Daima düşünceliydi
o Susması, konuşmasından uzun sürerdi
o Lüzumsuz yere konuşmaz; konuştuğunda ne fazla, ne eksik söz kullanırdı
o Dünya işleri için kızmazdı
o Kötü söz söylemezdi
o Affediciliği tabii idi
o İntikam almazdı
o Düşmanlarını sadece affetmekle kalmaz, onlara şeref ve değer de verirdi
o Kendisini üç şeyden alıkoymuştu: Kimseyle çekişmezdi. Çok konuşmazdı. Boş şeylerle uğraşmazdı
o İmanı, umutsuzluğa düşürmezdi
o Hoşlanmadığı bir şey hakkında susardı
o Hiç kimseyi ne yüzüne karşı, ne de arkasından kınar ve ayıplardı
o Kimsenin kusurunu araştırmazdı
o Kimseye, hakkında hayırlı olmayan sözü söylemezdi
o Yanında en son konuşanı, ilk önce konuşan gibi dikkatle dinlerdi
o Bir toplulukta bulunduğu zaman bir şeye gülerlerse, o da güler; bir şeye hayret ederlerse, o da onlara uyarak hayret ederdi
o Gerçeğe aykırı övgüyü kabul etmezdi
o Her zaman ağırbaşlıydı
o Konuşurken çevresindekileri adeta kuşatırdı
o Kelimeleri, parıldayan inci dizileri gibi tatlı ve berraktı
o Yürürken beraberindekilerin gerisinde yürürdü; ayaklarını yerden canlıca kaldırır, iki yanına salınmaz, adımlarını geniş atar, yüksek bir yerden iner gibi öne doğru eğilir, vakar ve sükunetle rahatça yürürdü
o Kapısına yardım için gelen kimseyi geri çevirmezdi
o Bir gün kendisinden yaşça küçük bir dostunun omuzlarından tutarak şöyle demişti: "Sen dünyada garip bir kimse yahut bir yolcu gibi ol!"
o Her zaman hüzünlü ve mütebessim bir haletle dururdu
o Adet üzere sarfedilen hiçbir kötü sözü ağzına almamıştı
o Sıkıntılı hallerinde kabalaşmaz, bağırmazdı
o Fakirlerle birlikte yerdi; öyle ki onlardan ayırt edilemezdi
o Önüne ne konulursa yerdi
o Sade kıyafetler giyer, gösterişten hoşlanmazdı
o Konuşurken yüzünü başka tarafa çevirmez, bulunduğu mecliste ayrıcalıklı bir yere oturmazdı
o Sabahları evinden çıkarken şöyle söylerdi: “İlahi, doğru yoldan sapmaktan ve saptırılmaktan, kanmaktan ve kandırılmaktan, haksızlık etmekten ve haksızlığa uğramaktan, saygısızlık etmekten ve saygısızlık edilmekten sana sığınırım.”
o Sıradan değildi; ama sıradan insanlar gibi yaşardı.
o O, Hz. Peygamber'di. Efendimizdi.

Binlerce Salat ve Selam olsun İki Cihan Güneşine

Selam ve dua ile
Sorularla İslamiyet

nest...

batman iftar saati 2021 viranşehir kaç kilometre seferberlik ne demek namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur özel jimer anlamlı bayram mesajı maxoak 50.000 mah powerbank cin tırnağı nedir