• •
KiMSENiN
BİLEMEYECEÖİ
ŞEYLER
} '
!El tuti kita p
s N A N C A N A N
KİMSENİN
BİLEMEYECEÖİ
ŞEYLER
Bize, Bilime, İnanca ve Kaosa Dair
"Fraktal" Düşünceler
'
tutikita
KİMSENİN BİLEMEYECEGİ ŞEYLER
Bize, Bilime, İnanca ve Kaosa Dair "Frakta!" Düşünceler
SİNAN CANAN
ISBN:
Türkçe yayın hakları:
© Sinan Canan
© Nefes Yayıncılık A.Ş.
Sertifika No:
Tuti Kitap, Nefes Yayıncılık markasıdır.
Editör: Muvaffak Erman Yılmaz
Redaksiyon: Gülnar Mızrak
Kapak Tasarım: Özle Çetinkaya
Sayfa Düzenleme: Adem Şenel
4. Baskı: Şubat
İnkılap Kitabevi Yayın San. ve T ic. A.Ş.
Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sk . No: 8
Yenibosna İstanbul Tel : () 11 11
Sertifika No:
Tüm hakları saklıdır. Bu kitabın tümünün veya içeriğinin
herhangi bir bölümünün yayıncının yazılı izni olmadan,
fotokopi dahil, elektronik ya da mekanik herhangi bir yolla
çoğaltılması yasaktır.
TUTİ KİTAP
Bağdat Cad. No/2 Çatırlı Apt. B Blok D:4
Göztepe Kadıköy İstanbul Tel: () 10 20
e-posta: [email protected]
funduszeue.info
il /tutikitap
� @tutikitap
G @tutikitap
#tutikitap
#kimseninbilemeyecegiseyler
[email protected]
Sinan Canan
e-posta: [email protected] 1 [email protected]
facebook: /funduszeue.info
twitter: @sinancanan
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ 7
BÖLÜM BİZE DAİR
KELİMELER VE DÜŞÜNCE 13
LİSAN NEDİR? · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · ··········· · · · · · · · · · · · ·· · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · ······· 18
CELBEDİLMİŞ TOPLUMSAL SÖZ YİTİMİ (AFAZİ) 24
ZİHİN KONTROLÜ: BİLDİGİNİZ GİBİ DEGİL 31
YABANCI LİSANLA EGİTİM: NEDEN "OLMAMALI"? 41
TIBBIN "DİL" YARASI 57
DOKTOR, TABİP VE HEKİM . . . . .. 60
AŞK BEYİNDE Mİ, KALPTE Mİ? 64
GERÇEK "MATRIX" Mİ? 76
SIRADAN HAYATLAR 84
GEÇİCİLİK 91
ASİLER SÜRÜSÜ 94
BÖLÜM BİLİME VE İNANCA DAİR
DERİN BASİTLİK 99
BİLİM VE İNANÇ ÜZERİNE
EN KOLAY SEÇİM: EVRİM Mİ, DEGİL Mİ?
SEKÜLER EGİTİM VE EVRİM ..
İSLAM DÜNYASI VE EVRİM
TÜRLER BİRBİRİNE DÖNÜŞÜR MÜ?
EVRİM VE İNANÇ KONUSUNDA
SIK SORULAN SORULAR
HAYRET NEREDE?
DEGİŞİM VE SABİT F İKİRLER
BİLMEK KİMİN İŞİ?
BİLİMLE UGRAŞMAK İSTEYEN GENÇLERE
MİNİK HATIRLATMALAR . . .
BÖLÜM KAOS'A DAİR
KAOS'U funduszeue.info . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
ÇEKERLER, KALIPLAR, BİLİNÇLER VE BEYİNLER
S OSYAL BİLİMLER VE EKONOMİDE KAOS
KAOSUN RESMİ: FRAKTAL GEOMETRİ.. . . . . . .
EVDEKİ FRAKTALLAR . . . . . . . . . . .
SALİH AMCA, KAOS TEORİSİ VE FRAKTALLAR
. . . . . . . . .
TABİATTAN ANAYASALARA:
BASİT KURALLARIN GÜCÜ :
"KAOS ANLAYIŞI" NE İŞE YARAR?
MODELLER VE GERÇEKLER
"KENAR ETKİSİ" VE FİKİR ZENGİNLİGİ . . . . . . .
KENARLARDA NELER OLUYOR? . . . . . . . . . . . . .
ZUHUR (EMERGENCE) . . .. .
KİMSENİN BİLEMEYECEGİ ŞEYLER . . .
SON SÖZ
MERAKIN OKU: TECESSÜS . . . . .
Kaynaklar ve İlave Okuma Listesi
DİZİN . . . . . . . . .
Ö N SÖZ
"B ir insan neden kitap yazar?"
Kitapçılarda gezerken rafları dolduran binlerce kitabı görünce hep
bu soruyu sorarım kendime. Bu önsözü yazarken de aynı şeyi dü
şünüyor ve -açık yüreklilikle söyleyeyim- kendi adıma, cevabı ha
len bilmiyorum.
Benim "Birileri okusun" diye yazma alışkanlığım hiç olmadı. İçimde
bir yerde, nedenini bilemediğim ve birçok insanda benzerini gör
düğüm bir itkiyle bir şeyler yazdım, yazıyorum. Okundukça da gö
rüyorum ki yazmak, bir anlamda buluşmakmış. Aynı sıkıntıları,
aynı endişeleri, aynı umutları paylaşanların buluşması, zaman
ları farklı olsa dahi
Tecrübelerime dayanarak bir küçük uyarı yapmama izin verin:
Eğer bir şeyleri tam olarak bildiğini düşünenlerdenseniz, burada
yazılanlar size göre değildir. Burada örneklerini gördüğünüz ya
zılar, sanırım benim gibi "bildiği ile yetinemeyenlere" yazılmış
mektuplardır.
Bugüne kadar Kaos Kuramı, karmaşıklık, insan beyni ve zihninin
yapısı, zihin kontrolü, bilim-inanç ilişkisi, Evrim Kuramı ve ben
zeri konularda 'ü aşkın konuşma yaptım. Dinleyicilerim ge
nellikle üniversite gençliği oldu ve onların geri bildirimlerinden
sürekli istifade ettim. Elinizdeki bu kitap, bu konuşma ve buluş
malardan elde ettiğim tecrübelerle zenginleştirildi. İçindeki baş
lıklar, benim düşünce alanımı en çok meşgul eden meselelerin öne
9 1 KİMSENİN Bİ LEMEYICEGİ ŞEYLER
çıkanlarıdır. Hayata dair yol gösterici ve farklı düşünceleri akta
rırken, özellikle genç okurların kışkırtıcı bir metinle karşılaşma
larını sağlamaya gayret ettim.
Kitabın ilk bölümü olan "Bize Dair"; beynimizin çalışması, lisan
yeteneğimiz, davranışlarımız, algılarımız ve gerçeklik gibi temel
konulara dair ipuçları içeren yazılardan oluşuyor. Bu bölümde,
müstakil ve birbiriyle doğrudan bağlı olmayan başlıklar altında;
biyolojik ve psikolojik verilerle dünyayı nasıl algıladığımızı, ona
nasıl tepkiler verdiğimizi, insanın ve insan davranışının neden
"böyle olduğunu" farklı ve sinirbilim temelli bir perspektifle su
nabilmeyi amaçladım.
İkinci bölüm olan "Bilim ve İnanca Dair" adlı başlık altında, çağı
mızın belki de en uzun ve en yaygın tartışmalarından birine, yani
bilim ve inanç arasındaki ilişkilere ve uyumsuzluklara dair Müs
lüman bir sinirbilimci olarak görüşlerimi özetlemeye çalıştığım
yazılarımı bulacaksınız. Bir biyolog olmam dolayısıyla evrim ku
ramları ve canlılığın kökeni ile inançlarımız arasında göze çarpan
uyumsuzluklar, yıllardır en önemli okuma ve çalışma alanımı oluş
turdu. Bu uyumsuzlukların aslında hiç de "bizden" kaynaklanma
dığını ve İslam'ın temel kaynakları ile bilimsel bilgiye dikkatli bir
bakışın bizi bu anlamsız ve yavaşlatıcı kavgadan rahatlıkla kurta
rabileceğini anlatmaya gayret ettim. Bu gayretle sadece bir kav
gayı sulha kavuşturmakla kalmayacağız, eğer bu sorunu çözebilir
sek ayağımıza yüzlerce yıldır pranga olmuş fikri ataletten kurtuluş
için de çok önemli bir avantaj yakalayabileceğiz.
Üçüncü ve son bölümde, yani "Kaos'a Dair" başlığı altında bilimin
yüzyıldan bugüne kadar sessizce ilerleyen devrimine yakından
bakarak, modern bilimsel bilginin kadim bilgeliğimize nasıl temas
ettiğine dair düşüncelerimi bulacaksınız. Bilimin günlük kullanım
dakinden çok daha fazla bir anlam atfettiği "kaos" kavramını genel
olarak açıkladıktan sonra, kaos ve karmaşıklık bilimlerinden dev
şirdiğimiz güncel bilgi ile epeydir uzak kaldığımız kadim bilgeliği
mizin o büyük irfan kapısının nasıl şaşırtıcı bir şekilde yavaş yavaş
aralanmaya başladığını birlikte müşahede edebilmeyi umuyorum.
8
ÖNSÖZ 1 4J
Kitabı oluşturan yazı ve fikirler, kitap sayfalarına sığdırmanın ol
dukça zor olduğu, daha geniş ve büyük bir hayat görüşü.nün fikri
tohumları olarak görülebilir. Eğer benimle birlikte bu seyahate
çıkacak ve şimdiye kadarki kabul ve zanların sınırlarını biraz ol
sun zorlamaya karar verecek olursanız, eminim hepimiz için çok
faydalı bir fikri seyahat gerçekleştirebilme şansını yakalayacağız.
Aynen biyolojik tohumlar gibi, buradaki düşünceler de mümbit zi
hinsel topraklara ulaştıkça filizlenecek, yeşerecek, dal budak sa
lacak, meyveler verecek ve böylece -inşallah- tahminlerimizin çok
ötesinde zihni ve fikri açılımlara vesile olacaktır.
Kısacası, her insan gibi sınırlı olan bakış açımla bazı nazik mev
zulara dokunma cüretini göstermiş olabilirim. Fakat aslında tüm
yaptığım, "Acaba aynı lisanı kullanan insanlar olarak düşüncemi
zin önündeki engelleri yıkacak bir rüzgara yol açabilir miyim?"
diye kendimce ve samimiyetle "kanat çırpmaktan" ibarettir. Okur
ken aklınıza bir şey takılırsa, "[email protected]" adresinde
eleştiri, soru, katkı ve önerilerinizi bekliyor olacağım.
Kitabın hazırlanma aşamasında birçok kıymetli insanın emeği
geçti. Burada özellikle kitap metninin ilk okumalarında deste
ğini ve eleştirilerini esirgemeyen sayın Şule Özkeçeci hanımefen
diye, yayıncılık dünyasını bana sevdiren sevgili Muvaffak Erman
Yılmaz'a, kitaptaki görsellerin mimarı kadim dostum, sevgili Dr.
Atıl Barış Albayrak'a, desteğini ve hasbiliğini her fırsatta hisset
tiren değerli dostum Murat Menteş'e ve daha adını buraya saya
madığım nice gönül dostuma kalbi teşekkürlerimi huzurlarınızda
sunmak isterim.
Son olarak, yazdığım her şey, aslında
Doğduğum günden bugüne kadar mantıklı ve mantıksız her iste
ğimi bir şekilde yerine getiren, desteklerini hiç esirgemeyen sev
gili anne ve babam, Güzin ve Mustafa Canan'a
9
' 1 KİMSENİN BİLEMEYECEGİ ŞEYLER
Yaşamımın geri kalanını cennete dönüştürmek üzere gönderildi
ğine inandığım Aybike, Metehan ve Melike Canan'ın anneleri, sev
gili eşim Bige Canan'a
Yetişmemde ve muhayyilemde büyük etkisi olan, dua membaımız,
rahmetli dedem Mehmet Emin Canan'a ()
Buradaki fikirlerin birçoğunu kafama sokan, beni sürekli düşün
meye zorlayan, eşsiz sohbetleri ve yazılarıyla ufkumu tahminle
rimin ötesinde genişleten, bu ülkenin nadide değerlerinden Sayın
Alev Alath'ya
Yazı yazabildiğime beni inandırıp biraz tembel bir akademisyene
yazma disiplini aşılayan sevgili Yavuz Selim Ağabeyime
Ve tüm bu imkanlara ve çok daha fazlasına beni layık gören Yüce
Rabbime olan teşekkür borcumu ifa ve ifade gayretidir.
Elbette elim ve dilim döndüğünce
Doç. Dr. Sinan Canan
BÖLÜM-1
BİZE DAİR
" •
KELİMELER VE DÜŞÜNCE
"Kavga insanla kader arasında değil artık,
insanla kelime arasında "
Cemil Meriç
S okakta yürüyorsunuz ve yanınıza elinde mikrofonu, yanında
kameramanı ile televizyoncu olduğu belli bir bayan yaklaşıyor,
önce affınızı istirham ediyor ve ardından soruyor size: "Endop
lazmik retikulum hakkında ne düşünüyorsunuz?" Sonra da mik
rofonu o eşsiz görüşleri ortaya serecek olan ağzınıza doğru uzatı
yor. Şimdi ne olacak? Eğer lisede biyoloji dersi görmüşseniz biraz
şanslısınız; "İyi bir şeydir, hücrede bulunur, böyle kargacık burga
cık şekillidir " filan diye bir şeyler söyleyebilirsiniz. Peki, ya an
lamını hiç bilmiyorsanız? Hayatınızda ilk defa duyduğunuz bir te
rim hakkında görüş bildirebilir misiniz?
Diyelim ki siz öyle boş boş bakarken, televizyoncu bayan olayın
vahametini kavrayıp "Eh, madem o zaman siz de 'cari açık' hak
kındaki düşüncelerinizi paylaşın bizimle" deyiverdi. Hay Allah, bu
da neredeyse her gün duyduğunuz bir şey ama ne demektir bilmi
yorsunuz ki Hani memleketteki muhasebe hesabının tam denk
gelmemesiyle ilgili falan bir durum ama teferruatı hakkında hiç
bir malumatınız da yok. Sanırım ilk yapacağınız şey, uygun bir ba
haneyle mikrofon menzilinin dışına çıkmak olurdu.
Aynı televizyoncu bayan eğer size futbol, siyaset, ekonomik gidi
şat, çağdaşlık, din, insan hakları yahut bilimsel düşünce mesele
lerinden birini sorsa işiniz ne kolaydı, değil mi? Söyleyecek iki üç
laf hemen bulunabilirdi bu konularda. Siz üzerinde hiç düşünme
miş, "Bu ne demektir acep?" diye hiç kafa yormamış olsanız da fark
13
q i KİMSENİN BİLEMEYICECii ŞEYLER
etmez, çünkü o konularla ilgili konuşan o kadar çok insan gördü
nüz ki bu kadar kafadan ses çıkabildiğine göre siz de kendinizi ko
nuşmaya yetkili görüyorsunuz haliyle. Korkmayın, kapatın gözü
nüzü; ne kadar çok lafın aklınıza geleceğine siz de şaşacaksınız.
Kavga, insanla kelime arasında
Cemil Meriç, "Mefhumların kah 9ülünç kah korkunç maskelerle raksa
çıktıjjı bir karnaval balosu fikir hayatımız. Kav9a insanla kader ara
sında dejjil artık, insanla kelime arasında . " diyor "Bu Ülke"de. İlk
..
okuduğumda zihnimde çok fazla yankı yapmamıştı bu ifadeler, ta
ki yaşım biraz kemale erip de kelimelerin düşünceyi ifade etme
deki anlamını kavramaya başlayana kadar.
Özellikle etrafımdaki tartışmalara taraf olmadığım o mesut zaman
larda, fark ettim ki insanlar kavramların değil, kendi zihinlerin
deki taraflı ve muğlak, çoğu kez üstünkörü didiklenmiş ve şüphe
edilmemiş temsilleri üzerinde kavga ediyorlar. Tarifini nesnel ola
rak yapamadığımız kavramlar, düşüncelerimizi ifade etmediği gibi
yeni kavgalar için de adeta zemin hazırlıyor ve bizleri sonuçsuz
tartışmalarda takatsiz, etkisiz ve bilinçsiz bırakıyor.
Meriç'in yukarıdaki ifadelerinden de ilham alarak sıklıkla duydu
ğumuz birçok kavrama ve onların etrafında dönen tartışmalara
baktığımızda, tartışmaların çoğunlukla kavramın anlamındaki
belirsizlik (muğlaklık) nedeniyle sürdüğünü görebiliriz. Dahası bu
belirsizlik, çoğu zaman adeta istemli olarak korunur gibidir. Biri
çıkıp da "Yahu önce şu kavramın bir tarifini yapalım, ondan sonra
tartışalım" dediğinde kızgın sesler yükselir ve "Ne lüzumu var ca
nım, var ya tarifi işte!" gibisinden kestirme kurnazlıklara başvu
rulur. Çünkü tartışmacıların birçoğu bu belirsizlikten, bu puslu
havadan beslenir. Yani istenen çözüm değil, tartışmanın veya kav
ganın bizzat kendidir.
İncelikli düşünmenin ve çözümlemeci (analitik) kafa yapısının otur
madığı bir toplumda bu durumu normal kabul etmek gerek. Bu va
kıayı görmezlikten gelerek sorunlara çözüm arama yahut aydın/
14
KELİMELER VE DÜŞÜNCE J �
entelektüel olma peşinde koşmak da beyhude bir çabadır. Amacı
nız eğer kuru gürültü ile vakit öldürmek ise böyle bir ortam tam
size göredir. Zira hiçbir şey çözülemediği için, ana amaç olan tar
tışma da hiç bitmez. Fakat yine Meriç'in ifadesi ile "düşünce na
musu", bizi birkaç adım daha atmaya zorlamalı.
Teknik olarak bakacak olursak, kullandığımız veya tartışma konusu
ettiğimiz her kelimenin yahut kavramın öncelikle kelime köklerini
(etimolojisini) şöyle bir incelemek faydalı bir alışkanlıktır: "Bu ke
limenin kökeni nedir? Tarih boyunca hangi anlamlarda kullanıl
mıştır? Halihazırda hakim olan durum (konjonktür) gereği hangi
anlamlarda kullanılır olmuştur? Bu yeni anlamları esas anlamıyla
gerçekten ilişkili midir, yoksa bu yeni anlamlar kelimenin üzerine
bir şekilde iliştirilmiş midir? Bu kelime herhangi bir gerçeği kar
şılamakta mıdır, yoksa yapay olarak mı üretilmiştir? Kişiler ara
sında farklı anlamlarda kullanılmakta mıdır? Eğer kullanılmakta
ise anlamlar arasında zıtlık ilişkisi var mıdır? Varsa neden vardır
yahut hangi anlam gerçeğe daha yakındır?"
Anlamına hakim olmadığımız kavramlar hakkında hemen fikir be
yan etmek için inanın herkesin sizin kadar iyi bahaneleri vardır.
Örneğin; konuyla ilgili yeni bir şeyler okumuş, yıllardır bir şeyler
dinlemiştir ve anneannesinin teyzekızı "hacı" olduğu için dini me
selelerde, birkaç popüler bilim kitabında karşısındaki konuya rast
lamış olduğu için de bilimsel mevzularda "derin" bilgi sahibidir(!).
Dolayısıyla önce konuşmaktan ziyade susmanın bir insan erdemi
olduğunu hatırlamak bu açıdan faydalı olabilir. Eğer zihninizde dü
şünülmüş ve tanımı tarafınızca oturtulmuş bir gerçek varsa, o, bir
biçimde ihtiyaca binaen ortaya çıkar ve görevini hakkıyla ifa eder.
Fakat guguklu saat misali, sunulan her fırsatta konuşmaya kalk
mak, bu devrin müzmin hastalıklarından biridir.
Anlam bulutları
"Zihnimiz kelimelerden kuruludur" desek abartmış olmayız. Keli
meler ve kullandığımız lisan, düşünce biçimimizi dahi yönlendirir
ıs
• 1 KİMSENİN BİLEMEYECEGİ ŞEYLER
ve tüm hayatımıza yön verme konusunda tartışılmaz bir paya sa
hiptir. Zira düşünce kalıplarımız, hatta zaman ve mekan algıla
mamız bile kullandığımız lisanın dilbilgisi, söz kurulumu ve ses
kurallarıyla çok yakından ilişkilidir. Sadece kişisel tecrübeleri
mizin şekillenmesinde değil, toplumumuzun kültürel altyapısı
nın bize yansıması konusunda da dil ve sözlü iletişim, vazgeçile
mez bir öneme sahiptir.
Bir lisanda kullanılan her kelimenin kendisi ve türemişleriyle bir
likte, kelimeleri kullanarak düşünen zihnimizin işlemesindeki tu
-
tarsızlıkları en aza indirgeyen ve manaları zenginleştiren geniş bir
"anlam bulutu" vardır. Zihnimiz, depoladığı bilgileri bir bilgisaya
rın birbirinden bağımsız dijital verileri depolaması gibi değil, bir
biriyle ilişkili yığınlar ve ağlar şeklinde kaydeder. Bu yüzden ha
fızamızdaki bileşenler (kelimeler, isimler, kavramlar, görüntüler,
sayılar vs.), keskin sınırlarla birbirinden ayrılmış yahut yalıtılmış
değildir. Her bir kelime, her bir kavram, her insanın zihninde farklı
ve yegane olmak üzere, kendine has bir anlamlar ağına bağlıdır.
Dolayısıyla zihnimizdeki kelime ve kavramları ayrık dosyalar ha
linde depolanmış bileşenlerden ziyade, sınırları belirsiz, bulutsu
bir ilişkiler ağı şeklinde tasavvur etmemiz gerçeğe çok daha uy
gundur. "Elma" kelimesinin zihninizde nelere bağlı olduğuna bir
bakın: Kırmızı, tatlı, yaz, serinlik, ekşilik, vitamin, sağlık, tohum,
ağaç, manav, fiyat, enflasyon, tarım, çevre İlişkiler hesaplanama
yacak kadar karmaşıktır ve her kavram, aynen diğerleri gibi tüm
kavramlarla bir şekilde bağlı ve ilişkilidir.
Bu bulutsu hafıza yapısının bir başka önemli özelliği ise her bir
kavram ve kelimenin etrafındaki karmaşık bağlantı yapısının her
yeni öğrenilen kavramla birlikte değişmesidir. Bu çarpıcı özellik,
"bulut" benzetmemizi daha da anlamlı kılıyor. Nasıl ki gökteki bu
lutlar sürekli şekil değiştirip akarak biçimden biçime giriyor, görü
nüp kayboluyor ve yeni biçimler oluşturuyorsa zihnimizdeki anlam
bulutları da buna çok benzeyen bir tarzda hareket ediyor. Her oku
duğumuzda ve her öğrendiğimizde, zihnimizin içindeki kavramsal
ilişkiler üzerinde her düşündüğümüzde, gökyüzündeki bulutlar gibi
16
KELİMELER VE DÜŞÜNCE 1 •
beynimizdeki temsiller de sürekli değişiyor. Düşünmek bile tek ba
şına son derece belirgin değişiklikleri oluşturmak için yeterlidir.
Anlam bulutları ne kadar geniş ve ne kadar karşılıklı çapraz bağ
lantıya sahipse, zihinsel dünyanın da o oranda zenginleşeceğini,
çağrışım havuzunun o derece verimli olacağını rahatlıkla söyle
yebiliriz. (Beyindeki bu garip örüntü depolama mekanizmasının
detaylarını "Kaos'a Dair" bölümündeki "Çekerler, Kalıplar, Bilinç
ler ve Beyinler" başlıklı kısımda tartışacağız.)
Zihnimizdeki kelimeleri altı boş ezberler olarak depolamak, anlam
bulutlarını son derece dar ve sınırlı hale getirir. Halbuki kelimele
rin anlam kökenlerini öğrenip ifade zenginliğimizi arttırmaya yö
nelik göstereceğimiz her çaba, zihnimizin zenginliğine doğrudan
katkı yapacak, kurabileceğimiz bağlantıların sayısını hesapsız öl
çüde arttıracaktır. Kelime ve kavramların çokluğu, zihinsel dün
yamızın sınırlarının doğrudan bir göstergesidir. Kökeni ne olursa
olsun, meramımızı anlatan kelimeler, artık bizimdir.
Lisanımız, yani kullandığımız dil işte bu kadar önemli. Günlük ha
yatta, belki kolaylık olsun diye ya da güncel modaya istinaden çoğu
kez dilimizi doğru kullanmıyor, ona gereken özeni göstermiyoruz.
Fakat bunun bedeli sandığımızdan çok daha ağır. Kelimelerimize ve
kavramlarımıza gereken özeni göstermediğimiz takdirde, bu kav
ramları oyuncak edenlerin elinde oyuncak olmaktan kurtulamayız.
Peki, düzeltmeye nereden başlamalı? Bir sonraki sosyal medya
güncellemenizde imla kurallarına dikkat edip ifade etmek iste
diğiniz şeyi birkaç farklı kelimeyle belirtmeye başlamayı dene
yebilirsiniz. Kısa bir süre sonra şaşırtıcı değişimi siz de fark ede
ceksiniz, takipçileriniz de Yeter ki vazgeçmeyin ve lisanınızın
"zihniniz" demek olduğunu hem kendinize hem de çevrenizdeki
lere sıklıkla hatırlatın.
� •
LİSAN NEDİR?
"Dilinizin sınırları, dünyanızın sınırlarıdır "
Ludwig Wittgenstein
Dil yahut lisan, bildiğimiz anlamıyla sadece insanoğluna has ve
çok özel bir iletişim becerisidir. Öyle karmaşık bir yetenektir ki
bilinen evrendeki en karmaşık biyolojik organizasyon olan bey
nimizde geniş bir alan, sadece bu işleve özel olarak ayrılmış du
rumdadır. Birçok insanda, bilhassa beynin sol-ön tarafındaki özel
bölgelerle kontrol edilen dil işlevi, insana has zihinsel özelliklerin
belki de en önemlisi olarak nitelenebilir.
Hepimiz, doğuştan bir kusur olmadığı takdirde gayet yetkin ve
dinamik bir "dil öğrenme" yetisiyle doğarız. Bu yetenek, bugün
bilebildiğimiz kadarıyla tüm beyin kabuğu (korteks) yapılarının
sağlıklı olarak iş görebilmesine bağlı olmakla birlikte, özellikle
beynimizin ön bölgelerindeki özel bazı alanların varlığı ve faali
yetleri sayesinde mümkün olur. Bu bölgeler işlevlerini sağlam bir
şekilde yapabiliyorsa, herhangi bir lisanı öğrenebilmek için gere
ken hemen tüm donanıma sahibiz demektir.
Erken çocukluk çağlarında konuşmayı öğrenen miniklere baktığı
mızda, bu lisan yeteneğinin ne kadar mükemmel bir şekilde orga
nize edildiğini izleme şansı yakalarız. İlk aylarda sadece anlam
sız sesler çıkarabilen bebekler, bir yaşlarından sonra ses birimleri
(fonemler) ile iletişim kurmaya başlarlar. Bunun öncesinde bebek
lerin beyinleri, etraflarında duydukları sesleri sınıflandırarak ile
riki yıllarda kazanacakları konuşma yetenekleri için gerekli deği
şikliklerin oluşmasıyla meşguldür. Bu sayede bir yaşını takip eden
dönemlerde anlamlı sesler çıkarılmaya başlanır.
18
LİSAN NEDİR? 1 •
İki yaşından sonra basit kelimelerle cümleler kurabilecek bir yet
kinliğe erişir insanoğlu. Bunun ardındansa daha karmaşık cüm
leler gelir. İşte bu dönemler, çocukların "boyundan büyük laflar
ettiği" dönemler olarak bilinir. Bu gelişimi izlemek, bizi basit bir
gerçekle karşı karşıya bırakır: İnsan beyni, lisan öğrenmek üzere
kurgulanmış biyolojik bir yetenekle doğar. İşin ilginç yanı, bu ye
teneğin öğrenilen lisandan bağımsız olduğudur. Türkiye'de doğan
bir Türk çocuğunu yaşamının ilk aylarından itibaren -sözgelimi
Japonya'da büyütecek olursanız Japoncayı anadili olarak rahatlıkla
öğrenebildiğini görürsünüz.
Tüm bunlar olurken sadece bebeğin davranışları değildir değişen,
bebeğin beyni de yapısal olarak büyük bir farklılaşma gösterir. Öğ
rendiği lisana göre şekillenen lisan bölgelerinin yanısıra etrafın
daki dünyayı algılama, değerlendirme, yorumlama gibi özellikleri
de öğrendiği dille paralel olarak gelişmeye başlar. Çok fazla sayıda
sinir hücresi içeren insan beyni, doğumdan itibaren olgunlaşması
esnasında hücrelerinden önemli bir kısmını kaybeder ve bu sayede
belli bazı işlevleri layıkıyla yerine getirecek en uygun sinirsel bağ
lantıları sağlama imkanına kavuşur. Bu dönemlerde beynin yeni
bağlantılar oluşturma hızı da inanılmazdır. Örneğin; bir insanın
anne karnından doğum sonrası 10 yaşına gelene kadar, beyninde
ortalama olarak her saniye 1,8 milyon kadar yeni bağlantı kurul
duğu hesaplanmakta. İşte bu karmaşık ve kaotik mekanizmalar
sayesinde her birimiz farklı yetenekler ve anlayış düzeyleriyle ya
şamımıza devam ederiz.
• 1 KİMSENİN BİLEMEYECEGİ ŞEYLER
RESİM 1: Beyindeki temel lisan alanları.
Dünyayı algılama ve anlamlandırma sürecimizde kullandığımız en
önemli "ara yüz" olan beynimiz, kabaca bu minvalde gelişiyor. Bu
rada dikkatlerimizi çekmesi gereken birçok nokta var elbette. Bana
sorarsanız, bunlardan en önemlisi de lisan öğrenimi (edinimi) sı
rasında genç beyinde meydana gelen değişikliklerin mahiyetidir.
Konu dışından olanlara sıkıcı gelebilecek teknik ve anatomik te
rimleri bir yana bırakırsak, olan şey aslında kısaca şudur: Beyni
miz, erken çocukluk çağlarında müthiş bir yeniden yapılanma sü
reci geçirir. Doğumdan hemen sonra birçok ihtimale hazır ve birçok
gizli güce (potansiyele) sahip olan beynimiz, erken yaşamda edin
diği tecrübelerle kendini yeni koşullara göre ayarlayabilme kabi
liyetiyle donatılmıştır. Bu kabiliyetin hayata geçirilmesindeki en
önemli faktör ise lisandır. Lisan, sadece diğer insanlarla ilişki kur
mamıza yaramaz; aynı zamanda tüm düşünce ve hayal dünyamız,
dünyadaki nesne ve olayları algılama kalıplarımız, kafamızdan
20
LİSAN NEDİR? J q
geçen fikirlerimiz, yani kısacası hemen hemen tüm zihinsel faali
yetlerimiz de öğrendiğimiz dile göre şekillenir.
RESİM 2: Çince ve İngilizce konuşan insanların anadillerini dinlerken
beyinlerindekifaaliyetleri gösteren fotoğraflar. Görüldüğü gibi Çince konuşanlar,
dillerini anlamak için İngilizce konuşanlara göre daha büyük bir beyin alanı
kullanıyorlar ve dolayısıyla iki lisanın birbirlerinden sadece yapı açısından değil,
beyinde değerlendirme açısından da önemli farkları olduğu ortaya çıkıyor. Bu
fotoğraflardaki farklılıklar, farklı lisanlar konuşanların beyinlerindeki işlevsel
bağlantıların da farklı olduğunun bir işareti. . . (Türkçe konusunda yapılmış
benzer bir çalışma henüz olmadığından bu konuda ayrıntılı bilgi veremiyorum.)
Oliver Sacks, "Sesleri Görmek {Seeing Voices)" adlı kitabında 1 1 ya
şındaki Joseph adlı bir hastanın durumunu anlatıyor. Önceden zeka
özürlü zannedilen Joseph'in, sonradan sadece işitme engelli olduğu
ortaya çıkmış. Çocuk üzerinde yapılan çalışmalardan sonra Sa
cks şunları söylüyor: "(. . . ) ]oseph görüyor, ayırt ediyor, sınıflandırı
yor ve kullanıyordu. Algısal sınıflandırma ve genellemeyle ilgW her
hangi bir sorunu yoktu. Fakat görünüşe bakılırsa bunun çok ötesine
de geçemiyordu. Soyut fikirleri aklında tutamıyor, planlayamıyor,
21
• 1 KİMSENİN BİLEMEYECEGİ ŞEYLER
oynayamıyordu. Görüntüler, hipotezler yahut olasıllklarla başa Çika
mıyor, hayalf veya mecazi bir dünyaya giremiyordu. Şimdiye sıkışıp
kalmış, düz anlama ve anllk algılara kıstmlmış gibi bir hali vardı.. "1 .
Görünen o ki Joseph, işitemediği için bir dil geliştirememiştir ve
dil geliştiremediği için de yüksek zihinsel işlevlerinin birçoğunu
yerine getirememektedir. Bu örnek bize, zihinsel işlevlerin kul
lanılmasında lisanın ne kadar merkezi bir rol oynadığını bir kez
daha gösteriyor.
Bu örnek ve daha yüzlerce farklı çalışma, zihinsel süreçlerimizin
doğrudan dil yetimizle bağlantılı olduğunu artık açık bir biçimde
göstermektedir. Dilde yetkinleşme arttıkça, zihinsel süreçlerin ka
litelerinde de oransal bir artış beklemek son derece mantıklıdır.
Tersine, yani dil yetileri köreltilmiş bir kişinin veya topluluğun
Joseph'inkine benzer belirtiler göstermesine ise şaşırmamak ge
rekir. Zira özellikle günümüzde, toplumumuzu en çok tehdit eden
hastalıklardan biri olan "Toplumsal Söz Yitimi", etkisini tam ola
rak böyle bir yoldan göstermektedir (Bkz. "Celbedilmiş Toplum
sal Söz Yitimi (Afazi)" bölümü).
"Bir insanın düşüncesinin sınırları, dil yeteneğinin sınırları ta
rafından belirlenir" dersek abartmış olmayız. Gerçekten de keli
meler, onların anlam bulutlan, kelimelerin birbirleriyle ilişkileri,
etimolojik hakimiyet, mecaz ve diğer karmaşık lisan özelliklerini
kullanma becerisi şeklindeki olguların tamamı, "zihinsel dünya"
nın yapılandırıldığı temeli oluşturması açısından önemlidir. Dil ye
teneği geliştirildikçe, dünyaya ve düşünceye dair özellikle soyut
kavramlarla başa çıkabilme, bunlar üzerinde düşünce üretebilme
ve yeni kavramları algılayıp bunları isimlendirebilme becerisi ge
lişebilir. Fakat lisan yetenekleriyle temel ve basit iletişim düzeyi
nin ötesine geçemeyen insanlarda zihinsel işlevlerin de çok ileri
bir düzeye çıkmasını beklemek beyhudedir.
Günümüzde insanların neden birbirlerini anlayamadığını, ba
sit kavramların etrafında nasıl bu kadar kavga çıkarılabildiğini,
Oliver W. Sacks, Seeing Voices: A Journey Into the World ofthe Deaf, , s.
22
LİSAN NEDİR?
edebiyatta, sanatta ve diğer kültürel alanlarda neden gittikçe kö
reldiğini anlamak istiyorsak lisanın zihindeki yerini yeni veriler
ışığında derinlemesine düşünmeliyiz. Ayrıca dilimiz üzerinde oy
nanan oyunların ne kadar yıkıcı sonuçlar doğurabileceğini yine
bu bağlamda değerlendirme zamanı çoktan geldi.
Bu mesele hayati mertebede önemlidir, zira lisanımız olmadan var
olmamız mümkün değildir.
� •
CELBEDİLMİŞ TOPLUMSAL
SÖ Z YİTİMİ (AFAZİ)
"Her bildiğini söyleme, her söylediğini bil "
Clavdius
Neden anlaşamıyoruz?
"Söz yitimi (aphasia/afazi: Latince; a-olumsuzluk �ki; phasis: ko
nuşma)", insan beyninin "lisan" dediğimiz iletişim becerisinin be
yindeki bazı sorunlara bağlı olarak ortaya çıkan bozukluklarını
tanımlamakta kullanılan genel bir terimdir.
Beynimizin "konuşma" ve "anlama" işlemlerini gerçekleştirdiği
bölgelerinden bir ya da birkaçı yaralanma, damar tıkanması veya
beyin kanaması gibi çeşitli nedenlerle hasara uğrarsa, hasar gö
ren bölgenin işlevine göre özel bir söz yitimi tablosu ortaya çıkar.
Bu konu, tıbbi pratikte oldukça önemli olup birçok farklı hastalık
tipini de içermektedir.
Burada bahsedeceğimiz (ve yazının geri kalanında "C.T.S." olarak
kısaltacağım) "Celbedilmiş Toplumsal Söz Yitimi (induced social ap
hasia)" ise fiziksel bir rahatsızlığa, yaralanmaya veya hasara bağlı
olmayan, organik açıdan tamamen sağlıklı beyinlerde de görüle
bilen ve nispeten yeni tanımlanmaya başlanan bir söz yitimi tipi
dir. C.T.S., yazılışı ve okunuşu aynı olan kelimelerin taban tabana
zıt anlamlarda algılanmasına neden olabilen, to_p_lumsal katman
ların iletişim yollarını ciddi oranda kapatan, belirgin bir organik
rahatsızlıkla veya beyin hasarıyla doğrudan ilişkisi bulunmayan,
bilinçli olarak farkında olmasak da günlük yaşamımızı derinden et
kileyen bir toplumsal zihin hastalığıdır. Bildiğim kadarıyla, teşhisi
24
CELBEDİLMİŞ TOPLUMSAL SÖZ YİTİMİ (AFAZİ) 1 ı,
ve tanımı geniş anlamda ilk defa yazar Alev Alatlı tarafından ya
pılan C.T.S.'de sorun, iletişimde kullanılan kelimelerin anlamların
daki muğlaklıktır. Kelimelere kendilerini kullanan kişiler tarafın
dan muhtelifbağlamlara göre farklı anlamlar yüklendiğinde, ortaya
iletişimi engelleyen özel bir söz yitimi tipi çıkmaktadır.
Görünen o ki bu "toplumsal hastalık", günümüzde yaşadığımız bir
çok kavramsal sorunun temelini oluşturmaktadır.
C.T.S.'nin belirtileri
C.T.S., aslında belirtileriyle uzunca bir süredir gündemimizde olan
bir toplumsal sorun. Televizyonlardaki tartışma programlarından
kimi köşe yazarlarının ele aldıkları konuları değerlendirmelerine,
arkadaş sohbetlerimizden uluslararası ilişkilerdeki söylemleri
mize kadar pek çok yerde C.T.S. sıkıntılarıyla karşılaşıyoruz. Bir
çok kavramın ve terimin bu anlamda net tanımı veya tarifi yapı
lamadığı (yahut kasıtlı olarak net bir biçimde tanımı yapılmaktan
kaçınıldığı) için, en basit konular bile kavga nedeni haline getirile
biliyor. Canlı örneklerini "laiklik", "milliyetçilik", "sosyalistlik", "ir
tica" veya "vatanseverlik" gibi popüler kavramlara yüklenen bin
bir farklı anlamı kavramaya çalışırken hepimiz yaşıyoruz.
Kimine göre insanları herhangi bir kıstasla ayırmaksızın vatan ve
vatandaşlık bağlamında öncelikli görmek milliyetçilikken, kimine
göre bu terim sadece belli bir kafatası çapına sahip insanların ya
şadığı topluluğu ve bu topluluğun paylaştığı coğrafi alanı sevmek
anlamında kullanılabiliyor. Kimine göre başını örtmek "gericilik"
iken, kimine göre baştaki bezle uğraşmak "gericilik" olarak nite
lendirilebiliyor. Biri kendi görüşünü "tek çağdaş yaklaşım" olarak
sunarken, bir diğeri ise onu "çağdışılık" ile suçlayabiliyor
Teşhisi yapan yazar Alev Alatlı, konu hakkında şunları söylüyor:
"Ben buna 'toplumsa/ afazi' diyorum. Çünkü kimsenin başına taş düş
medi ama Türkiye insanlarının tıpkı travma geçirmiş afazi hasta/art
gibi, söylenenleri söylendiği biçimde anlamadık/art, ağızlarından Çikam
25
• 1 KİMSENİN BİLEMEYECEGİ ŞEYLER
formüle edemedikleri, söylemek istediklerini, istedikleri gibi söyleye
medikleri bir duruma itilmiş olduklarını düşünüyorum, görüyorum."2
C.T.S.'nin muhtemel nedenleri ve sonuçları
Geçtiğimiz yüzyıl, dünyada çok büyük değişimlerin yaşandığı bir
yüzyıl oldu. Türk insanının yaşadığı değişim ise bunun da fev
kinde idi. Zira o, yaşlı bir imparatorluğun yıkılışına ve genç bj_r
Cumhuriyet'in kuruluşuna aktif bir katılımcı olarak şahitlik ettf.
Hele 'lerden sonra köyden kente göçüşteki aşırı artış ve in
sanların karşılaştıkları temel değer değişiklikleri, kemale erdiri
lemeyen bir eğitim sistemiyle birleşerek insanların kafalarını iyi
den iyiye karıştırdı. Diğer yandan bir dönem hayatımızın ayrılmaz
bir parçasına dönüşen çılgın enflasyon da Türk insanını şaşkına
çevirdi; bir ömür içinde kuruşlar, liralar, milyarlar, trilyonlar, kat
rilyonlar; sonra tekrar yeni liralar, kuruşlar Hepsi birlikte değer
lendirilmek ve kullanılmak zorundaydı.
Bir zamanlar ayıpladığımız kavramlar, hayat felsefesi olarak tak
dim edildi; komşusu açken tok uyuyamayan insanlar "kapitalist"
ve "liberal" olmaya itildiler. Büyük bir imparatorl uğu kaybetme
nin doğal travması olan "sıradanlaşma hissi" aşılamadı. Hamasi
düşünce kalıpları ve sloganvari fikirlerse gittikçe geçer akçe hale
gelmeye başladı. "Bilgi toplumu" olma yolunda hiçbir ciddi poli
tika üretilemediği gibi, buna bir de sürekli "asli hedef" yakıştır
masıyla takdim edilen "yabancı lisanla eğitim" ve Batı karşısın
daki geri kalmışlık kompleksleri eklemlendi.
Nedenler muhtelif fakat neticede insanların birbirleriyle iletişimde
kullandıkları en önemli araç olan lisanın temel elementleri kelime
ler de anlamlarını yitirmeye başladı. Anlamlarını bilmediğimiz ke
limelerle konuşuyor, karşımızdakinin söylediğini ancak kendi ta
nımlarımızla anlayabiliyoruz.
2 Zeynep Güven, "Neredeyse Türklük'ten Vazgeçeceğiz': Alev Alatlı ile röportaj, Hür
riyet Gazetesi ı2. ı2.ı; http://webarsiv funduszeue.info ı 2/ ı 2/ ı 63 ı 38 asp
. .
26
CELBEDİLMİŞ TOPLUMSAL SÖZ YİTİMİ <AFAZİ) J 9
C.T.S. ve bundan kaynaklanan sorunlar, beynimizdeki anlamlan
dırma mekanizmasında ciddi bir bozulmaya işaret etmektedir. Bey
ninizde herhangi bir terimin net bir tanımı bulunmuyor veya sizin
tanımınız diğer beyinlerdekilerden ciddi farklılıklar gösteriyorsa,
bu durumda C.T.S. mağduru olmanız işten bile değil.
Meselenin boyutları sanıldığından çok daha ciddi. Üstesinden gel
mek üzere çaba gösterilmediği sürece sonraki nesiller sadece ken
dilerine dikte edilene inanacakları, kendi düşüncelerini üretemeye
cekleri ve hür düşünce diye bir kavramın artık anlaşılmaz derecede
"lüks" olacağı bir ortamda yetişmeye mahkum olabilir. Zira lisa
nı mız, dünyayı anlamlandırmakta kullandığımız en önemli araç
tır ve kelimeler anlamını yitirdiğinde her şeyin anlamı da yavaşça
silinmeye başlayacaktır.
C.T.S.'den korunmanın yolu var mı?
Toplumsal söz yitiminin etkilerini bir anda ortadan kaldıracak si
hirli bir formül ne yazık ki henüz yok. C.T.S.'nin kendisi de gökten
zembille inen bir sorun değil. Fakat sorunu teşhis edip nedenleri
üzerinde düşüil'e rek bazı çıkış yolları önerilebilir.
En önemli kalkan, bu manada belli ki bilgilenmektir. Gerekli olan
bilgi ise C.T.S.'nin bize yasakladığı, anlamamızı engellediği alan
lardan alınacak bilgidir. Örneğin; kelimelerin anlamları, kökenleri,
kültürümüzdeki karşılıkları, olabildiğince belirgin tanımlamaları
ve anlam sınırları gibi Bu amaçla, mesela ayrıntılı ve dinamik bir
kavramlar sözlüğü hazırlanabilir. İhtilaf konusu terimler başta ol
mak üzere, farklı kesimlerden uzmanların mutabakatıyla kelimele
rin olası tüm anlamlarını içeren bu tarz bir proje, önemli bir baş
vuru kaynağı ortaya çıkarabilir. Böyle bir başvuru omurgası ise
bir nevi "iletişimin anayasası" şeklinde kullanılarak ihtilafların ve
C.T.S.'nin önüne büyük oranda geçilebilir.
İkinci ve daha önemli bir yol da her konuda fikir beyan etme
nin "ayıp" olduğunun sıklıkla hatırlanması ve bunun eğitiminin
27
• I KİMSENİN BİLEMEYECEGİ ŞEYLER
programlı olarak yeni nesillere verilmesidir. Konuşan, konuştuğu
konu ve o konuyla ilgili birikimi hakkında bilgi sahibi olmalı, yani
kendinin farkında olmalıdır. (İlmin temeli nedir ki zaten?)
·
Tartışılacak konular öncelikle uzmanları tarafından masaya yatı- ,
rılmalı ve yine uzmanlarca belirlenen bir tartışma çerçevesi içinde
makul ve olası tüm anlamlarıyla irdelenmelidir. Herkesin bilim
adamı, herkesin bilim felsefecisi, herkesin din alimi, herkesin futbol
yorumcusu olduğu bir toplumda "gerçekten uzman aydın" bulma
imkanımız gittikçe azalacaktır (azalıyor da). Meydan, gün geç
tikçe kıymeti kendinden menkul akülü aydınlara kalacaktır. Dola
yısıyla artık anlamsız kelimelerin havada uçuştuğu bir "söz yitim
sel kakofoni" ortama hakim hale gelecektir. (Tanıdık geliyor mu?)
En sonuncu ve belki de en önemli yol ise "lisan" dediğimiz aracın
tabiatını anlamaktan geçer. Kullandığımız tanım ve kelimeler ge
nellikle tek bir anlama gelmez, bu kelimelerin tek doğru anlamı
da bizim bildiğimiz anlamı olmayabilir -ki genellikle de durum bu
dur-. Koşullara, bağlamlara ve kişilere göre aynı kelimeler, farklı
anlam bulutlarını ifade etmek için kullanılabilir. Bunu bildiğiniz
takdirde, kelimeler üzerinde kopan kavgalardan fayda ummanın
da ne kadar boş bir beklenti olacağı kendiliğinden ortaya çıkar.
Tanım aralığı belirlenemeyen kavramlar üzerinde tartışmak, E.
F. Schumacher'in "ıraksayan sorunlar" diye nitelendirdiği sorun
lar kapsamına girer ve çözüm kümeleri "sonsuz"dur. Mesela Schu
macher, bir mühendislik problemini örnek vererek, temel bilgilere
sahip tüm mühendislerin söz konusu meseleye dair çare nokta
sında birbirini yakınsayan çözümler üreteceklerini söyler. Bu tip
sorunlar, dar bir aralıkta dağılım gösteren çözüm kümelerine sa
hiptir ve Schumacher bunlara "yakınsayan sorunlar" adını verir.
Fakat "mutluluğun kaynağı", "en iyi ekonomik sistem" veya "ha
yatın amacı" gibi çözümü belirsiz sorunlar, farklı görüşlere sahip
zihinler tarafından farklı çözüm önerileriyle cevaplanır ki bu tip
28
CELBEDİLMİŞ TOPLUMSAL SÖZ YİTİMİ <AFAZİ) 1 9
sorunlar muhtevaları itibariyle "ıraksayan sorunlar" arasında de
ğerlendirilmelidir. 3
Günlük hayatta birbirimizi yediğimiz tartışma konuları, tabiat
ları itibariyle böyle "ıraksayan sorunlar" grubuna giren mesele
ler üzerinden yürütülür. Bu tip sorunların çözümü, düz mantıkta,
bilimsel analizde veya matematikte bulunmaz. Buradaki çözümün
anahtarı, "doğruya ulaşmanın tek yolu olduğu" fikrini bir kenara
bırakarak çoğulculuğu ve çok sesliliği kucaklayacak üst düzey bir
iletişim becerisi gerektirir.
Bir başka sorunumuz da ikili "Ya o ya bu!" mantığına olan sarsıl
maz bağlılığımızdır. Çoğu zaman günlük hayatımızı etkileyen bir
çok sorunun ikiden fazla doğru çözüm yolu vardır fakat nedense
insanlar genellikle kafalarındaki seçeneğin tek kurtuluş reçetesi,
alternatif görüşlerinse "ahmaklık" veya "ihanet" olduğuna en baş
tan ikna olmuş gibidir. Bu durumda "Ya o ya bu!" çerçevesini aşa
mayan argümanlar, bu tip sorunları çözmek bir yana, çözümsüz
lüğe mahkum etmenin en garantili yoludur. Halbuki bu evrenin
işleyişinde ikili (binary) mantığa pek rastlamayız.
Etrafımızdaki canlı cansız her şey, kesintisiz bir tayf içinde her
olasılığı karşılayacak tarzda çeşitli ve zengin bir dağılım gösterir.
Bu yüzden idrakimizin ve lisanımızın sınırlılıklarının gerçek far
kındalığıyla, kendi görebildiğimiz çözümlerin dışında kalan çö
zümlere açılabilme, onlardan istifade edip değişebilme ve dönü
şebilme becerisini geliştirmedikçe çözümsüzlükten yakınmaya da
hakkımız olmayacaktır. Yeni bir araç olarak "hem/hem de" yak
laşımının, yani "saçaklı mantığın (fuzzy logic)" kullanılması, -bir
dereceye kadar da olsa- yeni bir düşünce yolu açması bakımından
fayda sağlayabilir.
Buraya kadar aklımızı ve iletişim yeteneklerimizi büyük oranda
iğdiş eden önemli bir toplumsal soruna dikkat çekmeye çalıştım.
Sorun gerçekten büyüktür ve bütün boyutlarını bu hacim içeri
sinde irdelemek de imkan dışıdır. Fakat her birimiz, kendi fikir
3 E. F. Schumacher, Aklı Karışıklar İçin Kılavuz, İz Yayınları, ı
29
• 1 KİMSENİN Bİ LEMEYECEGİ ŞEYLER
yaşamımızda bu "sendrom"un sıkıntısını az yahut çok çekmekte
yiz. Dolayısıyla bu konu, üzerinde ciddi biçimde kafa yormayı ge
rektiren ve acil çözüm isteyen bir sorun olarak karşımızda duruyor.
Kelimeler, düşünme birimlerimiz; anlamları ise düşüncelerimi
zin ta kendileri. Onlar olmazsa "biz" diye bir şey kalır mı acaba?
� •
30
ZİHİN KONTROLÜ: BİLDİGİNİZ GİBİ DEGİL
"İki şey dü nyaya hükmeder: Biri kılıç, diğeri düşünce
Kılıç, önü nde sonu nda düşü nceye yenilir."
Napolyon
Bilgi (information), insan davranışlarını yönlendiren en önemli et
kenlerden bir tanesidir. İnsanoğlunun yaşam süreci içinde karşılaş
tığı olaylara cevap olarak üreteceği davranışlar için bir hammadde
sağlayan bilgi, çoğu kez bu davranışları bizzat şekillendiriyor. Do
layısıyla bilginin kaynakları ve sunum biçimleri, doğrudan davra
nış kalıplarını etkilemekte ve insan davranışlarına yön vermekte.
Günümüzde teknolojideki baş döndürücü ilerleme ve kitle ileti
şim araçlarının yaygınlaşması, bilginin belki de gelmiş geçmiş en
büyük silah olarak kullanılması konusunu kaçınılmaz bir şekilde
önümüze getiriyor. Bilgi yoluyla zihin ve davranış kontrolü her bi
rimizi bireysel olarak ilgilendirdiği için sanıldığından çok daha bü
yük bir öneme sahip. Zira bireyin bilinçlenmesi, toplumsal zihin
kontrolünü güçleştiren en önemli faktörlerden biri ve zihin kont
rol mekanizmaları en çok da bu alanda işletilmekte.
Zihin kontrol yöntemleri
Zihin kontrolü, komplo teorileri ve bilim kurgu meraklıları için vaz
geçilmez ve çekici konulardan bir tanesidir. Örneğin; ünlü "Man
çuryalı Aday" adlı filmde, savaştan dönmüş askerlerin beyinlerine
yapılan bir operasyonla belli komutlara duyarlı robotlar haline dö
nüştürülmesi ve bu askerlerin birer suikast silahı olarak kullanıl
ması anlatılır. Gerçekte bu tip zihin kontrol yöntemlerinin -teorik
31
q 1 KİMSENİN Bİ LEMEYECEGI ŞEYLER
olarak mümkün olmakla birlikte- pratik uygulanabilirliği oldukça
sınırlıdır ve kitlesel kontrol için uygun yöntemler değildir.
Yine son zamanlarda özellikle elektromanyetik silahlar ve elektro
manyetik (EM) dalgalarla zihin kontrolü konusunda yapılan spe
külasyonlarda, bilimsel verilerle safsatalar birbirine karıştığı için
ortalıkta göz gözü görmüyor. Sıradan bir okuyucu, ClA'nın merkez
ofisindeki bir operatörün istanbul'daki birinin zihnini uzaktan
adeta bir oyun çubuğuyla kontrol edebileceği, insanların kolaylıkla
robotlaştırılabilecek yaratıklar oldukları sanrısına kapılabiliyor.
EM dalgaların biyolojik dokularının özellikle beyni etkilediği bili
nen bir gerçektir. Fakat insan davranışları çok karmaşık bir yapı
sergilediğinden, operasyonlarla beynin özel bölgelerine birtakım
minik elektrotlar yerleştirmeden de dışarıdan insan davranışla
rını kontrol etmek oldukça zordur. EM dalgaların birçoğu canlı
bedene gönderildiğinde onu sadece biraz "ısıtır". Bazı EM dalga
lar ise dokuda kalıcı hasarlara neden olabilir. Teorik olarak bey
nin, bazı zihinsel durumlarda yaydığı özel dalgaları algılayarak,
buna uygun elektromanyetik sinyalleri tekrar beyne gönderip ça
lışmasını etkilemek mümkün olmakla birlikte, pratikte bunun ya
pılabilirlik ihtimali (teknik zorluklar nedeniyle) oldukça düşüktür.
Bir başka güncel teori ise özellikle görsel basında hızla akan gö
rüntüler arasına serpiştirilen bilinçaltı (subliminal) mesajlarla
yönlendiriliyor olduğumuz meselesidir. Bir düzeyde gerçekliği ol
makla birlikte, bu tip yöntemlerin istenen kitlesel etkiyi yaratmak
tan uzak olduklarını biliyoruz. Bilimsel olarak hakkında doğru dü
rüst kanıt bulunmayan böyle bir yöntemin bu kadar çekinilen ve
korkulan bir konu olması da ayrıca ilginçtir.
Aslında fantezi ve bilimkurgu düzeyindeki zihin kontrol efsanele
riyle boşuna uğraştırılmıyoruz. Buna benzer yöntemlerin yazılı ve
görsel basında sıkça yer alması, aslında günlük yaşamda adeta bir
bombardıman halinde üzerimizde denenen ve çoğunlukla da başa
rıya ulaşan birçok "günlük" zihin kontrolü yönteminin gözden ka
çırılmasını sağlıyor. İnsanların, özellikle de bu tip konuları merak
32
ZİHİN KONTROLÜ: BİLDİGİNİZ GİBİ DEGİL 1 �
etme eğilimi gösterenlerin zihinleri, birçoğu bilimkurgu düzeyini
aşamayan sanal iddialarla meşgul ediliyor. Yani "zihin kontrolü
paranoyası" ile zihin kontrolü, aslına bakarsanız en yaygın kont
rol yöntemlerinden biridir.
Gündelik(!) zihin kontrol yöntemleri
Aşağıda, edindiğimiz bilgilerle ve yaşadığımız sosyal etkileşimler
sırasında karşılaşabileceğimiz binlerce zihin kontrol yönteminden
birkaçını sıralamaya çalışacağım.4 Bakalım her birimiz günlük ya
şamımızda bunlardan kaçına maruz kalıyoruz?
1. Grup baskısı: Ait olunan grubun değerleri dışındaki değerle
rin kabul edilmemesi için yapılan telkinler, sınırlamalar bütünü.
2. Eski değerlere saldırı: Yeni birtakım fikirlerin kabulünü ko
laylaştırmak için, eski değerlere saldırarak onları gözden düşür
meye çalışmak (ki bunun örneklerini sıkça yaşıyoruz).
3. Meta-iletişim: Konuşma veya yazma sırasında sürekli belli bir
kelimeler dizgesini yahut belli bir jargonu kullanarak ana içeriğin
üzerinden ama içerikten bağımsız mesajlar vermek. (Örneğin; ko
nuşmalarda sürekli olarak "ultra-yeni Türkçe(!)" kelimeler ve anla
şılması zor ifadeler kullanarak verilen "Ben sizden değilim, seçki
nim" yahut "İşte görüyorsunuz, sizdenim!" gibi mesajların verilmesi.)
4. Soru yasaklama: Otorite kullanarak grup/cemaat/rejim için
deki hakim düşünceyi tehlikeye sokabilecek soruların önünün ka
patılması, soru sormanın ayıplanması, cezalandırılması.
S. Lisan suistimali: Lisanın kasıtlı ve yaygın bir biçimde kötüye
kullanılmasıyla insanların lisan yeteneklerini, dolayısıyla düşünme
ve algı melekelerini sakatlamak. (Televizyonlarımızdaki yaygın ar
golaşma ve lisan bozukluğu da buna bir örnek olarak verilebilir.)
4 Farklı kaynaklardan derlenmiş ve genişletilmiştir.
• 1 KİMSENİN BİLEMEYICEGI ŞEYLER
6. Celbedilmiş söz yitimi (afazi): Bir önceki bölümde tartıştığı
mız gibi, tıbbi bir terim olan ve konuşma/anlama melekelerinin
yitirilmesi anlamına gelen "afazi"nin toplum bilimsel türevi. Keli
melerin anlamlarında karmaşa yaratarak, aslı ve tanımı olmayan
yeni kavramlar ortaya koyarak insanların iletişim yeteneklerini
baltalamak ve kişileri -aynı dili konuşmalarına rağmen- birbirle
rinin dilinden anlamaz hale getirmek.
7. Giyim kodları: Giysilerde belli biçim ve işaretler kullanılarak
mesajlar verilmesi. Giysilere "aslında olmayan mesajlar" yüklen
mesi ve bu sayede insanlar arasındaki farklılıkları pekiştirme,
vurgulama çabası.
8. Slogan atma/Slogan düşünce: Topluluğa ait düşünsel kalıpla
rın bireyler arasında bilinçsizce ve sorgusuz olarak kabul edilme
sine yönelik yüksek sesle tekrarlanan sloganların atılması, slogan
vari ifadelerin her fırsatta tekrarlanması (ki bu yöntem, orijinal
düşünce karşısındaki en önemli engellerden bir tanesidir).
9. Parasal bağımlılık: Mali kaynaklar üzerinden bağımlı hale ge
tirme. Bu yolla bağımlı hale getirilen bireyin veya topluluğun yön
lendirilmesi büyük ölçüde kolaylaşır.
Sosyal yalıtım: Tehlikeli veya riskli düşünce/eylem sahibi bi
rey veya grupların genel topluluktan ayrılması, iletişimlerinin kı
sıtlanması.
Kontrollü korku veya toplumsal paranoya: Toplumu veya
bireyi sürekli gergin, korkulu bir halde tutmak üzere senaryolar
üretme. (ABD yönetiminin kendi halkına karşı uyguladığı en yay
gın kontrol yöntemlerinden bir tanesidir.)
Zihin dumuru ve Limbik ateşleme5: Beyinde cinsellik, iştah
ve zevk gibi duyularla ilişkili bölgelerin (örneğin Limbik sistemin)
aşırı olarak uyarılmasını sağlayarak üst beynin yüksek zihinsel
5 Bildiğim kadarıyla bu terim bana aittir. Bilimsel yayın dizinlerinde böyle bir terim aran
dığı takdirde bulunamayabilir.
ZİHİN KONTROLÜ: BİLDİGİNİZ GİBİ DEGİL 1 q
işlevlerini dumura uğratmak ve bireyleri zevkperest robotlara dö
nüştürerek potansiyel düşünce suçlarını ve fikri tehlikeleri berta
raf etmek. (Haber bültenlerinde, müzik kanallarında, gazetelerin
internet sayfalarında ve bazı özel kanalların genel yayın politika
larında gözleyebileceğimiz cinsel, hatta sapkın içerikli haberler,
diziler, filmler ve görüntüler örnek verilebilir.)
Yukarıda sayılanlar, aşikar birçok yönlendirme mekanizmasının
yanısıra işleyen ve biraz daha örtülü yöntemlerden sadece birkaç
tanesidir. Haber bültenlerinde haberlerin veriliş tarzının kanallara
göre nasıl farklılıklar gösterdiğini, Amerikan filmlerindeki kahra
manlık temalarını, gözümüze sokulan ve "izlenme rekorları" kır
dırılan dizilerde bize öğütlenen yaşam tarzlarını şöyle bir düşün
mek yeter ki bunlara benzer daha pek çok yöntemin var olduğunu
rahatlıkla söyleyebiliriz.
Bu yöntemlerin hiçbiri, tek başına bireyi veya toplumu yönlendir
mede çok fazla etkili değildir. Fakat bunların birleşik halde, top
yekun kullanılması, tahminlerin çok ötesinde kontrol başarısı sağ
layabilir. Ülkemizdeki birçok anormal toplumsal davranışın altında
bu tip nedenlerin de rol oynadığına kuşku yok.
Bireylerin kitlesel yönlendirme ve zihin kontrolü konularında bi
linçlenmesi, bu mekanizmaları işlevsiz kılabilecek en önemli unsur
lardan bir tanesidir. Fakat çok daha önemli olan husus ise değerle
rine bağlı insanlar yetiştirmektir. Zira belli değerleri olan insanlar,
menfi yönlendirilmelerden en az etkilenen kişilerdir.
Eğer bir toplum büyük oranda hayvani ihtiyaçlarını karşılamayı bi
rinci öncelik edinmiş fertlerden oluşuyorsa, zihin kontrolörlerinin
işi hiç de zor değil: Havucu burnuna tut, at koşmaya başlayacaktır
Cinsellik neden sürekli satar?
Üreme güdüsü, bütün eşeyli üreme yapan canlılarda olduğu gibi in
san organizmasının da -neslinin devamını sağlamak için- davranışsa!
• 1 KİMSENİN llİLEMEYECEGI ŞEYLER
devrelerinin içine çok güçlü bir biçimde kodlanmıştır. Doğada can
lıların soylarını sürdürebilmesi, üreme ile ilgili faaliyetlere ciddi
zaman ve kaynak ayırmalarını gerektirir. Neslin devamının yanı
sıra, en sağlıklı genlerin gelecek nesillere aktarılması konusunda
da büyük bir mücadele süreci yaşanır.
Bu süreçlerde eşeyli üreyen canlıların hemen hemen tamamında
eş seçimi kararını "dişi" bireyler verir. Zira çoğu zaman dişi, hem
"yumurta" dediğimiz üreme hücresini üretir hem de değişen sü
relerde gebelik, doğurma ve yavru bakımı gibi uzun vadeli biyo
lojik yatırımlardan sorumludur. Dişiler, eş seçimi meselesini ince
eleyip sık dokumalı, her erkeği "eş" olarak kabul etmemelidir. Bu
yüzden biyolojik alemin büyük kısmında "erkek" seçilmek için süs
lenip uğraşırken dişiler seçici olarak görev yapar.
Olay normalde insanda da böyledir; özellikle erkek ve dişi davra
nışları büyük oranda bu temel mekanizmalar üzerinden işler. An
cak kültürel değişkenler ve toplumların alışkanlıkları, biyolojik do
nanımımızdan farklı davranmamıza neden olabiliyor. Beynimizin
derinliklerinde, şuurlu kontrolümüzün dışında faaliyet gösteren
ve aşağı grup birçok canlıyla paylaştığımız "hayvani beyin" ola
rak bilinen bazı bölgelerimiz ve bu bölgelerimizce yönetilen bazı
temel davranışlarımız vardır. Beynin iç kısımlarında, Limbik sis
tem olarak bildiğimiz -ve "Aşk Beyinde mi, Kalpte mi?" başlıklı bö
lümde daha detaylı olarak ele aldığımız- karmaşık yapılar, bu tip
temel dürtülerimizin kontrolünden sorumludur.
İnsanda bu bölgelerin davranışları yönlendirebilmesinin en önemli
şartı, üst-ön beyin bölgelerimizle temsil edilen yüksek insani özel
liklerimizin bir süreliğine de olsa baskılanabilmesidir. Diğer hay
vanların birçoğunda bulunmazken, insanda beynin çok büyük bir
kısmını kaplayan bu ön beyin bölgeleri, ahlaki değerler, öz disiplin,
yoğunlaşma, gelecek planlama, haz geciktirme, karmaşık hesapla
malar yürütme ve davranışların sonuçlarını kestirme gibi karma
şık işleri yürütür. Cinsel uyarım söz konusu olduğunda ise bu böl
gelerin geçici bir süreyle baskılanması, cinsel birleşme sırasında
ve öncesinde gerçekleşmesi gereken süreçlerin devreye girmesini
36
ZİHİN KONTROLÜ: BİLDİGİNİZ GİBİ DEGİL 1 '
kolaylaştırır. Limbik sistemi yahut içimizdeki "hayvani beyni" uya
ran etkenlerin bundan dolayı ön beyin işlevlerinde azalmaya se
bep olduğunu biliyoruz.
Hayvani beynimizin dikkatini çekmek çok kolaydır. Aç olduğu
muzda yiyeceğin kokusu, görüntüsü, hatta iması dahi bir anda bi
yolojik organizmanın tüm işlevlerini ikinci plana iterek yiyeceğe
ulaşma konusunda bizi hareket geçirecektir. Bu süreçten sorumlu
olan bölgeler de yine Limbik yapılardır. Açlık hissi, organizmanın
bütünlüğünü tehdit edebilme potansiyeli taşıyan bir durumu -be
sin ihtiyacı durumunu- bildiren temel hislerden biri olduğundan,
beynimiz için öncelikle baş edilmesi gereken konular arasında yer
alır. Böylece Limbik itkilerimiz, açlığın ortadan kaldırılması konu
sunda organizmanın adeta bütün donanımıyla faaliyete geçirile
bilmesini sağlar. Öfke veya panik gibi şiddetli zihin durumlarında
da mekanizma yaklaşık olarak aynıdır ve bu duyguların pençesine
düşen bireyin beyni, kontrolü çok zor bir dizi içgüdüsel davranış
sergileme konusunda şiddetli uyaranlar üretmeye başlar.
Cinsel uyarım da aynı şekilde işler. Cinsel olgunluğa ulaşma döne
minin ardından, bilhassa sıklıkla cinsel ilişkiye girebilme özelli
ğine sahip erkek bedeni cinsel uyaranlara karşı hassaslaşır. Aynı
durum dişiler için de geçerlidir fakat yukarıda sözünü ettiğimiz
"seçicilik" durumu nedeniyle dişide durum bir miktar daha kont
rol altındadır. Açlık durumunda olduğu gibi, cinsel uyaranlar da
erişkin bir organizmanın hızla dikkatini çeker ve Limbik sistemin
anında faaliyete geçmesine neden olur. Ön beyin bölgelerinde mey
dana gelen baskılanma ve beyin kimyasallarında meydana gelen
değişiklikler, organizmanın hızla cinsel uyarım safhasına geçme
sini sağlar. Aynen açlık ve öfke durumlarında olduğu gibi, bu itki
lere karşı konulması da oldukça zordur. Bu temel itkileri kontrol
altına alırken varlığı en önemli oyuncu ise daha önceden eğitile
rek kuvvetlendirilmiş ve kontrol yetileri üst düzeye çıkartılmış
bir ön beyindir.
Günümüzde çıplaklık ve pornografinin gittikçe artan yayılımı herke
sin malumu En basit dondurma reklamları bile ağır sayılabilecek
37
9 1 KİMSENİN BİLEMEYECEGİ ŞEYLER
cinsel imalar içerebiliyor. Otomobiller, bilgisayarlar, parfümler, yi
yecekler, içecekler ve daha aklınıza ne gelirse, öncelikle kadın be
deni olmak üzere, cinsel çağrışımları olan reklam ve tanıtımlarla
satılmaya çalışılıyor. Bir pazarlama uzmanı olan Martin Lindst
rom, "funduszeue.info" adlı kitabında cinsel içerikli reklamların azalma
sını beklemenin boşuna olduğunu vurgulayarak, bu beklentinin
tam tersine, yani gittikçe daha da pornografiye kayarak dozunu
artıracak olan reklamların yapılacağına dair bir öngörüde bulunu
yor. Çünkü insanoğlunun ilgisini en kolay çekebilecek, irade ile se
çim yapan beyin bölgelerini baskılayacak en kuvvetli ve garantili
uyaran, cinsel uyarımlardır. Zaten küreselleşen kapitalist ekono
mik sistemde bu kadar kolay "paraya tahvil edilebilen" bir reklam
yönteminden vazgeçilmesini beklemek de saflık olurdu. Dolayısıyla
bu tarz cinsel içerikli reklam ve tanıtımların önünü almak için ya
pılan çalışmaların yanısıra, insanları bu cinsel uyarım bombardı
manına karşı korunabilecekleri bir zihinsel donanımla donatmak
da önemli işlerimizden biri.
insanlar olarak diğer canlılardan bariz bazı farklarımız olduğu or
tada. Konumuz itibariyle her cinsel uyarım durumunda ve her fır
sat bulduğunda cinsel ilişkiye girmeyen bir türüz. Çünkü toplum
ve ahlak kurallarımız var ve bu minvalde bir insana veya bir inanç
sistemine duyduğumuz bağlılık, bizi bu temel itkileri gerçekleştir
mekten değişik düzeylerde alıkoyabiliyor. Fakat "özgürlüklerin" ala
bildiğine genişlediği böyle bir zamanda bu tip içsel fren sistemleri
çoğu insanda pek işe yaramıyor. Bunun muhtelif sebepleri var fa
kat sinirbilimsel (nörolojik) olarak en önemli kısmı, cinsel açıdan
uyarıcı her tür malzemeye ulaşımın artık çok daha kolay olması.
Günümüzde pornografi ve erotizmle aramızda pek fazla bir engel
yok. Eskiden bir insanın ömrü boyunca göremeyeceği, hatta ta
hayyül edemeyeceği fantezileri yahut sapkınlıkları, birkaç saatlik
internet sörfü ile neredeyse doğrudan tecrübe edebilir haldeyiz.
internette yer alan her türlü cinsel fanteziyi tatmin edecek çap
taki pornografik içeriklerse çocukların bile sadece birkaç tık uza
ğında. En ufak bir kontrol altına alma hamlesi, hemen "Pornoma
ZİHİN KONTROLÜ: BİLDİGİNİZ GİBİ DEGİL 1 '
dokunma!" sloganlı eylemlerle protesto edilebiliyor. Fakat cinsel
içerikli bu yayınların beynimize neler yaptığını bilsek, sanırım hem
kendimiz hem de gelecek nesiller için alarm çanlarının ne kadar
gürültülü çaldığını duyabilirdik.
Aşırı cinsel uyarıma maruz kalma nedeniyle erkek ve kız çocuk
larda ergenlik yaşının gittikçe düştüğünü biliyoruz. Ergenlik dedi
ğimiz süreç, beyindeki kimyasal dengelerin belli bir yaştan itiba
ren değişmesiyle doğal olarak başlayan bir süreçtir. Görsel, işitsel
ve benzeri uyarımlar, beyindeki bu kimyasal sistemi değiştirerek
cinsel olgunluk yaşının çok daha erkene çekilmesine sebep olabili
yor. Bunun diğer bir anlamı da şudur: Pornografik uyarımlar, bey
nimizin çalışma sistemine doğrudan etki ediyor.
Pornografik içeriklere hem erken yaşta hem de sınırsız düzeydeki
ulaşım, insan organizmasının milyonlarca yıllık biyolojik alışkan
lıklarıyla ciddi anlamda uyumsuz bir süreci tetikliyor. Bu kadar
çeşitli ve kolay ulaşılabilir içerik, öncelikle "sıradan" pornografik
içeriğe karşı bir duyarsızlaşma (habituasyon) ve ardından daha
şiddetli uyarımlar arama sonucunu doğuruyor. Esasında internet
üzerinde akla hayale gelmeyecek derecede çeşitli pornografik içe
rik olması da bu yüzden. Yani pornografik içerik bağımlısı haline
gelen insanlar, bir sonraki aşamada hep "daha fazlasını" istiyorlar.
Bütün bunlar, beynin ön bölgelerinin kontrol edebilme yeteneğini
köreltiyor. Zaman içinde hem cinsel işlevlerde ciddi bozukluklar
ortaya çıkıyor hem de temel ahlaki sınırları koruyabilecek zihinsel
donanımların iflasıyla, zihin adeta bir zevk kölesi haline dönüşü
yor. "Tabiat her çağırdığında peşinden gidersek nerede kaldı bizim
insanlığımız?" sözünü hatırlatırcasına, tamamen hayvani güdü
lerinin çevresinde bir hayat süren, zihinleri dışsal uyarıma karşı
çıplak ve savunmasız insanlar çevremizi sarmaya başlıyor. Eğer
bir zihin kontrolünden korkuyorsak, en büyük korkumuz belki de
burada kısaca özetlemeye çalıştığım "kontrol" tipi olmalı. Zira sa
dece bizi değil, gelecek nesillerimizi de doğrudan tehdit eden bir
"zihin kısırlaştırma operasyonu" söz konusu
� 1 KİMSENİN BİLEMEYECEGİ ŞEYLER
Cinsel içeriğin gücünü küçümsememenizi öneririm. Milyarlarca
yıldır bu dünyaya yayılmamızı ve canlılık denen mucizenin böyle
hayret verici düzeyde bir çeşitliliğe taşınmasını sağlayan bu te
mel güdümüz, günümüzde İnternet gazetelerinin baş sayfalarında
''Falanca yıldız cesur kıyafetiyle şaşırttı" veya "Bilmem kim yine
dekoltesiyle yürek hoplattı" tarzındaki "eğlencelik" haberlerle sı
nanıyor. O gazeteler, tıklanma rekortmeni oldukları için bu tarz
haberlerden vazgeçemiyor, zira işin ucunda "para" var. Fakat biz
ler bu masum tıklamalarla, zihnimizin dizginlerini "sürüngen bey
nimizin" ellerine teslim ettiğimizi anlamalıyız.
4' •
YABANCI LİSANLA EGİTİM:
NEDEN "OLMAMALI"? 6
"Yabancı bir lisanla ilgili hiçbir şey bilmeyen,
kendi dili hakkında da hiçbir şey bilmez."
Johann Wolfgang von Goethe
Yabancı bir lisan bilmek, özellikle akademik bir kariyerle uğraşı
yorsaı uz veya sizin lisanınızı konuşamayan insanlarla ilgili bir işi
niz va·.·sa "olmazsa olmaz" bir beceridir. Yabancı bir lisanı öğren
mek içm çeşitli yollar mevcut. Özellikle yabancı ülkelerde, Çince
gibi oldukça karmaşık lisanları bile kısa sürelerde öğretebilen sis
temler uygulanmaktadır.
Ben meramımı anlatacak ve okuduğumu yeterince kavrayacak ka
dar İngilizce bilirim. Hayatımın hiçbir döneminde yabancı dille eği
tim veren bir okulda okumadım. Bu İngilizce bilgisi, başta sevgili
babamın ısrarlarıyla biraz mecburen başladı, sonra rock müziğe
ve Amerikan filmlerine olan düşkünlüğümle beslendi. Bir ara, bi
zim erken gençlik dönemimizde yaygın olan "Amerikancayı aksan
sız konuşabilme" hevesi sayesinde de ilerledi ve en sonunda üni
versitede göreve başlamam ve yurtdışına gidip gelmemle şu anki
(ve genellikle benim için yeterli olan) haline ulaştı.
Başta okuma ve anlama konusundaki göreceli rahatlığımı gören
arkadaşlarım, genellikle üniversiteyi İngilizce eğitimle okuduğuma
hükmediyor ve böyle olmadığını söyleyince "O zaman kesin Ana
dolu lisesi filan mezunusundur" diyorlardı. Benden aldıkları ikinci
6 Bu bölümün özeti, kısa bir makale halinde Üniversite ve Toplum Dergisi'nde yayın
lanmıştır. Sinan Canan, () Yabancı Lisanla Eğitim: Neden Olmamalı? Üniversi
te ve Toplum Dergisi, 2(4): 3 (funduszeue.info?id=96)
41
' 1 KİMSENİN BİLEMEYECEGI ŞEYLER
"Hayır" cevabından sonraysa hemen "E o zaman nasıl?" sorusu ge
liyordu çoğu zaman; sanki ikinci bir lisan öğrenmenin başka bir
yolu yokmuş ya da ortalıkta mevcut olan en iyi dil öğrenme yolu
buymuş gibi. Ben İngilizcesini ilerletmek isteyenlere yıllarca ya
bancı bir dil öğrenmeyi "merak etmelerini" ve ayrıca o dili konu
şanları iyi dinlemelerini tavsiye ederim. Çünkü kurslara tonla para
döküp yabancı dil "dersleri" almanın fayda sağladığına çok fazla
şahit olmadım.
Yabancı dil "ders" ile öğrenilir mi?
Ülkemizdeki eğitim programının hemen her kademesinde "İngi
lizce dersi" adettendir. İlköğretim ve lise düzeyinde İngilizce dersi
vermekle kalmaz, eğitim dili Türkçe olan birçok fakültenin progra
mında da "mesleki" veya "ileri İngilizce" adlarıyla yabancı dil eği
timini sürdürürüz. Toplamdaki duruma bakıldığında ortalama bir
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı, liseyi bitirip diplomasını aldığında
binlerce saat İngilizce dersi almıştır. Hele bir de üniversite okursa
bu süre katlanarak artar. Peki, neticede yıllarca yabancı dil dersi
alan bu insanların İngilizce düzeyleri nasıldır? Binlerce saat ders
görerek "Hello", "My name is " yahut "You are welcome" diyebi
lecek seviyeyi bir türlü aşamıyor olmamız size garip gelmiyor mu?
Bu efsanevi başarısızlığımızın elbette çeşitli nedenleri vardır. Fa
kat bence en önemlisi, lisan gibi temel bir iletişim aracının sıkıcı
ve gereksiz detaylarla yüklü dersler şeklinde öğretilmeye çalışıl
masıdır. Doğma büyüme İngilizce konuşan birçok insanın bile bil
mediği zaman kalıpları, çekimler, zarflar ve edatlar, öğrencinin
üzerine adeta boca edilir ve o zavallı öğrenciden bu öğrendikle
riyle yola çıkarak iç dünyasını ifade edeceği bir lisanı kafasında
halledivermesi beklenir. Bu beklenti tamamen saçma ve anlamsız
dır. Çünkü hiçbirimiz, konuştuğumuz ve yazdığımız lisanı bu şe
kilde öğrenmedik.
İki yaşında parmağımızla işaret ederken kullandığımız "şu" sözcü
ğünün gramerde "işaret zamiri" diye adlandırıldığını yıllar sonra
42
YABANCI LİSANLA EGİTİM: NEDEN "OLMAMALI"? 1 ı,
öğrendik -belki de halen bilmiyoruz- fakat yine de konuşabiliyo
ruz. Lisan, ders gibi öğretilebilecek bir beceri değildir. Nasıl dansı
öğrenirken müzik eşliğinde hareket etmeniz, bisiklet sürmek için
düşe kalka tecrübe etmeniz gerekiyorsa lisan da aynen bunlar gibi
"psikomotor" bir beceridir. Hayatın içinde deneyimlenmeden, kul
lanma zorunluluğu hissedilmeden lisan öğrenilmez. Öğrenilse bile
gayet eğreti olur ve sınavlarda doğru cevap kutucuklarının kara
lanmasının akabinde, hızla öğrencinin zihnindeki "gereksiz bil
giler" arşivine kaldırılır. Beynimiz böyledir ve duygusal bağlantı
kurmadığı ve önem atfetmediği hiçbir şeyi ilanihaye kaydetmez.
Bir dönem görev yaptığım bir tıp fakültesinde, yoğun olarak İngi
lizce dersi verilmesine rağmen öğrencilerim sıklıkla İngilizceyi öğ
renememekten şikayetçilerdi. Haftada dört saat "İleri Mesleki İn
gilizce" adında bir ders almalarına ve iki yıldır bu müfredatı takip
ediyor olmalarına rağmen kayda değer hiçbir ilerleme hissetmiyor
lardı. Bırakınız konuşmayı ve dertlerini anlatmayı, izledikleri İn
gilizce filmleri bile altyazısız anlayamaz haldeydiler. Onlarla ko
nuştukça meselenin sadece öğrenememe olmadığını, aynı zamanda
bir "öğrenilmiş çaresizlik" hastalığına tutulduklarını fark ettim.
O yılın sonlarına doğru üniversitemiz, uluslararası bir gençlik bir
liğinin toplantısına ev sahipliği yaptı. Bütün dünyadaki tıp öğren
cilerine açık olan bu toplantıya çeşitli ülkelerden öğrenciler katıl
mış ve üniversite panayır yerine dönmüş, canlanmıştı. Fakat esas
ilginç olanı, etkinliğin henüz ikinci gününde, bizim bu İngilizceden
mustarip durumdaki öğrencilerimizden bir tanesini, konuk olarak
toplantıya katılan yabancı öğrencilerden biriyle hararetli bir şe
kilde muhabbet ederken gördüm. Yanlarına çaktırmadan yaklaşıp
kulak kabarttığımda ise edebiyat üzerine lafladıklarını ve okuduk
ları kitaplardan bahsettiklerini duydum.
Dikkatimi çeken en önemli husus, daha bir ay önce bana İngilizceyi
asla öğrenemeyeceğinden emin olduğunu çaresiz bir yüz ifadesiyle
anlatan öğrencimin, arada hataları olsa da gayet akıcı ve anlaşılır
bir İngilizce konuşuyor olmasıydı. O "yeni" sosyal ortamda zuhur
eden "yeni" iletişim şartları, bir anda İngilizce lisanını beyinlerinde
43
� 1 KİMSENİN BİLEMEYECEGİ ŞEYLER
"önemli araçlar" bölümüne transfer etmiş olmalıydı. Çünkü sadece
söz konusu arkadaşımızı değil, diğer birçok İngilizce mağduru öğ
rencimizi espriler yapıp kahkahalarla g ülecek kadar iyi İngilizce
konuşurken gördüm. Elbette bu yabancı lisan yeteneği patlama
sında İskandinav ülkelerinden gelen genç katılımcıların etkileyici
fiziklerinin de büyük payı vardı. Fakat ne olursa olsun, bu hadise,
lisanın ihtiyaca bağlı olarak öğrenilebileceği konusunda benim için
en büyük derslerden biri oldu.
Kısacası, yabancı bir lisanı öğrenmek zor bir şey değil. Türkiye'de
birçok konuda olduğu gibi bu işi de zorlaştıran şey, genellikle işin
doğru yöntemlerle ve ehil kişiler tarafından yapılmıyor olması
dır. Örneğin; yıllar evvel -henüz ortaokul sıralarındayken- birkaç
haftalığına kaydolduğum Ankara'daki özel bir İngilizce dersha
nesinde bulunan yabancı bir İngilizce hocası, kelimenin tam an
lamıyla birkaç hafta içinde harika bir iş başarıp bizi İngilizceden
anlar hale getirebilmişti. Yani sözün özü, yabancı bir dil, iyi bir öğ
retmenle pekala kısa bir süre içerisinde gerektiği derecede öğre
nilebilir ve öğretilebilir. Fakat canım ülkemde yıllardır soluğu bir
türlü kesilmeyen bir eğilim var: Aileler, yabancı bir lisanla eğitim
görüp "adam olsunlar" diye çocuklarını adeta yarış atı misali İn
gilizce eğitim yapan kurumlar için hazırlamaktalar. Çoğu aile, ço
cuğunun yabancı bir lisana (tercihen İ ngilizce) dayalı eğitim veren
bir bölümde okuyor olmasını -hala- iftihar vesilesi yapıyor. Hatta
Hacettepe Üniversitesi Biyoloji Bölümü'nde okuduğumuz yıllarda,
"Sizin bölümde İngilizce hazırlık sınıfı var mı?" diye soranlara "He
nüz yok ama açılacakmış yakında" diye ezik cevaplar veren arka
daşları hüzünle hatırlarım.
Sanırım çok iyi bir "kampanya" sonucu, bir şekilde yabancı lisanla
yapılacak eğitimin bizim için "kurtuluş" olduğuna inandırılmışız.
Öyle ki bunun neden böyle olduğunu, böyle başka bir örneğin, yani
devlet eliyle yabancı dille eğitimin desteklendiği bir başka "tam
bağımsız" ülkenin bulunup bulunmadığ ını, bunun bilimsel teme
lini ve bize getirip götürdüklerini sormak çoğu zaman aklımıza
bile gelmemiş. Zaten hepsi bir yana, bir şeylerin "bilimsel temeli"ni
44
YABANCI LİSANIA EGİTİM: NEDEN "OLMAMALI"? 1 4J
araştırma alışkanlığımız olsaydı, bugün bulunduğumuz konum
dan çok daha farklı bir yerde olurduk, bu kesin Bu konuya par
mak basanlar elbette var -Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu gibi- ama on
ların da gerekli engizisyon süreçleriyle aforozları sağlanıyor zaten.
Bu konuda kısaca şu yargıma değindikten sonra bunu açıklayıcı
mahiyette olduğuna inandığım nedenlerime geleceğim: İnsanları
herhangi bir yabancı lisanla eğitim yapmaya zorlama davranışı,
en iyi ihtimalle bilgisizlikten kaynaklanır. Yabancı bir lisanla eği
tim, Türkiye'ye bilinçli veya bilinçsiz olarak yapılan en büyük iha
netlerden biridir ve kanımca yıllardır bizi yerlerde sürükleyen en
önemli etmenlerden biri olan Batı karşısındaki aşağılık komplek
simizin de en önde gelen nedenlerindendir.
Yabancı lisan öğrenimi nasıl oluyor?
Sinirbilimden kanıtlar
Bir ülkenin insanlarını yabancı bir lisanla eğitime zorlamanın ne
kadar akıl almaz bir gaflet olduğunu gösterebilmek için ilk açık
lanması gereken şey, lisanın beyinde nasıl öğrenilip kullanıldığı,
yani lisanın sinirbilimsel mekanizmasıdır.
Lisan, bilinen en gelişmiş haliyle insanda bulunan ve de kültürel
ve beşeri yaşantımızın temelini oluşturan belki de en önemli özel
liktir. Hepimizin yaşamış olduğu gibi, anadili yakın çevremizden
taklit yöntemiyle öğreniriz. Bu lisan biçimi, dilbilgisi gibi yazılı
kurallardan bağımsızdır ve her insana göre farklı olduğundan da
herkesin lisanı ve onu kullanma biçimi "yegane"lik arz eder. Do
ğuştan gelen altyapı üzerine yaşamsal tecrübelerle oluşturulan li
san yeteneği kişiye özgüdür. Çünkü herkesin yaşadığı, eşsiz tecrü
beler ağıyla bütünleşmiş bir şekilde zihne kaydedilir.
Kişinin ilk anlarından itibaren ölümüne kadar süren tecrübeler,
yıllar geçtikçe daha yavaş da olsa lisanı ve onun etrafındaki an
lam ve çağrışım boyutunu sürekli olarak uyarlamakta ve değiştir
mektedir. Örneğin; "ferah" sözcüğünü duyduğumuzda hepimizin
45
• 1 KİMSENİN BİLEMEYECEGİ ŞEYLER
aklında farklı bir imge oluşacaktır. Aynı şekilde birçok kelime, ki
şiye has bir anlam bulutunu da beraberinde taşır ve bu anlam
lara dair biçimsel bir kurallar dizgesi ortaya konulamaz. Çünkü
bu oluşum son derece karmaşık -daha doğru terimle "kaotik"- bir
yapı arz eder ve sayısız öznel hayat deneyimine doğrudan bağlıdır.
Beynimizde lisan ile ilgili en önemli bölge, insanların büyük kıs
mında sol alnın yan-ön kısmına denk gelen ve keşfeden kişinin
adıyla "Broca alanı" olarak bilinen bir beyin kabuğu (korteks)
bölgesidir. Sadece bu bölgeyi etkileyen bazı yaralanmalarda kişi
konuşma yeteneğini kaybetmekte fakat söylenenleri anlayıp me
ramını yazarak anlatabilmektedir. (Tıp dilinde bu tip rahatsızlık
lara genel olarak "söz yitimi (aphasia, afazi)" adı verilmektedir.)
Bunun dışında, beynin biraz daha yan-arka kısımlarında bulunan
Wernicke alanı ve bu iki bölge arasında iletişimi sağlayan -"arkuat
bağlantı" adıyla bilinen- sinirsel yollar da lisan işlevinde birincil
derecede öneme sahip yapılardır. Bu bölgelerde meydana gelen de
ğişik hasarlar, konuşma yetisini tamamen kaybetmekten sese an
lam verme ve sesteki vurguları anlama bozukluklarına kadar çok
değişik tipte afazi belirtilerine neden olabilmektedir.
Hepimiz, bebeklerin lisan öğrenimindeki büyük yeteneklerine kar
şın erişkin insanın herhangi bir ikinci lisan öğrenmesi sırasında
karşılaştığı güçlüklere şahit olmuşuzdur. Geleneksel bakış açısı,
bunu anadille düşünme ve muhakeme etme alışkanlığına bağlı ola
rak değerlendirip aşılabilecek bir sorun olarak görme eğiliminde
dir. Ancak yılında yayınlanan "Nature" dergisindeki bir araş
tırma, aslında işin hiç de öyle olmadığını gösterdi7. Bu araştırmada
araştırmacılar, anadilini kullanan kişilerin beyinlerinde "anadilin
kullanımıyla ilgili bölgeleri" fMRI (işlevsel manyetik rezonans gö
rüntüleme) tekniğini kullanarak belirlemişler. İlaveten, ikinci bir
lisan konuşan kişilerin beyin bölgelerini de lisan kullanımı sıra
sında haritalandırmışlar. Değişik yaş gruplarında yaptıkları çalış
malardan elde ettikleri sonuç oldukça ilginç: Küçükken öğrenilen
7 Nature July 10;() : 1 7 1
46
YABANCI LİSANIA EGİTİM: NEDEN 'OLMAMALI"? 1 q
a nadil beynin belli bir bölgesinde kodlanırken daha ileri dönem
lerde -genellikle yaş sonrasında- edinilen yeni bir dilse "başka"
bir beyin bölgesinde işleniyor. Yani sözün özü, ne yaparsanız ya
pın, sinirsel olarak ikinci bir lisanı anadil gibi öğrenemiyorsunuz.
(Konu halen tartışmalı olmakla birlikte, bu sonuçlar büyük oranda
kabul görüyor.) Bu sonucun anlamını iyi kavrayabilmek içinse si
nir sisteminin temel işleyişini tekrar düşünmek gerekiyor.
Sinir sistemi, birbirleriyle son derece karmaşık bağlantılar aracı
lığıyla ilişkide olan milyarlarca "birim"den oluşur. Bu birimler de
genellikle sinir hücresi topluluklarının -anatomik olmaktan ziyade
işlevsel birlikteliklerine dayanır. Örneğin; ağzımdan çıkacak her
hangi bir kelimenin kararı beyin kabuğunun tepelerinde bir yer
lerde verildikten sonra, "premotor alan" dediğimiz bir kısımda da
kelimeyi söylemek için gereken motor -kas hareketleri gibi- faali
yetler kabaca belirlenir. Bu bilgi, çoğu insanda genellikle beynin
sol-ön bölümünde yer alan Broca alanındaki birimlere iletilir. Di
ğer birçok ilişkilendirme alanlarından elde edilen karmaşık bir veri
tabanının da katkısıyla, kelimeyi söylemek için gerekli "hareket
leri" -dilimizin ve gırtlak kaslarımızın oynaması veya ses telleri
mizin gerilmesi gibi- gerçekleştirebiliriz.
Konuşmanın anlaşılması da benzer bir yol izler ama bu kez ku
laktan beyne giden tersine bir güzergah söz konusudur. Kulaktan
gelen veri, -mimik ve jestler gibi görme duyusundan alınan yan
verilerle birlikte- beynin özel algı ilişkilendirme (association) alan
larında bir şekilde birleştirilir ve biz karşıdakinin ne söylediğini
"anlarız". Konuşarak anlaşma, işte böyle karmaşık ama mükem
mel bir mekanizmayla gerçekleşir ve sonuçlar zekamız tarafından
ince ayarları yapılarak, bize özgü düşüncelerin ifade edilmesini ve
bir metindeki ya da konuşmadaki gizli anlam ve çağrışımları an
layıvermemizi sağlar.
Bu çalışmaların sonucunda olduğu gibi, eğer bu devreye sonradan
dahil olan bir yeni eleman söz konusuysa, genellikle sonradan ya
bancı bir lisan öğrenenlerde gözlenen bir sonuç ortaya çıkar. Ya
bancı lisanda yapılan konuşma, önce beyindeki bu yeni merkeze
47
• 1 KİMSENİN BİLEMEYECEGİ ŞEYLER
gider, orada "tercüme edilir", anadil alanına gönderilir ve ardından
anadile dönüştürülen ifadeler bilinçli anlama düzeyine ulaşır. Ko
nuşurken de tümceler önce anadilde tasarlanır, sonra kişinin ke
lime bilgisine göre yabancı kelimelere çevrilir ve karşıdakine söy
lenir. Bu durumda alınan ve ifade edilen dildeki çağrışım boyutları
kişiye bağlı olarak büyük şekil kaymalarına uğrayabilir. Ayrıca bu
yeni devre yüzünden karşımıza çıkacak zaman kaybı da -milisa
niyeler bile olsa- önemli bir sorun oluşturabilir.
Beyindeki ana konuşma bölgelerinin ve diğer beyin alanıyla kur
duğu özgül bağlantıların birçoğu anadilin öğrenilmesi sırasında son
halini alır. Bu bağlantılar sayesinde kullanılan lisan, -kişinin de
neyimine ve ruhsal gelişimine de bağlı olarak- beraberinde büyük
ve belirsiz bir anlam bulutunu sürükler. O lisanı üreten kültür, bir
yerde o kişiye "son halini" verir ve bu ikisi arasındaki uyumluluğa
bağlı olarak dil kullanımının verimliliği ve şahsi lisan becerileri
de artış gösterir. Mecazlar, benzetmeler, kıssalar, karşıtların kul
lanımı gibi üst düzey lisan özellikleri bu şekilde en kamil biçimine
ancak anadilde ulaşabilir. Sonradan edinilen bir dilde ise gündelik
konuşma kolayca yapılabilirken, alınan bilginin işlenmesi, içselleş
tirilmesi, soyut sonuçlara gidilmesi ve yeni imgelemler üretilmesi
ise büyük oranda kısıtlanacaktır. Bu zaten bilinen bir vakıadır ve
yukarıda zikredilen araştırma sonuçlarıyla şaşırtıcı bir uyum ser
gilemektedir. Zira yeni bir lisan, farklı bir beyin bölgesinde temsil
edildiği (kodlandığı) için beynin tabii süreçler içerisinde lisan ve
zihinsel işlevlerine ilişkin bağlantılarını aynı biçimde bu "diğer"
bölge için de oluşturmasını beklemek, akla yakın olmayacaktır.
Kaba bir benzetme için, on yıldır arkadaş olan bir grup insanın
arasındaki sohbete henüz katılmış olan "yeni" birinin durumunu
düşünün. Akla daha yakın olanı, bu bölge ve dolayısıyla burasıyla
ilgili yeni lisanın sadece basit işlemlerde -örneğin ekmek alırken,
basit dertleri anlatırken veya soru sorarken- etkili olabilmesine
karşın, daha karmaşık düzeylerde "yetersiz" kalabilmesidir.
Peki, bunun anlamı ne? Basitçe söylemek gerekirse, yabancı bir li
sanda anlatılan bir şeyi anlamaya çalışmak, çoğu kez anadile göre
48
YABANCI LİSANLA EGİTİM: NEDEN "OLMAMALI"? 1 '
çok daha yavaş, pahalı ve kalitesiz olacaktır. Biraz derin düşünül
düğünde, sonradan öğrenilen lisanla anadil arasındaki fark çarpıcı
bir biçimde ortaya çıkacaktır. Minik bir bebekken önce ses parça
ları (fonemler) ile öğrenmeye başlarız. O dönemde kelimeler ol
masa bile bazı seslerin etrafında bir anlam bulutu oluşmaya baş
lar. "Mama (yemek), lıklık/duu (su), nana (anneanne)" gibi ses ve
benzeştirmeleri bebeklerden sıklıkla duymuşsunuzdur. Bu, sinir
sisteminin olgunlaşması döneminde, konuşulan esas lisanın tüm
çağrışımlarını geri dönüşsüz bir şekilde sinir sistemine işlemeye
yarayan ve adeta lisanın yatağını oluşturan kısımdır.
Bundan sonra kelimeler dönemi başlar. Cümleler tam kurulamasa
da kelimeler ve onların ekli türevleri -tam doğru olmasa da- ar
tık kullanılmaya başlanır. Yine beyinde büyük değişiklikler cere
yan etmektedir. Adeta beyin, lisana göre "şekil değiştirir". Kurallı
ve düzgün konuşma dediğimiz gelişkin dil yeteneği bunların üze
rine bina edilir. Kelime dağarcığının genişlemesiyle birlikte, kişi
nin dünyaya bakışını bile büyük oranda bu lisan şekillendirir. Dil
ler arasındaki önemli yapı farklılıkları, fiillerin kökenleri ve cümle
dizgeleri gibi özellikler, kişinin düşünüşünü ve yaşamını doğrudan
etkileyen silinmez izler bırakacaktır. Artık o insan, o dilin kural
larına göre yaşamaya, düşünmeye başlamıştır ve dünyayı algılar
ken başvuracağı en önemli araçlardan biri anadilidir.
Yabancı dil öğrenimi ise buna göre çok daha basittir. Bunu biraz
matematiğe benzetebiliriz. Yani neyi nereye koyacağınızı ve bunun
sizin lisanınızda neye karşılık geleceğini öğrenirsiniz ve iş biter.
Sonrasında derdinizi yabancı bir lisanla da rahatlıkla anlatabilir
siniz -sözlük kullanmanız gerekse bile-. İlk başlarda karşılaşılabi
lecek güçlükler, biraz alıştırmayla kolayca ortadan kaldırılabilir.
Yani artık "iki lisan, iki insan" olmuşsunuzdur ve bu, çoğu zaman
insana büyük getirileri olabilen bir kazanımdır. Fakat konu özel
likle ortaokul ve lise çağlarındaki gençlere hayatı veya becerileri
"yabancı bir lisanla" öğretmeye gelince, işler sarpa sarmaya baş
lar. Bu uygulamanın çok derin sosyal, kültürel ve psikolojik yara
lar açması doğaldır.
49
IJ 1 KİMSENİN BİLEMEYECEGİ ŞEYLER
Yabancı lisanla eğitim neden "olmamalı"?
Eğitimde yabancı bir lisanın temel alınması, değişik kademelerde
irdelenebilecek birçok soruna gebedir. En temel düzeyde, "bir baş
kasının dilinin" kendi dilinden daha üstün olduğunu benimsemek
zorunda bırakılmak, gizli bir aşağılık kompleksi günbegün derin
leştirecektir. (Ülkemizin her yerinde bunun binlerce kanıtını gö
rebilirsiniz.) Öyle ya, kendi dilleri "adam gibi" olsaydı, "büyükler"
eğitimi anadilde yaparlardı. Demek ki kendi lisanı hiçbir işe yara
mamaktadır! Kanımca, bugün karşımızda bir vakıa olarak duran
toplumsal aşağılık kompleksimizin en önemli sacayaklarından biri,
işte bu tuhaf şartlanmadır. Ne gariptir ki 'lerden beri, bize bu
koşullandırmayı aşılamak için canla başla çalışan bir sistem var.
Meyvelerini de nihayet almaya başladık(!).
Bu meyvelerin en acısı, mesleki jargon zorlamaları dışında, günlük
hayatta sıkça karşımıza çıkan o "aşırma" lisandır. Hayreti belirt
mek için "w"li "wow" kullanılması ve güzelim "harika" kelimesi
ninse yerini "Süppeer!" ünlemine bırakması gibi unsurlar sıradan
hale geldi. Artık asabı bozulduğunda "Modumda değilim" diyerek
kendini ifade eden çocuklar, ödevlerini yaparken anne ve babala
rına "Halet-i ruhiye ne demek? Edebiyat kitabında geçiyor da "
diye soruyorlar. Atatürk'ün "Gençliğe Hitabe"sinin ve "Nutuk"u
nun aslı, çoktan anlaşılmaz bir lakırdıya dönüştü bile. O yüzden
"modernize" edilmedi mi zaten?
Mesleki lisan kullanımında ise durum biraz daha komik. Örneğin;
şu sıralar içinde bulunduğum tıp camiası, Türkçe kullanımına doğal
bir bağışıklık geliştirmiş. Tıbbi lisana sokulan en ufak bir Türkçe
karşılık bile öyle şiddetli bir tepkiyle karşılanıyor ki söyleyen, ağ
zını açtığına pişman oluyor. Bir zamanlar Eskişehir'de, tamamen
Türkçe konuşan bir topluluğun katılımıyla gerçekleştirilen bir kong
rede, bayan bir akademisyenin, yaptığı sunum sırasında "Endop
lazmik retikulum sarnıçlarının " diye başladığı cümleyi hemen
sonra "Affedersiniz, sisternalarının " şeklinde "düzeltmesi", hiç
kulaklarımdan silinmeyecek. (Halbuki sarnıç, Latincede "sisterna
50
YABANCI LİSANIA EGİTİM: NEDEN 'OLMAMALI"? J •
(cistern)" sözcüğünün gayet uygun bir Türkçe karşılığıdır. Bkz. Ye
rebatan Sarnıcı - Basilica cistern)
Alışkanlığım gereği, yazdığım her metinde bildiğim kadar Türkçe
kullanmaya gayret ettiğim için oldukça ilginç olaylara şahit oldum.
Örneğin; "discharge" kelimesini "deşarj" değil de "boşalım" olarak
söylediğimde nasıl tepkiler aldığım hala aklımdadır. İngilizce bir
sözcük olan "amplitüd" (amplitude) yerine, aynı anlama gelen "gen
lik" terimini kullanışım, nedense hep ve sadece Türkçe konuşan
larca eleştirildi. Kimileri tarafından "uydurukçaya prim vermekle"
veya "şovenlikle" üstü kapalı olarak "nazikçe" suçlandığım da oldu.
Halbuki ben, sadece bildiğim kadarıyla "Türkçe" konuşmuştum.
İtiraz edenlerin var olanı devam ettirmekten, yani "idare-i mas
lahat"tan başka önerecekleri hiçbir şey yoktu. Onlara göre bu te
rimler, kavramları "yeterince" anlatamıyordu. Eh, boşuna deme
mişler "Sen ne söylersen söyle, anlattığın, karşıdakinin anladığı
kadardır" diye. Gerçekten de Türkçe kelimeler o kavramları anla
tamıyordu, çünkü dinleyen kişilerin kelime dağarcığında bu kav
ramların Türkçe karşılıkları (ya da Türkçe anlamları) "yok"tu.
Oktay Sinanoğlu'nun verdiği bir örnek var: "İki üniversiteli -muh
temelen ODTÜ'de- konuşurken, biri diğerine elindeki grafiği gös
terip soruyor: 'Şu laynın slopu plas mı, maynıs mı?' (Şu eğrinin
eğimi artı mı, eksi mi?)"
Çok aşırı bir örnek mi? Hiç sanmıyorum. Eşimin ODTÜ'de yüksek
lisans eğitimi aldığı dönemlerde, bu tuhaf örneklerin birçoğuna ben
doğrudan şahit oldum. Dolapların üzerinde "Do not open!", "Con
fidential", "Attention!" "Never turn off the freezer" gibi etiket ve
uyarı levhalarıyla dolu bir laboratuvarda çalışıyordu eşim. O za
man için şöyle bir açıklama gelmişti oradakilerden: "Burada çok
yabancı öğrenci var da ondan " Hemen gözüm, kapıda ve duvar
lardaki özlü sözlere ve çeşitli şakalardan oluşan yazılara ve kari
katürlere ilişti; tabii ki onların da tamamı İngilizceydi. Yani orada
çalışan ve anadilleri Türkçe olan insanlar, zihinlerini rahatlatmak
için astıkları karikatürlerde bile yabancı bir lisanı tercih edecek
51
� 1 KİMSENİN BİLEMEYECEÖİ ŞEYLER
kadar tuhaf bir durumdaydılar. İşin ilginci, o dönemde, o labora
tuvarda eşimle beraber sadece beş Türkçe konuşan öğrenci çalışı
yordu ve bu yazıların tamamının onlara ait olduğunu bizzat kendi
lerinden öğrenmiştim. O gün için bana garip gelmişti ama bugün
daha ziyade üzücü geliyor.
Yabancı bir lisanla eğitimin bir başka can sıkıcı tarafı da insan kay
naklarının bol olmasına karşın ekonomik kaynakların hep kısıtlı
olduğu ülkemiz açısından büyük bir israfa kapı açmasıdır. Yabancı
bir dilde eğitim yapılabilmesi adına üniversiteye zar zor girebilmiş
insanların ilaveten bir-iki yıllarını daha hazırlık sınıflarında har
camak zorunda kalması, bizim kaldırabileceğimiz bir lüks değildir.
Sanki zamanımız ve paramız gayet rahat yetiyormuş da artıyor
muş gibi bir de öğrencilerin bir iki yılını bu lüzumsuz ve aşağıla
yıcı "hazırlık" için harcamamalıyız. Ama her nasılsa bunu büyük
bir istekle yapıyoruz. Neye "hazırlandığımız" ise halen meçhul
Meçhul olan bir gerçek daha var ki o da bu kadar aşikar bir ha
tayı bu kadar sene boyunca ve bu kadar azimli bir biçimde nasıl
ısrarla sürdürebildiğimiz. Üstelik bir yıllık bir hazırlık eğitimiyle
bir insana "hayatı boyunca icra edeceği mesleğini öğrenmesi için
gereken yabancı dili öğrettiğimizi" sanıyoruz ya, beni en çok bu
ruh hali endişelendiriyor.
Yabancı dille yapılan bir eğitim, ister istemez kişilerin kendi dil
lerini kullanma yeteneklerinde bir azalmaya neden oluyor. Kendi
dallarını İngilizce kaynaklardan öğrenen bilim adamı adayları,
ileride o kadar çalışmanın üstüne bir de öğrendikleri İngilizce te
rimlerin Türkçe karşılıklarını bulmak için ilave bir mesai harca
maya gönüllü olmuyorlar. İşte bu da kendiliğinden bugünkü garip
"Türkilizce" bilimsel(!) dilin ortaya çıkmasında çok büyük etken
lerden bir tanesi!
Bilim dallarının kullandığı bazı terimler vardır ki bunların ortak
kabul gören bir dilde, mesela genellikle Latince olması bir zorun
luluk olarak mazur görülebilir. Örneğin; anatomi öğrenirken or
gan isimlendirmelerinde bir birlik sağlamak için -her ne kadar
52
YABANCI LİSANIA EGİTİM: NEDEN "OLMAMALI"? J •
Amerika ve Avrupa'da çoğu merkez böyle bir seçeneği benimse
mese de- böyle bir yöntemi uygulamak, faydalı bir yaklaşım olabi
lir. Fakat özellikle matematiğin ortak dil olduğu fen bilimlerinde,
sadece "meram anlatmak" amacıyla kullanılan sözcüklerin bizdeki
garip kullanılışlarına ne demeli? Örneğin; "ivme" varken akseleras
yon, "hız" varken velosite, "akışmazlık" varken viskozite, "girdap"
varken türbülans, "kıkırdak" varken kartilaj, "eğri" varken körv
(curve), "ıraksayan" varken divergens, "sıklık" varken frekans ve
benzeri kelimelerin kullanılmasının nedeni nedir? Hatta kimya
ger Prof. Oktay Sinanoğlu'nun bulduğu ve adlandırdığı "çözgen-i
ter" kuvvetin ısrarla "solvofobik" olarak anılması, iyi niyet çerçe
vesinde bir açıklama yapma imkanı vermiyor bana.
Bilimsel dilde bir "jargon" oluşturmak bağlamında kullanılan bu
ve buna benzer birçok kelime, çoğunlukla Türkçe karşılıkları ol
masına (ve kişilerin Türkçeleri yetersiz olsa da Türkçenin hemen
hepsine bir karşılık bulmaya uygun bir yapıda olmasına) rağmen,
her zaman galip gelerek yaygın bir kullanım kazanıyor. Bu terci
hin kanımca en önemli sebebi, "Böyle gelmiş, böyle gider" kolaycı
lığıdır. Bilim dünyasına yeni adım atan gençler, hocalarından gör
düklerini aynen tekrar ediyorlar.
Özellikle Türkiye'de kolaylıkla iticilik uyandıran anadilini kullanma
gayreti, ancak az sayıda cesur kişinin kalkıştığı bir girişim olarak
kalıyor ve maalesef yayılamıyor. İnatla Türkçe kelimeler kullan
maya başlarsanız göze batabiliyorsunuz.
Peki ya çare?
Bu çetrefilli konuya kestirme bir çözüm bulmak kolay değil. Böyle
bir çaba için benim kişisel tecrübelerim yeterli olamaz ama bazı
fikirlerim var.
Tüm konu gelip bir kısır döngüye dayanıyor. Eğitim sistemini be
lirleyenler, şimdiye kadarki yakınmalara konu olan o "hadde"ler
den geçmiş kimselerdir genellikle. Elbette ortaya koyabilecekleri
53
• 1 KİMSENİN BİLEMEYECEGİ ŞEYLER
yegane şey, yani önerebilecekleri eğitim alternatifleri, beslendik
leri kaynaklarla -aldıkları eğitim, bilgi ve görgü- doğrudan ilişkili.
Kendini ve lisanını küçük görmeye -bilinçsiz de olsa- alışmış biri,
kendisine görev verildiğinde herhalde "lisanını" korumayı birinci
sıraya koyamayacaktır. Kazara böyle bir fikre kapılan birçok insa
nımızsa genellikle kendi lisan bilgisizliğini "konuştuğu dilin yeter
sizliği" zannederek, kullandığı lisanı "kifayetsiz" görüp bu fikirle
rinden hemen vazgeçiyor. Bunu da aşıp, sözlük karıştırmayı akıl
edebilen daha az sayıda kişinin çoğu, sistemin çeşitli kademeleri
tarafından uygulanan ve kimi zaman dayanılmaz orandaki taz
yiklere karşı uzun süre direnemiyor. Oluşan yılgın ruh hali, yan
lışlıkları sürekli tekrar ederek günü kurtarma refleksini besliyor
ve zamanla yerleştiriyor. Sonuçta yine olan bize, hani şu "milli"(!)
tarih derslerinde anlata anlata bitiremediğimiz o "şanlı" tarih ve
kültürümüze oluyor.
Yanlış bir fikir oluşmaması için tekrarlayayım: Herkes mümkünse
temel düzeyde en az bir yabancı lisan öğrenmelidir. Özellikle aka
demik dünyada yabancı bir lisan bilmenin önemi tartışılamaz. Fa
kat bu gereksinim, eğitimi yabancı bir lisana bağlama kolaycılı
ğıyla çözülemez. Bu önemli sorun, ülkemiz açısından acil çözüm
bekleyen sorunlardan biridir. Çünkü yabancı lisanla eğitim yapan
okullar, fikirleriyle topluma ve bilime yön verecek insanları yetiş
tirmektedir -veya en azından bu iddiadadır-. Kendi lisanından ve
kültüründen kopuk, hatta ondan utanan bir insan, hangi kademede
olursa olsun, bulunduğu yerle orantılı olarak ülkesine zarar vere
cektir. Yabancı l isanla eğitim veren okullara gösterilen büyük ilgi
göz önüne alındığında, sorunun her gün katlanarak arttığını söy
lemek pek de abartılı olmayacaktır.
Ben hiçbir sorunun tepeden inme, devrimci bir bakış açısıyla nihai
olarak çözülemeyeceğine inananlardanım. Zira tabiatta devrim gö
remezsiniz ve insanların devrimleri için de değişmez bir kural var
dır: "Devrimle devrilmeyen devrim yoktur." Kanun ve tüzük deği
şiklikleriyle yabancı dille eğitimi yukarıdan "yasaklamak" elbette
mümkündür ama kafalar ve bu kolaycılık zihniyeti değişmedikçe
54
YABANCI LİSANIA EGİTİM: NEDEN "OLMAMALI"? 1 •
yine "yeni" bir kanuni düzenleme bizi en başa -hatta daha kötü bir
duruma- döndürebilir. Kanaatimce, konu bilimsel -ama tam olarak
bilimsel- bir zeminde ele alınmadıkça, hiçbir tartışma bu sorunun
çözümüne kalıcı bir katkı sağlamayacaktır. (Tam anlamıyla bir laf
kalabalığına veya ağız dalaşına dönüşen tartışmaların ne kadar an
lamsız ve verimsiz olduğunu TV'deki "tartışma programları" sa
yesinde bolca görüyoruz.)
inandığım bir şey daha var: Küçük çabaların büyük sonuçlar do
ğurabilme yeteneği Öğrenmeyi, okumayı, araştırmayı, sorgula
mayı başkasına bırakmayıp entelektüel hayatımızın iplerini elimize
alabilirsek, kişisel zeminde -yani bizzat kendimizde- yapabileceği
miz küçücük değişiklikler bile hayret verici sonuçlar doğurabilir.
Ne iş yapıyor olursak olalım, lisanımıza sahip çıkarak, bu derece
gelişmişine sadece insanın sahip olduğu bu harika biyolojik özel
liği insana yakışır bir bilinçlilikle kullanmalıyız.
Gençlerin öğreniminde rol oynayan öğretmen ve üniversite öğre
tim elemanlarına bu konuda büyük görevler düşmekte. Sıradan bir
derste ağızdan çıkan her kelimenin, dinleyen öğrencilerin kafaları
adedince farklı yansımaya uğradığı ortamlarda, görevleri öğret
mek olan kişiler, kullandıkları lisana çok daha fazla dikkat etmeli
dir. İnsan yetiştirme işi, kolaycılığın hiçbir çeşidine izin vermeye
cek kadar hassas bir iştir. Özellikle bizim gibi, öğrenci yeterliliğinin
neredeyse tamamen aile ve öğreticilerin kişisel gayret ve tercih
lerine bağlı olduğu bir eğitim sisteminde bu konunun önemi art
maktadır. İşlevsiz, yetersiz, hatta engelleyici bir eğitim mantığı söz
konusuysa ve sistemi bir çırpıda değiştirme imkanımız yoksa bu
durumda ancak -tek tük de olsa- idealist ve bilinçli insanlarla bir
yerlere varılabilir. Ve bu yoldaki bütün çabalar önemlidir, değerlidir.
İnsanlara bir şeyler öğreten bir kurumda görev almıyor olmak bu
sorumluluğu hafifletmez. Aile çevresindeki temel eğitimi, öğretimi
ve kültürel görevleri ihmal eden her anne baba, en bozuk eğitim
sisteminden bile daha kötü etkilere yol açıyor ve bu sonuçlar için
de genellikle sonunda hep "başkalarını", mesela eğitim kurumla
rını yahut çocuğunun arkadaş çevresini suçlamayı seçiyor.
• I KİMSENİN Bİ LEMEYECEGİ ŞEYLER
Her fırsatta dile getirmeye çalıştığım gibi, bilmek ve uygulamak
sadece başkalarının değil, hepimizin görevidir. Herkesin üzerinde
eşit olarak dağılmış bir sorumluluk olan bu görevi şöyle veya böyle
savsaklayan her birey, sadece "bir şeyleri ihmal etmekle" kalma
dığını, dahası temel insani görevlerinden birini yapmayarak tüm
topluma büyük zarar verdiğini de bilmelidir.
Ve lütfen siz de bu konudan rahatsız iseniz, başkalarının da rahat
sız olmasını sağlayınız ve onlara gerekçelerinizi anlatınız! Eğer bu
konuda herhangi bir rahatsızlık hissetmiyorsanız, neden hisset
mediğinizi derinlemesine bir düşünün. Benim gibi bazı insanlar
bu konuyu kafaya takarken, siz acaba işin kolayına mı kaçıyorsu
nuz, yoksa bildiğiniz başka bir şey mi var?
Kendi lisanını kullanma çabası iki yanı keskin bir kılıç gibidir.
Türkçe kullanımını özendireyim derken Türkçe faşizmine yol aç
maktan dikkatle uzak durmak önemli bir noktadır. Türkçe sadece
bir lisandır; dünyanın en iyi, en yeterli, en gelişmiş gibi ayrıca bir
özelliğe sahip olduğuna şahsen inanmıyorum ama Türkçe bizim
için İngilizceden ve diğer dillerden daha üstün olmalıdır. Çünkü
o bizim lisanımız ve bizzat zihnimizin temeli. Tarihimiz, kültürü
müz ve dünyayı algılamakta kullandığımız yegane aracımız olan
zihnimiz, bu lisana göre şekillenmekte. Dolayısıyla dünyayı anla
mak istiyorsak, dilimizi anlamak zorundayız. Aksi halde dünyayı
tam anlamıyla anlayabilmemiz ve onun aracılığıyla bize sunulan
ları içselleştirebilmemiz imkansızlaşır ve Alev Alatlı'nın söylediği
gibi "Dünyayı bilmeyen, onun maskarası olur".
� •
TIBBIN "DİL'' YARASI
"Akıllıca söylenen rahatlatıcı sözler,
insa noğlunun bildiği en eski tedavi yöntemidir."
Louis Nizer
Tıp mesleği, gerek -ömür boyu bitmeyen- eğitim süreci gerekse
uygulamadaki zorlukları açısından dünyanın en zor mesleklerin
den biridir. Ülkemizde altı yıllık eğitim veren tıp fakültelerine gir
meye hak kazanan öğrenciler, üniversite sınavlarında hatırı sayılır
bir puanı tutturmak için var güçleriyle çalışıp birçok engeli aşmak
durumundadır. Üniversite tercihleri arasındaki gözde yerlerini her
zaman muhafaza eden tıp fakülteleri, sadece bu mesleğe gönül ver
meye hazır olan gençleri değil, yüksek puan alabilen ve tıp fakül
tesine girebilecek birçok öğrenciyi de her yıl bünyelerine katıyor.
Ömrünüzde en az bir kez bir hekime görünmüşseniz, dillerinden
hiçbir şey anlamadığınızı fark etmişsinizdir. Çoğu hekimimiz has
talıkların teşhisini koyarken çok zorlanmaz fakat iş bu teşhisi has
taya anlatmaya gelince, esas zorluk o noktada kendini göstermeye
başlar. Koskoca tıp doktorlarımız, çoğu kez basit bir hastalığı "halk
dilinde" anlatma yeteneğinden yoksunmuş gibi bir görüntü çizer
ler. Çoğu zaman işlerinin yoğunluğuna ve başlarının kalabalık ol
masına veririz bu durumu. Peki, hiç merak ettiniz mi koskoca tıp
kitaplarını devirmiş bu insanların neden sıradan insanlarla mes
leki bilgilerini paylaşamadıklarını?
Tıp fakültesine başlayan bir öğrenci sınıftan itibaren- genellikle
eğitiminin önceki safhalarında adını bile duymadığı birçok kav
ramla aniden kendisini kucak kucağa buluverir. Terimler, isimler,
57
• 1 KİMSENiN BİLEMEYECEGİ ŞEYLER
konular hep yabancıdır onun için. İlk günlerde afallasa da kısa bir
süre içinde anatomideki Latince terimleri, hocalarının İngilizce
den şöyle böyle devşirdikleri veya kullanageldikleri yüzlerce ku
rallı kuralsız terimi hızla kabullenir. Başka çaresi de yoktur, zira
bu aşama hızla atlatılmalı ve derslerin içeriğinin öğrenilmesine ge
çilmelidir. İşte bu yüzden çoğu zaman bir tıp öğrencisi, tıp bilgi
sinden daha önce "tıp konuşma jargonu"nu ediniverir. Eğitim sü
reci içerisinde vefat veya ölüm kelimelerini kullanmak yerine "ex
("exitus"un kısaltılmış hali) olmak", bebek yerine "infant", yaşlı
yerine "senil", ilerleyici yerine "progresif" gibi terimler konuşma
lar diline yerleşmeye başlar. Öğrencinin bunların yerine eski bil
diği karşılıklarını kullanması ayıplanacağından, gittikçe bu yeni
ve "hibrid" lisan, tabii bir hal almaya başlar.
Zaman içinde bu yeni dil, geleceğin doktoru ile diğer "faniler" ara
sında bir set oluşturacak ve tıp öğrencisi, bu set sayesinde "diğer
insanlardan farklılık veya üstünlük" şeklindeki sanal bir duygu
nun da tadını hissetmeye başlayacaktır. Birçok insanda doğal ola
rak var olan kişisel eksiklik hisleri için böyle bir yalıtım imkanı
bulunmaz bir fırsattır. Farkındalık düzeyi yüksek az sayıdaki öğ
rencinin dışında kalan büyük çoğunluk, kendilerine sanal bir ayrı
calık veren bu imkana sıkı bir biçimde sarılarak onu standart bir
iletişim tarzı halinde hızla benimser. Mezun olduklarında ise on
lar, artık farklı bir dil konuşan "üstün" insanlardır adeta.
İşin daha vahim tarafı, doğrudan insanı ilgilendiren tıp alanında
eğitim veren fakültelerimizin en gözde olanlarının İngilizce eği
tim veren tıp fakülteleri olmasıdır. Eğitimin tamamen yabancı bir
dilde yapıldığı bu fakültelerdeki öğrencilerin durumları bana (ve
birçoğuna) daha ümitsiz görünüyor. Zira onlar, sadece tıbbi terim
lerde değil, günlük mesleki konuşmalarında bile kendi dillerini
kullanmıyorlar. Sömürge ülkelerinde bile sınırlı oranlarda gözle
nebilen böyle bir garabetin halen bu ülkede nasıl sürdürülebildi
ğini anlamak gerçekten mümkün değil. S onuç itibariyle, böyle bir
"dil yarası" ile yetişen hekim adaylarımız gün geçtikçe topluma
58
TIBBIN "Dil" YARASI
yabancılaşıyor ve diğer insanlarla iletişimlerinde de ciddi sıkın
tılar meydana çıkıyor.
Lisanın bilişsel işlevlerimizdeki merkezi rolü açık bir biçimde bi
linmesine rağmen, insanlarımızı emanet ettiğimiz ve tıp biliminin
gelişimi için kendilerinden çok şey beklediğimiz hekim adaylarımı
zın mezkur ve bu denli aşikar lisan sorununa kayıtsız kalması an
laşılabilir bir mesele değil. Bir lisan bilinci oluşturmak için çalış
maya ilk başlanacak vasat, bence sayılan nedenlerle ülkemizdeki
tıp fakülteleridir. Bu fakültelerde aktif görev yapan hocalarımız
ba şta olmak üzere, yetki sahiplerince bu sorun ciddi biçimde ir
delenmediği takdirde, kendisinden "hikmetli iş" beklenen hekim
lerin bu beklentiyi karşılayabilmeleri maalesef büyük çoğunlukla
mümkün olamayacak.
� •
DOKTOR, TABİP VE HEKİM
"Ofisindeki çiçekleri ölmüş bir doktordan uzak duru n!"
Erma Bombeck
Tıp ve hekimlik mesleği dünyanın şüphesiz en zor, en derin bilgi
gerektiren mesleklerinden biri, belki de birincisi. Bir hekim, uz
manlığı olsun olmasın, insan gibi karmaşık bir malzemeyle uğ
raşarak, hem onun hastalıklarını teşhis ve tedavi etmek hem de
hasta olmadan önce sağlıklı yaşayabilmenin yolunu ona göstermek
amacına yönelik bir eğitim almak zorunda. Bu eğitim sonucunda
tıp fakültesi mezunlarına, her ne kadar pratikte mümkün olmasa
da, eğitimlerini tamamladıkları ön kabulüyle insan bedeni üze
rinde tedavi amaçlı çeşitli tasarruflarda bulunma yetkisi veriliyor.
Türkçede tıp fakültesinden mezun olarak tababet mesleği icra eden
kişilere genellikle doktor diyoruz. Hekim ve tabip sözcükleri de daha
seyrek olmakla birlikte kullanılan diğer tanımlamalar. Biz bu keli
melerin hepsini eş anlamlı olarak "tıp fakültesinden mezun, temel
tıbbi bilgilere ve tıp diplomasına sahip kişi" anlamında kullanmak
tayız. Şimdi önce bu kelimelerin anlamlarına kısaca bir bakalım.
Doktor: Doktorluk, akademik bir derecenin adı. Bilindiği gibi ke
lime aslında, bütün bilim alanları için kullanılan ve herhangi bir
bilimsel yahut felsefi alanda yüksek bir başarı düzeyine ulaşmış
kişilere verilen bir unvan. Kökeni, Latince "öğretme yeterliliği" an
lamındaki "licentia docenti" kelimesinin kısaltılmasından türetilmiş
olan ve "öğretmek" anlamına gelen "docere" kelimesine dayanır. Bu
terim Arapça asıllı "icazatü't-tedris", yani "öğretme yetkisi" ifade
sinden doğrudan tercüme yöntemiyle Batı dillerine geçmiş. Kısa
cası, bugün tüm tıp fakültesi mezunları için kullandığımız doktor
60
DOKTOR TABİP VE HEKİM J '
terimi, öğretme yeterliliğiyle ilgili bir kökten türetilmiş ve yük
sek bir akademik dereceyi belirtmek için kullanılan bir terim as
lında. Bu açıdan bakınca tabiplerimize "doktor" dememiz kelime
kökü olarak yanlış bir uygulama gibi gözüküyor.
Tabip: Tıp ilmi (veya sanatı) ile uğraşan kişileri tanımlamak için
kullanılan Arapça kökenli bir sözcüktür. Hemen her tıp öğrenci
s inin bildiği gibi, tıp bilimleriyle ünlü Antik Mısır'daki Teb şehri
nin isminden türetildiğine inanılan bu terim, Osmanlı ve günümüz
Türkçesinde kullanılmakta. İngilizcede tıp doktoru anlamında kul
la nılan "physician" kelimesinin karşılığı da muhtemelen Türkçe
deki tabip kelimesi olabilir. Çünkü physician, doğal yapı anlamına
gelen "physic" kökünden türetilen ve "insanın doğasına dair bil
giye sahip kişi" anlamında bir kelimedir.
Hekim: Dilimizde ve bize yakın coğrafyalarda yaşayanların dil
lerinde tababet (tıp bilimleri) ile uğraşan kişileri nitelemek için
kullanılan bir terimdir. Arapça h-k-m olarak yazılan "hüküm" kö
künden gelir ve yüzeysel anlamı itibariyle karar veren, doğruyu
yanlıştan ayırabilen kişi anlamlarında kullanılır. Hakim, hakem
ve hikmet gibi kelimeler hep aynı kökten gelen ve anlam açısın
dan sıkı ilişkileri olan kelimelerdir. Bunların hepsinde de "eğriyi
doğruyu ayırt etme", "sıradan insanlardan daha derin bir bilgiye
sahip olma", "bilgisi ile iş görebilme" gibi içerimler saklıdır. Yine
"hükm" kelimesinin kökeni de "batıl"ın zıddı olarak tarif edilen
"Hakk" kökünden türemiştir ki "gerçeklik, hakikate uygunluk ve
yalansız yapma" gibi anlamları mevcuttur.
Tababetle uğraşan kişilere doktor demek, kelime anlamlarını dü
şündüğümüz takdirde pek uygun görünmüyor. Zira doktorluk bir
akademik seviyedir ve hem sadece tıbbiyeye mahsus değildir hem
de tıp fakültesini bitiren herkes bu akademik dereceyle mezun ol
maz. Akademik ilerleme amacındaki tıp fakültesi mezunlarının
önce ya bir doktora yahut bir uzmanlık eğitimi almaları gerekir.
Dolayısıyla "tıp doktoru" terimi de kullanıldığı anlam genişliği için
pek uygun değildir (İngilizcedeki aynı anlama gelen "medical doc
tor" genellikle tıp bilimleri alanında bir doktora derecesine sahip
61
q 1 KİMSENİN BİLEMEYECEGİ ŞEYLER
akademisyenler için kullanılmaktadır). Tabip ve hekim terimleri ise
mesleğin içeriği itibariyle kullanımı daha uygun düşen kelimelerdir.
Tabip mi lazım, hekim mi?
Bu iki kelimeye derinlemesine baktığımızda bazı soru işaretleri
oluşabilir. Tabip, tıp mesleğini icra eden kişidir. Burada, tıp mes
leğinin genel geçer bilgisine sahip olmak ve bunu yeterli ve gerekli
derecede uygulayabilmek kafi görünmektedir. Hekim sözcüğü ise
anlam itibariyle çok daha derinlere uzanır ve bu tabirle nitelenecek
kişilerde fazladan bazı özellikler aranmasını gerekli kılar. Hekim,
sadece kendisine öğretilmiş bilgiyle sınırlı kalmayan, kendinden
öncekilerin ve hocalarının hatalarını tekrarlamayacak bir feraset
geliştirebilen, tıp mesleğindeki doğru ve yanlışları ayırt edebile
cek kapasiteye ulaşmış, hikmet arayışında ve hikmetle iş görme
azminde bir insanı tanımlar yahut tanımlamalıdır.
Hekim, karşısındaki hastanın her şeyden önce bir "insan" olduğu
bilincinden asla uzaklaşmayan, ölüm ve hastalığı mücadele edile
cek anormallikler olarak değil, hayatın doğal parçaları olarak gö
rebilen, hem kendi hayatında hem de hastalarının yaşam kalite
sinde belirgin bir iyileşme sağlayabilecek zihni ve fikri donanıma
sahip bir insanı düşündürmelidir. D olayısıyla hekim, doktordan
da tabipten de üst basamakta bir tanımlamadır ve hem mesleki
hem de kişisel açıdan kamil insanı düşündüren telmihlere sahiptir.
Tıp fakültesinden mezun olmuş ve insanlardaki hastalıkların te
davisiyle uğraşan bir kişiye doktor mu, tabip mi, hekim mi diyece
ğiz? Bu kelimelerden herhangi birinin anlam bulutuna özel bir zi
hinsel nüfuzumuz yoksa hiçbiri fark etmez. Zira anlattığımız şey,
tabiplik mesleğini icra eden bir insandır. Tıp mesleğini ulvi bir sa
nat olarak icra edecek ve insan gibi, ruhu (zihinsel dünyası) ve be
deniyle birlikte müthiş bir karmaşıklık düzeyine sahip bir canlının
dertlerine deva olmaya namzet insanlar yetiştirme ihtiyacınday
sak, öncelikle ne istediğimize karar vermemiz gerekir. Geleneksel
(Ortodoks) tıp geleneğinin katı ve sınırlı kurallarından kopmayı
62
DOKTOR. TABİP VE HEKİM 1 q
aklına bile getirmeden, insan bilgisinin diğer tüm birimlerine ka
yıtsız bir tarzda mesleğini şöyle veya böyle icra eden insanlarla,
gerçek hekimleri ayırabilecek kelimelerimiz olmalıdır. Bu farkı an
latacak kelimelerimiz olmazsa, zamanla fark da ortadan kalkar
Gerçek hekim, insanı bir makine olarak görmez, ellerinde ölen
hastasına "ex oldu" diyerek yabancılaşmaz. Ölümle savaşmak gibi
anlamsızlıklarla vakit harcamaz, kendisinin de kırılgan bir insan
olduğunu unutmaz. Hastalıklarla değil, hastalarla uğraşır. Onları
dinler, onlara dokunur, telkin verir, onları anlamaya ve dertlerine
nüfuz etmeye gayret eder. Gerçek hekim için kan sayım sonuçları
veya kandaki bazı maddelerin seviyelerini gösteren sayılar sınırlı
anlamlar taşıyacaktır. Hekimin zihninde, her insanın aynı olduğu,
dertlerin hastalıklardan, hastalıkların ise belli başlı bozukluklar
dan kaynaklandığı gibi "boş inançlar" yer bulamaz. Hekim kamil
insandır; bu anlamda doktor, hatta tabip bile, hekime nazaran sa
dece bir teknik uygulayıcı olabilir.
Kelimeler her yerde önemli, kelimeler arasındaki bu küçük anlam
farklılıklarını yok sayma ve onları birbirinin yerine ikame etme
kolaycılığı, bizleri doğrudan asli anlamları yitirmeye götürebilir.
Hekim-tabip-doktor mevzuu sadece bir örnektir, yeterince kafa
yorulursa bu konuda oldukça fazla örnek bulunabilir. Bir dostum
bir sohbet esnasında, "Haysiyet, izzet-i nefis, gurur gibi kelimeleri
mizi attık bir kenara, hepsine birden onur dedik. Onur geldi ama biz
haysiyetimizden olduk" demişti.
Haksız da değil hani
� •
AŞK BEYİNDE Mİ, KALPTE Mİ?
"Kalbinizi izleyin fakat beyninizi de ya nınıza alın "
Alfred Adler
Aşk, hayatımızdaki en sihirli kelimelerden biri Sembolü kalp.
Kalbimizi pır pır ettiren, hayatın renklerini değiştiren, bütün in
sicamımızı bozan bir duygulanımdan bahsediyoruz aşk derke�.
Bugünkü bilgilerimiz ışığında bütün duygulanımlarımızın ve zi
hinsel süreçlerimizin kaynağı beyin iken, aşk için bu kalp konusu
hepimize daha cazip geliyor. Peki, kalbimizi ellerine alarak evirip
çeviren bu duygu, beyinde neler yapıyor?
İnsanın hayatını etkisi altına alan en kuvvetli duygulardan bir ta
nesinin sinirsel temellerinden bahsetmek kolay değil. Hele konu
aşk olunca işimiz iyice zorlaşıyor, çünkü insanın yazıyla kayda ge
çirme işini keşfinden beri, üzerine en çok yazılıp çizilen, sayısız
çeşitlemeleri üretilen ve birbiriyle bağlantısız görünen türevleri
oldukça fazla olan hislerden biridir, aşk İlk intibada, bir erkek ve
bir kadın arasındaki tutkulu bağlılık durumunu çağrıştırabildiği
gibi, bir insanın işine, kullandığı bir araca, maddi imkanlarına,
içinde yaşadığı çevreye veya yaratıcısına olan tutkusu da aşk ke
limesinin kapsamı içine dahil edilmiş. "İşini aşkla yapmak", "ha
yatı aşkla yaşamak" gibi terimler, insanın bütün kontrolünü eline
alan bu güçlü duygunun çeşitli dışavurumlarını anlatmak için sık
lıkla kullandığımız benzetmelerdir.
Bir kısım sufiler, aşkı "insanın rahatını, iştahını, uykusunu kaçı
ran tutku" olarak tanımlar. Gerçekten de iki insan arasındaki tut
kuya indirgediğimizde, aşk çok garip bir şeydir. Aşık beyin, ma
şuktan başka bir şey düşünemez hale gelir. Aşk, maşukun olumsuz
64
AŞK BEYİNDE Mİ. KALPTE Mİ? 1 4J
yönlerini mantıklı düşünerek görüp irdeleyebilme yeteneğini in
sanın elinden çekip alır. Aşık olunan insan, aşığın zihin gözüne
melekler gibi temiz, hatasız bir varlık olarak görünür. Bu algının
doğru olmadığı çok açıktır fakat her birimiz, ömrümüzde en az bir
kere böyle bir garip halin içine düşmekten kendimizi kurtarama
yız. Neden böyle bir şey başımıza geliyor, daha önemlisi, bu dün
yada hem kendi hayatımızı sürdürmek hem de nesillerimizin de
vamını sağlamak için insana verilmiş bu zihinsel cihazlar, acaba
böyle mantıksız bir durumdan nasıl bir fayda sağlıyor? Bütün bun
ları anlamak için aşkın sinirbilimsel temellerine bakmak, aydın
latıcı bilgiler verebilir.
Aşkın tanımı
"Aşkın sinirbilimi" konusundan bahsedeceksek, öncelikle aşkın ta
rifini belirgin bir şekilde sınırlamamız gerekiyor. Dolayısıyla bu
rada, "kadın ve erkek arasındaki tutkulu bağlılık" anlamındaki
aşkı esas alacağız.
Aşk nasıl başlar?
Bir insanın diğer bir insana kapılması ve ardından da aşık olması
için en öncelikli uyaran görsel uyaranlardır. Yani ilk görüşte aşk,
gerçekten mevcut olan bir mekanizmadır. Bir insanın görsel özel
likleri, algıya ilk takılan ve beyinde en hızlı biçimde değerlendi
rilen ipuçlarını içerir, zira aldığımız duyusal bilginin büyük payı,
görme sisteminden kaynaklanır. Hemen sonra, söz konusu kişinin
zekası, sesi, konuşma üslubu, kültürü, statüsü gibi diğer etkenler
gelir. Fakat araştırmacıların üzerinde uzlaştıkları nokta, giriş ka
pısının "görme" olduğu yönündedir.
Bir diğer önemli bağlayıcı unsur, insanlarda henüz mekanizması
tam kanıtlanamamış olmakla beraber varlığına dair çarpıcı kanıt
lara sahip olduğumuz "feromonlar" denen koku sinyalleridir. Bu
sinyaller sayesinde, kendimize biyolojik olarak en uygun eşi seçme
65
• 1 KİMSENİN BİLEMEYECEGİ ŞEYLER
konusunda benzersiz yeteneklere sahibiz. Ter bezlerinden salgıla
nan "kokusuz" koku molekülleri olarak tanımlayabileceğimiz fe
romonlar, eş adaylarına genetik yapımız, çiftleşmeye uygun olup
olmadığımız ve olası biyolojik uyumumuz hakkında bilincin algı
layamadığı ama davranışlara doğrudan yön veren sinyaller taşı
yarak, bizi farkında olmadan biyolojik açıdan en doğru seçimi yap
mak üzere yönlendiriyor. Bu sinyalleri alabilecek sade ve açık; suni
yönlendirmelerden uzak bir zihne sahipsek, genelde oldukça doğru
seçimler yapabilme şansımız oluyor. Elbette bu durum, günümü
zün modern dünyasında pek de söz konusu değil.
Karşı cinsten bir insanın görülmesi ve "çekici" olarak nitelenmesi,
beyinde hem cinsel uyarılma hem de "tutkulu bağlılık", yani aşk
devrelerini harekete geçirebiliyor. Aşk ile cinsel çekim süreçleri
nin beyin mekanizması açısından örtüşen yönleri vardır fakat aşkı,
aşksız şehvetten ayıran çok önemli sinirsel mekanizmalar da mev
cuttur. Hem cinsel arzu hem de aşk hissinin oluşmasında ortak bir
çok beyin bölgesinin işe karıştığını ve "romantik aşk" diyebilece
ğimiz o özel süreci yöneten özel bölgelerin var olduğunu biliyoruz.
A şık beyinde neler oluyor?
Aşk hissi bir zihni işgal ettiğinde beynin çalışma sistemi, hem be
yin görüntüleme yöntemleri ile rahatlıkla tespit edilebilecek hem
de ortaya konan davranışlardan kolayca fark edilebilecek şekilde
değişikliğe uğrar. Öncelikle, insan beyni "romantik aşk"ın etkisi al
tında iken aktif hale gelen beyin bölgelerinin listesine bakmakta
fayda var. İşleve dayalı beyin taramaları (fMRI) sırasında, denek
lerin aşık oldukları kişilerin resimlerini gördükleri yahut onları
düşündükleri sırada aktivitesi artan beyin bölgeleri şunlar:
- Insula bölgesinin iç kısımları (medial insula)
- Singüler korteksin ön bölümü (anterior cingulate cortex)
- Hippokampus
- Bazal gangliyonlara ait stiratum bölgesinin bazı bölümleri
- Akkumbens çekirdeği (nuc. accumbence)
66
AŞK BEYiNDE Mi. KALPTE Mİ? 1 �
RESİM 3: Aşık oldukları insanların resimlerini gören kişilerin beyinlerinde, diğer
kişilerin resimlerinin gösterildiği durumlardan farklı olarak aktivite gösteren
bölgeler görülüyor (sınırları çizili bölümler faaliyet düzeylerini gösteriyor). Cer:
Beyincik; hi: Arka hippokampus; I: İnsula; P: Putamen; C: Kaudat çekirdek (S.
Zeki; () The neurobiology of love. FEBS Letters, , )
Bu bölgelerden ilk üç tanesi beynimizin korteks dediğimiz kabuk
bölümüne aittir ve aşkın istemli davranışlarımız üzerine olan et
kilerinden bu bölgeler sorumludur. Aşık olunan kişiden başka bir
şey düşünememe, her olay ve düşünceyi olabildiğince mantıksız bir
tutumla maşukla ilişkilendirme, yemeden içmeden kesilme, sürekli
bir heyecan ve içi içine sığmama hali (öfori) ve aşka dair diğer bil
diğimiz hallerden işte bu bölgelerin aşırı faaliyetleri sorumludur.
Listede adı geçen son iki bölge, yani striatum ve akkumbens çekir
deği ise beyin yarıkürelerimizin iç kısmında yer alan, bilinç dışı
(korteks altı) sistemlere aittir. Bu bölgeler, aynı zamanda madde
bağımlılığı gibi kişinin kontrolünü ele geçiren diğer durumlarda
da aktifleşen ve aktif hale geldiklerinde kişiye "ödüllendirilmişlik"
duygusu veren "ödül sistemi"nin en önemli parçalarıdır.
Aşık olma durumunda, aşık olunan kişi ve o kişiyle ilgili hemen her
şeyin sürekli zihni işgal etmesi ve zihnin her vesileyle aşık olunan
kişi ile uğraşması, maşuku düşünme sırasında bu merkezler tara
fından sağlanan "ödüllendirilme" hissiyle doğrudan ilişkilidir. İn
san, aşkını düşündükçe kendisini ödüllendirilmiş hisseder, daha
mutlu olur ve gittikçe onu daha fazla düşünmeye başlar. Dünya
nın en tatlı kısır döngülerinden biri herhalde budur!
• 1 KİMSENİN BILEMEYECEGİ ŞEYLER
RESİM 4: Hipotalamus
Bedenin orkestra şefi: Hipotalamus
Bedenimizin hayatta kalmasını sağlayan milyonlarca farklı siste
min ahenk içinde çalışması için merkezi bir kontrol sistemine ih
tiyaç var. Özellikle kan dolaşımımıza salgılanarak vücuttaki bütün
sistemlerin eş güdümlü çalışmasını sağlayan hormon sistemimizi
en üst düzeyde kontrol eden beynimizdeki hipotalamus bölgesi, 3
gramdan daha az bir ağırlığa sahip minicik bir beyin parçası olma
sına rağmen inanılmaz işler başarır, Vücudumuzda meydana ge
len ve bizi hayatta tutan bütün işlemlerin en üst kontrol merkezi
olan hipotalamus, açlık tokluk hislerimizden vücudumuzun su ve
tuz dengesine, cinsel itkilerimizden duygusal durumlarımıza ka
dar hemen her şeyi kontrol edebilecek onlarca farklı merkez içerir.
Aşık beyinde hipotalamusun faaliyetinin arttığına dair önemli
bilgilerimiz mevcut. Yalnız burada ilginç bir istisna var: Roman
ti k aşk ve cinsel istek durumlarında hipotalamusta bulunan bazı
özel bölgelerin faaliyetlerinde belirgin bir artış olurken, "anne aşkı
68
AŞK BEYİNDE Mİ, KALPTE Mİ? 1 •
(maternal love)" dediğimiz özel bağlılık durumunda hipotalamu
sun uyarılmadığını görüyoruz. Yani annenin yavrusuna karşı his
settiği o tutkulu bağlılık, beyinde aşkın diğer çeşitlemelerine göre
böyle bir farklılık arz ediyor. Buradan, hipotalamus uyarılmasının
aşkın cinsel kısmıyla ilişkisi olduğu sonucunu çıkartmamız müm
kün hale geliyor.
Aşkın kimyasalları
Dopamin: Aşk duygusunun beyinde meydana getirdiği biyokim
yasal değişiklikler hakkında oldukça fazla bilgimiz var. En iyi bil
diklerimizin başında dopamin maddesinin artışı geliyor. Dopamin,
yukarıda bahsettiğimiz "ödüllendirilme" merkezlerinin kullandığı
bir kimyasal iletişim aracıdır ve bu sistemi uyaran her türlü hissi
durum gibi, aşk da dopamin düzeylerini artırır. Aynen madde ba
ğımlılarında olduğu gibi dopaminin artışı, insanın zihnini gittikçe
şiddetlenen bir düzeyde aşık olduğu kişiye bağlar ve ona bağımlı
hale getirir.
Serotonin: Bir diğer madde, tokluk, ruh durumunun düzenliliği
ve mutluluk düzeyimizle yakından ilgili olan serotonin (5-hidrok
sitriptamin) adlı kimyasal maddedir. Serotonin, aşkın ilk safha
larında seviyesi belirgin şekilde azalan bir maddedir. Normalde,
serotonin azlığı insanlarda depresyona eğilimi artırır ve depres
yonun en yaygın tedavi yöntemlerinde biri de serotonin seviyesini
artıran ilaçlardır. Aşık bir beyinde genellikle hakim olan "bulutlu
hava" hissi de muhtemelen bu serotonin eksikliğinden kaynakla
nır ve bu "eksiklik", aşık olunan kişiyle bir araya gelerek tamam
lanmak üzere, kişinin bütün zihinsel ve fiziksel mesaisini maşu
kuna yöneltmesini sağlar.
NGF: Özellikle taze aşıklarda miktarının arttığını bildiğimiz bir
başka madde ise sinir gelişim faktörü olarak bilinen NGF (neuro
growth factor) adlı maddedir. Bu maddenin romantik duyguların
ortaya çıkmasında çok önemli bir aracı olduğu konusunda geniş
bir görüş birliği mevcut. NGF normal bir beyinde sinir gelişimini
69
• 1 KİMSENİN BİLEMEYECEGi ŞEYLER
uyaran ve sinir sisteminin arızalarının giderilmesini kolaylaştıran
etkilere de sahiptir. Dolayısıyla "aşkın insana iyi geldiğini" en azın
dan NGF artışı bağlamında, biyolojik bir nedene bağlamak müm
kün gözüküyor Aşksız cinsel dürtülerin hakim olduğu durum
larda N GF artışı gözlenmiyor, onu da belirtelim.
Oksitosin: Bir insan aşık olduğunda, onu maşukuna bağlayan çok
kuvvetli hisler yaşadığını, ondan bir an bile ayrı kalmak isteme
diğini biliriz. İnsanlar arasında bağlılığı sağlayan en önemli hor
monlardan biri, beynimizin hipotalamus bölgesinden salgılanan
oksitosin adlı hormondur. Oksitosinin en bilinen özelliği, cinsel
birleşme sonrasında, doğumda ve doğum sonrası annenin süt sal
gılamasında çok önemli fizyolojik roller üstlendiğidir. Ama oksi
tosinin etkileri sadece bununla sınırlı değil. Birbirlerine sarılarak
selamlaşan, hatta sadece tokalaşan insanlarda bile oksitosin dü
zeylerinin arttığını biliyoruz. Yani oksitosin, sadece cinsel duy
gular açısından değil, insanların diğer iletişim yolları açısından
da birbirlerine bağlanmasını sağlayan bir kimyasal sinyal olarak
iş görüyor. Annenin bebeğine olan düşkünlüğünün büyük oranda
oksitosine bağlı olduğunu, oksitosin eksikliğinde bu duyguların
doğru dürüst yaşanamadığını biliyoruz. İşte aşk söz konusu oldu
ğunda oksitosin hormonunun salgılanma miktarının artışı o yüz
den bizleri şaşırtmamalı; aşık beyinde oksitosin, normal bir be
yinden katbekat fazla salınarak, kişinin maşukuna bağlanmasını
sağlayan en önemli kimyasal altyapıyı oluşturuyor.
Vazopressin: Yaygın olarak bilinen ve fizyolojik işlevi açısın
dan "vücuttan idrarla atılacak olan su miktarını kontrol eden"
vazopressin (diğer adıyla anti-diüretik hormon, ADH) hormonu,
aşık beyinden fazla salgılanan bir diğer madde. Vazopressin sa
dece idrarla ilgili işler görmüyor, özellikle erkeklerde saldırgan
lık davranışı ile doğrudan bir ilişkisi var. Saldırganlık sergileyen
hayvanlarda vazopressin miktarının arttığını biliyoruz. Muhte
melen aşık bir beyinden fazlaca salgılanan vazopressin "aşkı için
her şeyi yapmayı göze alan" aşıkları ortaya çıkartan önemli kim
yasal sinyallerden biri.
70
AŞK BEYİNDE Mİ. KALPTE Mİ? 1 •
Aşkın gözü kördür, hem de gerçekten!
Aşık bir beyinde normal bir beyine göre nelerin daha "farklı" sal
gılandığını veya faaliyete geçtiğini kısaca gördük. Fakat aşık be
yinde bir de, normal bir beyinde gayet sağlıklı bir şekilde faaliyet
göstermesine rağmen, aşk devreye girince faaliyeti azaltılan veya
durdurulan bölgeler var. Bunları da anladığımızda, aşkla ilgili kafa
karıştıran birçok davranışın temellerini daha iyi fark edebiliyoruz.
Ön beynin baskılanması yahut "aşka bağlı akıl tutulması"
Aşık insanların beyinleri üzerinde yapılan görüntüleme çalışmala
rının ortaya koyduğu en ilginç sonuçlardan biri, beynin ön (frontal)
bölgelerinde yer alan "akıl yürütme" ve "planlama" ile ilişkili bölge
lerde izlenebilen baskılanma. Aşık bir beyinde, akılcı ve eleştirel dü
şünmeyle ilgili ön beyin bölgeleri büyük oranda devreden çıkmakta.
Bu bölgelerin baskılanması, aşık bir insanda bize çok tanıdık ge
len olayların açıklanmasını kolaylaştırıyor: Aşık olan insan, maşu
kunun kusurlarını görmeme, iyilik ve güzelliklerini ise alabildiğine
abartma eğilimindedir. Kritik düşünme yetisi zihnini çoktan terk
etmiş olduğu için, aslında gayet normal bir insan olan maşukunun
her hareketinde bir hikmet aramaya, her halinden güzellikler dev
şirmeye başlar. Böylece aşık zihin, adeta maşukunu güzellemeye
adanmış bir çalışma sistemine döner. Ayrıca sakar aşık kalıbını bi
lirsiniz; aşık olan kişi, özellikle aşık olduğu insanla karşılaştığında
eli ayağı birbirine dolanır, normalde yapmayacağı bir sürü saçma
hareketi ardı ardına sergilemeye başlar. İşte bu "hareket koordi
nasyonsuzluğu" muhtemelen, bazı aşıklarda beynin ön kısmındaki
baskılamanın çok geniş olması nedeniyle, vücut hareketlerini plan
layan frontal bolgeleri de etkisi altına almasından kaynaklanabilir.
Aşık bir beynin mantıklı düşünme bölgelerinin baskılanmasıyla il
gili ilginç bir bulgu daha var: Aşık insanlardaki bu akıl tutulması,
sadece aşık olunan kişi söz konus u olduğunda geçerli. Aşık kişi
ler, meslekleri veya hayatın diğer alanlarıyla ilgili kararlar alırken
akılcılıklarından pek bir şey kaybetmiyor. Yani onun aklını başın
dan sadece maşuku alabiliyor.
71
� I KİMSENİN BİLEMEYECEGİ ŞEYLER
RESİM 5: Aşık bir beyinde, aşık olunan kişinin resimlerine bakarken faaliyetleri
baskılanan bölgelergri ve açıkgri renklerlegösteriliyor. Özellikle beynin ön-sol tarafındaki
alanın baskılanması ilginç; zira bu alan, "beğenilmeme-tiksinme" durumundafaaliyeti
artan alanlardan biri ve bu durumda tam tersi bir etki (hayranlık?) göze çarpıyor (S.
Zeki; () The neurobiology oflove. FEBS Letters, , ).
RESİM 6: Anne aşkı (maternal) ve romantik aşk durumlarında baskılanmaya
uğrayan (faaliyetleri azaltılan) beyin bölgelerinin işlevsel MRJ'da görünüşü (açık
ve koyu gri renklerle işaretlenmiş bölgeler baskılanma düzeyini gösteriyor). mt:
orta şakak lobu; op: arkakafa ve yankafa (oksipital-parietal) loblar arasındaki
sınır; tp: temporal kutup; LPF: lateral prefrontal korteks. Özellikle LPF olarak
işaretlenmiş, beynin ön bölümündeki alanların eleştirel akıl yürütmeyle ilgili
alanlar olması dikkat çekici (S. Zeki; () The neurobiology of love. FEBS
Letters, , ).
72
AŞ K BEYİNDE Mİ, KALPTE Mİ? J �
Cesur aşıklar
Aşık beyinde faaliyetlerinin baskılandığını bildiğimiz bir başka
bölge "amigdala" adlı korteks altı bir bölgedir. Amigdala, hisleri
mize yön veren "Limbik sistem" adlı sistemin önemli bir parçasıdır.
Latince "badem" anlamına gelen ismini, beynin şakak (temporal)
loblarının içine gömülmüş badem biçimli yuvarlak bir bölge olma
sından alır. Amigdala; korku, öfke ve fobiler gibi şiddetli duygula
rın hafızalarını depolayan ve bu duygularla ilişkili davranış kalıp
larını yöneten en önemli bölgelerden biridir. Aşık beyinde amigdala
bölgesinin faaliyetinin baskılanması, özellikle korku duygusunun
azalmasını, kişinin normalde girmeyeceği risklere girmesini sağlar.
Bu sayede "gözü pek aşık" modeli, aşkın bir yan etkisi olarak, be
yinde kendiliğinden ortaya çıkıverir. Amigdalanın faaliyetini bas
kılay:m bir diğer bilindik durum ise cinsel birleşmenin orgazm saf
hasını la, erkeklerde meydana gelen boşalma (ejekülasyon) anıdır.
RESİM 7: Hem erkeklerde hem de kadınlarda anne aşkı (açık gri) ve romantik
aşk (koyu gri) sırasında aktifleşen bölgelerin görüntüleri. Çakışan birçok bölge
olduğu gibi, gerek maternal gerekse romantik aşka özel bölgelerin varlığı da dikkat
çekiyor. Kısaltmalar: aC: Ön singulat korteks; aCv: aC'nin ventral bölümü; C:
Kaudat çekirdek; 1: İnsula; S: Striatum; PAG: Periakuaduktal gri madde (bu bölge
beyne giden ağrı duyusunun engellenmesinde de görev alır); Hi: Hippokampus
(S. Zeki; () The neurobiology of love. FEBS Letters, , ).
• 1 KiMSENİN BİLEMEYECEGİ ŞEYLER
Aşk ölür mü?
Aşk duygusunun alevlendiği ilk dönemler, dopamin, NGF ve vazop
ressin gibi kimyasalların arttığı, serotoninin azaldığı ve beyin kim
yasının köklü bir biçimde değiştiği bir garip durumu karşımıza çı
kartıyor. Peki, yıllar süren birlikteliklerden sonra bu duygular nasıl
normale dönüyor yahut zaman geçtikçe aşk ölüyor mu?
Aşkın ilk başta gözlenen ateşli safhaları, aradaki muhtelif engelle
rin aşılarak maşukla bir olunmasını sağlayacak gücü insana ver
mesi bakımından elbette önemli. Fakat şu da bir gerçek ki bu tip
kuvvetli duyguların bir ömür boyu insanları etki altına alması, bi
yolojimiz açısından pek faydalı bir durum olmayacaktır. Aşık olan
insan, aşık olduğu kişiyle kalıcı bir birliktelik sağlamaya ve cin
sel itkilerden kaynaklanan arzularını tatmin etmeye başladıktan
sonra, aşkın dönüşmeye başladığını görüyoruz.
Uzun süre devam eden birlikteliklerde ve başarılı evliliklerde, yu
karıda saydığımız "aşık beyin" bulgularından birçoğunu bulamı
yoruz. Ama görebildiğimiz bir şey var: Bu insanlar, birbirleri ol
madan yaşamayı düşünmüyorlar. Erkek ve kadın, uzun süreli ve
başarılı bir birlikteliğin ardından tek bir bütünün parçaları ola
rak davranmaya başlıyorlar. Kısacası aşk ölmüyor ama "dönüşü
yor". İlk dönemlerde hislerin etkisi, yani Limbik sistemin komut
ları altında gerçekleşen "aşkın bacayı sardığı" haller, yıllar içinde
beynin daha üst merkezleri tarafından yönetilen akılcı, insani, üst
,
seviyeli bir birlikteliğe dönüşüyor.
Bu dönüşümün gerçekleşmediği durumlarda "Aşkımız bitti" gibi
gerekçelerle çiftlerin birbirlerinden ayrıldıklarını sıklıkla görebi
liyoruz. Bunun en muhtemel nedeni, insanların çoğunun maşu
kuna değil, aşkın o ilk safhalarındaki heyecana aşık olmaları. Ay
nen tehlikeli sporlara tutkun adrenalin bağımlıları gibi, insanların
önemli bir kısmı, beynin bu çocuksu itkilerine gem vurma konu
sunda isteksiz davranıyor ve her yaşta o "liseli aşk heyecanı" di
yebileceğimiz heyecanı aramaktan kendilerini alıkoyamıyor. in
san zihni, maşukunun peşinden gidiyor ve onu kaybetmeye kolay
kolay dayanamıyor.
AŞK BEYİNDE Mİ. KALPTE Mİ? 1 IJ
Bütün bunların anlamı ne?
Aşkın sinirbilimsel temellerine dair bu (olabildiğince) kısa özetten
sonra, bunların her birimiz için ne anlama geldiğini düşünmemiz ge
rekiyor. En başta "Bu mantıksız görünen durumlar bize nasıl bir fayda
sağlıyor?" diye sormuştuk. Cevap oldukça basit: Aşkın "taze" ve "alevli"
olduğu dönemlere dair yukarıda sıraladığımız ilginç zihinsel durum
lar, aşıkların bir araya gelmesini sağlayacak çok önemli itkileri ortaya
çıkarmakta. Bu itkiler sayesinde, insan türünün devamını sağlayacak
cinsel birleşme ve dünyaya yeni bireyler kazandırma yolunda üzeri
mize düşen görevi büyük bir iştiyakla yerine getirebiliyoruz.
insanın aklını alan, elini ayağına dolaştıran bu garip his, yani aşk,
türümüzün devamını sağlamaya yönelik en önemli mekanizmalar
dan biri. Bu mekanizmaların doğru çalışmadığı insanlar, genlerini
aktarma yeteneğinden mahrum kalacakları için, bu bozuklukla
rını da gelecek nesillere aktarma şansları düşük. Milyonlarca yıldır
aynı kanunlar işlediği için, bugün aşk denen duygu karşısında ne
redeyse hepimiz aynı çaresizliği yaşıyoruz. İyi ki de yaşıyoruz, bu
sayede (sayıları maalesef gittikçe azalsa da) mutlu yuvalarda sağ
lıklı zihinlerle çocuklarımızı yetiştirebilme yeteneğimizi halen mu
hafaza edebiliyoruz.
Elbette kültürel değişimin bizi biyolojik yasalarımızdan uzağa sa
vurduğu birçok durum arasında, aşk ve birliktelikler de paylarına
düşeni alıyorlar. Çarpıtılmış estetik algılar, kozmetiklere boğulmuş
insanlar, hislerine değil de kendilerine belletilmiş kalıplara göre ya
şamaya mecbur kalmış topluluklar, bizi biyolojimize yerleştirilmiş
bu paha biçilmez yetenekleri kullanamaz ve onlardan fayda devşire
mez hale getiriyor. Halbuki milyonlarca yıllık yaşam planından edi
nilmiş bilgeliğin yanında günlük modaların ne kadar önemsiz oldu
ğunu bir fark edebilsek, mutluluk dediğimiz kelimenin anlamını çok
daha iyi kavrayabileceğiz.
� •
GERÇEK "MATRIX" Mİ?
"Gerçeklik, pek kalıcı olsa da sadece bir ya nılsamadır."
Albert Einstein
Ş imdi birkaç dakikalığına dikkatimizi kendimize çevirelim; yani
bu satırları okuyan size
Şu an sanırım bu sayfalarda yazılmış olan yazıları okumaktasınız
Sayfanızdan gözlerinizdeki retina tabakasına saçılan ışık ışınları,
retinanızda bulunan ışık algılayıcı hücreler tarafından akıl almaz
bir hızla elektrik sinyallerine çevriliyor. Bütün duyu algılayıcı or
ganlarımızdaki gibi, gözün işi de dışarıdan gelen ışık sinyallerini
beynin anlayabileceği elektriksel akımlara dönüştürmektir. Bu
elektrik sinyallerini işleyen ve gözün retina tabakasında bulunan
bir dizi girift hücreden oluşan şebekeler, ışık ve gölge gibi temel
görsel bileşenlerden oluşturdukları sinirsel şifreleri özel sinir hüc
relerine aktarıyor. Bu sinir hücreleri oluşturulan elektriksel sin
yalleri önce beynin iç kısımlarındaki ara istasyonlara, sonra da en
arka kısmındaki "oksipital" bölgede bulunan görmeyle ilgili beyin
kabuğu alanlarına iletmekle görevliler.
Gözünüzden, beyninizin arka kısmına gidene kadar birkaç yere de
uğrayan bu sinyallerden (sayfadaki parlamalar, yansımalar, ışık/
gölge değişiklikleri, odaklandığınız nesne dışındaki görüntüler, göz
küresinin titreşimlerinden kaynaklanan sarsılma ve bozulmalar
gibi) sizin için o anda "gereksiz" olanların, detaylı bir süzme işle
mine tabi tutularak, bilincinize ulaşmaları ve sizi meşgul etmeleri
engelleniyor (ama isterseniz onların da farkına varabiliyorsunuz,
sadece dikkatinizi o detaylara yönlendirmeniz yeterli).
GERÇEK "MATRİX" MI? 1 q
RESİM 8: Gözlerinize düşen elektrik sinyallerinin beynin arka (oksipital)
bölgesine gidene kadar izlediği yolların ileri derecede basitleştirilmiş bir şeması.
Beyinden alınmış yatay bir dilim üzerindeyollar ve ana duraklar/değerlendirme
noktaları gösterilmekte.
Bu sinirsel bilgiler ana hedefe, yani beyninizin arka kısmındaki
görme alanına ulaştığında daha önce öğrenmiş olduğunuz veri
lerle karşılaştırılıyor. Okuduğunuz kelimeler, hafızanızdaki kalıp
larla kıyaslanırken mucizevi bir şeyler oluyor ve siz, okuduğunuz
şu metni anlayabiliyorsunuz.
Dikkat ettiyseniz ışık ve gölgeler, gözünüzün retina tabakasına
ulaştıktan sonra, artık tamamen elektriksel sinyallere dönüştürü
lerek, hiçbir durumda ışığın ulaşmadığı, kafatası içinde tam bir ka
ranlık içinde bulunan beyin bölgeleriniz tarafından "görüntü" ola
rak tanınıyor. Yani beyninize ulaşan sinyal sadece bir seri elektrik
akımı olduğu halde "görebiliyorsunuz".
q 1 KİMSENiN BİLEMEYECEGİ ŞEYLER
Motor
Broca Korteks Wernicke
RESİM 9: Okunan (A) ve işitilen (B)
kelimelerin beyinde anlamlandınlması
için beynin izlediği temel yollar. A:
Görmeyoluylagelen sinyaller beynin arkıı
bölgesine aktanlır. Buradan, "Wernicke
alanı" denilen özel "anlamlandırma
alanı"na aktarılan veriler, daha
sonra, konuşma hareketlerinin
Görme planlanmasının yapıldığı "Broca
Ala nı alanı"nagönderilir. Buradan da motor
beyin alanları vasıtasıyla, okunan
kelimelerin sesli olarak ifadesi veya
okunan kelimelerin anlamlarına
ilişkin konuşmalar gerçekleştirilir.
B: Aynı yol, işitme sistemiyle lisan
Motor İşitme
Korteks Alanı Wernicke algılanması için de geçerlidir. Tek
fark, işitme verilerinin beynin arka
bölgesine değil, şakak Zobu (temporal
lob) dediğimiz bölgedeki işitme
alanına gitmesidir. Buradan sonra
yine Wernicke ve Broca alanları,
anlamlandırma ve ifade işlemlerini
gerçekleştirir. Bunlar "temel yollar'
olup, gerçek mekanizma çok daha
karmaşıktır.
78
GERÇEK "MATRİX" Mİ? 1 q
Sadece görme duyunuz için değil, tüm duyularınız için bu durum
geçerli. Dokunma, tatma, sıcak-soğuk, titreşim algılama, işitme,
basınç, ağrı Aklınıza gelebilecek tüm duyular, iç veya dış ortam
sinyallerini uygun elektriksel sinyallere dönüştüren algılayıcılar
(reseptörler) sayesinde algılanıyor. Kısacası, algılamanızın mer
kezi olan beyninizin içinde, gezinen minik elektrik akımlarından
başka bir şey yok.
Peki, bu elektriksel sinyaller nasıl oluyor da birbirleriyle karışmı
yor? Bu sinyallerin her biri, beynin belli bir bölgesine ulaştırılmak
üzere birbirinden tamamen yalıtılmış mikroskobik kablolar aracı
lığıyla yönlendiriliyor ve böylece, mesela kulağınızdan yola çıkan
işitme sinirlerinizden gelen veriler beyninizin şakak (temporal)
lobuna, gözlerinizden gelenlerse arka beyin (oksipital) lobunuza
gönderiliyor. Bu "yer ilkesi" sayesinde, beyniniz hangi verinin ne
reden geldiğini anlayıp ona göre yorumlayabiliyor.
Bir düşünce deneyi
Şimdi, ilk okuyuşta garip gelebilecek bir düşünce deneyi yapalım:
Gerçekte mümkün olmamasına rağmen, örneğin görme sinyalle
rini beyne taşıyan görme sinirlerini, normalde gittikleri yer olan
beynin arka lobundan çıkartıp, tat almayla ilgili beyin bölgesine
bağladığımızı düşünelim. Bu durumda ne olur? Gözünüzden ışık
uyarılarıyla oluşturulan elektriksel sinyaller, tat bölgesine gide
rek sizde "değişik tat" hisleri uyandıracaktır.
Bütün duyular için aynı düşünce deneyini yapabilirsiniz. Yani ger
çekte bu deneyi yapmak mümkün olsaydı "sesin rengini", "ağrının
sesini", "kelimelerin tadını" vs. hissedebilecektik Duyuları bildi
ğimiz normal yollar dışında algılayan "sineztezi" sahibi insanlarda
olan durum, burada hayal ettiğimiz duruma çok benziyor. Bu in
sanlar sayıları renk, sesleri koku, notaları tat olarak algılayabili
yorlar. Bugün hala mekanizmasını tam olarak çözemediğimiz bu
hadise, beynin algı yapısının ne kadar derin bir potansiyel barın
dırdığını bize sürekli yeniden hatırlatıyor.
4' 1 KİMSENİN BİLEMEYECEGİ ŞEYLER
Benzer tecrübelerin, beyin ameliyatları sırasında, bilinci açık has
taların değişik beyin bölgelerine verilen elektriksel uyarılarla kay
dedilebildiğini biliyoruz. Beynin içinde "ağrı" algılayıcıları bulun
madığından, beyin ameliyatları sırasında sadece kafa derisi ve
kemikleri uyuşturulan insanların beyinlerinde, onlarla sohbet ede
rek birçok işlemi gerçekleştirmek mümkündür. Beynin farklı yer
lerine verilen minik elektrik akımları, kişilerin farklı hisler dene
yimlemelerine ve istemsiz olarak hareket etmelerine veya sözler
söylemelerine neden olabilmektedir. Çünkü beyin, kendisine gelen
sinyalin kaynağından habersizdir ve sadece kendisine geleni de
ğerlendirmekle yükümlü bir organdır.
Dış dünya?
"Dış dünya" dediğimiz algılar bütünü, beynimizin, kendisine çeşitli
alıcılardan gönderilen elektriksel sinyalleri yorumlaması esasına
dayanır. Dahası bu alıcıların kapasiteleri oldukça sınırlıdır. Söz
gelimi, gözünüzdeki algılayıcılar, tüm elektromanyetik tayfın çok
küçük bir bölümü olan ve adına "görünür ışık" dediğimiz
nanometrelik dalga boyuna sahip ışınları içeren dar bir aralığı al
gılayabilecek şekilde ayarlanmıştır, onun dışındaki uyarıları algı
layamazlar. Kulağınızdaki işitme algılayıcıları saniyede
devir (Hertz) frekansındaki sesleri algılayabilir. Aynen bu gibi, be
denimizden zihnimize bilgi sağlayan tüm algılayıcıların benzer bir
aralığı, yani sınırlılığı vardır. Neticede bu algılayıcıların kabiliyeti
nispetinde içimizde inşa ettiğimiz "gerçeklik", dış dünyanın ancak
çok ufak, basit ve eğreti bir temsilinden ibarettir.
Bu tartışmasız gerçek üzerinde bir süre durup düşünmekte büyük
fayda var. Tüm bu basit ve temel bilgileri göz önüne aldığımızda,
gerçek dünyayı aslına yakın bir şekilde algılıyor olduğumuza inan
mak, büyük bir safdillik olacaktır. Bilimsel verilerin bugün bize gös
terdiği kadarıyla, dışımızdaki gerçekliğin, algıladığımıza göre çok
farklı olması yüksek bir olasılıktır. Hatta tarihli ünlü "Mat
rix" filmindeki "sanal yaşamlar"ın oluşturulabilmesi için kuram
sal herhangi bir engel yoktur. Önümüzdeki tek engel, halen nasıl
80
GERÇEK "MATRİX" Mi? 1 IJ
işlediğini bir türlü anlayamadığımız sinir sistemimizin ve bedeni
mizin aklımızı çok aşan karmaşıklığıdır.
Şöyle bir varsayım, her ne kadar pratik uygulaması şu an itiba
riyle imkansıza yakın olsa da, teorik olarak gayet geçerlidir: Vü
cuttan ayrı bile olsa, hayatta tutulan bir beyin, uygun uyaranlar
sağlandığında kendisini farklı ortamlarda farklı deneyimler ge
çiren bir canlı olarak algılayabilir. Yani siz şu anda, rahat koltu
ğunda kitap okuduğu sanrısını yaşayan "kavanozdaki bir beyin"
olabilirsiniz! İşin kötüsü, bunun aksini ispatlamak için elinizde
çok fazla kanıt yok
Sağduyuya oldukça ters gelen bu sonuç, bilimin son yıllardaki geliş
melerinden çıkan bir sonuçtur. Fakat bir taraftan bakıldığında hiç
de yeni değildir. Mesela büyük filozof Eflatun (Platon), ünlü "ma
ğara" benzeşiminde, dünyadaki biçimlerin "idea"lara karşı bir ha
yal nispetinde olduğunu anlatmak için, gerçeklik hakkındaki tek
bilgileri zincirlendikleri mağaranın duvarına vuran dış dünyanın
gölgelerinden ibaret olan ve o gölgeleri gerçekliğin kendisi zanne
den bir mağara ahalisini örnek verir. Hayatları boyunca başka ger
çeklik görmemiş bu insanlar için, mağaranın dışında renkli ve çok
boyutlu bir gerçeklik olduğu fikri, en basit tabiriyle "çılgınca"dır
fakat ne çare ki hiçbirinin bilmediği gerçek budur! Belki bazı fi
lozoflar ve bilginler, dışarıda bir başka dünyanın varlığına ve göl
gelerin sanallığına dair bazı kavrayışlar geliştirip öğretiler şekil
lendirirler fakat mağaradaki sıradan insan için tek gerçeklik, o
mağara duvarındaki temsili gölgeler tiyatrosudur.
Modern sinirbilimlerinin bizi getirdiği nokta, birçok düşünürün,
mutasavvıfın ve kadim bilginin daha evvelden hissettikleri şüp
helerin bir kez daha doğrulanmasından ibarettir. Dış dünya dedi
ğimiz şey, çok sınırlı algılayıcılarımızın gönderdiği sinyallerden
yola çıkarak "beyin" dediğimiz organ tarafından oluşturulan bir
görüntüden ibarettir. Bu görüntünün aslını maalesef henüz kimse
göremedi.
81
• 1 KİMSENİN BİLEMEYECEGİ ŞEYLER
Benzer tecrübelerin, beyin ameliyatları sırasında, bilinci açık has
taların değişik beyin bölgelerine verilen elektriksel uyarılarla kay
dedilebildiğini biliyoruz. Beynin içinde "ağrı" algılayıcıları bulun
madığından, beyin ameliyatları sırasında sadece kafa derisi ve
kemikleri uyuşturulan insanların beyinlerinde, onlarla sohbet ede
rek birçok işlemi gerçekleştirmek mümkündür. Beynin farklı yer
lerine verilen minik elektrik akımları, kişilerin farklı hisler dene
yimlemelerine ve istemsiz olarak hareket etmelerine veya sözler
söylemelerine neden olabilmektedir. Çünkü beyin, kendisine gelen
sinyalin kaynağından habersizdir ve sadece kendisine geleni de
ğerlendirmekle yükümlü bir organdır.
Dış dünya?
"Dış dünya" dediğimiz algılar bütünü, beynimizin, kendisine çeşitli
alıcılardan gönderilen elektriksel sinyalleri yorumlaması esasına
dayanır. Dahası bu alıcıların kapasiteleri oldukça sınırlıdır. Söz
gelimi, gözünüzdeki algılayıcılar, tüm elektromanyetik tayfın çok
küçük bir bölümü olan ve adına "görünür ışık" dediğimiz
nanometrelik dalga boyuna sahip ışınları içeren dar bir aralığı al
gılayabilecek şekilde ayarlanmıştır, onun dışındaki uyarıları algı
layamazlar. Kulağınızdaki işitme algılayıcıları saniyede
devir (Hertz) frekansındaki sesleri algılayabilir. Aynen bu gibi, be
denimizden zihnimize bilgi sağlayan tüm algılayıcıların benzer bir
aralığı, yani sınırlılığı vardır. Neticede bu algılayıcıların kabiliyeti
nispetinde içimizde inşa ettiğimiz "gerçeklik", dış dünyanın ancak
çok ufak, basit ve eğreti bir temsilinden ibarettir.
Bu tartışmasız gerçek üzerinde bir süre durup düşünmekte büyük
fayda var. Tüm bu basit ve temel bilgileri göz önüne aldığımızda,
gerçek dünyayı aslına yakın bir şekilde algılıyor olduğumuza inan
mak, büyük bir safdillik olacaktır. Bilimsel verilerin bugün bize gös
terdiği kadarıyla, dışımızdaki gerçekliğin, algıladığımıza göre çok
farklı olması yüksek bir olasılıktır. Hatta tarihli ünlü "Mat
rix" filmindeki "sanal yaşamlar"ın oluşturulabilmesi için kuram
sal herhangi bir engel yoktur. Önümüzdeki tek engel, halen nasıl
80
GERÇEK "MATRİX" Mİ? 1 �
işlediğini bir türlü anlayamadığımız sinir sistemimizin ve bedeni
mizin aklımızı çok aşan karmaşıklığıdır.
Şöyle bir varsayım, her ne kadar pratik uygulaması şu an itiba
riyle imkansıza yakın olsa da, teorik olarak gayet geçerlidir: Vü
cuttan ayrı bile olsa, hayatta tutulan bir beyin, uygun uyaranlar
sağlandığında kendisini farklı ortamlarda farklı deneyimler ge
çiren bir canlı olarak algılayabilir. Yani siz şu anda, rahat koltu
ğunda kitap okuduğu sanrısını yaşayan "kavanozdaki bir beyin"
olabilirsiniz! İşin kötüsü, bunun aksini ispatlamak için elinizde
çok fazla kanıt yok
Sağduyuya oldukça ters gelen bu sonuç, bilimin son yıllardaki geliş
melerinden çıkan bir sonuçtur. Fakat bir taraftan bakıldığında hiç
de yeni değildir. Mesela büyük filozof Eflatun (Platon), ünlü "ma
ğara" benzeşiminde, dünyadaki biçimlerin "idea"lara karşı bir ha
yal nispetinde olduğunu anlatmak için, gerçeklik hakkındaki tek
bilgileri zincirlendikleri mağaranın duvarına vuran dış dünyanın
gölgelerinden ibaret olan ve o gölgeleri gerçekliğin kendisi zanne
den bir mağara ahalisini örnek verir. Hayatları boyunca başka ger
çeklik görmemiş bu insanlar için, mağaranın dışında renkli ve çok
boyutlu bir gerçeklik olduğu fikri, en basit tabiriyle "çılgınca"dır
fakat ne çare ki hiçbirinin bilmediği gerçek budur! Belki bazı fi
lozoflar ve bilginler, dışarıda bir başka dünyanın varlığına ve göl
gelerin sanallığına dair bazı kavrayışlar geliştirip öğretiler şekil
lendirirler fakat mağaradaki sıradan insan için tek gerçeklik, o
mağara duvarındaki temsili gölgeler tiyatrosudur.
Modern sinirbilimlerinin bizi getirdiği nokta, birçok düşünürün,
mutasavvıfın ve kadim bilginin daha evvelden hissettikleri şüp
helerin bir kez daha doğrulanmasından ibarettir. Dış dünya dedi
ğimiz şey, çok sınırlı algılayıcılarımızın gönderdiği sinyallerden
yola çıkarak "beyin" dediğimiz organ tarafından oluşturulan bir
görüntüden ibarettir. Bu görüntünün aslını maalesef henüz kimse
göremedi.
81
ti 1 KİMSENİN BİLEMEYECEGİ ŞEYLER
Kuramsal olarak gerçekliğin "gerçek" yapısını anlamanın bir yolu
varmış gibi gözüküyor: Eğer bu yorumlamayı tamamen beyin ya
pıyorsa, beynin çalışma sistemini tam olarak anladığımızda belki
de gerçekliğin doğası hakkında çok daha fazla şey öğrenebileceğiz.
Gerçek mi, oyun mu?
İnsanların bilgilerinin ve algılarının belli sınırları olduğu, bugünkü
bilim tarafından kesin bir şekilde ortaya konmuştur. Öyle ki bili
min derin dallarında uğraş veren -özellikle teorik dallardaki- bi
limciler, (bilimin artık tamamlandığını düşünmeye başlayan
yüzyıl sonu bilimcilerinin aksine) aynen ilk ve ortaçağ filozofları
gibi gerçekliğin "aslı" konusunu tartışır hale gelmişlerdir. İnsanın
evren hakkındaki tüm bilgisinin, temelde, duyu organlarını uya
ran bazı dış unsurların yarattığı minik elektrik akımlarının, be
yin dediğimiz o karmaşık organ tarafından değerlendirilmesi so
nucu sahnelenen bir "oyun" olabileceği, gerçekliğin aslını belki de
hiç kavrayamayacak olmamız ihtimali, bilimin rutin sorunları ara
sında yerini almış durumdadır. Bilhassa sinirbilimleri ve teorik fizik
alanında uğraş veren bilimciler, bu gibi "derin" sorunlara aşinadır.
Hepimiz bu kısıtlılıklarla donanmış durumdayız. "Zaman" ve "ent
ropi" duvarları sayesinde, geçmiş ve gelecekle olan bağlarımız (fi
zik yasaları gereği) kopartılmışken, şu anın içindeki verilerle yaşa
mak zorunda kalıyoruz. Bu işleri kısıtlı araçlarla gerçekleştirmeye
çalışırken muhakkak ki "hata" yapıyoru_z.
Evrene ilişkin böyle bir düşünce (yahut gerçeklik anlayışı) çatısı
altında, bir insanın veya topluluğun çağlar ötesine uzanan birta
kım fikirler ortaya koymasını beklemek veya onun ağzından de
ğişmez gerçekleri duymayı ummak beyhude bir çabadır. Eğer bir
insan, "insanüstü" bir kaynaktan (peygamberler gibi) bilgi aldı
ğını iddia etmiyorsa, o zaman nesnel ve nedensel aklıyla gerçek
liğin sadece küçük bir kısmına sahip olabilecektir. Ve bu "küçük
parça", gerçeğin kendisini anlamaya yönelik tüm çabalarda hata
lara sebep olabilecek cılız mı cılız, güçsüz mü güçsüz bir araçtır.
82
GERÇEK "MATRİX" Mİ? i '
Nitekim genellikle, her şeyi bildiğini savunarak ortaya çıkan veya
birçok şeyi açıklayacak geniş kapsamlı teoriler öneren kimseleri
ciddiye almama eğilimindeyizdir. Zaten bilim felsefesi açısından
bir kuramın tutarlılığı, çoğunlukla o kuramın "kapsamı" ile ters
orantılıdır. Fakat peygamber olduğunu söyleyen biri, birtakım aş
kın gerçeklerden bahsediyorsa, bu durumda onu sınayabilmek için
herhangi bir "bilimsel" yöntemimiz yoktur. Bu durumda iki seçe
nek kalır: İnanmak veya inanmamak
Fakat
Burada gözden kaçan çok sıkıcı bir "gerçek" var: Beyin dediğimiz
organ, yine aynı zayıf algımızla algılayabildiğimiz bilgilerden çıkar
sadığımız bir "algı"dan ibarettir. Şimdiye kadar, gerek bu sayfalarda
gerekse yüzlerce yıllık araştırma ve düşünce tarihinde adına beyin
dediğimiz şey, temel duyu organlarımız aracılığıyla elde ettiğimiz
bu temsili bilginin bir yansımasından ibarettir. Aynen dışımızdaki
dünyayı zihnimizde oluşturduğumuz gibi, beynimizi ve zihnimizi de
aslında zihnimizin içinde şekillendirip anlamaya çalışıyoruz.
"Gerçek beyni" nasıl "görebileceğiz"? Hakkında her gün yeni bir bilgi
sahibi olduğumuz beynimizi anlamak için kullanabileceğimiz en kuv
vetli araç, yine kendi beynimiz! Zira insan beyninden daha karmaşık,
daha girift bir şey bilmiyoruz ve bizzat o beynin kuralları ve sınır
lılıkları ile bağlı olduğumuzdan, onu aşan bir algı seviyesine ulaşma
şansımız bildiğimiz yöntemlerle pek mümkün gözükmüyor. Duru
mumuz, biraz kaba bir benzetmeyle bilgi işlem yapan bir bilgisaya
rın "kendi varlığının mahiyetini" anlamasını beklememize benziyor.
Jostein Gaarder "Sofie'nin Dünyası" adlı kitabında bu açmazı şöyle
dillendiriyor: "İnsan beyni bizim anlayabileceğimiz kadar basit ol
saydı, onu anlayamayacak kadar aptal olmamız gerekirdi.''8
Benim için en önemli sorun şu: Beyin kendi kendisini nasıl anla
yacak?
Bazen sorular, cevaplardan daha çok şey anlatıyor insana
8 Jostein Gaarder, Sofıe'nin Dünyası, , Pan Yayıncılık, s.
83
SIRADAN HAYATLAR
"Birinin kahramanı olma k için süper güçlere ihtiyacınız yoktur."
Ricky Maye
•
i nsanoğlunun şaşırtıcı başarıları her daim gözlerimizi kamaş-
tırıyor; hatta kimi zaman adeta bizi bizden alıyor. Bir opera sa
natçısının sesiyle dalıp çıktığı derinlikler, bir piyano virtüözünün
akıllara ziyan performansı, bir ressamın renklerle şiir yazışı, dün
yanın tepelerinden korkusuzca kendini bırakan "basejumper"la
rın tüyleri diken diken eden cesareti, hattatların göz yaşartan ya
zıları, hafıza şampiyonlarının şaşırtıcı becerileri ve daha nice akıl
almaz insani başarılar, hayretten ağzımızı açık bırakıp bizi kendi
lerine hayran ediyor.
İnsanların başarılı oldukları alanlar, kalıplar vardır. Kimisi ko
nuşmada kimisi sporda kimisi bir sanat dalında kimisi politikada
yahut insan ilişkilerinde parıldar. Bir şeyler yapacağımız zaman
adettendir, mükemmelleri örnek alır, içten içe "onlar gibi" olmak
isteriz. Bu yolda kimi zaman yıllarımızı harcarız. Mesela bir kıs
mımız, benim gibi, sevdikleri müziği sadece dinlemekle yetine
mez, onu aynen hayran oldukları kişiler gibi, hatta onlardan da
iyi yapmaya heves eder.
Dehanın yüzde doksanının çalışmak olduğunu bildiğimizden, vak
tin bereketli olduğu gençlik dönemlerinde "kendimizi gerçekleştir
mek" adına zaman ve enerjimizin büyük çoğunluğunu bu çabalara
seve seve ayırırız. Amacımız, her ne yapıyorsak onunla, dünyada
parmakla gösterilecek "en"ler arasında zikredilmektir çoğu zaman.
Ama bu özenenlerin kahir ekseriyeti, "hayran oldukları o iş için
doğmamış" olduklarını bir süre sonra anlayıp yolun bir yerinde
84
SIRADAN HAYATLAR 1 •
vazgeçerler. Geride boşa harcanmış aylar, yıllar, umutlar ve çoğu
kez hatırı sayılır bir maddi harcama bırakarak
"Sıradan olmamak gerek" desem size, çoğunuz benimle aynı fi
kirde olursunuz. "Sıradan olmamak lazım" argümanını onaylayan
insanlarla birlikte sıradanlaşmak pahasına bunu yaptığınızı bile
fark etmezsiniz çoğu zaman Sıra dışı olmanın gerekli bir şey ol
duğu algısı, en "sıradan" algı tiplerinden biridir. Neden? Belki de
sıradanlığın zıddının sadece "farklı olmak" değil, aynı zamanda ve
hemen her zaman "başarılı olmak" gibi algılanmasından dolayı
dır. Halbuki mesele hiç de öyle değildir. Sıradan olmamak için ha
yatında sıradan gördüğü her şeye sırtını dönen ve böylece yıllar
boyu gözünün önündeki imkanlardan, hatta mucizelerden bihaber
yaşayan insanları tanısanız, sıra dışı olmaya çalışırken kaçırdık
larınızı daha iyi anlayacaksınız, anlayacağız belki
Başarılı ve usta insanlara dikkat edin. Biz onları genellikle hep ba
şarılı oldukları işlerle ve o işler bağlamında tanırız. Başka bir ha
yatları olduğu, hayatlarının diğer alanlarında neler yaşadıkları pek
aklımıza gelmez. Onlar gibi olamayışımıza hayıflanırız bazen. Acaba