ilk vahiy ayetleri / Son peygambere ilk vahyin geldiği mağara: Hira

Ilk Vahiy Ayetleri

ilk vahiy ayetleri

8-VAHYİN BAŞLAMASI VE İLK İNEN AYETLER Vahye Alıştırma Dönemi: Hz. Peygamber, Hz. Hatice ile evlendikten sonra on yıl gayet sakin ve Mekkeli herhangi bir tacirin hayatına benzer bir şeklide yaşadı. Kervan ticaretlerine katılıyor, gerektiğine uzak bölgelere gidiyor, gerekmediğinde ise Mekke’de kalarak bir taraftan burada alışverişine devam ediyor, diğer taraftan da evinin işleriyle meşgul oluyordu. Otuz beş yaşına geldiğinde hayatı tamamen değişti. Adeta eski Muhammed gitmiş yerine bir başka adam gelmişti. Hal, hareket ve tavırları değişmiş, durumu değişmiş, ilişkileri değişmiştir. Ünlü muhaddis Buharî, Hz. Peygamber’in bu dönemini kitabının ilk hadisi olarak almış ve bize ulaşmasını sağlamıştır. Hz. Peygamber’in eşi Hz. Aişe’den aktarılan hadise göre: “Resulullah (sa)’a vahyin ilk başlangıcı, gördüğü sadık [dosdoğru çıkan] rüyalardır. Hiçbir rüya görmezdi ki sabah aydınlığı gibi açık ve net bir şekilde gerçekleşmiş olmasın. Ondan sonra kalbine yalnızlık sevgisi yerleştirildi. Artık (Nur Dağın’daki) Hira Mağarası’nda yalnız kalıp, ailesinin yanına gelinceye kadar, sayıları belli günlerde ibadet eder (tahannüs) ve yine yanına azık alıp geri gelirdi. Sonra yine Hatice’nin yanına geri döner bir o kadar zaman için yine azık tedarik ederdi. Nihayet Resulullah (sa)’a bir gün Hira Mağarası’nda, bulunduğu sırada vahiy nazil oldu. Ona Melek gelip “Oku” dedi. O da “Ben okuma bilmem?” cevabını verdi. Hz. Peygamber diyor ki o zaman Melek beni alıp gücüm kesilinceye kadar sıktı. Sonra Salı verdi yine “Oku” dedi. Ben de ona “Okuma bilmem” dedim. Yine beni alıp ikinci kez gücüm kesilinceye kadar sıktı, sonra Salı verdi. Yine “Oku” dedi. Ben de [kendisine] “Okuma bilmem” dedim. Nihayet beni yine alıp üçüncü kez sıktı. Sonra bıraktı ve Alak suresinin ilk 5 ayetini okudu. Bunun üzerine Resulullah (sa) (kendisine vahyolunan) bu ayet-i kerimeleri alınca (korkudan) yüreği titreyerek döndü ve Hatice bnt. Huveylid’in yanına gelerek “Beni örtünüz, beni örtünüz” buyurdu. Korkusu zail oluncaya kadar mübarek vücudunu örttüler. Ondan sonra [Hz. Peygamber (sa] yaşadığı bu durumu Hz. Hatice’ye aktarıp: “Kendimden korktum” dedi. Hatice (ra): “Öyle deme, Allah’a yemin ederim ki O, hiç bir zaman seni utandırmaz. Çünkü sen akrabanı gözetirsin, düşkünlerin yükünü üstlenirsin, fakire yardım eder, kimsenin kazandıramayacağını kazandırırsın, misafiri ağırlarsın. Hakk yolunda zuhur eden hadiseler ve işlerde (hakka) yardım edersin” dedi [ve onu teselli etti]. Bundan sonra Hatice, Hazret-i Peygamber’i (sa) alarak amcasının oğlu Varaka b. Nevfel b. Esed b. Abdi’l-Uzza’ya götürdü. Bu zat, cahiliye döneminde, Hıristiyanlığı kabul etmiş olup, İbranice okuyabilir ve İncil’den Allah’ın dilediği kadarını yazabilirdi. Varaka, gözlerini yitirmiş yaşlı bir zattı. Hz. Hatice (ra) Varaka’ya: “Amcaoğlu! bak, kardeşinin oğlu ne diyor?” dedi. Varaka: “Ne var kardeşimin oğlu?” diye sorunca, Resulullah (sa) gördüğü şeyleri kendisine anlattı. Bunun üzerine Varaka dedi ki: “Bu gördüğün, Yüce Allah’ın, Musa’ya indirdiği Namus-ı Ekber’dir. Ah keşke senin tebliğe başlayacağın günlerde genç olaydım. Ulusunun seni [Mekke’den] çıkaracakları zaman hayatta bulunsaydım” Bunun üzerine Resulullah (sa) [hayretle]: “Onlar beni [Mekke’den mi] çıkaracaklar?” diye sordu. O da: “Evet (çünkü) senin getirdiğini getiren hiç kimse yoktur ki düşmanlığa maruz kalmamış olsun. Şayet senin [bu davayı] tebliğ edeceğin günlere ulaşırsam, sana güçlü bir şekilde destek olurum” cevabını verdi. Fazla bir zaman geçmedi ki Varaka vefat etti ve vahiy kesildi [Fetretu Vahiy dönemi başlamış oldu]. Evet aziz gençler, İşte Buharî’de yer alan “Vahyin Başlangıcı Hadisi” bu şekildedir. Buharî’nin o meşhur şaheseri bu hadisle başlamaktadır. Kuşkusuz bu hadisi destekleyen daha başka rivayetler de mevcuttur. Şimdi dilerseniz bu hadisin mündericatına yani ne ifade ettiğine biraz daha yakından bakalım: Hadis, vahyi Sadık Rüyalarla başlatmaktadır. Hem bu hadisin hem de İslam ulemasının vahyin bir babı olarak zikrettikleri sadık rüyalar, Hz. Peygamberin otuz beş yaşından sonraki hayatının bir parçası haline gelmiştir. Bu rüyalar onun yaşamını çepeçevre sarmış ve adeta içinden çıkılamaz hale getirmiştir. Zira Buharî’nin de ifade ettiği gibi “Hiçbir rüya görmüyordu ki günün aydınlığı gibi gerçekleşmiş olmasın”. Bir başka ifade ile gördüğü bir rüya kısa süre içerisinde aynen gördüğü şekliyle ortaya çıkıyordu. Birinin öldüğünü, birinin kaza geçirdiğini, birinin sevindiğini görse bütün bunlar kısa süre içerisinde gerçekleşiyordu. Gerçekleştikçe de Hz. Peygamber çok tedirgin oluyor, ne yapacağını adeta bilmez hale geliyordu. Bunların içerisinde kendini üzen hadiseler şayet varsa, bu onu daha da tedirgin ediyordu. Zira bu hadiselerin kesinlikle kısa süre içerisinde gerçekleşeceğini biliyor, ancak bunların önüne geçecek hiçbir kuvvetinin olmadığını da görüyordu. Kanaatimce rüyaların bu kadar net ortaya çıkmasının nedeni de zaten buydu. Yani bir başka ifadeyle Hz. Peygambere sanki “Ey Muhammed sen yakın zamanda çok olağan üstü hadiselere şahit olacaksın. Ancak bilesin ki bunları sana yaşatan biziz. Senin bu hadiselerin gerçekleşmesinde hiçbir dahlin yoktur, zaten bunu gerçekleştirmeye gücün de yetmez” denilerek onun kendi sınırlarını görmesi murat edilmiştir. Ama en önemlisi ona “günün açıklığı gibi bir hakikat olan vahiy, yakın zamanda indirilecekti. Dolayısıyla bu hakikatlerden şüphelenmemesi icap ediyordu. Eğer bu tecrübeyi yaşamamış olsaydı özellikle ilk vahiy aldığı zaman bunun bir hakikat olduğunu idrak edemeyebilir ve dolayısıyla da inanmayabilirdi” işte bu olağanüstülükler onu bahis mevzuu aşkın mesajlara hazır hale getirmiştir. 2-Yalnızlığı Sevmeye Başlaması: Hz. Peygamber aslında a-sosyal bir insan değildi. Zaten a-sosyallik bir nakisa olup bir peygambere de yakışmazdı. Ancak gelin görün ki otuz beş yaşına vasıl olduğu zaman, sair insanlarla bir arada oturmak, onlarla muhabbet etmek; kendileriyle hem hal olmak istemez, tek başına kalmayı tercih ederdi. Bir süre sonra bu yalnızlık isteği veya arzusu onu Mekke’nin dışına atmaya başladı. Bunun üzerine gerek dedesi Abdulmuttalib, gerekse sair akrabalarının zaman zaman gidip inzivaya çekildikleri ve rableri ile baş başa kaldıkları mekânı yani Hira Mağarası’nı tercih etmeye başladı. Ben Nur dağına çıkıp, Mekke’ye nazır; Kabe’yi uzaktan gören bu mağarayı gördüğümde, Kabe ve etrafındaki mataf alanında deveran olan haccı veya umrecileri izlemek ve Mekkelinin sahip olduğu yanlış düşünceyi tefekkür etmek için buradan daha güzel bir yerin olamayacağını düşünmüştüm. Buharî’nin verdiği bilgilerden Hz. Peygamber’in buraya sadece yalnız kalmak için gelmediğini; “tahannus” için de geldiğini anlıyoruz. Buharî, “tahannus” kavramının arkaik bir ifade olduğunu; herkes tarafından bilinemeyeceğini de bildiği için tanımlıyor ve bunun “taabbud” olduğunu belirtiyor. Taabbud kelimesi bildiğiniz üzere aslında “ibadet etmeyi” ifade etmektedir. Bundan dolayı bendeniz de dâhil olmak üzere yukarıdaki hadisi çevirenlerin tamamı “Hz. Peygamber Hira Mağarası’nda iken ibadet ediyordu” şeklinde çevirmektedirler. Ancak Hz. Peygamber burada nasıl ibadet ediyordu? Bir ibadet şekli var mıydı? Şayet bir ibadet şekli var idiyse bunu nereden öğrenmişti? Bunların hiç birine bu gün verecek net bir cevabımız bulunmamaktadır. Zira bu dönemde başta namaz olmak üzere İslam’ın ibadet olarak tanımladığı amellerin hiç birinin bilinmediğinde adeta bir konsensüs oluşmuştur. İslam’ın ibadet olarak kabul ettiği o dönemin yegâne ameli ise tavaf idi. Tavaf ise Kabe’de olurdu. Dolayısıyla bunun Hira Mağarası ile bir alakasının olmadığı ortadadır. Hz. Peygamber’in Hira Mağarası’nda “tahannüs” ameliyesi ile uğraşması aklımıza Zeyd b. Amr’ın yıllar önce söylediği sözlerin gelmesine neden olmaktadır. İlk derslerimizden hatırlayacağınız Zeyd b. Amr, günün birinde Kabe’yi tavaf ederken ellerini açmış ve Yüce Mevla’ya “ey Rabbim senin bu insanların seni tanıdıkları veya anlattıkları şekilde olmadığını biliyorum. Ancak sana nasıl İbadet edeceğimi bilmiyorum” şeklinde yalvarmıştı. Benzer şeyler dolaylı olarak Hz. Peygamber için de geçerlidir. O da aslında Cahiliye Araplarının ibadet edegeldikleri Lat, Menat ve Uzza gibi varlıkların rububiyetine inanmamakta, onlardan uzak durmaktaydı. Tek farkla Zeyd, uzak durmakla yetinmiyor aynı zamanda bunu yüksek sesle de dile getiriyordu. Hz. Peygambere gelince o böyle şeyler yapmaktan çok uzaktı. Bu kabil hareketlerin dikkat çekici olduğunun bilincindeydi. Ve oldum olası dikkat çekici şeylerden uzak duruyordu. Öyle anlaşılıyor ki Hz. Peygamber bu süreçte Allah’ın azametini ve celalini, uluhiyet ve rububiyyetini bütün ağırlığıyla hissediyor ve bunun karşısında da eziliyordu. Dolayısıyla inziva esnasında içinde yaşadığı ve giderek yokluğa ve hiçliğe doğru evrilen toplumun, helake doğru ilerlediğini gören ve yakınlarını bu felaketten kurtarmaya çalışan bir ıslahatçıdan tamamen farklı bir halet-i ruhiye içesindeydi. Zira şayet ıslahatı düşünmüş olsa bir kenara çekilip düşüneceğine, bunu en yakından başlayarak ailesi ve dostlarıyla paylaşmaya başlar onları düzlüğe, selamete çıkarmak için çaba sarf ederdi. Oysaki Hz. Peygamber bunun tam tersini yapmakta, etrafını kuşatan ne ve kim varsa hepsinden kaçmaktadır. Bu kaçısın kanaatimce tek nedeni aslında ne yapacağını bilememesidir. Zira bir takım olağan üstü şartlar yaşamaktadır. Ancak bunların hiç birini tanımlayamamaktadır. Kaldı ki delirdiğini düşünürler endişesiyle bunları rahat bir şekilde diğer insanlarla da paylaşamamaktadır. Bu nedenle haleti ruhiyesini keşfederler endişesiyle, başta kutlu validemiz Hz. Hatice olmak üzere herkesten ve her şeyden kaçmaktadır. Hz. Peygamber bu süre zarfında sürekli Hira mağarasında kalmamaktadır. Zaman zaman şehre inmekte; evine uğramakta ve eşiyle konuşmaktadır. Ancak eşi onun durumunu hiç beğenmemekte, hatta biraz da endişelenmektedir. Zira o da Peygamberdeki bu değişimi tanımlayamamaktadır. Nitekim eve gelip gittiğinde veya gelmediğinde ya da endişe duyduğunda mutlaka yardımcılarını gönderir, ondan haber almaya çalışırdı. Bazen bununla da yetinmez kendisi bizzat eline biraz azık alır ve Hz. Peygamber’in çekildiği mağaraya gider, onunla bir süre kalır; sonra Mekke’de bıraktığı işleri ve çocuklarına geri dönmesi icap edince geri dönerdi. Hz. Peygamber Hira’ya her geldiğinde hep aynı süre kalmazdı. Anlayacağınız her zaman uyguladığı sabit bir sünneti yoktu. Bazen bir iki gün, bazen bir hafta, hatta bir haftadan daha fazla kaldığı da olurdu. Bazen yemek almak için Mekke’ye gelir bazen de gelmezdi. Ne kadar yemek aldığı; ya da aldığı yemeğin kendisine ne kadar yeteceğini bilen Hz. Hatice şayet o gelmezse kendisi görevlilerinden birini çağırır ona yeteceği kadar yiyecek vererek Peygambere gönderirdi. Hz. Peygamber’in burada azık olarak kullandığı şeylere gelince kaynaklarımız onun genelde peksimet, kavurt ve süt gibi yiyecek ve içecek ile suyu aldığını aktarmaktadırlar. Cahiliye döneminde bu tür inzivalar geleneğe uygun olduğu için, Hz. Hatice dışında kimse onun yaşadığı olağanüstü değişikliğin farkında değildi. Hz. Hatice bu durumun farkında olduğu için Hz. Peygambere sorar, ancak cevap alamazdı. Zira Peygamber’in kendisi de neler yaşamakta olduğunu bilmiyordu. Bu durumu giderek sıkıntılı hale gelmeye başlayınca Hz. Hatice’ye açılmaya karar verir ve yaşadıklarının tamamını ona aktardıktan sonra “Ey Hatice, kendimden korkuyorum” dedi. Bunu söylerken de kâhin olabileceğinden endişe ettiği kaydedilir. Kâhin veya kâhinler onun hayatı boyunca hiç haz etmediği insan tipini teşkil etmektedir. Yalancı olarak gördüğü bu insanların, özellikle halkın sırtından geçinerek hayatlarını kazanmaları Peygamberi çok rahatsız ederdi. Onun için bunlardan uzak durmaya çalışırdı. Hz. Hatice validemiz onu “Öyle deme, Allah’a yemin ederim ki O, hiç bir zaman seni utandırmaz. Çünkü sen akrabana bakarsın, işini görmekten aciz olanların yükünü üstlenirsin, fakire yardım eder, kimsenin kazandıramayacağını kazandırırsın, misafiri ağırlarsın. Hakk yolunda zuhur eden hadiseler ve işlerde (hakka) yardım edersin.””. Hz. Hatice’nin bu net ve kendinden emin tavrı bir süreliğine Hz. Peygamberi rahatlatsa da daha sonra yeniden aynı endişeleri yaşamaya devam edecektir. 3-Olağan Üstü Seslere Aşina Kılınması: Vahiy sadece olağanüstü görüntülerle ilgili değil, aynı zamanda olağanüstü seslerle de ilgilidir. Kelam derslerinizde vahyin Hz. Peygambere nasıl indirildiğine dair rivayetleri okumuşsunuzdur. Zil sesi, çıngırak sesi, perdenin arkasından, direkt hitap, Cebrail’in direk getirmesi, Cebrail’in insan şekline girerek vahyi ulaştırması veya rüyasında Hz. Peygambere vahyin gelişi gibi yedi ayrı biçimde vahyin nazil olduğunu anlatırız. Dikkat ederseniz bu türlerin her biri sıra dışıdır, ama en önemlisi mutaal varlıkların kendisine hitap etmesidir. Şayet Hz. Peygamber bu hitap biçimlerine aşina olmamış olsaydı, ilk duyduğu zaman çok daha fazla korkardı. Oysaki yukarıda metnini verdiğim Buharî hadisine baktığınız zaman Cebrail Hz. Peygamber’i alıp sıkmış ve bırakmış olmasına rağmen Hz. Peygambere “Oku” dediğinde, o gayet mantıklı ve kendinden emin bir şekilde “ben okuma bilmem” şeklinde cevap verebilmektedir. Eğer bu olağan üstü seslere aşina olmamış olsaydı, yaşadığı onca olağanüstü deneyimi yaşamamış olsaydı, dilinin tutulması icap ederdi. Oysaki bunların hiç biri olmamakta, Cebrail’e gayet düzgün ve anlaşılabilir cevaplar vermektedir. Bu durum bütün peygamber için geçerlidir. Tur-ı Sina’nın tepesinde Hz. Mevla ile ilk mükâlemesi esnasında Musa’yı gözünüzün önüne getirin, aynı şeyi onda da göreceksiniz. Yüce Allah kendisine “Ey Musa elindeki nedir?” diye sorduğunda Musa, gayet kendinden emin ve hiçbir korku emaresi göstermeden “Bu benim asamdır, onunla koyunlarıma gerektiğinde ağaçlardan yaprak silkelerim” diyerek ayrıntıya girebilecek kadar hem kendinden hem de duyduğu sesten emindir. Dolayısıyla Hz. Peygamber’e farklı cisim ve varlıkların hitap etmesi onun eğitiminin bir parçası olarak gerçekleşmiştir. Bu dönemde kendisine ağaçlar, taşlar ve hayvanlar hitap etmektedir. Bizzat kendisi bunu bize aktarmaktadır. Mekke’nin fethi esnasında bir taşın yanında geçerken, o taşı sahabeye işaret eder ve “işte bu taşın yanından geçtiğim zaman bana selam verdi” demektedir. Kuşkusuz benzer şeyleri ağaçlardan hatta hayvanlarda da duyacaktır. Rivayetlere göre bir gün Hz. Ebubekir ile birlikte bulunduğu bir esnada yanından geçen devenin kendisine selam vermesini duymuş, sonra Ebubekir’in de duyup duymadığını anlamak için hızla ona dönmüş ancak daha büyük bir hayrete düşmüştür. Zira Hz. Ebubekir’de en ufak bir değişiklik yoktur. Bunu gördüğü zaman bu hadiseyi bir tek kendisinin yaşadığını anlamış, bu ise onu daha da endişelendirmiştir. Tekrar ediyorum Hz. Peygamber’in bütün bunları yaşaması vahye alıştırılması ile ilgilidir. Hz. Peygamber’in olağan üstü şartları yaşadığı bu dönem de Hz. Hatice validemizi onun üzerine titreyen, kendisini önemseyen, sanki eşi değil de annesiymiş gibi endişe duyan bir tavırda görüyoruz. Aziz gençler bendeniz şuna inanıyorum: Peygamber efendimizin sadece kendisi değil etrafı da dizaynediliyordu. Bir taraftan Peygamber efendimiz Peygamberliğe hazır hale getirilirken, öte taraftan da ona yardımcı olacak her bir şahıs yüce Mevla tarafından etrafına yerleştiriliyordu. Kanaatime göre Hz. Hatice validemiz seçilerek konulan şahıslardan bir tanesidir. Bunun böyle olduğuna inanıyorum ve inanarak anlatıyorum. Çünkü Peygamber efendimiz, özellikle yaşları arasında Hz. Hatice’nin artık tabiri caizse tamamen yardımına muhtaç bir şekilde yaşamını idame ettirmektedir. Kendi derdine düşmüş, ev ile adeta bir bağını koparmıştır. Buna rağmen eve gelmediği zaman Hz. Hatice onu arar, sorar, nerde olduğunu öğrenir, yardıma ihtiyacı varsa yardım eder; yiyeceğe ihtiyacı varsa ulaştırır. Gerektiğinde onunla birlikte bulunduğu yerde kalır, kendi gidememişse kölesini gönderir, suyunu gönderir, ne kadar kalmak istiyorsa o kadar kalmasını sağlar. Hz. Peygamber bu dönemde ticaretten elini eteğini çekmiş, işi bırakmış kendini dağlara vurmuş bir adamdır. Ev işleri tamamen aksamış, aile ile ilgili işler problemli hale gelmiştir. Bunların hiçbirinin Hz. Hatice tarafından sorun haline getirilmemiş olması etkileyicidir. Vahyin İnişi: İşte Hz. Peygamber kırk yaşlarına yaklaştığında artık yavaş yavaş değişmeye başlamaktadır. O olağan üstü ses, görüntü ve rüyaların tamamına aşina olmuştur. Artık bunlar onun hayatının bir parçası olduğu için peygamber tarafından içselleştirilmiştir. Bütün bunlardan sonra yeni bir aşamaya geçilmiştir yani Hz. Peygamberin vahye direk muhatap olduğu aşama. Ancak bu konuya geçmeden önce dikkatinizi bir hususa çekmek istiyorum. Hz. Peygamberin vahye muhatap olduğunda yaşının neden kırk olduğu mevzuuna. Malumunuz bu konuda birçok tartışma bulunmaktadır. Hz. Peygamber’in kırk yaşında peygamber olarak gönderilmesini kemal yaşının kırk olduğunu, bundan dolayı da peygamberin kırk yaşında gönderildiği şeklinde izah edenler de vardır. Ancak gerek günümüzdeki tıbbi veriler gerekse de dini referansların hiç biri bu iddiayı doğrulamamaktadır. Aksine Hz. İsa’nın peygamber olarak gönderildiğinde otuzlu yaşlarda olduğunu belirtirler. Peki öyleyse neden kırk yaşı diye sorarsanız? Cahiliye Araplarında kırk yaşı takıntısı vardı. Onlar kırk yaşına girmeyen birini Daru’n-nedve’ye bile üye yapmıyorlardı. Eğer Peygamber kırk yaşında gönderilmemiş olsaydı, Cahiliyye Arapları buna itiraz ederler, çocuk olduğunu sözünün dinlenemeyeceğini söylerlerdi. İşte yüce Mevla bu itirazın önüne geçmek için onu kırk yaşında göndermiştir. Hz. Peygamber kırk yaşına vasıl olunca bir gün Hira Mağarası’nda yalnız bulunuyor iken vahye muhatap olmuştur. Buharî hadisinde bahis mevzuu olay şöyle anlatılmaktadır: Nihayet Resulullah (sa)’a bir gün Hira Mağarasında, bulunduğu sırada vahiy nazil oldu. Ona Melek gelip “Oku” dedi. O da “Ben okuma bilmem?” cevabını verdi. Sevgili Peygamberimiz buyurur ki o zaman Melek beni alıp gücüm tükeninceye kadar sıktı. Sonra beni bırakıp yine “Oku” dedi. Ben de ona “Okuma bilmem” dedim. Yine beni alıp ikinci kez gücüm tükeninceye kadar sıktı. Sonra beni bırakıp yine “Oku” dedi. Ben de “Okuma bilmem” dedim. Nihayet beni yine alıp üçüncü kez sıktı. Sonra bıraktı ve Alak suresinin ilk 5 ayetini okudu. Hz. Peygamber yukarıda ifade ettiğim gibi bu hitaba muhatap olunca okuma yazma bilmediğini söylediğinde Cebrail kendisine Alak Suresi’nin ilk beş ayetini nazil kılar: 1-Oku, Rabbinin adıyla oku. 2-İnsanı embriyodan yaratan rabbinin adıyla. 3-Oku rabbin en büyük kerem sahibidir. 4-[Senin] Rabbin ki insana kalemle öğretendir. 5-İnsana bilmediğini de öğreten [senin Rabbinindir] Hz. Peygamber’in ilk muhatap olduğu ayetler bunlardır. Bu beş ayeti kerime tahlil edilmeden ne Hz. Peygamber’in muhatap olduğu vahyin azameti ne de peygamberin gerçekleştirdiği devrimin cesameti anlaşılabilir. Ayetlere yakından bakalım: 1-Oku, Rabbinin adıyla oku: Hz. Peygamber gibi okuma yazma bilmeyen bir şahsa ilk hitabın “oku” olmasının illetinin ne olabileceği hususunda değişik mülahazalar ileri sürümüştür: 1-Okuma-yazmanın önemine işaret etmektedir diyenler 2- Çevrene dikkat et anlamına geldiğini söyleyenler 3- Düşün anlamında olduğuna inananlar Ancak ben kavramın vaz’i anlamında kullanıldığını ve “okuma- yazma” manasına geldiğini düşünüyorum. Zaten “kalem” kelimesi ile aynı yerde kullanılmış olması metafor olmadığını, ikincil anlamları düşünmemizin gerekmediğini göstermektedir. Kuşkusuz her bir kavramın anlam alanını net olarak anlayabilmemiz için kullananın evrenini veya düşünce dünyasını bilmemiz icap eder. Öyleyse okuma ve yazma ile kalemin nasıl bir ikram olduğunu anlayabilmemiz için de o günün Mekke’sine bakmamız gerekir. O günün Mekke’si çevre yerleşim yerleri ile mukayese edildiğinde okuma yazma bilenlerin sayısı fazla olmakla birlikte bu gün ile mukayese edildiğinde çok az bir okur-yazar kitlesine sahipti. Bu vesileyle okur-yazara apayrı bir gözle bakılır, onu kendisinden üstün tutardı. Ehl-i kitabı kendinden üstün tutmanın illeti de buydu. Hele hele yazıya hayrandılar. Kargacık burgacık harflerin sözcüklere dönüşmesi, sözcüklerin cümlelere evrilmesi ve cümlelerin kişinin iyi-kötü, sevgi-nefret, aşk, huzur, üzüntü gibi tarifi bile adeta imkânsız olan bütün hissiyatını muhatabına ulaştırmasını sihramiz bir olay, olağanüstü bir hareket olarak görürdü. Hele hele bu kargacık burgacık şekillerin bir araya gelmesiyle insanlara ufuklar açtığını, kendisini diğer insanlardan üstün duruma yükselten bilgi okyanuslarını ayaklarının altına serdiğini düşünmesi onu bu gizemli şekillere ve anlamları bilen zevata karşı apayrı bir hayranlık duymasına neden oluyordu. Bu şekilleri bilen insanlara “mükemmel varlık anlamında el-kamil” demesinin nedeni de bu hayranlığıydı. İşte Yüce Allah onların bu düşünüş biçimine göndermede bulunmakta ve muhteşem ikramın bir tek sahibi bulunduğunu onun da bizzat kendisi olduğunu söylemektedir. Bunu söyledikten sonra da asıl vurucu hamleyi yapmakta öyleyse “bir tek rabbın kendisi olduğunu, yalnız kendisinin rab olarak kabul edilmesi gerektiğini; kendisi dışında rab olarak ittihaz edilen varlıkların terkedilmesinin vucubiyetinin” altını çizmektedir. Ben buna “asıl vurucu darbe” dedim ancak Hindistan’da doğan büyüyen, daha sonra Pakistan’a göçen ve burada da vefat eden ünlü müfessir hatta tarihçi Mevdudî başka bir şey daha söylemektedir. Ona göre İslam düşüncesi dört kavram üzerine oturmaktadır. Bir başka ifadeyle İslam düşüncesinin dört saç ayağı bulunmaktadır. Bu dört kavramı veya saç ayağı keşfeden şahıs, İslam düşüncesine vakıf olabilir. Ona göre bu dört kavram: ilah, ibadet, din ve rab kavramlarıdır. Mevdudî bunu söylerken aslında büyük bir iddiada da bulunmuş olmaktadır. Doğrusunu söylemek gerekirse haklı da sayılır. Zira inen ilk o ayetler, bu dört kavramdan birini izah etmek ve insanlara kabul ettirmek için nazil olduğu ortadadır. Dahası Mekke müşriklerinin onca tepkiyi bunun gerçekleşmemesi için verdiklerini gördüğünüzde bu kavramın onların düşünce dünyasında ne kadar da önemli olduğunu kavrarsınız. Şimdi kavrama biraz daha yakından bakalım: rab kavramı Arapça’da: terbiye eden, yediren içiren, büyüten, yasası ve tüzüğü olan, emrine ve fermanına ittiba olunan, hayatın merkezi olarak kabul edilen, yaratan gibi değişik anlamlara gelmekteydi. Mekke müşrikleri rab olarak Lat, Menat, Uzza, İsaf, Naile, Nesr, Yeğus, Yeuk, Zülhalasa, kabile reislerini, kâhin, cin ve melekleri; şehrin ulu kişilerini, devlet ve milletlerin yöneticilerini, zengin ve itibar sahihi insanları ve efendileri kabul etmişlerdi. Onların hayatı bir tek şeyin veya varlığın etrafında dönmüyordu. Onların hayatı bölünmüş vaziyette olduğu için birden fazla varlığın etrafında dönmeyi gerektiriyordu, çıkarları hangisinin etrafında deveran olmayı icap ettiriyorsa onun etrafında deveran oluyor; önünde el pençe divan duruyorlardı. Hangisinin huzurunda yere kapaklanmışsa onu diğerlerinden üstün tutuyor, onun dışındakilerin otoritesini kabul etmediğini söylüyordu. Bunların her birine bir hiyerarşi içerisinde hayatında yer vermişti. Allah’ı ise bu hiyerarşinin tepesine yerleştirmiş ona da “rabbu’l-erbâb” /rablerin rabbı ünvanı bahşetmişti!. Mekkeliler bu inançlarıyla hiyerarşiye dâhil ettiği her şahıs veya varlığa mavi boncuk vererek hedefine ulaşabileceğine inanıyorlardı. Allah dışındaki rablerin tamamının birer peyk olduklarını, güçlerini Allah’tan aldıklarını ve onun hoşnutluğu içerisinde güç kullandıklarını; bir başka ifadeyle bahis mevzuu rablerin tamamının gücünün Allah’tan geldiğini ancak onların her birinin de Allah katında makbul varlıklar olduğunu; dolayısıyla Allah’ı hoşnut etmek için onları hoşnut etmenin gereğine inanıyorlardı. Onlar bir kısmını ta’dad ettiğim put, cin, melek gibi varlıkların kendilerini Allah’a ulaştıracaklarına inanıyorlardı. Onlara göre Allah’a açılan kapı kesinlikle bu varlıklardan geçmekteydi. Bunlara başvurmayan bir bireyin Allah’a ulaşma gibi bir hayali olamazdı. “Neden bunları bu kadar tebcil ediyorsunuz, onları mı yaratıcı olarak kabul ediyorsunuz?” diye soranlara “Hayır ne münasebet. Biz bunları sadece ve sadece bizi Allah’a ulaştıracak varlıklar olarak kabul ediyoruz” diyorlardı. İşte yüce Allah tam burada devreye girmekte ve onların bu anlayışının tamamen yanlış olduğunu söylemektedir. Yaratanın kendisi olduğunu, onun dışında hiçbir varlığın yaratma gücüne sahip olmadığını, insanları emriyodan bizzat kendisinin yarattığını, insanoğluna cahilliğini giderecek donanımı bağışlayanın da kendisi olduğunu, bunun en büyük ikram olduğunu, bu ikramı da bizzat kendisinin yaptığını söylemekte ve dolayısıyla “bir ve tek rab olarak kendisinin kabul edilmesi gerektiğini ifade etmektedir.” Bu durum Arap muhayelesini alt üst eden bir durumdur. Bir taraftan bunu anlamakta zorlanan, diğer taraftan da çıkarları zedelendiği için karşı çıkanlar olmuş ve “Muhammed bütün rableri bir tek rabbe indirgedi” demişlerdir. Zira Lat, Menat ve Uzza gibi varlıklardan istifade eden bir kitle vardır: başta sadinleri, sonra etraflarında her yıl kurulan panayırlardan para kazanan tacirler, heykellerini yaparak para kazananlar vs. bütün bunların tamamı mesajı kendilerine yönelik bir ihtilal çağrısı olarak algıladılar. Kabile şeyhleri, zenginler, yüzlerle ifade edilen kölesi olan köle sahipleri, kendilerini diğer insanlardan üstün tutan asilzadeler, Mekke’nin ulu ve heybetli şahısları, ileri gelen melesi Hz. Peygambere inen bu ayetleri kendi çıkarları için bir tehlike ve tehdit, kurdukları düzene yönelik bir manifesto olarak gördüler ve bundan hiç hoşnut olmadılar. Hele hele aynı gün içerisinde indiğine inandığım ve bu ayetleri tamamlayan müddesir suresindeki diğer ayetler ise bunu daha da perçinledi: 1-Ey örtüsüne bürünen kalk uyar. 2-Bir tek kendi rabbini yücelt. 3-Seni çepeçevre kuşatan herşeyi temizle. 4-Bütün nahoş şeylerden uzak dur. 5-Senin çağrına cevap verip, sana katılanların başına yaptığın iyiliği kakma. 6-Sabret (düşüncen üzere sabit kalmaya devam et). Bu ayetler açıkça Hz. Peygamberi harekete geçmeye çağırıyor, bir ve tek olan rabbı, Yüce Allah’ı rab olarak yüceltmesi gerektiğini; Lat, Menat ve Uzza başta olmak üzere Cahiliye Arabının rab olarak gördüğü varlıkların tamamını reddetmesi icap ettiğini söylüyor ve onu hemen harekete geçmeye çağırıyordu. “Kalk ve uyar” diyerek de üstlendiği görevi yerine getirmeye teşvik ediyordu. Dahası ileriki zaman diliminde Allah dışında rab edinmenin mantıksızlığını da söylüyor ve Mekke müşriklerini bu açıdan da eleştiriyordu: “Bir tek rab mı daha hayırlıdır yoksa birden daha fazla rab mı?.” Kuşkusuz bir tek bu ayet bile Yüce Allah’ın asıl kurmak istediği devrimin, ta’dat ettiğim rableri ret ederek bir ve tek Rab olan Allah’a inanmakla gerçekleşeceğini ortaya koymaktadır. Öyleyse mücadelenin özü onca rabbi silip süpürmek bir tek rabbe indirmektedir. İslam’ın tevhit düşüncesi dediği de işte budur. Yani “tevhid” hayatın merkezine bir, tek olan rabbi yerleştirmek, onun dışındakileri dışarıda tutma düşüncesidir. Aziz gençler Hz. Peygamber bu ayetleri alınca zihninde, benliğinde bir devrim kadar bir de korku oluştu. İlk kez Cebrail’i görmüş, sesini duymuş, korkarak dağdan inerken karşısında görmüş, biraz sonra anlatacağım namazı kendisine öğretmiş, oradan da o korku içerisinde evine ulaşmış, kutlu validemize “beni örtün beni örtün” diyerek, sanki örtünü altına girerek Cebrail’den kurtulabileceğini düşünmüş; ancak Cebrail onu orada da rahat bırakmamış ve “ey örtüsüne bürünen kalk ve uyar” denilerek, yatma zamanı olmadığını artık, tebliğ ve uyarma zamanı olduğunu kendisine hatırlatmış ve örtünün altından çıkmasını sağlamıştır. Hz. Peygamber’in bütün bu uyarılardan sonra zaten örtünün altında durması mümkün değildi. Örtünün altından çıkmış olmasına rağmen hala korku emareleri zail olmamış, hala olayın şokunu üzerinden atamamıştır. Öte taraftan eve geldiği andan itibaren kendisinden bir saniye bile ayrılmayan Hz. Hatice validemiz onun isteği üzerine örtmüş olmasına rağmen yanından ayrılmamış, korku ve titremesinin geçmesini beklemiştir. Hz. Peygamber biraz sonra kendine gelince Hz. Hatice validemiz elini ve yüzünü yıkaması için kendisine su getirmiş ve usulca sormuştur: -Neyin var ey Muhammed Hz. Muhammed kendisine yüklenen ağır yükü artık tek başına taşıyamayacağını bilmektedir. Dolayısıyla hiç nazlanmadan yaşadığı olağan üstü durumu kendisine bir çırpıda anlatır ve bir de ilave eder: -“Şimdi de gelmiş bana diyor ki kalk ve uyar. Peki bana kim inanır ki”. Hz. Peygamberin bu cümlesi adeta onun geçmişini ve endişelerinin tamamını gözler önü sermektedir. Adeta şöyle demektedir: “Ben bir kabile reisi değilim, zengin değilim, Mekke’nin ulu kişisi değilim. Ben, babası hayatta olmayan, kardeşleri ve kendisiyle birlikte hareket edecek köleleri veya emrinden çıkmayan aşireti olmayan bir adamım. Bana kim inanır da peşimden gelir ki?” Hz. Hatice onu büyük bir sükunet içerisinde ve sözünü hiç kesmeden dinlemektedir. Sözleri bittikten sonra, Hz. Peygambere döner ve -Ben, ben sana inanıyorum der. Hz. Hatice’nin bu sözü devrimin başlangıcıdır. Zira Hz. Peygamber duyduğu bu “ben” ifadesinin sahibine döner gözlerinin içerisindeki samimiyeti, imanı, güveni ve inancı görür. Bu inanç ona öyle bir canlılık verir ki artık dünyanın tamamını karşısına alabilecek güçte hisseder kendisini, artık hiç kimse onun umurunda değildir. O bir doğruya sahiptir, kendisine bir görev yüklenmiştir. Bu görevin de anlatılası gerekmektedir. Kimin ne diyeceği bu dakikadan sonra hiçbir anlam ifade etmemektedir. Hemen kalkar, Hira mağarasından inerken Cebrail’in kendisine öğrettiği şekilde abdest alır ve Hatice’ye de öğretir, sonra onunla birlikte iki rekat da namaz kılar. Böylece yeni bir dönem başlamış olur. Aziz gençler bu yeni döneme geçmeden önce namaz mevzuu üzerinde biraz durmak istiyorum. Zira bu konu önemli bir meseledir ve bugün bile ilahiyat camiası içerisinde tartışılmaktadır. Rivayetlere göre Hz. Peygamber Hira dağının eteğine indikten sonra Cebrail’i yeniden karşısında görüyor. Cebrail den o kadar ürkmüştür ki yüzünü kaçırmak ister, sağa bakar Cebrail; sola baka Cebrail, yukarı baka Cebrail, aşağı bakar Cebrail, Cebrail adeta her tarafı kuşatmış vaziyettedir. Ondan kurtulamayacağını anlar ve direnmekten vazgeçer. Cebrail Hz. Peygamber’in yanına iner ve kendisine “ey Muhammed ben ne yapıyorsam sen de onu yap” der. Hz. Peygamber Cebrail’in abdest alışını ve iki rekat namaz kılışını seyreder ve aynısını da yapar böylece ilk namaz başlamış olur. Şimdi Hz. Peygamber’in Kur’an dışında vahiy almadığını iddia eden bir kitle vardır. Onlar “Kur’an İslamı” şeklinde bir de kavram üretmişlerdir ve Hz. Peygamber’in vahiy olarak sadece Kur’an’ı aldığını söylemektedirler. Yukarıdaki rivayeti de bu bağlamda ret etmektedirler. İslam Öncesi dönemde Arapların namaz kıldığını, Hz. Peygamber’in de bu bağlamda namaz kıldığını söylemektedirler. Oysaki tarihi rivayetler Arapların İslam öncesi dönemde namaz kıldıklarını doğrulamamakta, aksine tersini söylemektedirler: 1-Kur’an onların salatlarının el çırpmak ve ıslık çalmak olduğunu söylemektedir. Önceki derslerimizde söylemiştim. Onlar tavaf yaparlarken, kuğu kuşları olarak kabul ettikleri Lat, Menat ve Uzza’yı taklit ediyor, onlar gibi sesler çıkararak kanat çırpmaya çalışıyorlardı. Kuran onların bu davranışını “salat” olarak isimlendirmekte ve “salatları el çırpmak ve ıslık çalmaktan ibarettir” demektedir. Bu ayet ile tek başına cahiliye Arabının bizim kıldığımız namaza benzer ve adına “salat” denilen bir ibadetlerinin olmadığını göstermektedir. 2-Hz. Ali’nin İslam dinini kabul edişini anlatan meşhur kıssayı hatırlayın. Hz. Peygamber ile Hz. Hatice namaz kıldıklarında gelir ve “yaptığınız bu hareketler nedir” diye sorar, eğer gerçekten, namaz bilinmiş olsaydı Hz. Ali’nin böyle demesinin bir anlamı olur muydu? 3-Hz. Peygamber, Kabe’nin etrafında her namaz kıldığında Cahiliye Arapları ona mani olmaya çalışmaktadırlar. İbadet bilinmiş olsaydı engel olmalarına ne hacet vardı. Zira tavaf etmesine veya Kabe’ye girmesine engel olmamaktadırlar. Karşı oldukları Hz. Peygamberin onlar tarafından bilinmeyen bir ibadet yapıyor olmasıdır. 4-Afif’e dayandırılan ve Buharî tarafından kaydedilen bir rivayete göre, Afif Hz. Abbas’ın misafiri olarak Mekke’ye gelir; Hz. Peygamber, Hz. Hatice ve Hz. Ali, Kabe’de namaz kılmaktadırlar. Afif onların ne kim olduklarını ve ne de ne yaptığını bilir. Bunun için Abbas’a sorar, Abbas da biraz da utanarak onların iki yeğeni ile yeğeninin eşi olduğunu; bir din üzere bulunduklarını iddia ettiklerini söyledikten sonra “Allah şahidim olsun ki onların dışında bu dine mensup bir başka şahıs da tanımıyor” diye ilave eder. Bu rivayette de Afif’in namazı bilmediğini gösterir. Eğer Cahiliye döneminde namaz ibadeti olsaydı Afifin ne yaptıklarını sormasının mantıklı bir izahı olur muydu? Bunlara benzer onlarca delil İslam öncesi dönemde Araplar’ın namazı bilmediklerini kanıtlamaktadır. Peki İslam öncesi dönemde Araplar namaz kılmayı bilmiyor idiyseler Hz. Peygamber namaz kılmaya nasıl başladı? Bu soruya ya kendiliğinden karar verdi ve başladı veya biri ona namaz kıl diye emretti şeklinde cevap vermeniz icap eder. Kendi başladı derseniz Hz. Peygamber’i dinin içerisinde daha etkin konuma yerleştirmiş olursunuz. Biri öğretti derseniz o zaman dönüp Kur’an’a bakmanız gerekir. Kur’an’ın yukarıda ta’dad ettiğim ayetlerinin hiçbiri namazı emretmemektedir. Namazı emreden ayetler ileriki yıllarda inmiştir. Böylece Kur’an dışında bir başka emirle başladı demek zorunda kalırsınız. İmam Şafii, er-Risale adlı eserinin girişinde Sünnetin dindeki yerini temellendirirken namazı kullanmakta ve sünnetin vahiy mahsulü olduğunu söylemektedir. Ona göre ne namazın kılınış biçimi, ne kaç rekat olduğu, ne namazda ne okunacağı ile ilgili Kur’an’da bir veri bulunmamaktadır. Bunların tamamı Kur’an dışı vahiyle belirlenmiştir. Bu da sünnetin vahiy mahsulü olduğunu kanıtlamaktadır. O delil olarak bir de kıblenin tahvilini kullanmaktadır. Bildiğiniz gibi Kıblenin Kudus’e çevrilmesine dair bir emir Kur’an’da bulunmamaktadır. Oysaki Hz. Peygmber’in elini açıp, göğe doğru boynunu bükerek Mekke ve Kabe’ye dönmeyi arzuladığını söyleyen Kur’an, daha sonra “seni sevdiğin ve istediğin kıbleye çevireceğiz” diyerek ona Kabe’ye dönmeyi emretmiştir. “Öyleyse bu da Hz. Peygamber’in Kur’an dışında vahiy aldığının kanıtıdır” demektedir. Görüldüğü gibi bu hadise önemli bir hadisedir ve üzerinde düşünülmesi gerekir. Bir şey daha söyleyip kaldığım yerden devam edeceğim. Aziz gençler bilmelisiniz ki İslam dini Kur’an ve Hadis bütünlüğünü gerektirir. Birini terk ettiğiniz zaman İslam Dini’nin adeta yarısını terk etmiş olursunuz. Kur’an İslamı’nı savunanlar şayet bununla Kur’an dışındaki verilerin tamamını terketmeyi öneriyorlarsa büyük bir yanılgı içerisindedirler. Onların bu çağrıları da iyi niyetli bir çağrı olmaktan çok uzaktır. Şimdi kaldığımız yerden devam edelim. Hz. Hatice’nin Hz. Peygambere verilen bu dini kabul etmesi yeni bir dönemin başlangıcı olduğunu söyledim. Zira Hz. Peygamber bununla kendisine tevdi edilen “Ey Muhammed kalk, uyar ve rabbini yücelt” ayetinin mündericatını ilk kez yerine getirmiş oldu. Ayet aslında zımnen onun bakışlarını çevresine çevirmesine de neden oldu. Zira Mekke’nin içerisinde yaşayan insanlar Ebu Cehil, Ebu leheb, Nadr b. Harise vb. Mekke’nin azılı müşrikleri inandıkları rableri için uğraşıyor, didiniyor, çaba sarf ediyorlar. Kendilerini biçim verdikleri rablerini temizliyor, yıkıyor, bakımını yapıyor, muhtemelen cilalıyor, parlatıyor, üzerlerine konan kuşları uzaklaştırıyor, kuşların bıraktığı nahoş şeyleri izale ediyorlardı. Kimse onların hatıralarına karşı saygısızlık yapmasın diye nöbetçi tutuyor, Hubel gibi en azından bir parçası akikten olan putlar gibi değerli olanların çalınmaması için başına görevli dikiyorlardı. Hatırlarsanız Kur’an onların bu durumu ile dalga geçmekte “Onların sizi koruması için kendilerine ibadet ediyorsunuz, ancak ne hazindir ki onlar bırakın sizi korumayı kendilerini de koruyamadıkları için başlarında nöbetçiler dikiyorsunuz” anlamına gelen şeyler söylemektedir. İşte Yüce Allah bütün bunlara göndermede bulunmakta ve ululanmaya layık bir tek varlığın olduğunu onun zat-ı celali yani bizzat kendisi olduğunu söylemektedir. Dolayısıyla Hz. Peygamber’e “sen de kendi rabbini yücelt” demektedir. Bu ayet, bir taraftan kendisine bir görev yüklenirken diğer taraftan da “sen senin rabbin dışında bir başka varlığı yüceltme” şeklinde bir emir de içermektedir. Peki Allah’ı tekbir etmek onu yüceltmek ne demektir. Camilerimizde her namaz vakti “Allahu Ekber” diye bağırmamız bunun için kifayet etmez mi? Hayır yetmez, bunun anlamı Yüce Allah’ı onun hakkı olan egemenliği kendisine bağışlayarak yüceltmemizin icap ettiğidir. Allah’ın hakkını Allah’a vermeden Allah’ı yüceltmek mümkün değil. Allah gerçekten yüceltebilmemiz için onu kendi hayatımıza hâkim kılmamız, kendi acziyetimizi ifade etmemiz, birer kul olarak aciz olduğumuzu görmemiz, kabul etmemiz, benimsemeliyiz gerekir. Onun da aziz ve yüce yegane güç ve kudret sahibi olduğunun ilan edilmesi gerekir. Bunun yapılmaması durumunda Allah yüceltilmiş olmaz. Bir taraftan “Allahu ekber” diyerek, diğer taraftan hayatımıza değişik egemenleri hâkim kılmak bu ayeti anlamadığımız anlamına gelir. Öyleyse Allah’ı hayatımızın merkezine yerleştirip onun etrafını tabiri caiz ise deveran olabilirsek, ancak o zaman onu gerçekten yüceltmiş oluyoruz. O gün inen manifestonun bir başka parçası ise “ve siyabeke fe tahhir’’ ifadesini mündemiçti. Sevb kelimesini bugün modern Arapça’da tekstil veya elbise için kullanılmaktadır. Ancak kaatimce bu kavram sadece elbisenin temizliğinden bahsetmez, aksine kişiyi çepeçevre kuşatan her şeyi kapsar. Zira sevb aslında kişinin vücudunu sarmalayan her şeydir, öyleyse çevrede buna dâhildir. Çevresini temizlemeyen bir insanın kendi hayatını temizlemesi mümkün değildir. Bir insan gerçekten düzgün bir yaşam sürmek istiyorsa çevresinden başlaması icap eder. Hz. Peygambere ait “kişi arkadaşının dini üzerinedir” hadisi bunu gayet güzel ifade etmektedir. Öyleyse bir ihtilal gerçekleştirme niyetinde iseniz önce kendinizden, sonra çevrenizden başlamanız, çevrenizi değerlerinize uygun dizayn etmeniz veya sizin gibi düşünen insanları çevrenize yerleştirmeniz gerekir. Aksi taktirde başarılı olma şansınız yoktur. Manifestonun diğer parçası ise “ve rucze fehcur’’ rucz dan uzak dur. Bazı tefsirlerde bu ayet “pislikten uzak dur” şeklinde tefsir edilmiştir. Tuhur ile rucz arasında da maddi temizlik ve manevi kir gibi bir iki farklı durumu izah ettiklerini de söylemişlerdir. Aslında ayetin siyak ve sibakı dikkate alındığında bu yorumun yabana atılacak bir yorum olmadığı söylenebilir. Dolayısıyla birine çevreni temiz tut derken, kendini de temizle dememek bir nakisa olurdu. Öyleyse ilk ayetti Cahiliye Arap toplumu ile iş tutmamak, onlardan uzak durmak, onların şirkin egemen olduğu düşünce dünyasını terk etmeyi ifade ederken bu ayeti de zihin dünyanı temizle ve zihin dünyana bir tek Allah’ı egemen kıl demektedir. Hatta böyle yapılamaması halinin biraz da hastalıklı bir hal olduğunu “rucz” kavramının literal anlamından istifade ederek söyleyebilirim. Bilindiği gibi “rucz” çok güzel bir devenin musab olduğu hastalığı ifade etmekteydi. Bu ilk manifesto aslında kendisiyle barışık, söylediğini yaşayan, yaşadığını düşünen, içi ve dışı birbiriyle uyum halinde, kimlikli ve kişilikli bir tip yaratmak istemektedir. Zira cahiliye mantığının egemen olduğu kişilikler genelde çift karakterlidir, inandığını söyleyemez, korkar, ürker, hangi çevrede yer alıyorsa onlardan birmiş gibi davranır, bu ayetler söz konusu tipin hastalıklı bir kişilik olduğunu ve uzak durulması gerektiğini göstermektedir. Bir başka ifadeyle bir insanın zihni gerçekten Allah’a raam olmuş, Allah’a kul olmuş Allah karşısında acziyetini bilmemiş ise bu insandan temiz bir düşünce, temiz bir inanç, temiz bir ahlak bekleyemezsiniz. Manifestonun bir diğer ayeti ise “ve la temnun testeksir’’ifadeleridir. Bu ayetler son derece müthiş ayetlerdir. Yüce Allah vahyin nazil olduğu ilk günlerde Hz. Peygamberi uyarmakta ve İslam’ı anlatırken bunu kimsenin başına kakmaması gerektiğini söylemektedir. İlk gün yüce Allah adeta Hz. Peygambere “Bak İslam’ı anlatacaksın, kabul edenler olacak, onlara minnet etmeyeceksin” demektedir. Peygamber üzerinden de biz kendine Müslüman diyen her bir biriye hitap etmekte, her birimizin kendimiz için çabaladığını, İslam’ı kabul ederken, yaşarken ve anlatırken rabbimizin rızasını arzulamamız gerektiğini hatırlatmaktadır. Bu açıdan da bahis mevzuu manifestoyu tamamlayan bir ayettir. Manifestonun son kısmı ise “ve li rabbike fasbir’’rabbin için sabret ifadesini içermektedir. Sabır nedir? Sabır bir insanın hastalanıp hastalandıktan sonra “yarabbi bu hastalıkları sen verdin, senden geldi. Senden gelen her şey güzeldir, ya rabbi bu felaket senden geldi, senden geldiği için sabrediyorum” mu demektir? Yoksa daha başka anlamları da var mıdır? Aziz gençler aslında bu ayette anlatılan sabır veya Hz. Peygamber’in hayatına baktığımız zaman ifade edilen sabır “musibetler karşından isyan etmemeyi” ifade etmemektedir. Aksine burada anlatılan sabır, İslam dinini anlatılırken karşılaşılan sıkıntılar karşısında dimdik ayakta durmak ve zerre kadar yalpalamadan, korkmadan, çekinmeden İslam’ı anlatmaya devam etmeyi ifade etmektedir. Dolayısıyla sabır kişinin hal hareket ve tavrını değiştirmeden inancını savunabilme duruşudur. Nitekim Hz. Peygamber İslam Dini’ni tebliğ etmeye başladıktan sonra bu din-i mubin-i İslam’ı kabul edenler işkencelere maruz kalmaya başladıklarında Hz. Peygamber onlara “sabredin ey Yasir ailesi, sabredin” demiş kavramı bu şekilde de tefsir etmişti. Aziz gençler bu din Allah’a aittir. Ve Allah aynen şöyle demektedir: “Ey iman edenler şayet siz kendi inandığınız değerlerden vazgeçerseniz bilesiniz ki Allah sizin yerinize öyle milletler var kılar ki Allah onları sever. Onlar allahı severler”. Dolayısıyla bu güzellikler birine bağışlandığı zaman sabdetmez, isyan ederse onun elinden alınır bir başkasına verilir. Tekrar ediyorum bu din Allaha aittir, Allah kendi dinine mutlaka sahip çıkacaktır. Fakat bizim yararımıza olan şey bizim bu dine sahip çıkarak, Allah’ın bize sahip çıkmasını sağlayabilmemizdir. Bunu yaparsak o zaman kazanabiliriz. Tekrar ediyorum: asl olan bizim Allah’ın dinine sahip çıkarak, Allah’ın bize sahip çıkmasını sağlamamızdır”. Bunu yapmadığınız taktirde kaybedenlerden oluyoruz. Fakat bunun için adım attığımız ilk andan itibaren de bedel ödemeye hazır olmalıyız. Zira dinimiz bu güne kadar bedel ödeyerek gelmiştir. Geçmiştekiler bedel ödediler ve bu dinin bize ulaşmasını sağladılar. Ammarlar, Yasirler, İbn Ebi Haleler, yazanlar, çizenler, kalemleriyle mücadele edenler hayatlarını gerçekten İslam’ı anlatmak için harcamış insanlar, İslam’ı anlatmak için coğrafya tanımadan hareket edenler; evet bunların her biri bedel ödediler, bir başka ifadeyle maruz kaldıkları olumsuzluklara karşı sabrettiler. İşte bizler, yani sonradan gelen Müslümanlar o ödenmiş bedelin ürünleriyiz. Eğer biz de bedel ödemeyi göze alabilir ve doğrumuzu anlatmaya devam edebilirsek o zaman bu doğrunun büyüdüğünü hep birlikte müşahede etmiş oluruz. Sabredenlerden olmak dileğiyle… Evet aziz gençler bu dersimizde Hz. Peygamber’in vahyi ilk alışı ve ilk inen ayetlerin tahliline ayırdık. Allah izin verirse haftaya ilk Müslümanlar konusunu inceleyeceğiz. Haftaya görüşmek üzere.. Allah’a emanet olun..

Kur'an-ı Kerim - Diyanet İşleri Başkanlığı

Alak Suresi - . Ayet Tefsiri

Ayet


  • اِقْرَأْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذٖي خَلَقَۚ

    ﴿١﴾

  • خَلَقَ الْاِنْسَانَ مِنْ عَلَقٍۚ

    ﴿٢﴾

  • اِقْرَأْ وَرَبُّكَ الْاَكْرَمُۙ

    ﴿٣﴾

  • اَلَّذٖي عَلَّمَ بِالْقَلَمِۙ

    ﴿٤﴾

  • عَلَّمَ الْاِنْسَانَ مَا لَمْ يَعْلَمْؕ

    ﴿٥﴾

Meal (Kur'an Yolu)


﴾1﴿

Yaratan rabbinin adıyla oku!

﴾2﴿

O, insanı alaktan (asılıp tutunan zigottan) yaratmıştır.

﴾﴿

Oku! Kalemle (yazmayı) &#;ğreten, (b&#;ylece) insana bilmediğini bildiren rabbin sonsuz kerem sahibidir.

Tefsir (Kur'an Yolu)


Nüzûlü” bölümünde açıklandığı üzere bu âyetler Hz. Peygamber’e inen ilk vahiy olup ona ve onun şahsında bütün müslümanlara okumayı emretmiş, onları kalemle yazmaya ve ilimde gelişip yetkinleşmeye teşvik etmiştir. İlk vahyin “oku” emriyle başlaması ve bu emrin iki defa tekrar edilmesi, okumanın ve bilmenin dinde ve insan hayatında ne kadar önemli olduğunu gösterdiği şeklinde yorumlanır. Kur’an’ın, canlılar arasında insanın farklı ve üstün yerini onun öğrenme özelliği ile tanımlaması son derece anlamlıdır (ayrıca bk. Bakara 2/31). Âyette Hz. Peygamber’e emredilen okumanın konusu belirtilmemiştir; çünkü başta kendisine indirilen vahiy ve kozmik evrendeki âyetler olmak üzere, okunması yani üzerinde inceleme yapıp zihin yorarak hakkında bilgi edinilmesi, ders ve ibret alınması, iyi ve faydalı sonuçlar üretilmesi gereken her şeyi tanıması, hakikatini anlayıp kavraması istenmektedir. Kuşku yok ki en başta yaratanı tanımak, dinin de ilmin de temel gayesidir. Bu sebeple “Yaratan rabbinin adıyla oku!” buyurularak Hz. Peygamber’in okuma faaliyetine veya herhangi bir işe, başka varlıkların adıyla değil, yaratan rabbinin adıyla başlaması ve O’ndan yardım istemesi emredilmiştir. Âyete “Yaratan rabbinin adına oku!” şeklinde de mâna verilebilir. Sonuçta okumanın (veya herhangi bir faaliyetin) Allah’ın adıyla, Allah için ve Allah adına yapılması emredilmiştir. Âyette “Yaratan rabbinin adıyla oku!” buyurularak özellikle yaratma sıfatına vurgu yapılmıştır. Çünkü hem insandaki okuma yeteneği ve imkânını hem de onun okuduğu, incelediği, anlamaya ve kavramaya çalıştığı objeleri, nesneleri yaratan Allah’tır. İnsan, bilgi edinme sürecinde Allah’ın verdiği imkân ve yetenekleri kullanmakta, O’nun yarattığı şartlarda ve onun yarattığı varlıklar üzerinde inceleme ve araştırmalar yapmaktadır. Durum böyle iken, yani O’nun yarattığı yeteneklerle O’nun yarattığı varlık âlemini incelerken, bütün bu lütufları görmezlikten gelerek Allah’a şükretmemek, O’nu tanımamak, üstelik bunu bilim adına yapmak büyük bir nankörlüktür.

Sözlükte “yapışmak, asılmak, sevgi, ilgi, pıhtılaşmış kan, kan emen kurtçuk” gibi anlamlara gelen 2. âyetteki “alak” ile aşılanmış yumurtanın ana rahminin iç cidarına asılı vaziyetinin (zigot) kastedildiği anlaşılmaktadır. Âyetler insanın kâmil bir varlık haline gelmesi için önce yaratanı, sonra da yaratılanı yani kendisini ve evreni tanımasının gerekli olduğunu gösterir (insanın yaratılış safhaları hakkında bk. Hac 22/5; Mü’minûn 23/14).

Nüzûlü” bölümünde anlatıldığı üzere Cebrâil Hz. Peygamber’e “oku” dediğinde o okuma işinin okuma yazma bilenler tarafından yapılabileceğini düşünerek “Ben okuma bilmem” demişti. İşte 3. âyet, bir bakıma Resûl-i Ekrem’in bu dolaylı özür beyanına bir cevap olmaktadır. Buna göre Allah’ın keremi sonsuzdur; O, insanı “alak”tan yaratıp mükemmel bir varlık haline getiren ve peygamberlik gibi yüce bir makama kadar erdiren kudretiyle, dilediği kullarına normal yollardan, yani kalemi ve diğer bilgi malzemesini kullanarak bir hocadan bilgi almasını sağlayarak okumayı öğretir, ama O, kullarından dilediğine, bir öğretici ve öğrenim aracılığı olmadan bilgi öğretmeye de kadirdir.

4 ve 5. âyetlerde kalemin önemi vurgulanmıştır; çünkü “kalem” kelimesiyle anılan yazma araçlarında sayılamayacak kadar çok ve büyük faydalar vardır. Kalem vasıtasıyla ilimler tedvin edilmiş, hikmetler kaydedilmiş, öncekilerle ilgili haberler, bilgiler zaptedilmiş; kalem sayesinde insanlar bilgilerini yazıya, kitaba dönüştürüp başkalarına aktarmış, kalıcı hale getirebilmiş; Allah tarafından indirilmiş olan kutsal kitaplar yine bu araçla yazılmıştır. Kısaca uygarlıklar kalem sayesinde süreklilik kazanmış, kuşaktan kuşağa aktarılmış; Allah kalem vasıtasıyla insana bilmediklerini öğreterek onu cehalet karanlığından kurtarmış, ilmin aydınlığına kavuşturmuştur. Burada “kalem” kelimesinin, –işlevi ve amacı dikkate alındığında– bilinen kalemden bilgisayara kadar bütün okuma, yazma ve bilgi alıp verme araçlarını kapsadığını da belirtmek gerekir.


Kaynak :Kur'an Yolu Tefsiri  Cilt:5 Sayfa

Kur'an-ı Kerim Portalı

Diyanet İşleri Başkanlığı Kur'an-ı Kerim Portalında Kur'an hakkında istediğiniz biligilere ulaşabileceksiniz

Bağlantılar

  • Windows
  • Windows Store
  • IOS
  • Android
  • Mac

Uygulamalar

  • Windows
  • Windows Store
  • IOS
  • Android
  • Mac
Özet

Vahiy olgusu, sadece İslam dininin değil, İbrahimî dinlerin en temel meselesidir. Dinin temelini oluşturan vahiy, esasen farklı bir ontolojik alandan yani Allah’tan, farklı bir ontolojik varlık aracılığı ile farklı bir ontolojik alana yani peygambere yapılan bildirimin adıdır. Vahiy, ilk insana iletilen mesajla, beşeriyetin gündemine girmiştir. Allah, ilk insanı yaratması ile birlikte, kendini tanıtmak, yaratılma gayesini insana bildirmek için ilk insanla iletişime vahiy yoluyla geçmiştir. İlk insanla vahiy yoluyla kurulan bu iletişim, Allah’ın gerekli gördüğü zamanlarda gönderdiği elçiler aracılığı ile kelama dayalı olarak devam edegelmiştir. Vahiy olayının irdelenmesinde Şûrâ suresinin ayetinin eksen alınmasının uygun olduğu görülmektedir. Söz konusu ayet ekseninde, Yüce Allah’ın yeryüzündeki beşeri ilişkiye müdahalesinin, tekvini ve teklifi vahiy olarak iki ana başlıkta ele alınması gerekmektedir. Tekvini vahiy yani doğrudan vahiy, Yüce Allah’ın takdiri, yaratması, fıtratın tasarlanması, düzenlenmesi ve ilham olarak gerçekleşmektedir. Teklifi vahiy ise kelama ilişkin bilişsel vahiydir. Teklifi vahyin, Yüce Allah’ın mesajını perde arkasından - ki bu sadece Hz. Musa’ya özgüdür - ve elçileri Cibril ve Peygamberler vasıtasıyla muhatap olarak tüm insanlara göndermesi olarak anlaşılması gerekmektedir. Çalışmamız bir giriş ve iki bölümden oluşmaktadır. Giriş bölümünde vahyin mahiyeti, Allah – İnsan iletişimi ve akıl – vahiy ilişkisi konuları ele alınmıştır. Birinci bölümde Kur’an’da vahiy ve ilham kavramları, vahyin unsurları, Yüce Allah’ın vahyetme biçimleri, elçi ve vekil kavramları ile sünnetin örnekliği konuları işlenmiştir. İkinci bölümde ise, Müslüman geleneğinde ve batı teolojisinde vahiy kavramları incelenmiş, klasik kelam ekollerimizin yanında mutasavvıflara ve Müslüman filozoflara göre vahiy konusu ele alınmıştır. Son olarak da batı teolojisinde vahiy algısına yer verilmiştir. AbstractThe phenomenon of divine revelation is not only one of the fundamental issues of Islam but also of the other Abrahamic religions. The divine revelation underlies the religion, and essentially is the name of revelation which comes from a different ontological sphere, the God, via a different ontological creature, to a different ontological sphere, the prophet. The divine revelation came in the sight of humanity with the first message given to first human. After creating the first human, the God contacted him via the divine revelation in order to introduce Himself and to inform the purpose of creation. This communication created with first human via the divine revelation had continued through the medium of messengers, which the God had sent when they were needed. When analyzing the divine revelation, it is only proper to determine Shûrâ/51 as the axis. In accordance with aforementioned verse, the divine intervention to earth should be approached in two main aspects; takwini and taklifi. Takwini, aka direct divine revelation, occurs as judgment and creation of the God, Him designing and organizing the nature, and inspiration. As for taklifi divine revelation, it is the cognitive revelation related with kalam. Taklifi revelation is understood as the message of the God to all humanbeings, which is either transmitted from behind the curtain –pertains to Prophet Moses- or via His messengers Gabriel and Prophets. The study consists of an introduction and two sections. In the introduction, the nature of the divine revelation, communication of the God and humans, the relationship of intellect and revelation are discussed. The first section deals with the concepts of revelation and inspiration in Qur’an, the elements of revelation, the patterns of divine revelation, the concepts of messenger and the example of Sunnah. In the second section revelation concepts in Muslim tradition and Western theology are analyzed, revelation according to classical Muslim theology schools, sufis and Muslim philosophers are discussed. Lastly, revelation concept in Western theology is also mentioned.

Bağlantı
funduszeue.info

nest...

çamaşır makinesi ses çıkarması topuz modelleri kapalı huawei hoparlör cızırtı hususi otomobil fiat doblo kurbağalıdere parkı ecele sitem melih gokcek jelibon 9 sınıf 2 dönem 2 yazılı almanca 150 rakı fiyatı 2020 parkour 2d en iyi uçlu kalem markası hangisi doğduğun gün ayın görüntüsü hey ram vasundhara das istanbul anadolu 20 icra dairesi iletişim silifke anamur otobüs grinin 50 tonu türkçe altyazılı bir peri masalı 6. bölüm izle sarayönü imsakiye hamile birinin ruyada bebek emzirdigini gormek eşkiya dünyaya hükümdar olmaz 29 bölüm atv emirgan sahili bordo bereli vs sat akbulut inşaat pendik satılık daire atlas park avm mağazalar bursa erenler hava durumu galleria avm kuaför bandırma edirne arası kaç km prof dr ali akyüz kimdir venom zehirli öfke türkçe dublaj izle 2018 indir a101 cafex kahve beyazlatıcı rize 3 asliye hukuk mahkemesi münazara hakkında bilgi 120 milyon doz diyanet mahrem açıklaması honda cr v modifiye aksesuarları ören örtur evleri iyi akşamlar elle abiye ayakkabı ekmek paparası nasıl yapılır tekirdağ çerkezköy 3 zırhlı tugay dört elle sarılmak anlamı sarayhan çiftehan otel bolu ocakbaşı iletişim kumaş ne ile yapışır başak kar maydonoz destesiyem mp3 indir eklips 3 in 1 fırça seti prof cüneyt özek istanbul kütahya yol güzergahı aski memnu soundtrack selçuk psikoloji taban puanları senfonilerle ilahiler adana mut otobüs gülben ergen hürrem rüyada sakız görmek diyanet pupui petek dinçöz mat ruj tenvin harfleri istanbul kocaeli haritası kolay starbucks kurabiyesi 10 sınıf polinom test pdf arçelik tezgah üstü su arıtma cihazı fiyatları şafi mezhebi cuma namazı nasıl kılınır ruhsal bozukluk için dua pvc iç kapı fiyatları işcep kartsız para çekme vga scart çevirici duyarsızlık sözleri samsung whatsapp konuşarak yazma palio şanzıman arızası