bir avuç ateş kitabının özeti kısa / Bir Avuç Ateş Özet - Hasan Nail Canat

Bir Avuç Ateş Kitabının Özeti Kısa

bir avuç ateş kitabının özeti kısa

HABERLER

Nurcan Büyük / Haksöz Dergisi Sayı: - Mart

Dine dair her yaklaşımı hayatın dışına iten Aydınlanmacı paradigmanın tahakkümü insanı yeryüzünde anlamsız ve başıboş bir hale getiriyor. Yalnızlığımızı örtmek için gerçeklikten uzak dijital hikâyeler ve resimlerle kendimizi kandırıyoruz. Atomize hayatlar ve mekânlar yalnızlığı her geçen gün daha da büyütüyor. Geçmişinden, mahallesinden, cemaatinden ve ailesinden kopartılan insan yalnızlığın zindanına mahkûm. Zannedildiği gibi hesaplaşma kültürü, terapi odaları da yaralarımızı sarmak için yeterli olmadı.

yy ulusçuluğun, pozitivizmin, faşizmin ve disiplinin yüzyılıydı. ‘Global köy’ olmanın imkânlarını kolaylaştıran teknolojik gelişmelerin artışı ve internetin hızlı dolaşımıyla girdiğimiz yeni yüzyıl ise ‘birey’in her türlü kısıtlayıcı tahakkümden özgürleştiği bir performans toplumuna dönüştü. Yeni bireyler disiplin toplumunun itaatkâr köleleri değil, performans öznesi oldu. Koreli felsefeci Byung Chul Han’ın modern toplum eleştirilerini yaptığı kitaplarında ‘performans toplumu’ kavramsallaştırmasına sıkça rastlıyoruz. Disiplin toplumuna özgü yapılar olan kışlalar, hapishaneler, hastaneler, tımarhaneler gibi denetleyici yapılar performans toplumunda yerlerini bankalar, iş merkezleri, gökdelenler, havaalanları, fitness salonlarına bırakmış durumda. Bireyi yapabilme ve edebilmenin özgürleştirici bir eylem olduğuna ikna etmeye çalışan ‘performans toplumu’ her türlü tahakkümden de insanı özgür olmaya zorluyor. Eş, anne baba, arkadaş, akraba, hatta vicdan bile ‘olma’nın önünde bir engelse aşılmalı fikrini salık veriyor. Bu durum aynı zamanda insanın tüm bu çevreyle savaşını da beraberinde getirdi. Acaba insan, özgürlük ve zaruretler adına, değer yargılarıyla, çevresiyle girdiği bu savaştan gerçekten özgürleşerek mi çıkıyor?

Baş döndürücü bir hızla değişen ve dönüşen dünya değerleri içinde performansını yükseltme azmindeki insan, kendini sömürdüğü gerçeğini de göremez hale gelir. Her susadığında tuzlu su içen insanın susuzluktan daha da susayarak uzaklaşması gibi modern insan da ‘almak için verme’ eylemlerinin kısır döngüsünde yalnız, hissiz ve takatsiz kalıyor. Her kanaldan pompalanan ‘kendi olmak’ baskısı öyle ağırdır ki “Kendi olmak ne demek?” sorusu bile bu ortamda buharlaşmıştır. Evet, kendin değilsin ve kendin olmaya çalışmalısın ama “Sana teklifmiş gibi sunulan dayatmalarla geldiğin yer gerçekte kendin olduğun yer mi?” sorusuna bir cevabı da yok görünüyor.

“Bir dâne-i hakîkat, bir harman hayâlâta müreccahtır”

İş dünyasında çok kullanılmasına rağmen gerçekte bir bilgisayar işletim kavramı olan ‘multitasking’ ’lardan itibaren psikolojinin de konusu oluyor. “Aynı anda birden fazla iş yapmak” anlamına gelen bu kavram modern insanın ifrat derecesindeki eylemliliğini ifade ediyor. Hız ve tüketim çağının insanı yalnız içinde bulunduğu mekânın insanı değildir. Bir yandan üretimin içinde yer alırken bir yandan Instagram’dan bir fotoğraf beğenir, diğer yandan Twitter’da siyasi güdeme ilişkin görüşlerini paylaşır, aynı anda evine bir eşya alır vs. vs. Her ne kadar bu çoklu görev hali insanı daha ileri ve hızlı kılıyormuş görünse de bıraktığı duygu durum asla tatminkârlık olmuyor. Bu koşuşturmalı halden insana kalan stres, yorgunluk ve ne yaparsan yap yetişememe duygusu. Dikkatin bu dönüşümü derinleşmeyi, okumayı, fikir üretmeyi ve tefekkürü de zorlaştırıyor. Bu bölünmüş ve akışkan ruh hali, aynı ruh durumunun sürmesine de izin vermiyor. Ne korkunun ne sevincin ne de hayretin tam anlamıyla yaşanması mümkün. Sosyal medyada bir fotoğrafta savaşın parçaladığı bir hayata şahit olurken altındaki başka bir fotoğrafta mükellef bir sofraya misafir olabiliyor, hemen altındaki fotoğrafta gösterişli bir düğün kutlamasının içinde bulabiliyorsunuz kendinizi. Hiperaktif yaşam tarzı dayatmasıyla yetişme ya da geç kalma duygusu içinde salınan insanın elinde ‘huzur’ da kalmıyor. Sahip olduğu maddi ve manevi her şeyi sergiye açan insan tüm beğenilere, takdirlere, övgülere rağmen yine mutsuzluk içerisinde. Hiperaktivite ve multitasking ile hayatın hızına yetişme telaşındaki insan, bu modern hapishanenin hem zanlısı hem gardiyanı hem de müdürü olma rolünü üstlenmiş durumda.

Niceliğin egemenliğiyle birlikte yüzeysellik gittikçe artıp nitelik buharlaşıyor. Sıkılgan ruhların maymun iştahıyla daldan dala savrulan üretme ve gösterme çabaları bir anlam dizgisi içinde gerçekleşmediğinden ruhta bir huzur ve tatmin de kalmıyor. Kurstan kursa koşan, etkinlik denizlerinde kulaç atan, sertifika koleksiyoncusu insanın bu çabaları, onu bir bütünün parçası kılmadığı gibi daha da yalnızlaştırıyor. Belki tüm bunların temelinde hakikatin paramparça edilip insanın meçhule mahkûm edilmesinin payı da olabilir. Tekvir Suresi Ayetteki “Fe eynetezhebun?” (Öyleyse nereye gidiyorsunuz?) sorusu yönünü ve yolunu kaybetmiş bu insana yöneltilir. Hakikati kaybetmiş insan ne kadar koşturursa koştursun, istediği hazza ulaşsın hep eksik kalacak ve asla tatmin olmayacaktır. Kendini gerçekleştirmek adına kendinden uzaklaşma paradoksuna saplanıp kalan modern insana yapılacak şey onu yeniden ahlaka, fazilet eve hakikate çağırmak olacaktır.

Olmak ya da Olmamak

yüzyılın tüketici insanının yüzyılda tüketim nesnesine dönüşmesiyle ‘olma’ bir sahneye ve gösteriye indirgenip beden ve mahremiyet bu sahnenin birer enstrümanı haline geldi. Kendi rızasıyla özel alanlarını kamusal hale getiriyor ve böylece yaşantısını denetime açıp özgürlüğünü kendi elleriyle teslim ediyor. Özgürlüğüne çok düşkün modern birey böyle örtük ve rıza üzere sömürülmekte nedense pek bir beis görmüyor ya da bu durumu düşünebilecek bir mantık bilgisine sahip değil. Prokapitalizmin ‘başarı’ ve ‘performans’la kabul ettiği bu yeni insan tarihte hiç olmadığı kadar mahremiyetini tüketim pazarının bir nesnesi haline getirdi. Bugün maalesef çocuklarımızı bile koruyamadığımız bu dönüşüm, toplumu yaşlısı-genci, köylüsü ve kentlisiyle kuşatmış durumda. Gençler tahammülü aptallık, kanaati ahmaklık, hamdetmeyi avuntu olarak tanımlarken, ileri yaşlardakiler içinse elden kaçan fırsatlar, ‘özgürce’ yaşanmamış hayat için bir eleştiri ve hayıflanma konusu oluyor.

Bedenini ve ruhunu ilahi sınır ve sorumluluklardan uzaklaştırarak gerçekleştirdiği yeni dünya ve beden tasarımıyla insan, zannettiği gibi yeryüzünü daha yaşanılır, adil ve müreffeh bir dünyaya çevirmediği gibi, kendinden razı, huzurlu ve mutmain de kılmadı. Bir yandan tüketim ve değişim çılgınlığına ulaşamayan ama tüm lüksün seyircisi yoksul insanların öfkesi, hırsı ve umutsuzluğu, diğer yanda tüketimin hızına yetişmeye çalışan, bedenini, evini, eşini bir sergi alanına çeviren ve tekrara düşme kınanmasından korktuğu için zihnini sadece bununla meşgul eden insan. Her iki kesim arasındaki makas her gün açılsa da umutsuzluk, yorgunluk, mutsuzluk, tükenmişlik ve depresyon toplumun tümünü etkisi altına almış görünüyor. Kâdir-i mutlak Allah’la açtığı savaşta, yerine inşa etmeye çalıştığı kâdir-i mutlak bilim, ardından kâdir-i mutlak insanla, yeryüzünü değil imar, elleriyle tarumar ettiğini gördü. İlahi nizamla girilen bu savaştan da insana düşen yorgunluk, iç sıkıntısı ve yetişememedir.

Melankoli, hüzün, endişe, kaygı, acı ve ıstırap insanlık tarihi boyunca karşılaşılan ruh halleriydi. Farklı baş etme ya da hastalık boyutundaise tedavi etme yöntemleri mevcuttu. Muhtemelen yy tarihte, tüketim ve performans yanında depresyon çağı olarak da anılacaktır. Neredeyse toplumların %20’si depresyonda ve ilaç kullanımı da oldukça yaygın vaziyette. Her geçen gün hızla artan intihar vakalarının sebepleri arasında depresyon ilk sırayı almakta. Byung Chul Han “Yorgunluk Toplumu” kitabında bu konuyu ele alırken “yy hastalıklarının diyalektiği, negatifliğin değil pozitifliğin diyalektiğidir. Bunlar ifrat derecesindeki pozitiflikten kaynaklanır. Disiplin toplumunun negatifliği deliler ve caniler doğurmuştur. Performans toplumuysa depresif ve mağluplar yaratır.” diyerek yeni gelen yıkıma karşı dikkat çekmeye çalışır. Modern toplumlarda sağlığın ve biyopolitikanın yükseltilmesiyle insanın daha uzun ömürlüve sağlıklı olduğu anlatısı bir yana, zengin ülkelerdeki intihar vakalarında yükselen ölüm oranları, ‘sağlık ve zenginlik=mutluluk’ denkleminin de doğru olmadığını göstermektedir.

İktidarların, tüketim toplumunun, modern kültürel atmosferin insan ruhuna etkisi, yaşanan hızlı değişimler, sosyal ve kültürel geçişler, küresel dayatmalar, altüst edilen toplumsal değer ve kabuller, zenginliğin, şatafatın ve lüksün insanın gözüne sokulması, şiddetin ve şehvetin pornografik saçılımı, haz odaklı bir hayat için savaşmanın birey olmanın biricik yoluymuş gibi gösterilmesi, tükenen dünya kaynakları, yağmalanan ülkelerin ve katledilen bedenlerin ruhlarda bıraktığı izler konuşulmadan tüm bu konuşulanlara sağlıklı bir yol bulmak pek mümkün görünmüyor.

Hülâsa

Hayatın merkezine ihtiyaçlarını, kazançlarını, aldıklarını, alamadıklarını, ilişkilerini koyarak hayatın anlamı ve amacını ‘kendi olma’ya indirgeyen insan, imanın güven veren ikliminden, başkalarının yaralarına derman olmanın, bir yoksulun elinden tutmanın, bir yetimin başını okşamanın tadından mahrum kalmış; samimiyetin, sıcak buluşmaların hayatın insanı yoran taraflarına şifa olacağını ıskalamıştır. “İnsan insanın şifasıdır.” diyen kadim kültüre inat modern zihinlere yerleştirilen “İnsan insanın kurdudur!” inancı şifalanma kaynaklarını yerle bir etmiştir.

Unutmamak lazım ki türlü şekillerde içine çekildiğimiz, varlığımızın göstererek ve türlü etkinliklerle devam etmesi gerektiği ya da bu davranış kalıplarıyla kabul göreceğimiz algısı bizi bu gösterişli ve hızlı hayatın bir parçası yapacaktır ama sahip olduğumuz kimlik ve değerlerin aşınma, silikleşme hatta yok olma tehlikesini de beraberinde getirecektir. Modern hayatın hızına zorunlu katıldığımız yerler olsa da durma, düşünme, nefsimizi ve zihnimizi sakinleştirme pratiklerini de artırmak zorundayız. Durma eylemiyle kazançlarımızı ve kayıplarımızı görebilir; neden, niçin ve nasıl sorusuna cevaplar arar ve ahiret inancının gereği olan heybemize kattıklarımızla hakkaniyet üzere kurulu, adil bir dünyanın imkânları üzere kafa yorabiliriz. Belki de Peygamberimizin (s) ölümüne kadar aksatmadığı itikâfı bir de bu açıdan düşünmeliyiz. Araçlar değişse de insan, tarihin her döneminde aynı insandı. Marufla münkerin, hakla bâtılın, imanla küfrün savaşı insanın adı yeryüzünden silininceye kadar devam edecek. Modern toplum eleştirisi yapmamız sosyolojik bir kültürlenmeden ziyade Müslümanlar için yaşadığı çağın hastalıklarını tanıma, bilme ve bunlara göre hazırlanma amaçlıdır. (Anlatmak için anlamanın öncelik olduğu bilgisini unutmadan) Nefretin, öfkenin, hırsın, acımasızlığın kol gezdiği bu dünyada önce merhameti kuşanıp ardından anlamsızlığın, amaçsızlığın, bunalımların ve yalnızlığın pençesinde özgür olmak adına insanlığından vazgeçenlere özgürlüğün sorumluluk olduğunu ve yaratılıştan verildiğini anlatmak durumundayız. Çünkü ‘Namaz özgürlüktür.’ ‘Dua özgürlüktür.’ ‘İsâr özgürlüktür.’ ‘Tesettür özgürlüktür.

İnsanlar Ne Zaman Yerleşik Hayata Geçti?

Nahal Ein Gev II'deki araştırma alanı. Celile Denizi'nden yaklaşık bir mil uzaklıktaki antik köy en az yıl boyunca ayakta kalmıştır. Yaklaşık 12 bin yıl önce terk edilmiştir. ©Daniel Rolider

30 kişilik ekibi iş pantolonları ve güneş şapkalarıyla yakındaki bir kibbutzdaki evlerinden geldi. Günün ilk ışıklarıyla birlikte dere kenarındaki tepeye yayıldılar. Çok geçmeden birkaçı yuvarlak bir evin kalıntılarına çömelmişti. Connecticut Üniversitesi'nden arkeolog Natalie Munro yönetimindeki birkaç kazıcı, bitişikteki mezarlıkta yetişkin bir kafatasını fırçalamak ve 3 yaşındaki bir çocuğun iskeletinin etrafında dikkatle yürümekle meşguldü. Ekip üyelerinden biri, bir ızgara üzerindeki her eserin yerini tam olarak belirleyen bir coğrafi konum tripodu kurdu. Bir doktora öğrencisi ceylan kemikleri aradı. Güneş yükseldikçe tempo arttı, 12 bin yıl önce köylüler buradayken gelmiş olsaydınız hissedebileceğiniz aynı endüstri atmosferi.

Bu köyde her yaz, burayı ve eski sakinlerini daha canlı bir şekilde canlandıran çok sayıda yeni eser ortaya çıkıyor. Grosman ve meslektaşları, köy sakinlerinin bitki topladığının kanıtı olan, sapları kesmek için kullanılan bir aletin izlerini taşıyan yüzlerce çakmaktaşı orak bıçağı buldu. Yaklaşık bir metre genişliğinde, taşla kaplı bir yiyecek depolama çukuru buldular; bu da köylülerin sadece ihtiyaç duyduklarında hasat yapmadıklarını, aynı zamanda fazlalıkları da yönettiklerini gösteriyor. İplik eğirmek için kullanılan aletler, küçük taş insan ve hayvan heykelleri ve üretimi için ileri teknik bilgi gerektiren kireç sıvası ortaya çıkardılar. Ben oradayken, pound ağırlığında ve tahıl öğütmek için kullanılan yassı bir granit taş buldular, bu kolayca taşınabilecek türden bir şey değil, bu köyün kalıcılığının bir işareti. Ancak buluntuların kendileri belki de hiçbirinin burada olmaması gerektiği gerçeğinden daha az çarpıcı.

Uygarlık nasıl ortaya çıktı? Milyonlarca yıl avlanıp topladıktan ve küçük gruplar halinde dolaştıktan sonra insanlar neden yerleşik hayata geçip ekin ve hayvan yetiştirmeye başladılar ve sonunda yönetim hiyerarşileri, organize dinler, şehir mimarisi ve günümüzün endüstriyel ve teknolojik toplumlarına yol açan diğer ilerlemeleri yarattılar?

Araştırmacılar bu değişimin nasıl ve neden gerçekleştiğini hala tartışıyor, ancak birçoğu 10 bin yıl kadar önce, Türkiye'nin doğusunda veya Suriye'nin kuzeyinde yaşayan insanların tahıllarda yararlı mutasyonlar tespit etmeleri ve sadece ne yetişirse onu toplamak yerine istedikleri ürünleri nasıl yetiştireceklerini bulmalarıyla meydana gelen önemli bir değişime işaret ediyor. Bitkilerin evcilleştirilmesi daha yüksek verim anlamına geliyordu, bu da daha fazla insanın bir arada yaşayabileceği ve geleceklerini planlayabileceği anlamına geliyordu, bu da ilk kalıcı köylere ve kasabalara, ardından hasatları yönetmekten sorumlu yönetimlere, daha sonra yazı, mühendislik, ticaret, krallıklar, imparatorluklar, demokrasiler, bürokrasiler ve IRS sistemlerine yol açtı. Bu dönüşümsel sıçrama, kayıtlı tarihin ortaya çıkışından en az 5 bin yıl önce gerçekleştiği için, tam olarak ne olduğunu kesin olarak bilemiyoruz.

"Tarım devriminin" kilit anı bazen elektrik veya motorlu uçuşa benzer şekilde insan inovasyonunun bir şimşeği olarak tanımlanır. Bu güzel bir hikaye. Ancak Nahal Ein Gev II'de her kazı sezonu bu hikâyeyi biraz daha karmaşık hale getiriyor. Buradaki köy, devrim başlamadan 2 bin yıl önce gelişti ve zamanının ötesinde bir yer olduğu izlenimi giderek artıyor. Seçkin İngiliz prehistoryacı ve After the Ice kitabının yazarı Steven Mithen'in sözleriyle "insan kültüründe gerçek bir dönüm noktası": Küresel Bir İnsanlık Tarihi.

Alanın keşfini 'ların başında bölgede dolaşan iki arkadaşa borçluyuz. Biri, profesyonel bir arkeolog değil, yakındaki Kibbutz Ein Gev'de balıkçı olarak çalışan bir otodidakt olan Dodi Ben Ami'ydi. Onunla yazında tanıştığımda 83 yaşındaydı, düzinelerce antik yerleşim yeri keşfetmiş ve tarih öncesi aletler konusunda uzman olarak tanınıyordu. Kasım ayında yaşamını yitirdi.

Dodi Ben Ami, Nahal Ein Gev II'yi yılında keşfetti. Tarih öncesi aletler konusunda uzman olan kendi kendini yetiştirmiş arkeolog, düzinelerce yerleşim yeri tespit etti. ©Daniel Rolider

Genç Ben Ami, kibutzunun etrafındaki manzarada görünen tarihten, ok uçlarından ve muz ağaçlarının arasındaki belirsiz kalıntılardan büyülenmişti. 'te bir gün muz bahçelerinin yanından yürüyerek geçti. İleride Harvard Üniversitesi'nde tarih öncesi arkeoloji profesörü olacak İsrailli akademisyen Ofer Bar-Yosef ile birlikteydi. Gözleri, yarım mil ötedeki Suriye sınırından sızanları durdurmak için pusu kuran İsrailli askerlerin kazdığı bir sipere takıldı. Askerler yanlışlıkla arkeolojik bir kesit kazmışlardı ve içinde katman katman çakmaktaşı aletlerden oluşan dikkate değer bir birikim vardı. Siper derin değildi; çömelmiş bir askere siper sağlayacak kadar büyüktü. Ama 12 bin yıl öncesine uzandığı ortaya çıktı.

Araştırmacılar bundan sonra bölgeyi birkaç kez haritalandırdı ve araştırdı, ancak kazı yapmak için acele edilmedi. İsrail'deki arkeologlar için tarih öncesi, İncil arkeolojisinin yanında her zaman ikinci planda kalmıştır; şöhret ve finansman orada bulunur. Kazılar ancak yılında, Grosman akıl hocalarından biri olan Bar-Yosef ile birlikte geldiğinde ciddi bir şekilde başladı. "Burası hakkında beni heyecanlandıran şey konum, konum, konumdu" diye hatırlıyor. Sadece batıda Celile Denizi'nin ve doğuda Golan'ın savana benzeri platosunun çarpıcı manzarası değildi. Köyün, derenin üzerindeki bir terasa bilinçli olarak yerleştirilmiş gibi görünmesiydi; her iki yanında da tarım terasları vardı, her ne kadar "tarımın" iki bin yıl sonra yapılacağı düşünülse de. "Bu benim burada bir değişim olduğunu gösterme arzumla bağlantılı" dedi. "Sadece güzel bir yer seçmiyorlar, aynı zamanda ürün yetiştirebilecekleri bir yer seçiyorlar."

Grosman, bu alanın Natufianlar olarak bilinen ve İsrail'in başka yerlerinde yıllarca kamplarını, mağaralarını ve erken dönem yerleşimlerini incelediği Paleolitik bir halka ait olduğuna ikna olmuştu. Natufianlar ilk kez yılında, Cambridge Üniversitesi'nde arkeoloji profesörlüğü yapan ilk kadın olarak ünlenen Dorothy Garrod adlı bir İngiliz arkeolog tarafından tanımlanmıştır. Bu isim, bugünkü Filistin şehri Ramallah'ın kuzeybatısında, keşfi yaptığı mağaranın yakınındaki nehir yatağı olan Wadi en-Natuf'tan gelmektedir. Garrod, Natufianların insanlığın tarıma ve yerleşik hayata geçmesinden önce yaşamış olmalarına ve dolayısıyla avcı-toplayıcı olmaları gerekmesine rağmen, geleneksel senaryoyu bozmaya kararlı göründüklerini fark etti. O ve ekibi, yalnızca tahıl öğütmek için kullanılmış olabilecek havan ve havanelleri değil, aynı zamanda bitkileri biçmek için çakmaktaşından orak bıçakları ve bazı yerleşimlerinde yılın büyük bir bölümünde yaşadıklarını gösteren kanıtlar buldu.

Bu heykelcik gibi Natufian sanat eserleri yaklaşık 15 bin yıl önce yaygınlaşmıştır. Levant'ta bu dönemden öncesine ait çok az sanat eseri bulunmuştur. ©Daniel Rolider

Garrod'un izinden giden arkeologlar, Natufian kültürünün yaklaşık 15 bin yıl önce güney Levant'ta (günümüz İsrail, Lübnan, Suriye, Ürdün ve Filistin topraklarını kapsayan bölge) ortaya çıktığını tespit etti. Bu kültürler, karakteristik aletlerle, özellikle de lunat adı verilen, ancak bir ya da iki santimetre uzunluğunda olan ve görünüşe göre ok ucu olarak kullanılmak ya da ahşap veya kemikten yapılmış bir sapa gömülmek üzere tasarlanmış küçük, yarım ay şeklindeki çakmaktaşı bıçaklarla birbirine bağlanmıştır. Bar-Yosef'e göre bu buluntularda ayrıca, yüklü "tarım" teriminden kaçınmak için özenle seçilmiş gibi görünen bir ifade kullanarak, bitkilerin "kasıtlı olarak yetiştirildiğine" dair işaretler de görülmüştür.

Lunat olarak bilinen hilal şeklindeki çakmaktaşı bıçaklar muhtemelen ok ucu olarak kullanılmış ya da ahşap veya kemik bir sapa gömülmüştür. ©Daniel Rolider

Diğer karakteristik işaretler arasında Akdeniz veya Kızıldeniz'den getirilen yumuşakça kabuklarından yapılmış takılar; zarifçe oyulmuş kemikten yapılmış boncuk kolyeler ve eksik üçüncü azı dişi gibi ortak genetik özellikler yer alıyordu. İbrani Üniversitesi'nden o dönemle ilgili bir otorite olan Anna Belfer-Cohen, takılarının sosyal değişim hakkında önemli bir şey söylediğini savunuyor: İnsanlar ilk kez aile grupları halinde değil, çok daha büyük toplumlar halinde yaşıyorlardı. Bu durum, kendilerini komşularından ayırma ve statülerini gösterme arzusuna yol açmış olabilir ki bu da en kolay giysi ve süslemelerle yapılabilir; örneğin ceylan kemiği boncuklardan oluşan bir kolye ya da deniz kabuklarından oluşan bir başlık. Bu tür takılar Natufian yerleşimlerinde daha önce bilinmeyen bir sıklıkta görülmektedir. Belfer-Cohen, bu bulguların birlikte ele alındığında, Natufian kültürünün "tarih öncesi yaşamın geleneksel yolundan ilk sapmayı oluşturduğunu" öne sürdüğünü yazıyor.

Akdeniz'den toplanan yumuşakça kabukları ve hayvan kemiklerinden oluşan 12 bin yıllık bir kolye. ©Museum of Archaeology and Anthropology, Cambridge

Grosman ve meslektaşlarının ortaya çıkardığı köy, daha önce kazılan tüm Natufian yerleşimlerinden daha büyük ve daha gelişmişti. En az yıl boyunca iskân edilmişti ve Natufianların ve köyün kendisinin hâlâ net olmayan nedenlerle ortadan kaybolmasından hemen önceki döneme tarihleniyordu. Natufian dönemine ait olamayacak kadar gelişmiş görünüyordu ve bazı akademisyenler daha geç Neolitik döneme ait olması gerektiğini savundu: Taş evler ve düzenli bir mezarlığa sahipti ve daha önceki yerleşimlerde olduğu gibi mağaralarla herhangi bir bağlantısı olmadan açık arazide bulunuyordu.

Ancak Grosman ve meslektaşları bol miktarda çakmaktaşı lunat bulmaya devam etti ve kömürün karbon tarihlemesi, bölgenin 12 bin yıl önce veya daha önce iskân edildiğini doğruladı. Köyün Natufian olduğu açıktı.

Nahal Ein Gev II, yaklaşık 12 bin yıl önce, yıl boyunca bölgede yaşadıkları anlaşılan Paleolitik çağ Natufianları tarafından iskân edilmiştir. Araştırmacılar, yıl veya daha uzun bir süreye yayılan yerleşim kanıtlarını ortaya çıkardılar. Sağda, yılında köyün yanında mezarlık olarak kullanılan bir alandan çıkarılan iskeletler görülüyor. Harita: Guilbert Gates; ©Daniel Rolider

Su kabağı şeklindeki yapılar, muhtemelen evler, standart bir plana göre inşa edilmiştir. Çevresindeki metrekarelik alanda düzinelercesi kazılmamış halde yatıyor olabilir. Fotoğraf: Naftali Hilger; ©Leore Grosman ve Hadas Goldgeier, Hebrew University

Fotoğraf: Naftali Hilger; ©Leore Grosman ve Hadas Goldgeier, Hebrew University

Arkeologlar, bölge sakinlerinin bazı evlerini tek tip bir plana göre inşa ettiklerini gözlemlemişlerdir: Yakındaki dereye doğru aynı şekilde çıkıntı yapan küçük bir oyuğu olan bir daire, belki de bir tür giriş yolu olarak hizmet vermektedir. Yapılar gelişigüzel değil, kalıcılığa işaret eden ağır taş katmanlarından yapılmıştı: Birkaç ay içinde ayrılacaksanız böyle bir zahmete girmezsiniz. Diğer buluntular da yıl boyunca yerleşim fikrini destekliyor. Örneğin kesilmiş genç ceylan kemikleri ilkbaharda, sazan kemikleri ise balığın bol olduğu kış mevsiminde yerleşime işaret ediyor. Ekip ayrıca, yaklaşık bir avokado büyüklüğünde bir kireçtaşı parçasına oyulmuş, derin kaşları olan çarpıcı, şematik bir insan yüzü gibi sanat eserleri de buldu. Avuç içinde tutulabilecek kadar küçük pürüzsüz bir insan heykelciği, siyah bazalttan oyulmuş ve geometrik bir desenle süslenmiş bir kase ve her iki ucunda birer tane olmak üzere iki küçük, hassas deliği olan sevimli yeşil oval boncuklar ortaya çıkarıldı.

Ein Gev mezarlığından insan dişleri, dünyanın en eskilerinden biri. Grosman, dişlerin eşsiz düzeninin "ölümle ilgilenen kültürel bir sisteme" işaret ettiğini söylüyor. ©Daniel Rolider

Kimsenin anlamadığı nedenlerden ötürü köylüler birkaç ton kireç sıvası üretmiş ve bunu köyün bitişiğindeki mezarlıkta, dünyanın bilinen ilk mezarlıklarından biri, iki ya da üç düzine cesedi kaplamak için kullanmışlardır. Alçı, mezarlığı beyaz bir parıltıya büründürmüş, peyzajda eşsiz ve kalıcı bir özellik haline getirmiştir. Hayfa Üniversitesi'nden arkeolog David Friesem'in ayrıntılı bir analizde açıkladığı gibi, bu miktarda yüksek kaliteli alçıyı oluşturmak, her bir gömü için kireç taşını toplamak, ezmek, yakmak ve rafine etmek için günlerce uğraşmak gerekirdi. Köylüler belli ki teknik bilgiye ve organizasyon kapasitesine sahipti. Üstelik tek bir yere, yaşadıkları ve ölülerini gömdükleri yere yatırım yapıyorlardı. Biz bunu doğal karşılayabiliriz ama milyonlarca yıllık göçebelikten sonra bu dramatik bir psikolojik değişimdi.

Kopenhag Üniversitesi'nde tarih öncesi profesörü olan Tobias Richter, "Natufian dönemindeki insanların daha yerleşik ve daha az hareketli hale gelmesinden bahsettiğimizde, bu sadece ekonomi ve yerleşim modelleriyle ilgili değil, aynı zamanda kültürle de ilgili" diyor. "Bir yer hangi noktada yuva haline gelir? Hangi noktada belirli bir yere bağlı duygular ve bağlılıklar geliştiririz?"

Nahal Ein Gev II'deki bulmacanın en önemli parçalarından birçoğu alanın kendisinde değil, birkaç saat güneyde, Kudüs'te, İbrani Üniversitesi'nde Hesaplamalı Arkeoloji Laboratuvarı olarak bilinen iki odada ortaya çıkıyor. Grosman ve meslektaşları burada bulgularını paleobotanikten zoolojiye ve litik analizlere kadar çeşitli disiplinlerde incelemeye tabi tutuyor. Bir odada, üzerinde "Gadi'nin Mandibulaları" gibi etiketler bulunan kutuların yer aldığı rafların altında dizüstü bilgisayarlara dikkatle bakan birkaç doktora öğrencisi bulduğum büyük bir çalışma masası var. (Kutu Neandertal çeneleriyle doluydu.) Diğer oda, taranan bir nesneyi en küçük özelliklerine göre analiz edilebilecek milyonlarca noktadan oluşan bir matrise dönüştüren Artifact 3D adlı bir program da dahil olmak üzere laboratuvarın kendi tasarımı olan yazılımları çalıştıran bilgisayarlarla donatılmıştır.

Bu program kalıcı bir gizemin çözülmesine yardımcı oldu: kazıda yüzlercesi bulunan beş santimetre uzunluğundaki bir tür sivriltilmiş taşın amacı. Arkeologlar bunlara "delgeç" adını vermiş ve bir şeye delik açmak için kullanıldıklarını tahmin etmişlerdi. Eser 3D, delicilerin çoğunun tam olarak aynı noktadan çatladığını gösterdi; bu da her birinin aynı şekilde kırılana kadar aynı görev için tekrar tekrar kullanıldığını düşündürdü. Araştırmacılar, taşların yaylı matkaba benzeyen bir mekanizma ile döndürüldüğü sonucuna vardılar; aleti döndürmek için ileri geri hareket eden bir ip vardı, belki de bu tür bir mekanizmanın en eski kanıtı. Matkap, boncukları ya da deri parçalarını delmek için kullanılmış olabilir.

Aynı matkap, alanın gizemlerinden bir diğerinde de yer almış olabilir, her birinin ortasında bir delik bulunan yüz kadar çörek benzeri taş. Bunlar köyden kısa bir yürüyüş mesafesindeki Celile Denizi kıyısından toplanmış çakıl taşlarıydı ama ne işe yaradıkları bilinmiyordu. Yazılım, ortadaki deliği analiz ederek ağırlık merkezlerini tam olarak belirleyebildi. Bu da, balık ağları için kullanılan ağırlıklar oldukları fikri gibi ilk hipotezlerin elenmesine yardımcı oldu. Bunun yerine, laboratuvarda yüksek lisans öğrencisi olan Talia Yashuv, bunların ip yapımında kullanılan bir ağırşağın parçası olduğunu öne sürdü. Taşlardan birkaçını, tekniği yeniden yaratmak için kullanabilen bir antik el sanatları uzmanına götürdü. Eğer hipotez doğruysa, bu taşlar ağırşağın bilinen en eski örneklerini temsil ediyor olacak.

Natufianlar zeki alet yapımcılarıydı. Nesnenin 3 boyutlu görüntüsü karşısında görülen bu delikli taşın, ip yapımında kullanılan bir ağırşağın parçası olduğu düşünülüyor. ©Daniel Rolider

Bir başka bulgu da Atlantik'in öte yakasında, Connecticut Üniversitesi'nde antropolog olan Gideon Hartman'ın ceylan dişleri üzerinde izotop analizi yaptığı laboratuvardan geldi. Hartman, hayvanların yedikleri bitkilere dayanarak nereden geldiklerini anlamayı umuyordu ve köyün yakınındaki kireçtaşı tepelerinde otlayan ceylanların dişlerinin, köyün yukarısında, kayaların çoğunlukla bazalt olduğu Golan platosunda otlayanlardan farklı bir moleküler imzaya sahip olacağı teorisini ortaya attı.

Çalışması, Nahal Ein Gev II'de yenen ceylanların yalnızca köyün çevresinden geldiğini ve asla platodan gelmediğini gösterdi. Bu keşif, aletler ve sanat eserlerinin yakın çevredeki taşlardan yapıldığı gözlemiyle birleştiğinde, antropologların "bölgesel bilinç" olarak adlandırdığı duruma işaret ediyor. Köylüler bu bölgenin kendilerine ait olduğunu ve diğer bölgelerin kendilerine ait olmadığını düşünmüş gibi görünüyor. Grosman'ın belirttiğine göre platoya kadar olan yürüyüş mesafesi sadece metreydi, ancak köylüler yamacın dibinde kalıyordu.

Köy her mevsim yeni sürprizler sunuyor. Ben oradayken, Kanada ve İsveç'ten bir çift doktora öğrencisi Natufian evlerinden birinin içindeki kırmızımsı kahverengi iki nesnenin üzerindeki toprağı temizliyordu. Nesnelerin ne olduğu belli değildi, ancak kilden yapılmışlardı ve bu ilk başta dikkate değer görünmedi, arkeolojik bir kazıda zaman geçiren herkes bol miktarda çanak çömlek görmüştür. Ama sonra çömlekçiliğin dünyanın bu bölgesinde 4 bin yıl daha icat edilmemiş olması gerektiğini hatırladım.

İngiliz prehistoryacı Mithen bana, "Yerleşimdeki buluntular, buradaki insanların yenilikçi olduğunu açıkça ortaya koyuyor," dedi. "Geç Neolitik dönemde meydana geldiğini düşündüğümüz değişim süreçleri bu yerleşimde çoktan başlamıştı. Nahal Ein Gev, avcılık ve toplayıcılıktan çiftçilik yaşam tarzına geçişte mimari, sanat ve ekonominin henüz tam olarak anlayamadığımız şekillerde birbiriyle nasıl bağlantılı olduğunu gösteriyor."

Ein gev'deki keşifler, tarım devrimi hakkındaki geleneksel bilgeliğe meydan okumakta ve "devrim" teriminin doğru olup olmadığı sorusunu gündeme getirmektedir. Devrim fikrinin popülerleşmesini en çok sağlayan bilim adamı, ünlü Avustralyalı arkeolog V. Gordon Childe () olmuştur. Childe, doğduğunda Batı dünyasını değiştirmiş olan Sanayi Devrimi'nden ve 25 yaşındayken Rusya'da gerçekleşen Bolşevik Devrimi'nden derinden etkilenmiştir. Eski imparatorlukların dağıldığı ve bireysel haklar için hareketlerin yükseldiği yüzyılın ilk yarısında, bilimsel ilerlemeye ve insan eylemliliğine olan inanç derinden hissediliyordu. Childe'ın "tarım devrimi "nin vaadi, avcılık ve toplayıcılığın öngörülemez emeğinden kurtulmuş bir hayat ve düzenli bir yaşam biçimine doğru merdivenin bir basamağıydı.

Bugün hala pek çok bilim insanı tarıma geçişi, modern yaşamın yolunu açan tekil bir insan icadı anı olarak tanımlamaktadır. Bu görüş, evcilleştirilmiş tahılların yaklaşık 10 bin yıl önce günümüz Türkiye ve Suriye'sinde ortaya çıktığını gösteren genetik çalışmalar ve arkeolojik buluntularla desteklenmektedir. Örneğin Tel Aviv Üniversitesi'nde emeritus arkeoloji profesörü olan Avi Gopher, dönüşümü yıl öncesine dayandırıyor. Bunu "büyük patlama" olarak adlandırıyor. Türkiye'nin güneydoğusunda bitki evcilleştirmede bir sıçrama yavaş yavaş değil, bilimsel anlayış olarak düşündüğümüz şeye dayanarak hızlı ve amaçlı bir şekilde gerçekleştirildi. Başka bir deyişle, akıllı insanlar yeni ve önemli bir şey buldular ve insanlık tarihi bundan sonra asla eskisi gibi olmadı. Bana söylediğine göre bu atılım ancak bir devrim olarak adlandırılabilir. "Doğadaki bir türün kontrolünü ele geçirebileceğiniz ve onu sizin için çalıştırabileceğiniz fikri. Bu, dünya görüşünde tam bir değişiklikti ve birçok yönden kendi uygarlığımıza yol açtı. Ve kanıtlar bunun hızlı bir şekilde gerçekleştiğini gösteriyor."

Ancak başka bir ekol, dramatik sıçramalar fikrinden uzak durmakta ve bunun yerine daha uzun evrim süreçlerine bakmaktadır. Nahal Ein Gev II'deki buluntular, insanların "büyük patlamadan" binlerce yıl önce yerleşik hayata geçtiklerini ve bir çeşit tarım yaptıklarını kanıtlamaktadır. "Benden asla 'devrim' kelimesini duyamazsınız," dedi Grosman bana. "Bu kelimeden nefret ediyorum. Ein Gev'e bakarsak orada heyecan verici şeyler olduğunu görürüz ama bu bir 'devrim' değil. Bir ayakları bir çağda, diğer ayakları başka bir çağda ve bu yüzden çok ilginçler."

Grosman, insanların 2 bin yıl sonra Türkiye'nin güneydoğusunda tahıl mutasyonlarından nasıl yararlanacaklarını bulduklarını kabul etmiyor değil. Ancak bunu sürecin başlangıcı değil, geç bir aşaması ve buluşun kendisinden çok bir detaylandırma olarak görüyor. Ona göre sıçrama, göçebelikten tek bir yerde yaşamaya, bitkileri hasat etmeye ve geniş bir aileden daha büyük bir toplum inşa etmeye doğru oldu. Bu değişimin Nahal Ein Gev II'de görülebileceğine ve bu değişimin tarımın icadını mümkün kıldığına inanıyor, tersini değil.

İbrani Üniversitesi'nden Michal Kapuller 12 bin yıllık bir mezarlıktan toprak örnekleri topluyor. Sağda, üniversitenin Hesaplamalı Arkeoloji Laboratuvarı'nda modern bir ceylan kemiği taranıyor. ©Daniel Rolider

Gerçek şu ki, devrimler her zaman düşündüğümüzden daha karmaşık olmuştur. Fransız Devrimi, sıradan insanların kraliyet otokratları tarafından ezilmesinden mi, liberal ideallerin yayılmasından mı yoksa okuryazarlığın artmasından mı kaynaklandı? Yoksa XVI Louis ya da Robespierre gibi belirli kişilerin eylemlerinden mi kaynaklanıyordu? Cevap, o anda tahmin edilmesi imkansız ve sonrasında anlaşılması zor bir kombinasyondur.

Kopenhag Üniversitesi'nden prehistoryacı Richter de tarıma geçişi aynı şekilde değerlendiriyor. "Bence tarihi ve tarihi süreci, aynı anda meydana gelen koşulların neredeyse kaotik bir şekilde üst üste binmesi olarak görmeliyiz" dedi.

Nahal Ein Gev II'nin kalıntılarından bu gerçeğe yakın görünüyor.

Eski atalarımızla ilgili bir başka akademik soru da şaşırtıcı ölçüde popüler ilgi gördü: Yerleşik hayata doğru tarih öncesi büyük değişim aslında yanlış bir dönüş müydü, bir tür gözden düşüş mü? Eşitlikçiliği yanlışlıkla eşitsizlikle, Cennet'i de elektronik gözetim ve seafoodplus.info ile mi takas ettik? Bugünlerde bu sorunun sorulma şiddeti, Batı genelinde kötümserliğe dönüşle bağlantılı görünüyor. Kabul edilemez ekolojik hasara ve sosyal eşitsizliğe yol açtığımız, "uygarlığın" o kadar da büyük bir başarı olmayabileceği hissi var. Doğru yönde ilerleyen olayların kontrolünün bizde olduğu görüşü, "devrim" anlatısı yerini, ısınan iklim gibi şiddetlendirdiklerimiz de dahil olmak üzere doğal güçlerin merhametine kaldığımız korkusuna bıraktı. Bu hikayede insanlar doğal düzenin efendisi olmaktan ziyade onun arızalı bir parçasıdır.

Kötümser ekolün günümüzdeki en tanınmış üyelerinden biri, Sapiens: A Brief History of Humankind (Sapiens: İnsanlığın Kısa Tarihi) adlı kitabı yılında İngilizce olarak yayınlanan İsrailli tarihçi Yuval Noah Harari'dir. Harari, giderek güçlenen teknolojiler karşısında insanın çaresizliğine dair karanlık bir vizyona sahip. Ona göre tarıma geçiş, iş gücü ya da açlıktan kurtulmaya değil, insanlar gezgin aile gruplarının eşitlikçi dünyasını terk ettikçe yeni bir tür köleliğe yol açtı. Bunun yerine, giderek daha yetersiz getiriler için daha çok çalışmaya zorlayan bir tuzağa yakalandılar. "Tarım devrimi tarihin en büyük sahtekarlığıydı" diye bitiriyor.

İngiliz arkeolog David Wengrow ve Amerikalı antropolog David Graeber, tarihli The Dawn of Everything: A New History of Humanity (Her Şeyin Şafağı: Yeni Bir İnsanlık Tarihi) adlı kitaplarında, göçebe bir cennetten zorlayıcı modern devletlere doğrusal ve kaçınılmaz bir ilerleme fikrine karşı çıkarak bir cevap sunuyorlar. Yazarlar, yarattığımız toplumların ideal olmaktan uzak olduğu konusunda hemfikir, ancak başka, daha iyi toplumlar yaratabilirdik ve hala da yaratabiliriz. Uzak geçmiş, "kolektif fantezilerimizin işlenmesi için geniş bir tuval haline gelebilir" diye uyarıyorlar. Onların versiyonunda, insanlar binlerce yıl boyunca göçebe ve yerleşik yaşam tarzları arasında gidip gelmiş ve "uygarlığın" pek çok çeşidini denemiştir. Bu nedenle bizim de miras aldığımızdan daha özgür toplumlar hayal etmemiz gerektiğini savunuyorlar. Kitap siyasi bir broşür havasında, ki bu belki de şaşırtıcı olmamalı: 'de ölen Graeber, önde gelen bir anarşist aktivist ve "Biz yüzde 99'uz" sloganını ortaya atanlardan biri olan Occupy Wall Street hareketinin mimarlarından biriydi.

Her iki kitap da en az antik geçmiş kadar günümüzle de ilgilidir. Başka bir deyişle, kökenlerimiz hakkındaki tartışma, bugün hakkında bir tartışma olma eğilimindedir.

Ein Gev'den, Natufianlarımız gibi tarih öncesi insanların her sabah kalkıp ceylan avlamak, su taşımak, iplik eğirmek ve tahıl öğütmek zorunda olduklarını, tüm bunları yaparken vahşi hayvanları savuşturduklarını ve 3 yaşındaki çocuklarını gömdüklerini görebiliriz. Onların yüzyıldaki torunlarının ideolojik emeğini yerine getirmeye zorlanmadan yapacak yeterince işleri vardı. Kökenler ve sonlar hakkında bir hikaye anlatmak insanların yaptığı şeydir, ancak anlatıya olan doğuştan gelen düşkünlüğümüz anlamanın önüne geçebilir. Grosman'ın yaptığı gibi yapmamız ve bu insanlar hakkında bildiklerimizi geride bıraktıklarından yola çıkarak değerlendirmemiz daha iyi olabilir. Ein Gev'in eskileri, çiftçilik ve yerleşime doğru karmaşık bir harekete işaret ediyor; bu da neden ve sonuç arasında, hikâye anlatıcılarının istediğinden daha karmaşık bir ilişki olduğunu gösteriyor.

Ein Gev'de gördüğüm buluntular arasında en çarpıcı olanı, asla akademik bir makaleye konu olmayacak ya da söz konusu ağır sorularla herhangi bir ilgisi bulunmayacak olanıydı. Anahtar büyüklüğünde sıradan bir çakmaktaşıydı. Her mevsim bunun gibi yüzlercesi ortaya çıkar ve bu da küçük bir karton kutunun kalıcı bilinmezliğinde kendine yer bulur. Ancak Grosman için bu taş önemliydi, arkeolojinin şiire dönüştüğü türden bir insan parmak iziydi, başka bir zamanda başka bir insanın hayatına açılan bir pencere.

Ona öyle geliyordu ki, köyden biri bu kayayı bir alet haline getirmeye çalışmış, bir tarafını yontarak bir bıçak oluşturmuş, ama sonra işin ortasında fırlatıp atmıştı. Bu taş 12 bin yıl boyunca tamamlanmadan durmuş ve şimdi avucumun içinde, sıradan bir yaşamdaki insani bir anı anlatıyordu. Bu adamı ya da kadını, yuvarlak taş evlerin ve garip beyaz mezarlığın yanında dururken, bilinmeyen bir dilde başka bir adı olan Celile Denizi'nin oval genişliği tarafından çerçevelenmiş, bir elinde beceriksiz aleti tutarken, onu ters çevirirken, sonra düşürürken, başka bir taş alırken ve bir daha asla düşünmezken hayal edebilirsiniz.

On iki bin yıllık tarih beni o insandan ve sayısız evrim ve yenilikten ayırıyor. Bu köylüler dünyaya ne gibi değişiklikler getirdiklerini bilmiyorlardı, biz de bilmiyoruz. Onlarla ilgili pek çok şey bilgimizin ötesinde kalacak, ancak onları tanıyabiliriz. Onlar bizdik.

Yazar: Matti Friedman

Kaynak: Smithsonian Magazine

Bir Avuç Ateş - Hasan Nail Canat Kitap özeti, konusu ve incelemesi

Bir Avuç Ateş kimin eseri? Bir Avuç Ateş kitabının yazarı kimdir? Bir Avuç Ateş konusu ve anafikri nedir? Bir Avuç Ateş kitabı ne anlatıyor? Bir Avuç Ateş kitabının yazarı Hasan Nail Canat kimdir? İşte Bir Avuç Ateş kitabı özeti, sözleri, yorumları ve incelemesi

Kitap Künyesi

Yazar:Hasan Nail Canat

Yayın Evi: Genç Timaş Yayınları

İSBN:

Sayfa Sayısı: 96

Bir Avuç Ateş Ne Anlatıyor? Konusu, Ana Fikri, Özeti

Bir Avuç Ateş, inançlı bir ailenin, evin büyük oğlu Kenan'ın hırslarıyla olan büyük imtihanının hikâyesi "Bugün sana gelemiyorum. Çünkü yüreğim kanarken sana gelemem. Yüzüme bakınca, yüreğimi en iyi sen görürsün. Gözlerimden ıstırabımı en iyi sen okursun. Belki otuz yıl önce, bir bayram sabahı, annemin avuçlarına kapanıp ağladığım gibi ağlarım bugün O zaman sen yıkılırsın. Hayır! Görme ağladığımı, duyma hıçkırıklarımı, ben ağlayacak bir köşe bulurum"

(Tanıtım Bülteninden)

Bir Avuç Ateş Alıntıları - Sözleri

  • Mahşer günü bize , " Ne yedin , ne içtin ?" Diye sormazlar. "Allah rızası için ne yaptın?" Diye sorarlar.
  • "Bugün sana gelemiyorum. Çünkü yüreğim kanarken sana gelemem. Yüzüme bakınca yüreğimi en iyi sen görürsün. Gözlerimden ıstırabımı en iyi sen okursun. Belki otuz yıl önce, bir bayram sabahı, annemin avuçlarına kapanıp ağladığım gibi ağlarım bugünO zaman sen yıkılırsın. Hayır! Görme ağladığımı ,duyma hıçkıraklarımı,ben ağlayacak bir köşe bulurum"
  • Bugün sana gelemiyorum. Çünkü yüreğim kanarken sana gelemem.
  • Anne sevgisini çok güzel anlatmış : Cnm annem; Kalbimin dayanağı, göz yaşlarımın pınarı , dertlerimin ortağı annem. Bana yaptıklarını nasıl öderim
  • Komserin haksız yere getirilen tutukluya hitaben polislere: Sizin işiniz hep öyle zaten. Hırsızlık olur ,evi soyulan adamı, saldırı olur saldırıya uğrayan adamı getirirsiniz buraya.
  • Bu gün sana gelemiyorum. Çünkü yüreğim kanarken sana gelemem. Yüzüme bakarken yüreğimi en iyi sen görürsün. Gözlerimden acımı en iyi sen okursun. Belki otuz yıl önce, bir bayram sabahı, annemin avuçlarına kapanıp ağladığım gibi ağlarım bugün O zaman sen yıkılırsın. Hayır!!! Görme ağladığımı, duyma hıçkırıklarımı, ben ağlayacak bir köşe bulurum. (başlangıcı bu ise devamını dev merak ediyorum)
  • "İftidah tekbirine yetişemediği için, dostları tarafından üç gün taziye için ziyaret edilen Allah dostlarını hatırladı."
  • Herkesle anlayacağı dilden konuşmak lazım..
  • Bugün sana gelemiyorum çünkü yüreğim kanarken sana gelemem.Yüzüme bakınca yüreğimi en iyi sen görürsün.Gözlerimden ıstırabımı en iyi sen seafoodplus.info 30 yıl önce,bir bayram sabahı,annemin avuçlarına kapanıp ağladığım gibi ağlarım bugünO zaman sen yıkılırsıseafoodplus.infoır!Görme ağladığımı,duyma hıçkırıklarımı,ben ağlayacak bir köşe bulurum
  • Dinsizin hakkından imansız gelir.
  • Bugün sana gelemiyorum. Çünkü yüreğim kanarken sana gelemem. Yüzüme bakınca yüreğimi en iyi sen görürsün. Gözlerimden acımı en iyi sen okursun. Belki otuz yıl önce, bir bayram sabahı, annemin avuçlarına kapanıp aldığım gibi ağlarım bugün O zaman sen yıkılırsın. Hayır! Görme ağladığımı, duyma hıçkırıklarımı , ben ağlayacak bir köşe bulurum
  • "Mahşer günü bize,
  • "Ayrı ayrı insanlarız ve ayrı ayrı hesap vereceğiz.."
  • "Kendini dipsiz bir kuyuya hızla düşüyormuş gibi hissediyordu."

Bir Avuç Ateş İncelemesi - Şahsi Yorumlar

Bu kitap hayatını inandığı hakiki değerler için feda eden yüce gönüllü bir gençten bahsediyor. Bu hakiki değeri biraz geç fark etmiş olsa da sonucunda şehadet şerbetiyle şereflenmek nasip olmuş. Ayrıca bu yüce gönüllü gence yapılan olur olmaz hareketler ile inancına bir nebze de olsa farklılık koymamış aksine bu sayede inancının verdiği gücü arttırmış. Çünkü kötü kişiler doğru olanı yok etmek için uğraşır. Doğru yolda olan her daim kazanır ve başarıya ulaşır. Ya bu dünyada ya da gerçek ebedi hayatta cennet gibi muhteşem bir rızıka nail olur. Ve sonunda bu kötü hareket lerde bulunanlarda pişman olup gerçek hayata inançlarına layık olmak için çaba sarf etmeye çalışırlar. Dedim ya doğru tektir. Hata yapanda o doğruya pişman olup döner bir gün .Ve fark ettim de iyi olan her yerde iyidir. Baba sevgisini çok güzel yaşatır. Eş olunca koca yürekli bir eş olur. Evlat olunca ailesine yaraşır bir evlat olur. Kul oluncada çok iyi merhametli, dürüst, şefkatli salih kullarından olur. Çünkü kalp temizliği harekete, bakışa, duruşa yansıseafoodplus.info tabiki bunlar inançla birlikte var olduğu sürece bu şekildedir. Bu kitaptaki güzel yürekli genç te ilk önce inancını bilmediği için kötü ahlaklı bir kişiliğe sahipti. Sonra güzel inancının verdiği edepli, namuslu, iyi ahlak neticesinde evlat,eş, kul olarak en iyilerden olur. Her daim doğrudan yana olun. İnanın hiç pişman olunmayan nice anılar biriktirilir bu sayede. (MERVE DOĞAN)

Kitapta Kenan' ın mafyaya olan borcu yüzünden başlarına gelmeyen kalmıyor. Seyfinin "babalarının "(mafya babaları) Istanbul un bir sokağının kumarhaneye çevirmek istemeleriyle başlıyor mahallelini hepsi evlerini seyfi ye satıyor sadece bir kişi satmıyor o da "Abdullah"(kenanın babası)sonra başlarına gelmeyen kalmıyor, adamı dövdürüyorlar evini tariyorlar adamı çocuğuna öldürmeye çalışıyorlar Sonra seyfi hapise mahalleli huzura kavuşuyor (yavuz selim katılmış)

Adım Yayınlarının Gençlik Serisindeki yedinci kitabı ( sayfa ) olan " Bir Avuç Ateş " adlı romanda rahmetli yazar Hasan Nail Canat,İstanbul'da yaşanan bir aile dramını anlatıyor. Kuşak çatışması,mafya ile sürtüşmeler ve o dönemdeki gündem romanda ön plana çıkan konular Tavsiye eder, iyi okumalar dilerim. (Ekrem Özkara)

Kitabın Yazarı Hasan Nail Canat Kimdir?

25 Ekim yılında Kayseride doğan Hasan Nail Canat, Kayseri İmam Hatip Lisesi öğrencisi iken okul müsamerelerinde arkadaşları ile küçük çaplı oyunlar sahneye koyarak sanat hayatına ilk adımını attı. Mezun olduktan sonra Kayseri Hava İkmal ana tamir fabrikasında çalışırken sanatla ilgisini devam ettirmek istediği zaman her seferinde babası karşı çıkıyor; Tiyatrocu mu olacaksın, soytarı mı olacaksın diyerek Hasan Nail Canatı engellemeye çalışıyordu. O yıllarda Yalnızlar Rıhtımı isimli şiir kitabı yayınlandı. Fakat şiir kitabı Hasan Nail Canatın tiyatroya olan aşkını daha çok pekiştirdi. yılında Rusyanın Bolşevik ihtilalinde Türk kökenli insanlara yapmış olduğu zulümden etkilenerek Moskof Sehpası isimli ilk eserini yazan Hasan Nail Canat, büyük bir heyecanla profesyonel tiyatro hayatına başlamış oldu. inançlı, şuurlu, fedakar genç ile birlikte Anadolu turnesine çıktı. Moskof Sehpası o yıllarda çok büyük ilgi gördü ve kez sahnelendi. Hasan Nail Canat bu başarısı sayesinde muhafazakar kesimin büyük ilgi ve alakasına mazhar oldu. Soytarı mı olacaksın diyen babası, Kayseri Müftüsünün daveti üzerine Kayseri Din Görevlileri Derneğinin organize ettiği Moskof Sehpası isimli oyunu izlemeye geldi. Oyun sona erdikten sonra Oğlum, oyununu heyecanla seyrettim. Yanılmışım. Artık seni özgür bırakıyorum. Sanatını Allah yolunda kullandığın müddetçe yolun açık olsun diyerek Hasan Nail Canata dua etti. Bu duanın bereketi ile Hasan Nail Canat, artık sanata kendisini tamamen adadı. Üstad Necip Fazıl Kısakürekin sohbetlerine katılarak Allah yolunda sanatını kullanmanın püf noktalarını, mesaj kaygılarını, yol haritasını en ince ayrıntılarına kadar öğrenip sırası ile; Günahkar Baba, Dilsiz Şeytan, Bir Avuç Ateş, Afganistan Dramı, Bir Demet Gençlik, Ebabil Kuşları, Bana Mahşeri Anlat, Sokak Kızı Elif, Süper Bekçi, Mindrella, Cimcime Tavşan, Aynalar Yolumu Kesti isimli eserleri hem yazarak hem yöneterek hem de oynayarak sanatını icra etti. Ayrıca Şeytan Üssü Haber Merkezi, Efendi Hayrettin Süperstar, Kara Geceler Efendim, İnsanlar ve Soytarılar, Başkasının Ölümü, Demedim mi? ve Metropol ve Kadın isimli başkalarının yazmış olduğu tiyatro eserlerinde de başrolde oynadı.rnrnÜRETKEN BİR SANATÇIYDIrnrn12 Eylül ihtilalinden sonra mecburi olarak tiyatro hayatına ara veren Hasan Nail Canat, maddi açıdan çok büyük sıkıntılar çekmesine rağmen üretken bir sanatçı olduğunu Bir Küçük Osmancık Vardı, Nur Dağındaki Çocuk, Yaralı Serçe, Günahkar Baba, Yasemen, Kırımlı Murat Destanı, Bir Avuç Ateş, Gül Yarası ve Kiralık Zindan isimli romanları yazarak kanıtladı. İlk romanı Milli Gazetede tefrika halinde günlük yayınlandıkça sevincine diyecek yoktu. Olacak, beni göremeyenler beni okuyacak ve ne olursa olsun bu insanlara mesajımı vereceğim diyerek 9 esere imza attı. Moskof Sehpası isimli ilk eserini Kırımlı Murat Destanı adında kitap haline getirdi. Bir Avuç Ateş isimli romanı Çöküş ismi ile yönetmen Mesut Uçakan tarafından beyaz perdeye aktarıldı. Bir Küçük Osmancık Vardı isimli kitabı da Milli Eğitim Bakanlığının Temel Eseri arasında yer almaktadır. Ayrıca Hasan Nail Canatın Kiralık Zindan adlı eseri kayıptır ve bulunamamıştır. Hasan Nail Canat, rahmetli olmadan evvel yeni yayıncılığa başladığını belirttiği genç bir yayınevine Kiralık Zindan isimli eserini orijinal dosya halinde sözleşme yaparak teslim etmiştir. Aradan 7 yıl geçmesine rağmen ne yayıncıdan ne yayınevinden yazılı veya sözlü olarak Hasan Nail Canatın ailesine ulaşılmamıştıseafoodplus.infoANÇ VE AHLAK ÜZERİNE ESERLER YAZARDIrnrnŞiir, roman ve tiyatro eserleri incelendiği zaman eserlerinin sadece ve sadece inanç ve ahlak üzerine olduğu açıkça belli olan Hasan Nail Canat, insanlara hayvan sevgisi ile insan sevgisi arasındaki tezatı yani kaniş köpeğini evine alıp babasını huzur evine yatıran insanın hayvan sevgisine karşı, Allaha borcunu ödemek isteyenlerin kul hakkına riayet etmemelerine karşı ve ilahlaştırılan tabulara karşı seafoodplus.infoÇOK SAYIDA FİLM VE DİZİDE OYNADIrnrnHasan Nail Canat, yaklaşık 10 yıldır Altunizade Kültür Merkezinde Üsküdar Belediyesi Tiyatrosunda oyunlarını sahneliyordu. Geleneksel tiyatronun örneklerini sunan Hasan Nail Canat, Keloğlan, Sokak Kızı Elif, Mindrella, Süper Bekçi, Cimcime Tavşan gibi çocuk oyunları ile Bir Avuç Ateş, Demedim mi?, Metropol ve Kadın adlı oyunlarını da yetişkinler için sahnelemişti. Altunizade Kültür Merkezinde çocuk ve yetişkinlere tiyatro eğitimi de veren Canat; Reis Bey, Minyeli Abdullah, Sahibini Arayan Madalya, Çizme, Sürgün, Beşinci Boyut, Bize Nasıl Kıydınız? ve Gülün Bittiği Yer adlı sinema filmleri ile Kara Bir Gün - Süleyman Nazif, Su Perisi Kayıklar, İnsanlar Yaşadıkça, Kaşağı, Müslümanın 24 Saati, Müslümanın Günü, Siyah Pelerinli Adam, Hasret, Köstekli Saat, Camgöz, Deli Balta-Uçurum Adası, Evlere Şenlik, Bizim Ev, Ortaklar, Şark Kahvesi, Beyaz Savaş, Sır Kapısı, Deli Yürek, Ekmek Teknesi, Çobanın İbadeti, Kenanda Bir Kuyu ve Kalp Gözü adlı TV dizilerinde rol almıştı.rnrnHASAN NAİL CANATLAR UNUTULMAMALIrnrnHasan Nail Canat, yılları arasında Üstad Necip Fazıl Kısakürekten almış olduğu Sanat, Allah yolunda nasıl kullanılır? düsturunu tiyaro öğrencisi yetiştirerek inançlı, şuurlu oyuncuları ülkemize kazandırmayı, belden aşağı olmadan komedi yapmayı, salya-sümük demogoji yapmadan dram oynamayı, adaba ve edebe uygun ortaoyunu ve müzikal sergilemeyi yüzlerce çocuğa öğretti. O gençler şimdi Hasan Nail Canatlar unutulmamalı diyor ve birçok tiyatro eserlerinde, dizilerde inançlı oyuncu, sınırları olan oyuncu olarak rol alıseafoodplus.infoNAT HAKK İÇİNDİR FELSEFESİNİ BENİMSEDİrnrnHasan Nail Canat, Sanat sanat içindir ve Sanat halk içindir düşüncelerini hiçbir zaman dikkate almayıp Sanat Hakk içindir felsefesinden hareket ederek ülkemizdeki dini, ahlaki, sosyal eksiklikleri hem yazarak hem yöneterek hem de oyunculuğu ile sahne hayatına taşımıştır. 41 yıllık sanat yaşamında inançlı ve muhafazakar kesimin kalplerinde haklı yerini alarak 21 Ekim tarihinde Ramazan ayının ilk haftasında son oyunu olan Aynalar Yolumu Kesti isimli oyununu Üsküdar Belediyesi İftar Vapurunda son kez sahneledikten sonra Sayın Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım Beyden de son ödülünü aldı. Evine geldikten sonra aniden fenalaşarak kalp krizi sonucu sanatını Hakk için yapan Hasan Nail Canat ruhunu Hakka teslim etti.

Hasan Nail Canat Kitapları - Eserleri

  • Bir Küçük Osmancık Vardı
  • Yasemen
  • Yaralı Serçe
  • Nur Dağındaki Çocuk
  • Bir Avuç Ateş
  • Kırımlı Murat Destanı
  • Gül Yarası
  • Yiğit Mustafa
  • Günahkar Baba
  • Cimcime Tavşan

Hasan Nail Canat Alıntıları - Sözleri

  • İnsan yürekten isterse bir şeyi Allah mutlaka verir. (Bir Küçük Osmancık Vardı)
  • Yüreğim buruk acılarla doluydu. (Yaralı Serçe)
  • Yüreğimin çekemediği acıya, gücümün yetmediği çaresizliğe sabır (Yaralı Serçe)
  • Kırım'ın kaderi bu; güneş her akşam hüzünle terk eder Kırım'ı. Her sabah acı bir günün üstüne doğar (Kırımlı Murat Destanı)
  • -Cevap seafoodplus.info sormama kızıyor musun yoksa? -Hayır kızmıyorum.Öyle sorular soruyorsun ki cevabı zor veya acı.. (Nur Dağındaki Çocuk)
  • –Size soruyorum, Allah korusun mahallenizde bir evde yangın çıksa, "memlekette demokrasi var kimse kimsenin yangınına karışamaz" diyebilir misiniz? –"Hayır hocam" sesleri sınıfı doldurdu. (Gül Yarası)
  • Allah'ım! Bizi sahipsiz koyma. (Bir Küçük Osmancık Vardı)
  • Bugün sana gelemiyorum. Çünkü yüreğim kanarken sana gelemem. Yüzüme bakınca yüreğimi en iyi sen görürsün. Gözlerimden acımı en iyi sen okursun. Belki otuz yıl önce, bir bayram sabahı, annemin avuçlarına kapanıp aldığım gibi ağlarım bugün O zaman sen yıkılırsın. Hayır! Görme ağladığımı, duyma hıçkırıklarımı , ben ağlayacak bir köşe bulurum (Bir Avuç Ateş)
  • "Korku mücadeleden daha tehlikelidir" (Yiğit Mustafa)
  • Hani, çok sıcak günler vardır, insanı bunaltan. Serin bir gölge, ya da bir su kenarı aranır. Ekin solar, gül sararır, yer yer yarılır toprak. Bir rüzgar eser sonra. Peşinden yağmur gelir. Tekrar canlanır yeşil. İnsan ruhu dinlenir. (Bir Küçük Osmancık Vardı)
  • "Allah hayırlısını versin." (Yasemen)
  • " İnsan yürekten isterse bir şeyi Allah mutlaka verir. " (Bir Küçük Osmancık Vardı)
  • Rızkı veren Allah'tır. (Yaralı Serçe)
  • "Mahşer günü bize,
  • Ay ışığında karlı dağların seyrine doyum olmaz. Gündüzleri güneş ısısıyla çözülen yumuşayan kar, geceleri sertleşir ve buz tutar. Sivri tepeler bir ayna gibi ışıldar. Ay ışığında seyrine doyum olmaz bu dağların, ancak sıcak bir evin penceresindeyseniz Sığınacak bir ev yoksa ve dağlarda kalmaya mecbursanız, çektiğiniz sıkıntılar size bu güzellikleri fark ettirmez. (Nur Dağındaki Çocuk)
  • - Allah'ı zikrediyor ağaçlar. - Ağaçlar Allah'ı zikreder mi? - Bildiğimiz ve bilmediğimiz bütün varlıklar zikreder. - Şu ırmak da mı? - Yaratılan her şey kendi dilinde, her an "Allah" der. (Yaralı Serçe)
  • "Kendini dipsiz bir kuyuya hızla düşüyormuş gibi hissediyordu." (Bir Avuç Ateş)
  • Bir ihtiyacın çaresizliği ile kıvranan insana değil, onu kurtarmayan çare sahibine acımalı. (Günahkar Baba)
  • –İçin bana karşı kin dolu. Bu kinle nasıl benimle oluyorsun anlamadım.!? –Ben de anlamadım kendime saygısızlığım dan herhalde (Gül Yarası)
  • Ona dert yanacak değilim. (Yiğit Mustafa)

© Tüm Hakları Saklıdır.
Sitedeki içerikler izinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
Yayınlanan yazı ve yorumlardan yazarları sorumludur. seafoodplus.info ile bir bağlantı kurulamaz, site sorumlu değildir.

nest...

batman iftar saati 2021 viranşehir kaç kilometre seferberlik ne demek namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur özel jimer anlamlı bayram mesajı maxoak 50.000 mah powerbank cin tırnağı nedir