kardesim hikayesi konusu / Kardeşimin Hikayesi - Zülfü Livaneli Kitap özeti, konusu ve incelemesi

Kardesim Hikayesi Konusu

kardesim hikayesi konusu

Serenad fırtınasından sonra Livaneli’den nefes kesen bir roman...

Sakin bir balıkçı köyünde genç bir kadının cinayete kurban gitmesiyle başlar her şey. Dünyadan elini eteğini çekmiş emekli inşaat mühendisiyle genç, güzel ve meraklı gazeteci kızın tanışmasına da bu cinayet vesile olur. Kurguyla gerçeğin karıştığı, duyguların en karanlık, en kuytu bölgelerine girildiği hikâye, daha doğrusu hikâye içinde hikâye de böylece başlar. Modern bir Binbir Gece Masalı’nın kapıları aralanır. Ancak bu kez Şehrazad erkektir.

Kardeşimin Hikâyesi aşkın mutlulukta ulaşılacak son nokta olduğuna inananları bir kez daha düşünmeye davet eden, aşka, aşkın karmaşıklığına ve tehlikelerine dair nefes kesen bir roman. Her sayfada yeni bir gerçekliği keşfedecek, kuşku ile kesinliğin sınırlarında dolaşacaksınız.

Mantıksız gibi geliyor ama o sabah uyandığımda tuhaf bir haber alacağımı biliyordum. Karadeniz’in lacivert dalgalarıyla baş başa kalmış olan bu ıssız köyde geçen her gün birbirinin aynısı olduğu için burada insanların heyecanla konuşacağı olaylara pek sık rastlanmazdı. O günün de ötekiler gibi sessizce akıp gitmesi gerekirdi ama galiba başka şeyler olacaktı. O mahmur sabah saatlerinde bir cinayet haberi alacağımı bilmiyordum elbette ama bir haber gelecekti. Daha yataktan çıkmamıştım, gözlerim kapalıydı, arkalarında fosforlu çizgiler bırakarak yıldırım hızıyla hareket eden mor tavşanları izliyordum.

Kardeşimin Hikayesi

Kardeşimin Hikayesi – Zülfü Livaneli

Karakterler

Ahmet Arslan: Kitabın ana karakteridir. Dünyadan elini eteğini çekmiş emekli bir inşaat mühendisidir. Şizofreni belirtileri de var. Cinayet gecesi, gazeteci, Arzu’nun davetine davet edilenlerden biri olduğu için, Gazeteci köye geldiğinde ilk onun evini ziyaret eder.

Arzu Kahraman: Davet verdiği gece öldürülen ve roman boyunca katilinin kim olduğu merak edilen karakterdir.

Mehmet Arslan: Ahmet beyin kardeşidir. Onunla ilgili gerçekler ve gerçekte kim olduğu kitabın işlendiği ana konuyu oluşturur.

Olga: Ahmet Arslan’ın kardeşinin yurt dışına çalışmaya gittiğinde aşık olduğu kadındır.

Kerberos: Ahmet Arslan’ın köpeğidir.

Konusu

Her şey sakin bir balıkçı köyünde genç bir kadının öldürülmesiyle başlar. Bu cinayet, genç, güzel ve meraklı bir gazetecinin dünyayı terk eden emekli bir inşaat mühendisi ile buluşmasına vesile olur ve hikaye başlar.

Kardeşimin Hikayesi Özeti

Kardeşimin Hikayesi romanında olaylar İstanbul’un Çatalca ilçesine bağlı eski adı Podima olan Yalıköy’de geçiyor. Köyde meydana gelen cinayet üzerine bir gazeteci araştırmak için köye gelir ve önce Ahmet Arslan’ın kapısını çalar. Ahmet Arslan, Arzu Kahraman’ın öldürüldüğü gece davetlilerden sadece biridir.

Ahmet Bey ile sohbetler Ahmet Bey’in geçmişine gitmeye başlar. Ahmet Bey, bir kazada ailesini küçük yaşta kaybetmiştir. Kazadan sonra ağabeyinin yanında dedelerinde kalırlar. Ahmet elektrik, kardeşi Mehmet ise inşaat mühendisidir. Ahmet de kazada doku hissini kaybetti. Şimdi köpeği Kerberos ile yaşıyor.

Gazeteci ile Ahmet Bey arasındaki sohbetler artık cinayetten çok Ahmet Bey’in kardeşinin hikayelerine dönüşmeye başlar. Gazeteci ile Ahmet Bey arasındaki sohbet ilerledikçe köpek bir akşam huysuzlaşır. Rahatsızlığın nedeni sabah anlaşılır ve ölen Arzu’nun kolyesi köpek yatağında bulunur. Cinayet zanlısı olarak çocuk bakıcısı Svetlana tutuklanır ancak kolyeyi bulduktan sonra Ahmet Bey katilin kim olduğunu anlar. Ama birden Ahmet Bey de ölü bulunur ve gazeteci kıza bıraktığı veda mektubunda katilin kim olduğunu açıklar. Ancak Ahmet Bey’in ölümü, gerçek katilin ötesinde çok daha büyük bir sırrı ortaya çıkaracaktır.

Kardeşimin Hikayesi Kitabının Kapağındaki Resim

Kitabın kapağındaki resim, Belçikalı ünlü ressam Rene Magritte’nin bir tablosuna ait. Belçika’nın Chatelet kentinden geçen Sanbre nehrinin kıyısındaki evlerden birinde küçük bir çocuk yaşıyor. Bu küçük çocuk bir gece uyurken ellerinde meşalelerle nehir boyunca yürüyen bir kalabalık görür. Herkes nehire acele bir şekilde akın ederek,  bir şeyler arıyor. Küçük çocuk ne olduğunu merak ederek kalabalığa dönünce bir kadının nehre atlayarak intihar ettiğini görür. Ve bu kadın maalesef  kendi annesidir. Çocuk geceliğin içinde annesinin vücudunun soyulduğunu ve yüzünün örtüldüğünü görür. Rene Magritte resimlerinde yüzü bezle kaplı insanları çizmesinin sebebi de annesinin son halinin gözlerinin önünden çıkmamasıdır.

Kardeşimin Hikayesi – Kitap Açıklaması

 “Sakin bir balıkçı köyünde genç bir kadının cinayete kurban gitmesiyle başlar her şey. Dünyadan elini eteğini çekmiş emekli inşaat mühendisiyle genç, güzel ve meraklı gazeteci kızın tanışmasına da bu cinayet vesile olur. Kurguyla gerçeğin karıştığı, duyguların en karanlık, en kuytu bölgelerine girildiği hikaye, gitgide insan ruhunun ve aşkın karanlık labirentlerine doğru yol alan baş döndürücü bir serüvene dönüşür. Ve modern bir Binbir Gece Masalı’nın kapıları aralanır. Kardeşimin Hikayesi aşkın mutlulukta ulaşılacak son nokta olduğuna inananları bir kez daha düşünmeye davet eden, aşka, insan ruhunun karmaşıklığına, cinayete, unutmaya, hatırlamaya ve zihnimize dair yeni şeyler söyleyen sarsıcı bir roman. Podima, İstanbul, Moskava ve Minsk kentlerine savrulan ruhların nefes kesen hikayesi…”

Zülfü Livaneli'den 'Kardeşimin Hikayesi'

 

Yazınsallaştırma Yöntemi Olarak Ayrıksılaştırma

Zülfü Livaneli “Kardeşimin Hikâyesi” romanında seçtiği yazınsal tür ve anlatılaştırma yöntemiyle okuyucunun ilgisini canlı tutan sürükleyici bir gerilim ilişkisi kurmayı başarmıştır. Romanın başat izleği, Arzu Kahraman cinayeti etrafında düğümlenen ve Sovyetler Birliği’nin dağılma süreci sonrasıyla ilişkilendirilen son derece ayrıksı bir aşk ve kişilik betimlemesidir. Livaneli, kurguladığı başkahramanı, alışkanlıklarıyla, davranış ve düşünüş tarzıyla, yaşamı ve mekânları düzenleyiş şekliyle sıra-dışılaştırmıştır. Örneğin, Ahmet çok uzun zamandan beri ne kimseye dokunur ne de kimsenin kendisine dokunmasına izin verir. Bu yüzden, gazeteci kızın “teşekkür tokalaşması” için dokunması üzerine, “başı döner, kanı çekilir, damarları büzüşür, yer ayaklarının altından kayar ve korkunç bir sesle haykırır.” Haykırmasından büyük tehlike altında olduğunu sanan köpeği, zincirini kopararak gazeteci kıza saldırıp “parçalamaya” kalkar.

Bu satırları okurken Brecht’in Berlin Ensemble adlı tiyatrosunda olayları ve kişileri “sıra-dışılaştırma” veya “tuhaflaştırma” konusunda oyunculara yönergeler verdiğini düşündüm. Ayrıksılık, salt bu roman figürüyle de sınırlı değildir. Ahmet, yeme-içmesi, giyim-kuşamı, zaman algısı bakımından da sıra-dışıdır; evinin “cinayet odası” diye adlandırdığı odasında Nietzsche’nin “aktif unutma” savı üzerine çalışmakta, “unutma erdemi” hakkında deneme yazmaktadır. “Niçin insanların tarihselliği var da hayvanların yoktur” belirlemesi üzerine, tarihsel bilincin insan özgülüğü üzerine düşünmektedir.

Romandaki hayvanlar da olağan-dışılaştırılmıştır. Ahmet’in köpeği Kerberos fiziksel görünüşüyle, davranışlarıyla sahibiyle konuşmasıyla ayrıksılaştırılmıştır. Yunan mitolojisinde cehennemin veya yeraltı dünyasının kapısında bekleyen en az üç başlı korkunç bir canavar olarak betimlenen Kerberos adlı canavarın adı bile bir başına ayrıksılaştırma aracı olarak kullanılmaya elverişlidir. Arzu’nun “ölünün kanını yalayan, soğuk, zalim ve kötücül bakışlı” kedisi de tuhaflaştırılarak, romanın gerilim etkisini artıran bir figüre dönüştürülmüştür.

Romanın kadın kahramanı gazeteci kız, korkmakla birlikte, cinayeti, Ahmet’i, Ali’yi, Svetlana’yı, Podima’yı, soruşturmayı “merak” eder ve merakının peşinden sürüklenir; sıra-dışı soruları ve davranışlarıyla gazeteci kız da yazınsal gerilimin bir parçası olarak betimlenmiştir. Her şeyi kurguladığı gibi roman içinde roman kurgulayan Ahmet’in kendi mühendislik becerisini kullanarak inşa ettiği ve “Sevgili” adını verdiği “Kucaklama Makinesi” de insan gibi kucaklayıp sıkmasından ötürü bir ayrıksılaştırma aracı işlevi görür. Romana eklenen “Karar”da belirtildiği gibi “rahatlatmak amacıyla” kullanılan ve adına genellikle “Hug Machine” diye bilinen bir cihazı örnekseyen ve ayarlanabilen makine gereğinden fazla sıktığı takdirde “aşırı basınç” sonucu insanı öldürebilir.

Romanın “Ben” adlı bölümü kendi içinde on, “Mehmet” adlı bölümüyse, on altı bölümü kapsamakta; roman, ayrıca sonuna eklenen bir “Mektup” ve “Karar”dan oluşmaktadır. Okuyucu, daha romanın başında anlatının malzemesini oluşturan, “güzel ve kışkırtıcı” Arzu’nun öldürülmesiyle karşılaşır. Romanın başkahramanı mühendis Ahmet Arslan, emekli olmuş, büyük kentten sıkıldığı için, Karadeniz’in Trakya kıyısındaki eski adıyla Podima, yeni adıyla Yaliköy’de “yazdığı hikâyeleri ancak kendi parasıyla bastıran kalbi kırık bir yazardan” eski bir köy evini alıp onarmış ve bu köye yerleşmiştir. Ev, “hemen tümü edebiyat yapıtı” olan kitaplarla doludur.

Romanda betimlenen mekânlar da olağan-dışılık izlenimi yaratır. Ahmet evin odalarını, kitapların konularına göre “intikam odası”, “kıskançlık odası”, “aşk odası”, “cinsellik odası”, “savaş odası”, “intihar odası”, “cinayet odası” diye adlandırmıştır. Livaneli’nin, böyle bir mekân düzenlemesini ve adlandırmayı, Ahmet figürünü sıra-dışılaştırmak, diyesi, ayrıksılaştırmak amacıyla yaptığı açıktır. Ayrıksılaştırma işlemi, romanda adı belirtilmeyen gazeteci kızın daha başlarda Ahmet’in kapısını çalmasıyla başlar. “Ahmet Aslan sizsiniz değil mi?” diye soran gazeteci kıza “hayır!” yanıtını verir. Şaşkınlığa düşen gazetecinin, “siz bu evde oturuyorsunuz; adınız Ahmet Aslan o zaman” diye üstelemesi üzerine “hayır değil; Ahmet Arslan” diye karşılık verir. Kız, “İyi ya, ben de öyle söylüyorum” ; Ahmet “hayır, söylemiyorsunuz; Ahmet Aslan diyorsunuz; oysa benim adım Ahmet Arslan” diye karşılık verir. Kız, “tek r harfinden dolayı” ben değilim diyen Ahmet’i “çok tuhaf biri” olarak niteler. Ahmet figürünü tuhaflaştırmaya yönelik bu diyalog sürüp gider. Anımsayalım, tuhaflaştırma veya ayrıksılaştırma, Bertolt Brecht’in epik tiyatro öğretisinin mihenk taşıdır. Brecht, ayrıksılaştırma (Alm. Verfremdung), tiyatronun bütün ögelerine çekicilik, ilginçlik ve düşündürme gücü gibi özellikler kazandırmanın yoludur. Cumhuriyet Kitap’ta Brecht’i ele aldığım yazıda konuyu ayrıca ele alacağım.

 

Sıra-dışılaştırmaya Elverişli Malzeme, Kurgulama ve Biçemselleştirme

Livaneli, romanın sonuna eklediği “teşekkür”de Ülker’in (eşi Ülker Hanım olmalı) “insanların duyguları olmasaydı her şey ne kadar kolaylaşırdı” sözünün, romanın temelini oluşturduğunu dile getirmiş ve bu sözü romana içkinleştirmiştir. İlk bölümde insanların duygularından söz eden roman figürü Ahmet’i, insan soyunun “duygularını anlatan, psikolojik derinliklerine inebilen tek bir birikim vardır; o da edebiyattır” diye konuşturması bu yüzdendir. Müzik, buradaki anlatımla, “edebiyat gibi duyguları anlatmaz; bizzat yaşatmak amacını güder.” Bir başka bölümde duygu yine temel kavramdır: “İnsanların duyguları olmasaydı cinayet de olmazdı. Habil Kabil’i öldürmezdi; katil her kimse, o da Arzu’yu öldürmezdi.”

Sıra-dışılaş(tır)manın yollarından biri de yalnızlık veya yalnızlaşmadır. Bu nedenle, başkahraman Ahmet yanlışlaştırılmıştır. Yalnız yaşayan Ahmet, romanın başında öldürülen Arzu’yu yakından tanımaktadır. Hatta akademisyen-ressam ve hocası olan Ali’yle evli olan Arzu, Ahmet’in evine girip çıkmakta, bu iki kişi “birbirine hikâyeler anlatmaktadır.” Ahmet, ikinci bölümde romanın gerilimini doruklaştıran bir ipucu verir: Ailesinden hiç kimse hayatta değildir; “bir tek ikiz kardeşi Mehmet” hayattadır ve Ahmet onun yazgısını bilmektedir. İnsan, “yazgısını bilmesi en büyük cezadır”; dolayısıyla, en iyi şey, insanın başına ne geleceğini bilmeden yaşayıp gitmesi ve her şeyi unutmasıdır. Unutmak, “hayatın özü ve büyük gizemidir.” Unutmak, romanın devamında yine söz konusu edilecektir.

Ahmet, her öyküde yaptığı gibi Arzu ile ilgili öyküyü de gizemlileştirir. Olağan-dışılaştırma yoluyla yaratılan bu gizem, cinayeti kimin işlediği konusunda çeşitli olasılıkları düşündürterek, öyküye ilgiyi ve gerilimi artırır. Örneğin, gazeteci kız, ilk önce Arzu tek başına Ahmet’in evine girip çıktığı için, aralarında bir ilişki olabileceğini varsayarak, “kıskanç koca” cinayeti yargısına varır. Ahmet’in olumsuzlaması üzerine, o zaman “kıskanç âşık” işidir der. Ahmet ile birkaç kez görüştükten sonra, her defasında bir daha gelmemek üzere ayrılmasına karşın, “çok ilginç şeyler anlatacağım size” diyen Ahmet’e büyülenmiş gibi her seferinde geri döner.

 

Her Türlü Öyküleme, Kurgulamadır

Cinayet sanığı olarak Arzu ve Ali’nin çocuklarının bakıcısı “uzun boylu, kumral düzgün ve hep dimdik duran, disiplinli” Bulgar hemşire Svetlana, cinayet anında evde olduğu için cinayeti işlediği kuşkusuyla gözaltına alınır. Her şeyi kurgulayan Ahmet’in, Svetlana’nın “edebiyat, sanat, hayat” üzerine söyleştiği ve seviştiği Ali’ye âşık olduğunu söylemesi, çocuk bakıcısının katil olma olasılığını yükseltir. Arzu’nun Svetlana’ya kötü davrandığı savı, bu olasılığı iyice pekiştirir. Gazeteci kızın “her şeyi oradaymış gibi anlatıyorsunuz” demesi üzerine, Ahmet bu öyküyü gözlemleri üzerine “kurguladığını”, “kurgunun hayattan daha gerçek olduğunu, daha doğrusu gerçeği anlamanın tek yolu olduğunu” öne sürer. Ahmet’in ağzından romandaki anlatımla, kurgu “hikâyelerde anlatılanlardır.” Bir başka bölümde söylendiği gibi, “hikâye nerde biter, gerçek nerde başlar bilinemez.”

Burada küçük açıklama yararlı olabilir: Edebiyatın malzemesi dildir ve tinsel-estetik etkinlik sürecinde oluşan ve gelişen dilin kendisi bir kurgu ürünüdür. Her türlü sanat gibi edebiyat da kendi malzemesini biçimleyerek ortaya çıkar. Her biçimleme, biçimleyenin yeteneği, becerisi ve estetik duyarlılığıyla doğru orantılıdır. Kurgulama ürünü olan dilin yeniden kurgulanması demek olan anlatma/anlatılaştırma, tinsel bir ürün olan dilsel malzemenin retorik figürlerle estetikleştirilmesidir. Hegel’in edebiyatı diğer sanatlardan üstün saymasının nedeni, edebiyatın malzemesi olan dilin tinsel etkinliğin ürünü olması ve yazınsallaştırma sürecinde yeniden kurgulanarak, tinsel ve estetik olarak biçimlenmesi, diyesi, biçemselleştirilmesidir. Bu bakımdan öyküleme, her türlü anlatma, yazınsal deyişle, anlatılaştırma dil üzerinden yapılır; dil, yazınsallaştırmanın malzemesi olarak kalmaz, ayrıca anlatmayı, öyküyü/anlatıyı dolayımlar. Bu yüzden, en gerçek(çi) anlatma bile zorunlu ve kaçınılmaz olarak kurgusal bir özellik taşır.

Livaneli, “Hikâyeler Nerede Başlar, Gerçek Nerde Biter?” adlı bölümde kurgunun yanı sıra, bilim ile edebiyat arasındaki ilişkiyi de romana katar. Buradaki anlatımla, bilim, “edebiyata hiçbir zaman yetişememiştir.” Örneğin, bilim henüz emekleme çağında bile değilken, Antik Yunan trajedileri sayesinde hâlâ bir açıklama modeli olarak kullanılan “Oidipus Kompleksi” gibi kavramlar geçerliliğini korumaktadır. Edebiyat, “hiç ölmeyen” öyküler anlatır; “hayatı anlamanın tek yoludur.”

Ahmet de Arzu cinayetiyle ilgili olarak savcılığa ifade verir. Savcı, Arzu Hanım “bazen sizin eve gelip birkaç saat kalırmış; sonra da saçı başı dağınık vaziyette çıkarmış” diye duyumsatmalı bir tonla Ahmet’i sıkıştırır; söze gizem katar. Arzu’nun kocası Ali’nin “Arzu seni çok severdi. Seninle konuştuğu zaman kendini değerli hissettiğini söylerdi” şeklindeki anlatımıyla, Ahmet ile Arzu’nun ilişkisi daha da gizemlileştirilir. Gazeteci kız, Ahmet figürünü, “duyuları olan, ama duyguları olmayan, egosu yok ve hayvanlarla konuştuğuna inanan” biri olarak tanımlar ve Ahmet’in anlattığı öyküyü kastederek ekler: “bu hikâye, cinayetten daha ilginç bir hale geldi.” Yazar, bu sözlerle romanın devamının Ahmet’in gizemli kişiliğiyle bağlantılı olduğunu bir kez daha duyumsatarak, ayrıksılaştırıcı etkiyi artırır.

 

Edebiyat Neyi Anlatır Veya Aşk Sıra-dışılaştırılabilir mi?

Aşk binlerce yıldan beri, binlerce kez anlatılaştırılmıştır, bundan sonra da anlatılaştırılacaktır. Livaneli de “kardeşimin Hikâyesi”nde asıl izlek olarak insana her şeyi yaptırabilen, onu “korkunç bir uçurumun kıyısında dolaştıran” aşkı yazınsallaştırmıştır. Romandaki anlatımla, aşk, “dünyadaki en tehlikeli, en öldürücü duygudur.” Kimileri aşkı mutlulukta ulaşılan “en son nokta” olarak görür. Aşk, Cervantes’ten aktarıldığı üzere, “bazen yürür, bazen uçar; bazen koşar biriyle birlikte; bir başkasıyla ölümcül yürüyüşe çıkar; üçüncüyü buzdan heykele çevirir; dördüncüyü atar alevlerin içine. Birini yaralar; öldürür ötekini. Aynı anda yanıp sönen bir şimşeğe benzer.” Yazınsal yapıtlarda “aşklarına karşılık bulamadıkları için intihar edenler”, Kıbrıs kralı gibi yersiz kıskançlık bunalımı sonucu sevgilisini “elleriyle boğup öldürenler”, toplu “kıyımlar” yapanlar; güzel Helena yüzünden “çıkan savaş, düelloda ölenler, işkencede sevgilisinin adını söylememek için dişleriyle dilini koparıp atanlar, delirenler, tımarhaneye düşenler, bütün itibarını ayaklar altına alanlar” betimlenmiştir. Gazeteci kıza göre, yazınsal yapıtlarda kurgulanan kahramanlar bütün bu aşkları yaşamıştır; bir başka deyişle, söz konusu yazınsal aşk anlatımları “uydurma ve hayal ürünüdür.” Ahmet’in bu değerlendirmeye yanıtı yine edebiyatın gücünü ortaya koyar: “Edebiyat gerçekten daha gerçektir.” Yazarın Ahmet’in ağzından yapıta içkinleştirdiği bu belirlemeyi olumlamak için ekleyelim: Edebiyat, daha doğrusu her sanat, olabiliri anlatır; nitekim romanda da dile getirildiği gibi günlük yaşamda bütün bunlar zaten olagelmektedir.

Devam edelim: “İnsani duyguların en tehlikelisi olan” aşk, “insanın iradesini elinden alan, insanı yöneten, mantık ve düşünme” yitimine yol açan derin bir duygulanımdır. Dolayısıyla, “birine âşık olmak, gözü bağlı olarak bir uçurumun kıyısında yürümek demektir. Başına neler geleceğini hiçbir zaman bilemezsin. Sonu ölüm de olabilir, cinayette, intihar da.” Romanı çekicileştiren, zevkle okunur kılan da, Livaneli’nin yazınsallaştırdığı en olağan-dışı aşk, diyesi, Ahmet’in kardeşinin aşkı, dünyada yaşanabilecek “en büyük aşk hikâyesidir.” “Kardeşimin Hikâyesi”nde anlatılaştırılan aşk, bütün bunların ötesine geçen şiddetli ve tutsak alıcı bir aşktır. Livaneli, böyle bir aşkı anlatılaştırdığı yapıtını, ayrıksılaştırma, sıra-dışılaştırma ve böylece olağan-dışılaştırma yöntemiyle çekicileştirmeyi başarmıştır.

Ahmet; kişileri, olayları ve mekânları açıklamak için genellikle bir edebiyat yapıtına gönderme yapar veya bir yapıttan alıntılar. Örneğin, sözü edilen Smerdyakov, Dostoyevski’nin “Karamozof Kardeşler”indeki figürlerden biridir. Gazeteci kızın “hep roman kahramanlarını anıyorsunuz” demesi üzerine, Ahmet’in yanıtı hazırdır: “Benim için hayat bir roman, herkes de roman kahramanı.”

 

Mehmet: Kendinde Başkasını Yaratma Yeteneği ve Sovyetler Birliği’nin Dağılması

Ahmet’in ağzından öykülenen romanın ikinci bölümü “Mehmet” adını taşır. Dikkatli okuyucu, romanda Mehmet ile Ahmet’in sürekli iç içe geçirilerek birbirini koşullayarak kurgulandığını görecektir. Ben, okuyucunun okuma zevkini bozmamak için, Ahmet-Mehmet ilişkisini ayrıntılandırmak istemiyorum. “Kardeşimin Hikâyesi”, yazarın başarıyla geliştirdiği bir yazınsal figürü öbüründe eritme veya yeniden diriltme yaklaşımıyla devingenlik kazandırılmış bir yapıttır. Her yazınsal yapıt gibi yüzeysel bir okuma, romanda anlatılaştırılan trafik kazası sonucu anne-babanın ölümü olayının katmanlarını açımlayamaz. Livaneli’nin Ahmet üzerinden kurgulayımıyla Mehmet, Ahmet’in de taşımaya özendiği özellikler taşır: Örneğin, çok okur, “tam bir kitap kurdudur”; ODTÜ’de öğrenim gördüğü bölümün “ders kitabını” yayımlar; öğrenci eylemlerine katılır; bildiri yazar, dağıtır.

Livaneli, Sovyetler Birliği’ndeki uygulanış şekli başarısızlığa uğrayan sosyalist sistemin çöküşünü de yan bir izlek olarak yazınsallaştırmak suretiyle, romanı boyutlandırmıştır. Beyaz Rusya’yı, bu ülkelerde iş yapan inşaat şirketlerinin çalıştırdığı insanlar üzerinden anlatıya katmıştır. 90’lı yılların başında Rusya, “hükümet darbeleri, parlamentonun topa tutulması, cinayetler” gibi olaylarla sarsılmaktadır; “yoksulluğun pençesinde kıvranmakta, kimse maaş alamamakta, yiyecek bulamamakta, herkes hayatta kalmanın çarelerini aramaktadır.” Bu koşullar altında tek belirleyici olan paradır. Bol para ve “çarpıcı güzelliğiyle” Rus kızları, gibi çekiciliklere dayanamayan Ahmet/Mehmet de orada çalışanlardandır. Bir Türk inşaat firması Minsk yakınlarındaki Borisov’da Doğu Almanya’dan geri çekilen askeri birlikler ve subaylar için binlerce lojman inşa etmektedir. Türk işçiler, özellikle de mühendisler bol para kazanmaktadır ve bunlardan bazıları, “yıkılmakta olan Rusya’da maaş alamayan” Kızıl Ordu subaylarının kızlarıyla arkadaş olup “resmi olmayan evlilik” yapıp ‘içgüveysi’ gibi onların evlerinde yatıp kalkmaktadır. Bunlar kendi aralarında şakalar bile geliştirmiştir: “Rus kızı votka gibidir; tek başına içilir; hiçbir şey istemez; ama Türk kızı rakı gibidir; yanında meze ister.”

Livaneli, sıra-dışılaştırma, hatta olağan-dışılaştırmayı Mehmet’in çılgınca tutulduğu Olga Pavlovna figüründe doruklaştırır. Olga, romandaki anlatımla, “dünya dışı bir varlıktır; birçok güzel vardır; ama o, güzellikle çirkinlikle ilgisi olmayan bir varlıktır.” O, başka şeydir; anlatılamaz; o “mucizedir.” Böyle bir güzellik düşünülemez; onu “bugüne kadar hiçbir ressam çizememiş, hatta hiç kimse rüyasında bile görememiştir.” Mevlana’nın romanda alıntılanan dizeleriyle, “bu aşka ilahi diyemem korkarım/İnsani diyemem utanırım.”

Livaneli’nin tuhaflaştırarak ilginçleştirme yeteneğinin sonu yoktur: Mehmet ile Olga otelde yalnız kaldıklarında sarılıp öpüşmeden sonra, Olga “Rusça bir şeyler söyleyip çırpınmaya başlayınca, İki kişinin en mahrem anında”, kızın ne dediğini anlamak için, İngilizce çevirmen Ludmilla’yı çağırır. Çevirmenin yanıtı, “korkuyor, onun için sinirleri bozulmuş” şeklindedir. Böylece, Ludmilla, Mehmet’in maaşının yarısını alarak “tercüman aracılığıyla aşk”ın yaşanmasına eşlik eder. Biri öbürüne “hayatım, canım, sevgilim” diyecek, öbürü de çevirmen aracılığıyla karşılık verecektir. Romandaki söyleyişle, “hiç bu kadar komik, hatta trajik bir şey duyulmamıştır.” Çevirmen eşliğinde en mahrem anlarını yaşamak zorunda kalan Mehmet, Olga ve Ludmilla ile birlikte Soçi gezisi yapmak ister; ancak bu gezi o aşkın sonu olduğu gibi Mehmet’in de “olağan-dışı” ayrıksı bir dizi olay yaşamasına neden olur. Daha önce “yüzlerce yıldır tek kadın ayağının basmadığı” Athos Dağı’ndaki Aynaroz Manastırı’nda kalıp, “Keşiş Proriforio’nun kuru kafası” ile konuşan Mehmet, Moskova havaalanında polislerce götürülür; “gözleri kapalı, elleri zincirli olarak nerede olduğunu bilmeden, hayvanlar gibi yerlere bağlanır”, aylarca zindanlarda tutulur, öyle ki zaman kavramını yitirir. “Günden güne hayvani özüne doğru alçaldığını” duyumsar. Alıkonulduğu hücrenin duvarına parmağını sürterek kanatır ve kanıyla duvara kocaman “OLGA” yazar. Ölmek ister ama kendini öldürecek bir nesne bulamaz. Hiç konuşma olanağı bulamadığı için neredeyse konuşma yetisini yitirme aşamasına gelir.

Sonunda hücreye koyulan bir İngiliz’e tek bir tümce söyleyebilir: “Ben insanım!” İngilizden Grozni’de olduğunu öğrenir ve yine bu İngilizin yardımıyla özgürlüğüne kavuşur ancak Olga’yı aramaya koyularak yeniden aşkın tutsaklığına düşer. Mehmet’i Grozni’deki zindandan kurtaran Türk Büyükelçiliği yetkilisinin anlatımıyla, Mehmet bir yıldan fazla süre “bir yanlışlık” sonucu orada tutulmuştur. Rus İstihbaratı veya polisi, Mehmet’i Çeçen direnişçi Muhammed Arslanov’a benzeterek alıkoymuştur. Mehmet “savaş, rejimin çöküşü, yönetici değişikliği” gibi nedenlerden ötürü koyulduğu yerde “unutulmuştur.” Arslanov dosyası kapanmış ve “hücrede öylece kalmıştır.”

“Kardeşimin Hikâyesi”ni okumaya başladığımda, bu romanın yazarın bir önceki romanı olan “Serenad”ın gölgesinde kalacağı kuşkusunu taşıyordum. Fakat okudukça gördüm ki, Livaneli, romandaki olayları, mekânları ve kişileri, olağanüstü bir yazınsallıkla sıra-dışılaştırarak, öykülemiştir. Bu roman, Livaneli’nin sıradanlığı veya olağanlığı, büyük bir estetik duyarlılıkla sıra-dışılaştırma ve ayrıksılaştırma başarısının parlak bir ürünü olarak Türk edebiyatında seçkin bir yer edinecektir.

Doğu ve Batı anlatı birikiminden ustalıkla yararlanan Livaneli “Kardeşimin Hikâyesi”nde öykü içinden öykü çıkaran kurgulama ve biçemselleştirme yeteneğiyle muhteşem bir roman yaratmayı bilmiştir.

Kardeşimin Hikâyesi/ Zülfü Livaneli/ Doğan Kitap/


Kardeşimin Hikayesi - Zülfü Livaneli Kitap özeti, konusu ve incelemesi

Kitap Künyesi

Yazar:Zülfü Livaneli

Yayın Evi: Doğan Kitap

İSBN: 9786050914443

Sayfa Sayısı: 330

Kardeşimin Hikayesi Ne Anlatıyor? Konusu, Ana Fikri, Özeti

Serenad fırtınasından sonra Livaneli'den nefes kesen bir roman...

Sakin bir balıkçı köyünde genç bir kadının cinayete kurban gitmesiyle başlar her şey. Dünyadan elini eteğini çekmiş emekli inşaat mühendisiyle genç, güzel ve meraklı gazeteci kızın tanışmasına da bu cinayet vesile olur. Kurguyla gerçeğin karıştığı, duyguların en karanlık, en kuytu bölgelerine girildiği hikâye, daha doğrusu hikâye içinde hikâye de böylece başlar. Modern bir Binbir Gece Masalı'nın kapıları aralanır. Ancak bu kez Şehrazad erkektir.

Kardeşimin Hikâyesi aşkın mutlulukta ulaşılacak son nokta olduğuna inananları bir kez daha düşünmeye davet eden, aşka, aşkın karmaşıklığına ve tehlikelerine dair nefes kesen bir roman. Her sayfada yeni bir gerçekliği keşfedecek, kuşku ile kesinliğin sınırlarında dolaşacaksınız.

"Mantıksız gibi geliyor ama o sabah uyandığımda tuhaf bir haber alacağımı biliyordum. Karadeniz'in lacivert dalgalarıyla baş başa kalmış olan bu ıssız köyde geçen her gün birbirinin aynısı olduğu için burada insanların heyecanla konuşacağı olaylara pek sık rastlanmazdı. O günün de ötekiler gibi sessizce akıp gitmesi gerekirdi ama galiba başka şeyler olacaktı. O mahmur sabah saatlerinde bir cinayet haberi alacağımı bilmiyordum elbette ama bir haber gelecekti. Daha yataktan çıkmamıştım, gözlerim kapalıydı, arkalarında fosforlu çizgiler bırakarak yıldırım hızıyla hareket eden mor tavşanları izliyordum."

Kardeşimin Hikayesi Alıntıları - Sözleri

Kardeşimin Hikayesi İncelemesi - Şahsi Yorumlar

Yapabileceğim en zor inceleme bu olacak. Çünkü şu anda bilincim yerinde değil ve kafam düzgün çalışmıyor. Saatlerdir bu kitabı okumaya çalıştım. Kitapta Ahmet adli bir karakterimiz var. Kendisi çok takıntılı ve bazi sorunlari ya da hastaliklari var diyebiliriz. Yaşadığı mevkide olan bir ölüm sonucunda gazeteci bi kadınla tanışıyor. Kadinla samimi olduktan sonra da ikiz kardesi Mehmet'in ilgi çekici hikayesini anlatmaya başlıyor. Neyse kitap hakkinda anlatacağım bu kadar. Asil onemli olan bana ne hissettirdigi. Ben çok kitap okudum ama sunu diyebilirim ki bu kitap kadar etkileyenini görmedim! Bu sitede hangi kitaba 10 puan verdiysem bu kitabi okuduktan sonra o puani 0 yaparım... Bu kadar etkileyici bu kadar şaşırtıcı bu kadar muazzam bir kitap ben ömrümde okumadım. Eliniz kanda bile olsa,ne okuyorsaniz okuyun yarida birakio direk bu kitabi okumaya başlayın. O kadar cok emin olarak soyluyorum ki bu kitabi okuyamadan ölen bir insan hiç yasamamis bile sayilabilir. O kadar tuhaf hisler yasatti ki bana. KESİNLİKLE OKUYUNUZ! (Ömer Gezen)

Kitap akıcı, elbette bu durum güzel demek değil, buraya kadar tamam. İnsanların etten, kemikten varlığa verdiği varoluşsal manaların ve bu manalar yıkılınca uğradığı hayal kırıklıklarının sorgulanması, topluluğun anlamsız hareketlerinin eleştirisi güzel. Fakat benim için önemli olan başat şey inandırıcılık. Şimdi Ahmet Arslan veya Mehmet Arslan her neyse Rusya'da bir kıza aşık oluyor. Kızı bir kere görüyor ve sonra iş ciddiye biniyor. Bakın sayfalar boyunca kızı aramasını okuduğumuz adam var ama aynı adam ile o kızın aşkına dair iki sayfa yazı yazılmamış. Yani aradaki duygular nedir, Olga nasıl etkileniyor bilmiyoruz. Hadi Olga'nınki aşk değil parasal ilişki, peki Ludmilla bunu bilmiyor mu? Yani aradaki aşka dair bir duygu yaşayamadım. Böyle bakınca efsanevi aşk beklerken bizim Sincan'da daha kaliteli versiyonlarına rastladığım varoş bir ilişki gördüm. Hayır bir de ODTÜ mezunusun, Sovyetler'in yıkılışına tanıklık edip bir çıkarım yapmaya gidiyorsun. Bir beyaz tene, iki güzel bacağa tav oluyorsun. Ulan sen ne aptal adamsın ya. Anlatıcının, sonraki dönemde yerleştiği köyde amacı insanlardan uzak kalmak. Evet küçük yerlerde insanlar size rahat vermez. Bağımsız olmanız zordur, dedikodu çoktur, haberler çabuk yayılır bu eleştiriler güzeldi. Ama var yaa! Öyle yerlerde tanımadığınız gazeteci kız evinizde kalacak, öldürülen Arzu resmedildiği gibi açık giyinecek, zaman zaman merkeze gidip başka adamlarla takılacak ve o bölge insanı ölenin arkasından "Ah! Vah!" Edecek. Şimdi o toplumun saçmalıklarına güzelce değinirken belki de bu coğrafyada en çok değinilmesi gereken "mahalle baskısı" ve "kadının adı olmayışı" konusunu fırsat ayağına gelmişken es geçersen bu olmaz. Son lafım da gazeteciye. Kitaba göre olay 2011 yılında geçiyor. Gazeteci 91 doğumlu. 20 yaşında bir gazeteci ha? E hadi stajyer desek, torpilli desek bir kılıf bulsak böyle tekinsiz bir yerde, birinci sayfa haberini almaya tek mi gitti? Onu da geçtim 199. Sayfada bu hanım kızımız iPad'den haberleri okuyor, aşk adı altında işlenen cinayetleri görünce baş karaktere diyor ki: “Haklıymışsın vallahi; aşk haberleriyle, cinayet ve intihar at başı gidiyor sanki. Herkes de aşkı iyi bir şey sanır; daha önce hiç böyle düşünmemiştim.” Ablam sen nerede yaşıyorsun ya? Gazeteci olmanı geçtim uzaydan gelmediysen bu haberleri bilmemen imkansız. Belki gazeteciliğin geldiği nokta eleştirilmiş ama bu kadar da kör göze parmak batırılmaz. Diğer seçenek ise böyle bir eleştiri amacının güdülmemiş olması. O zaman da Zülfü Livaneli'nin alakalı alakasız bilgileri metin aralarına serpiştirerek ''ben bilirimcilik'' yapma saikiyle hareket ettiğini anlıyorum. Koskoca paragrafı yazıp ''Buraya kadar okudunuz ama sizin bilmediğiniz neler var bende', al kültürlen sayın okurum!'' tablosu ortaya çıkarmış ki hoş durmamış. Şimdi diyecekler ki madem bunca eleştirin var neden 6 puan verdin? İlk paragrafta bahsettiğim, yazarın yapmış olduğu doğru tespitler, bu topraklarda pek rastlamadığım kurguya sahip olma vs. önemliydi. Cinayet de oldu bittiye gelmiş gibiydi ama o kısım bence makul idi. Çünkü kitabın başında polisiye romanlar için: "Bunlar insan duygularını anlamaya değil, cinayeti çözmeye odaklanmış, tek boyutlu, sadece merak uyandıran kitaplardı; doğal olarak ilgimi çekmiyorlardı. Evde bulunanlar, insanın iç dünyasını ve yaşadığı koşulları anlatan kitaplardı," diyerek cinayete odaklanılmayacağını belli etmişti. Ben aksiyona, akıcılığa bakarım, satır araları beni çok bağlamaz diyenler için iyi okumalar. (Yorgun demokrat)

Gerçeküstücülük ve Bir Livaneli Eleştirisi: YouTube kitap kanalımda Kardeşimin Hikayesi kitabını yorumladım: https://youtu.be/NcpFIw6rQ9k "Öyle bir kitap yazayım ki, okurlarım bu kitabı okuduktan sonra sadece akıcılık, sürükleyicilik ve sonunun aşırı şaşırtıcılığından bahsetsin." Zülfü Livaneli Az sonra bütün gerçekleri öğreneceksiniz, yolda bütün gerçekleri anlatırım, felaket bir sorun oluştu ama bunu ilerleyen sayfalarda anlatacağım, katil kim, dilinin altında bir cümle var söyle onu artık, çıkar o ağzındaki baklayı yeter... Hikayeler nerede başlar, gerçek nerede biter? Bu incelemede Kardeşimin Hikayesi kitabı hakkında hiçbir yerde olumlu/olumsuz eleştirisini göremediğim kitabın kapak seçiminden, Livaneli'nin kelime seçimleri ve edebi üslubundan, edebi kurmacanın retoriğinden, karakterlerin psikanalitik açıdan değerlendirilmesinden ve biraz da kendi eleştirilerimden bahsedeceğim. Öncelikle, kitabın kapağında bulunan René Magritte'in Aşıklar tablosunun tam hali bu: https://c1.staticflickr.com/5/4248/34517056890_7bcbb6b9f9_b.jpg Doğan Kitap baskısında tablonun sağında bulunan kırmızı duvar, beyaz tavan, kartonpiyer detayı ve anca bu mimari elemanlarla birlikte anlamlanıp yorumlanabilecek mavi arkaplan maalesef ki görünmüyor. Bu konuda Doğan Kitap tablonun genel algısını bozduğu için eleştiriyi ilk olarak kendisi hak ediyor. Oysa ki bu detayların Kardeşimin Hikayesi kitabı için can alıcı detaylar olduğunu düşünüyorum. René Magritte sanatta gerçeküstücülük akımının önemli temsilcilerindendir. Livaneli'nin ise kurgusunda belirttiği gibi, insan soyunun duygularını anlatan, psikolojik derinliklerine inebilen tek birikim edebiyat olarak tanımlanmıştır. Yani anlıyoruz ki, edebiyatta yazarın kurguya karıştığı her tercih nesnellikten de bir parça payın öznelliğe geçmesidir. Bu da bizi sanatta ya da edebiyatta dış dünya gerçekliğinin birebir alınması gerekip gerekmediği sorunsalına götürür. Gerçeküstücülük akımındaki dış dünyanın salt nesnelliği eleştirisi, Kardeşimin Hikayesi kitabındaki karakterlerde edebi kurmacanın gerçek-kurgu uçları gidip gelen ve Magritte'in Aşıklar tablosunda olduğu gibi mimariyle çevrelenmiş ve somut mekanlarda kısıtlanmış olan gerçek karakterlerin ve yaşadıklarının ne kadar kurgu ve ne kadar yalıtılmış gerçek oldukları hakkında bize ipuçları sunar. Aşıklar tablosunda önemsiz görünen mimari detaylar tam tersine kadın ve erkek figürünün o derecede önemlileşmesini, giyim seçimlerindeki detaylar da insanların önemsiz görünen iç dünyalarının dış görünüşlerine ne kadar yansıdıklarını belirler. Tablodaki yüzlerin örtülmesi bir bakıma edebiyattaki gerçek-kurgu uçları arasında okura bırakılan bir tahmin payıdır. Gündemi meşgul eden konularla ilgili yazmayı seven, Gölgeler tarzı bir kitapla ticari kaygıyı hatırlatan, Edebiyat Mutluluktur kitabıyla mesnetsiz ve yanlış genellemeleri barındıran yazar Livaneli'den 3. okuduğum kitap olan Kardeşimin Hikayesi'nde de para kazanma amaçlı bir ürün yerleştirme olabileceğini düşündüren nesnelerin genel adlarıyla değil de ürün isimleriyle (örnek: Russian Standart) bahsedilmesi var. Bu yönüyle hem ticari bir kaygı olarak olumsuz eleştiriyi fakat aynı zamanda da edebiyatta eleştiri bağlamındaki yerel bir renk katma işlevini olumlu bir eleştiri olarak akıllara getirir. Kurmacanın retoriği yani "etkileyici ve ikna edici olmakla beraber içtenlikten veya anlamlı içerikten yoksunluğu" Kardeşimin Hikayesi okurlarında sürükleyicilik, akıcılık ve polisiye bir kurguya yaklaşmasıyla kendisini gösterir. Oysa ki edebiyat bu kadar basit bir husus değildir. Edebi estetik ve fonksiyonel bir fayda açısından bakacak olursak, bu, bir sanat eserinin anlattığı değerler bağlamından izole olamaması ve yazar-eser-okur arasındaki gelgitlerde okur tarafından bulunan değerlerde ve yaşanan içselleştirmelerde saklıdır. Kardeşimin Hikayesi ise tam da bu noktada polisiye, aşk, cinai bir roman olmaktan öte bir içsel yolculuktur. Çoğunluk tarafından dikkat çeken ve yorumlanan şey olan katil, cinayet, maktül vb. kriminal unsurlardansa esas elzem olan Ahmet-Mehmet karakterleri arasında yerini bulan gerçek-kurgu seçimleri, mimari ve somut mekanların insan psikolojisine etkileri ve günlük hayatta normal sandığımız insanlarda var olabilen psikolojik cereyanlardır. Psikanalitik kuram açısından bakacak olursak, Lacancı psikanalize göre erkek, kadın üzerindeki iktidarını yani "fallus"unu penis mahrumiyeti ve yoksunluk reaksiyonuyla sağlatmak ister. Romandaki yoksunluk, maktülün şehvani cazibesi akıllara haz sağlayamama ve yoksunluğunu giderememekten bahseden Lacancı psikanalizi getirir. Ayrıca baba otoritesinin kıskanılması ve kendi cinsinden ebeveyni safdışı etme konusunda çocuğun beslediği saplantıların akıllara Oedipus kompleksini getirdiği, erken yaşta bir travma yaşanıp sonuçlarının nöro-gelişimsel bozukluklar olabileceği otizm rahatsızlığı gibi çağrışımlar kitabın psikolojik boyutlarıdır. Ayrıca ana karakterin dokunamama fobisi doğuştan ya da sonradan bir travmayla oluşabilecek ve seri katillerde sıkça görülen bir hafefobiyi akıllara getirir. Olumsuz eleştirilerimden de bahsetmek istiyorum kısaca. Kitabın arka kapağında yazan "Muhteşem, mutlaka okuyun, sarsıcı bir yolculuk, sürekli şaşırtıyor." gibi yorumları görünce aklıma "Sanatını o kadar iyi gizlemiş ki atom mikroskobuyla bile görmek olanaksız." ya da "Kitap ayracınızı birinci sayfadan almanız tek kelimeyle imkansız." gibi antitezler geliyor. Arka kapağa böyle yazılar konması benim için bir anlam teşkil etmiyor. Bir karaktere hem başının üzerinde hale bulunan bir Hristiyan azizesi yakıştırması yapması hem de üzerine Mevlana sözleri atması akıllara yine romanı ticarileştiren bir meta düşüncesini getiriyor. Livaneli maalesef ki bu hataya Edebiyat Mutluluktur kitabında da düşmüştü. Bu maddelerin toplamının bana yansıttığı etkisi ise 10 üzerinden 5 puan olarak gerçekleşti. Genelde ölü yazarların kitaplarını yüzlerce yıl sonra okuduğumuz için 2013 yılında yayınlanan bu kitabı da 21. yy Türkiyesi ve eğer olursa 22. yy Türkiyesi'nin okuması arasında çok fark olacaktır. Basıldığından 6 yıl sonra okuduğum ve kitabın basıldığı dönemin içinde bizzat yaşayıp o gerçekliklere kendim tanık olduğum için detaysız ve derinliksiz kurgudan aşırı bir zevk alamamamın göstergesi bu da olabilir. Kardeşimin Hikayesi'nin 325 sayfası sırf bir katili bulmak için değil (keza katilin açıklandığı kısmın yöntemi tam bir fiyaskoydu), karakterlerin yaşadığı içsel yolculuklar, psikolojik saplantılar, detaylandırılamamış mimari öğelerin karakterleri önemlileştirdiği çözümlemeler için okunmalı. Bu konuda da ana karakterin çocukluğunda yaşadığı travma daha derin bir psikolojik buhran şeklinde yansıtılmalıydı. Livaneli, incelememe başladığım magazinvari cümleler ile sürükleyiciliği sağlamaya çalışmış fakat bu da roman içerisindeki zamansal atlamaların ve kurgu içerisindeki geçişlerin içlerinin boş kalmasına neden olmuş. (Oğuz Aktürk)

Kitabın Yazarı Zülfü Livaneli Kimdir?

Zülfü Livaneli, (d. 20 Haziran 1946, Ilgın), Türk müzisyen, senarist, politikacı, yazar ve yönetmen.

İlk yılları

Tam adı Ömer Zülfü Livanelioğlu’olup, aslen Artvin’in Yusufeli ilçesinden olan Livanelioğlu ailesinin büyük dedeleri Ömer Efendi 93 Harbi’nde Artvin’in Ermeni ve Rus işgaline uğraması üzerine Erzurum’a gelerek Ahmet Muhtar Paşa’nın ordusuna katılmıştır.

Ömer Efendi Harput Redif Taburu’na mülazım rütbesiyle atanır. Daha sonra burada çıkan çatışmada şehit düşer. Ömer Efendi’nin tek oğlu olan Zülfü Efendi, Türkiye’nin muhtelif yerlerinde sorgu hakimi olarak görev yapar. Soyadı Kanunu çıktığında babasının geldiği Artvin/Yusufeli/Livane Sancağına izafeten Livanelioğlu soyadını alır. Zülfü Efendi’nin erkek çocuklarından üçü de hakim olmuştur. En büyükleri ve Zülfü Livaneli'nin babası olan Mustafa Sabri Livanelioğlu, Yargıtay Başkanlığı’na kadar yükselmiştir.

Kariyeri

Ankara Cumhuriyet Lisesi mezunudur. Daha sonraki tarihlerde ABD Fairfax Konservatuarı'nı bitirmiştir. Zülfü Livanelioğlu bağlama çalmayı teyzesi Nazmiye (Türeli) Yücel'in eşi olan eniştesi Turhan Yücel'den Ilgın'da yaşadığı yıllarda ve yaz tatillerinde öğrendiğinde, eniştesi Turhan bey'in kendisine hayatını değiştirecek bir sermayeyi hediye ettiğinden haberi yoktu.

Zülfü Livaneli, müziği ile birçok ulusal ve uluslararası ödül aldı ve eserleri Joan Baez, Maria Farantouri, Maria del Mar Bonet, Leman Sam gibi onlarca yerli ve yabancı sanatçı tarafından yorumlandı. Kültür, sanat ve politika alanında Türkiye’nin önemli isimlerinden birisi olan sanatçı, sanat yaşamı boyunca 300'e yakın besteye ve 30 film müziğine imzasını attı.

Türkiye'den ansızın ayrılarak İsveç'e sürgün yıllarında bulaşıkçıklık dahil muhtelif işlerde çalışan Livaneli'nin en büyük arzusu bir gün Türkan Şoray ile tanışabilmek ve o zaman Türkiye'de suçlanan kişilerin uğrak yeri haline gelen İsveç'te bulunan ünlü yazar, gazeteci veya şairlerle karşılaşabilmekti.

Bugüne kadar dört uzun metrajlı film yönetti: "Yer Demir Gök Bakır", "Sis", "Şahmaran" ve "Veda". Valencia Film Festivali'nde "Altın Palmiye" ve 1989'da Montpelier Film Festivali'nde "AltınAntigone" ödülüne layık görüldü. "Sis", "En iyi Avrupa Film Ödülü"ne aday gösterildi. Sanatçının filmleri Türkiye, ABD, Fransa, Almanya, İsviçre ve Japonya'da gösterime girdi ve BBC, WDR, İspanya, Kanada ve Japon televizyonları gibi birçok televizyon şirketine satıldı.

Ekim 1986'da Cengiz Aytmatov'un daveti üzerine Federico Major, Yaşar Kemal, Arthur Miller ve diğer ünlü sanatçı ve düşünürlerin katıldığı Kırgızistan ve daha sonra Wengen, Granada ve Mexico City'de toplanan Issyk-Kul Forumu'nda yer aldı.

Livaneli, Elia Kazan, Jack Lang, Vanessa Redgrave, Arthur Miller, Mikhail Gorbaçov, Mikis Theodorakis gibi ünlü kişilerle birlikte dünya kültürünün ilerlemesi ve dünya sanatlarının gelişmesine katkıda bulunmak üzere çalışmalarda bulundu.

1996 yılında Paris’te merkezi bulunan UNESCO (Birleşmiş Milletlerin Eğitim Kültür Bilim Kurulu) tarafından büyükelçilik verilen sanatçı Livaneli, 1978 yılında yaptığı "Nazım Türküsü" adlı albümde Nazım Hikmet'in şiirlerinden bestelediği şarkıları bir araya getirdi.

"Arafatta bir çocuk", "Geçmişten Geleceğe Türküler", "Sis", "Orta Zekalılar Cenneti", "Diktatör ile Palyaço", "Sosyalizm öldü mü", "Engereğin Gözündeki Kamaşma" ve "Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm" ve "Mutluluk" ve Leyla'nın Evi, Sevdalim Hayat, Son Ada ve Sanat Uzun, Hayat Kisa, Serenad kitaplarının yazarı olan Livaneli, hâlen Vatan Gazetesi'nde köşe yazarlığına devam etmektedir. Sanatçı uluslararası kültür çevrelerinde tanınmakta ve saygı görmektedir.

Ömer Zülfü Livaneli Ülker Hanım'la evlidir ve bir kızı vardır. Kızı Aylin Livaneli eğitimi ve yaptığı pek çok işten sonra müzik ile ilgilenmiş. 5 albüme imza atmıştır. Müziğe ara veren Aylin Livaneli şuan yurt dışında ekonomi üzerine eğitim almaktadır. Yayınlanmış 3 kitabı bulunmaktadır. Livaneli vejetaryendir.

19 Mayıs 1997 tarihinde, Ankara Hipodrom meydanında verdiği konsere 500.000 kişinin katılmasıyla Türkiye'nin en büyük konserini gerçekleştirme ünvanını kazanmıştır.

Siyasi kariyeri

Livaneli 1994 yerel seçimlerinde, Sosyaldemokrat Halkçı Parti'den İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı'na aday oldu. Anavatan Partisi'nin adayı İlhan Kesici, Refah Partisi'nin adayı Recep Tayyip Erdoğan ve Doğru Yol Partisi'nin adayının Bedrettin Dalan olduğu çekişmeli seçim sürecinde oyların %20,30'unu alan Livaneli üçüncü geldi. Erdoğan ise %25,19'luk bir oranla Belediye Başkanı seçildi. Livaneli, 2002 genel seçimlerinde Cumhuriyet Halk Partisi'den İstanbul milletvekili seçildi. Partinin 13. Olağanüstü Kurultayı'nda yeter sayıda imza bulamadığı için genel başkan adayı olamadı ve parti yönetimini ağır şekilde suçlayarak istifa etti. Livaneli, istifasını açıklarken şunları söyledi:

"CHP yönetimi, Atatürk'ün laik, devrimci, halkçı, çağdaş ve reformcu çizgisini 21. yüzyıla taşıyamadığı için ülkemizi içinden çıkılması güç bir siyasi karmaşaya sürükledi. Bu büyük tarihsel ve siyasi kaymayı engelleyebilmek ve CHP'yi özündeki devrimci, reformcu ilkelere tekrar kavuşturabilmek için, parti içinde her düzeyde büyük çaba harcadım. Ama ne yazık ki bu çabalar da diğerleri gibi sonuçsuz kaldı. Partideki muhalif fikir ve kişileri yok etme alışkanlığı, bu kurultaydan sonra da bir kıyıma dönüşerek devam ediyor. CHP içinde kalarak mücadele etme yolları artık tükendi. Parti, örneği görülmemiş bir şekilde antidemokratik ve oligarşik bir yapıya dönüştürüldü."

Zülfü Livaneli Kitapları - Eserleri

  • Serenad
  • Son Ada
  • Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm
  • Leyla'nın Evi
  • Engereğin Gözü
  • Mutluluk
  • Edebiyat Mutluluktur
  • Arafat'ta Bir Çocuk
  • Harem
  • Sevdalım Hayat
  • Bütün Kuşların Uykusu
  • Kardeşimin Hikayesi
  • Son Ada'nın Çocukları
  • Veda
  • Konstantiniyye Oteli
  • Diktatör ile Palyaço
  • Sanat Uzun Hayat Kısa
  • Orta Zekâlılar Cenneti
  • Yaşar Kemal
  • Dünya Değişirken
  • Arkadaşıma Veda
  • Gorbaçov'la Devrim Üstüne Konuşmalar
  • Huzursuzluk
  • Atatürk’ün İzinde
  • Elia ile Yolculuk
  • Sosyalizm Öldü mü?
  • Gölgeler
  • Nefesim Nefesine
  • Rüzgarlar Hep Gençtir
  • Sis
  • Şapka
  • Gökyüzü Herkesindir
  • Bizi Sürükleyen Nehir
  • Balıkçı ve Oğlu

Zülfü Livaneli Alıntıları - Sözleri

  • Halkın "Kurtar bizi baba." diye sığındığı bir başbakan, depremde çöken hastane için "Canım, 29 yıl ayakta durmuş ya!" derse, kıyamet niye kopmaz? Deprem bölgesinde can çekişen insanların çadırını, ekmeğini dağıtamayan devlet, nasıl bir devlettir? Ve halk, televizyon kamerası karşısında, neden "Allah devletimizden razı olsun." der? Dünyanın her köşesinden gönderilen yardım malzemesini çalan halk, nasıl bir halktır? Erzincan'da gördükleri kabalık, becerisizlik, cehalet ve kötü niyet kargaşasından dehşete düşen İsviçreli ekip "Ne haliniz varsa görün!" diyerek çekip gitmekte haklı mıdır, değil midir? Dış ülkelerden gelen yardım ve ekip gönderme taleplerini 48 saat cevaplamayan Dışişleri Bakanlığı, ne derece başarılı bir bakanlıktır? Siz bu soruları soranlardan mısınız, yoksa bu sorulara kızanlardan mı? (Diktatör ile Palyaço)
  • Her şeyi bırakıp uzaklara gitmek isteğim büyüyordu içimde... (Serenad)
  • Nesine yar nesine Ölürüm ben sesine Bir daha vursa idi Nefesim nefesine" (Nefesim Nefesine)
  • İyiler her zaman kötüleri yenecek kadar güçlüdür. Yeter ki, güçlerinin farkına varıp birleşsinler. (Son Ada'nın Çocukları)
  • bu yaşam, en ufak bir çabaya bile değmezdi (Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm)
  • "Aşk diye ballandıra ballandıra göklere çıkardıkları şeyin anlamıyor bir türlü." (Leyla'nın Evi)
  • " Bir yer var iyiliğin ve kötülüğün ötesinde. Seninle orada buluşacağız." Mevlana (Huzursuzluk)
  • Hep umutlu hep iyimsersin. Bunlar güzel özellikler ama bazen gerçekleri görmeni engelliyor (Son Ada'nın Çocukları)
  • Her şeyini yitiren bir insanın son sığınağı onurdur. (Bizi Sürükleyen Nehir)
  • Düşmanlık dolu bir dünyaydı bu. Niye bu kadar anlayışsızdı insanlar, birbirine karşı? Niye sırtlan gibi dişlerini gösteriyorlardı? (Arafat'ta Bir Çocuk)
  • üzüntü çürütür insanı diye uyarıyor, ama kızmak iyi gelir, ferahlarsın diyordu: “Sakın ola hiçbir şey için üzülme ama bol bol kız, öfkelen, dövüş, savaş, küfret ama üzülme. İnsanı üzüntü çürütür.” (Elia ile Yolculuk)
  • Köydeyken, çocuğun çok karnı agrirdi. Ağrıyı çeksin diye sabahları yalınayak toprakta yürütürlerdi. (Bütün Kuşların Uykusu)
  • Keşke; kan revan, hapis, zulüm, ölüm orucu yerine, binbir çiçekli kültür bahçesinin mis kokuları arasında yaşayabilseydik. Yaşar Kemal'in türkülerini paylaşabilseydik. (Yaşar Kemal)
  • "Tıpkı baban gibisin. Hep umutlu hep iyimsersin. Bunlar çok güzel özellikler ama bazen gerçekleri görmeni engelliyor." (Son Ada'nın Çocukları)
  • Alçalmaya başladık, diyor pilot ah diyorum, çoktan be kaptan çoktan alçalmaya başladık biz. (Gökyüzü Herkesindir)
  • Zayıflığını gösterecek kadar güçlü ol. (Bizi Sürükleyen Nehir)
  • Doğrudur; kitap okumak karın doyurmuyor. Ancak karnı tok, beyni boş adamlardan çektiğimiz kadar hiç kimseden çekmedik. (Serenad)
  • ...yüreğim sızlayarak seni özlediğimi bilmeni isterim. (Son Ada)
  • Aşk, insanın içindeki karanlığa da çok yakın, aydınlığa da. (Sanat Uzun Hayat Kısa)
  • "Ağzımı açtım sonra kapadım; o kadar korkmuştum ki bir şey söyleyemedim. Bildiğim tüm sözcükleri unutmuştum." (Şapka)

nest...

oksabron ne için kullanılır patates yardımı başvurusu adana yüzme ihtisas spor kulübü izmit doğantepe satılık arsa bir örümceğin kaç bacağı vardır