dokuzuncu hariciye koğuşu ana fikri / Dokuzuncu Hariciye Koğuşu - Vikipedi

Dokuzuncu Hariciye Koğuşu Ana Fikri

dokuzuncu hariciye koğuşu ana fikri

Dokuzuncu Hariciye Koğuşu

Başlığın diğer anlamları için Dokuzuncu Hariciye Koğuşu (anlam ayrımı) sayfasına bakınız.

Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, Peyami Safa'nın ilk baskısı 1930 yılında yapılmış otobiyografik romanı.

Peyami Safa'nın en fazla basılan ve beğenilen eseridir.[1] 15 yaşında hasta bir çocuğun 1915 yılındaki olayları anlattığı bir hatıra defteri şeklinde kaleme alınmıştır. Romanın başkişisi ve anlatıcısı olan “Hasta Çocuk”'un isminden romanda bahsedilmez. Bilinçli olarak, romancının değil roman kahramanının gözlemlerini esas alan ilk Türk romanıdır.

İlk defa 7 Kasım 1929 – 10 Aralık 1929 tarihleri arasında, Cumhuriyet gazetesinde tefrika edilmiş; ilk baskısı 1930 yılında, Resimli Ay matbaasında yapılmıştır. Yazar eserin ilk baskısını arkadaşı Nâzım Hikmet’e ithaf etmiştir.[2] Roman, aynı adla 1967 yılında yönetmen Nejat Saydam tarafından sinemaya uyarlanmıştır.[3]

Roman, 6 bölüm ve 44 kısımdan oluşur (1, 2, 4, 5 ve 6. bölümler 7; 3. bölüm ise 9 kısım içerir). Son bölümünde, romanın kahramanına roman kişilerinden Nüzhet tarafından Berlin'den gönderilen mektuplar ve bu mektuplara cevap olarak kaleme alınan, ancak gönderilmeyen bir mektup da mevcuttur. Ancak, tefrikadan kitaba geçirilirken mektuplar çıkarılmıştır.[1]

Konusu[değiştir

Bir Edebiyatçının Gözünden Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’ndaki Istıraplı Aşk Öyküsü

Peyami Safa (2 Nisan 1899 – 15 Haziran 1961), Türk yazar ve gazetecidir. Cumhuriyet Dönemi Türk edebiyatında kendini tanıtıp, ön plana çıkmayı başarmıştır. Genelde psikoloji ve polisiye alanında eserler yayınlamıştır. Bir dönem Servi Bedi takma adını kullanarak birçok roman kaleme alan yazar, eserlerinde yaşamı ve fikir hayatındaki değişimlere yer vermiştir. Bu romanları yayınlarken aynı zamanda gazetecilik mesleğini de sürdürmüştür ve ağabeyi İlhami Safa ile birlikte Kültür Haftası gibi çeşitli dergiler çıkarmıştır. Yaşamında pozitivist, materyalist, mistik, milliyetçi, muhafazakar, antikomunist ve korporatist tutumlar sergileyerek çeşitli değişimler yaşamıştır. Fransızca bilmesi sayesinde Batı kültür ve yeniliklerini yakından takip etmiştir. İlk dönemlerinde Maupassant ve Rousseau gibi isimlerden tercümeler yapmıştır. Eserleri çeşitli dönemlerde sinema ve dizilere uyarlanmıştır. Yazar 15 Haziran 1961 yılında İstanbul’da yaşamını yitirmiştir.

Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, Peyami Safa’ nın ilk baskısı 1930 yılında yapılmış olan anı defteri niteliğinde yazılmış otobiyografik romanıdır. Aynı zamanda Peyami Safa’ nın en fazla basılan ve beğenilen eseridir. Türkiye’de Milli Eğitim Bakanlığı tarafından orta öğretim öğrencilerine tavsiye edilen 100 temel eser arasında yer almıştır.

Eserin ana fikri; insanın asla pes etmemesi gerektiğidir. Yaşadığı zorluklar sebebiyle yaşama isteğini kaybeden bir karakterin yaşadığı hüzünlü olaylar aracılığıyla bize, karşımıza çıkan tüm zorluklara mücadele etmemiz gerektiğini, yaşama sevincimizi kaybetmememiz gerektiği mesajını vermektedir. Peyami Safa’nın, sağ kolunda kemik veremi hatalığı olduğu ve o zamanlardaki psikolojisini bu romanda işlediği bilinmektedir.

Zaman: Olaylar birinci dünya savaşının başladığı 1915 yılında İstanbul’da, hasta çocuk ile annesinin yaşadığı gecekondu evi, Erenköydeki köşk ve hastane odaları arasında geçmektedir.

Eser kahraman bakış açısıyla yazlmış ve olaylar 1. Şahıs ile anlatılmıştır.
Sade, akıcı ve kolay anlaşılır bir dil kullanılmıştır.
Eserin incelemesine başlamadan önce romanın kahramanlarını biraz tanıyalım.
Anlatıcı: Ana kahramanımız olan 15 yaşında kemik hastalığı yaşayan genç bir çocuktur. Roman boyunca ismini öğrenemediğimiz bu gencin aslında yazarın kendisi olduğu bilinmektedir.
Nüzhet: Paşanın 19 yaşındaki enerjik, uçuk kaçık bir tip olan kızıdır. Evin tek çocuğu olması sebebiyle de şımarık bir kızdır.
Paşa: Kitap okumayı çok seven paşa hasta gencin uzaktan akrabasıdır ve genci çok sever, onun istikbali için gerekli şeyleri yapmak ister.
Doktor Mithat: Romanda adı çok fazla geçmez, hasta gencin doktorudur.
Eserin ana karakteri 15 yaşında,bacağı sakat olan ve geçirdiği ameliyatlara rağmen iyileşemeyen bir çocuktur. İlk sayfalarda yıllarca hastanede tedavi olmak için mücadele vermiş ve o süreçte çokça acı çekmiş bir çocuğun yaşadığı tedirginlik, eziklik,yalnızlık duyguları karşılıyor bizleri.
“Karanlık dehliz. Kapalı kapıların mustatil buzlu camlarından gelen soğuk ışıkların buğusu, yüksek ve çıplak duvarlara vurarak donuyor.” (sayfa 5, Çocuklar Hastanesi)


“Ben de onların arasındaydım ve onların arasında büyüğümde yoktu. Yalnız bende meçhul bir hastalık vardı, sekiz yaşımdan beri çekiyordum.
Bende o muayene odasının ve nice muayene odalarının önünde senelerce bekledim. Benim yanımda büyüğüm de yoktu. Yalnız başıma demir parmaklıklı kapıdan içeriye girerdim, dokuzuncu hariciye koğuşuna doğru ağaçların bile sıhhatine imrenerek yürürdüm, camlı kapıların garip bir beyazlıkla gözlerime vuran ve içimde korku ile karışarak yuvarlanan parıltıları arasında o dehlize girerdim, ve yalnız başıma bir köşeye ilişirdim, kımıldamazdım, susardım, beklerdim, korkudan büzülürdüm, rengimin uçtuğunu hissederdim.” (sayfa 7, Yalnız Çocuğun Azabı)

Bu iki paragraf aslında çocuğun yaşadığı tüm o yalnızlık, eziklik duygusunu, korkuyu özetliyor. “Benim yanımda büyüğümde yoktu.” cümlesinin ağırlığını hissetmek bile yetiyor her şeyi anlamaya.
“Ağaçların bile sıhhatine imrenerek yürürdüm.” diyor yazar. Çekilen tüm acılar, sakatlığının vermiş olduğu kendine acıma duygusu bu cümlenin içine gizlenmiş gibi.
Annesiyle birlikte İstanbul’un kenar mahallelerinden birinde yaşayan karakterimiz, en çokta acısını annesiyle paylaşmaktan korkmaktadır.
İyileşmesinin başka bir yolu olmadığını, ameliyat olması gerektiğini fakat bu ameliyatta bacağının kesileceğini öğrenince kahrolur ve bunu annesine söylemek istemez.

“Ona bu fena haberi vermekte gecikmek için eve gitmek istemedim. Felaketimizi başka biriyle taksim etmek saadettir, fakat annelerle değil, annelerle değil. Annelere anlatılan kederler taksim değil, zerbedilmiş olur: Çocuklarının felaketini iki kat şiddetle hisseden anneler, bu ıstıraplarını çocuklarına fazlasiyle iade ederler; böylece keder anadan çocuğa ve çocuktan anaya her intikal edişinde büyüdükçe büyür.” (sayfa 12, Bazı Kederlerin Riyaziyesi)

Karakterimizin Erenköy’de bir köşkte yaşayan ve paşa olan bir akrabası vardır. Onun yanına gidip hem annesinden bu durumu gizlemek hemde birkaç doktora daha gözükmek ister. Annesinin onayını aldıktan sonra Erenköy’e gider, zaten paşada onu merak etmektedir. Paşa disiplinli ve yardımsever bir adamdır. Kitap okumayı fazlasıyla sever ve kahramanımız her gidişinde yanında Paşa’ya okumak için kitap götürür.
Ertesi gün hemen paşanın yanına gider ancak paşaya da sağlık durumundan söz etmek istemez.
“Paşa, sıhhatimi sordu. Bazı kısa ve yanlış izahat verdim, ertesi sabah fakülteye gideceğimi söyledim.”
Paşa bu cevaplara kanaat etmez ve “Bizim doktor Ragıp vardır, ona bir görün.” diyerek bir tavsiyede bulunur. Hasta çocuk isteksizce kabul eder.
Paşanın Nüzhet isminde 19 yaşında birde kızı vardır. Karakterimiz çocukluktan beri onunla arkadaşlık etmektedir ve bir yandan da ona bazı özel duygular beslemektedir. Nüzhet fazlasıyla enerjik, içi içine sığmayan genç bir kızdır. Paşanın tek çocuğudur ve bu sebeple biraz da şımarıktır.
Nüzhet ile birlikte bahçeye çıktıklarında Nüzhet genç bir doktorun onu istemeye geldiğinden bahseder. Çocuk bunun paşanın bahsettiği doktor olduğunu hemen anlar. Bu durum onu fazlasıyla bunaltır ve üzer. Nüzhet ona bu konudan bahsederken sıkılır ve konuyu kapatmaya çalışır.
“Büyük bir itiraf yerine geçmesinden korkarak şunları söyledim:
-Bu bahisten hoşlanmıyorum.
Bu sözüm onu epey düşündürdü. Aramızda, hislerimiz hiç bu kadar soyunmamıştı. Hafifçe kolumu sıkmaya başladı ve birdenbire alçalan bir sesle mırıldandı:
-Ragıp bey beni istedi diye, ben de hemen evlenmiyorum ya… Hem ben daha on dokuz yaşındayım.
Hemen boynuna sarılmak istedim. Bu sözler benim için bir aşk teminatı yerine geçti. Bir anda pek çok şeyler öğrenmiş olduğumu zannettim. Fakat, biraz düşününce bunun bir teselli olabileceğini de anladım ve bir an evvelki kederim arttı.” (sayfa 22, Ciddi Bir Adam)

Belki çocukluğun vermiş olduğu cahillikten, belki yıllardır hastalığı çekiyor olmanın verdiği bıkkınlıktan, neden olduğu bilinmez; doktorların tavsiyelerine uymayı ısrarla reddeder ve bu durumunu daha vahim bir hale getirir.

“Dizim de çok ağrımaya başladı. Her gün istirahat etmeye ve koltuk değneğiyle yürümeye mecbur olan ben, o gün çok yürümüştüm ve doktorların kat’i ihtarlarına rağmen bir bastona bile dayanarak yürümeyi daime reddettim.” (sayfa 26, Yeni Mesele)

Karakterimiz hastalığı için gerekli önlemleri almazken, Nüzhet’in aşkıyla teselli bulmaya ve acılarını unutmaya çalışır.

“Yalnız bir şey anlamıştım ki, ben çok bedbahttım.

Meçhul ümitlere inanmadığım an, beni kurtaracak şeyin ne olduğunu bilmek istiyorum. Ümit etmek bile az. Emin olmak ihtiyacı. Yalancı istikbalin şüpheli vaitlerine değil, teminatına ve senedine ihtiyacım var. Halbuki o vait bile etmiyor ve kendisine beni nasıl karşılayacağını sorduğum vakit, korkunç bir dilsizlikle susuyor.” (sayfa 27, Yeni Mesele)

Nüzhet’le olmayı çok istemesine rağmen yine de onun mutlu olmasını istiyor, kendini her ihtimale hazırlamayı deniyordu. Bu onun kalbinin temizliğinden olsa gerek, kendi mutluluğundan önce onu düşünüyordu. Fakat bir gece hislerinin karşılıksız olmadığını anladığı bir olay yaşanır. Nüzhet onunla dertleşmek için gelir ve kaybettiği umudu o gece yeniden yeşerir.


“Ertesi gün, kendimi bedbaht sanmakta bu kadar acele edişime kızıyorum. Bir gün evvel kuruntularım yüzünden, kendisiyle bütün alakalarımı inkar etmeye kadar vardığım bu köşk, o gün beni her dakika sevindiriyordu.

-Sen burada iken vakit ne güzel geçiyor… Hiç canım sıkılmıyor. Sana alışırsak ne yapacağız?
Bu basit sözler bir aşk itirafı kadar gururumu okşuyor.” (sayfa 59-60, Değişiyorum)


O esnada dizinin durumu ciddileşir fakat tüm bunlara rağmen söylenenleri yapmamaya devam eder. Köşkte ki saadeti de zaten uzun sürmez.Bir gün Nüzhet ve annesi arasında şahit olduğu bir konuşma ile yalnızlık, eziklik duygusu onu yeniden esir alır. İstenmediğini anladığı an içini büyük bir hüzün kaplar ve oradan ayrılma isteği yeniden kendini gösterir.
“İşit! İşitmelisin! Canını sokakta mı buldun? Maazzallah… Mikrop. Sonra… çekersin. Anladın mı? Çekersin!” (sayfa 70, Mikrop)
Nüzhet’in annesi, yani kahramanımızın yengesi roman içerisinde çok aktif olan, kendisini tanımamıza imkan veren bir karakter değildir. Evlerinde misafir olan bu hasta çocuğu sevip sevmediğinden emin olamıyoruz. Kızına yaptığı bu ihtar sadece kızını koruma içgüdüsü mü yoksa hasta çocuğu evde istemeyişinin bir sebebi mi anlayamıyoruz.
“Henüz akşam olmamıştı. Köşke girdim. Evvela salona çıktım. Paşa orada. Nüzhet piyano çalıyor. Ben girince kalktı. Ona hiç bakmadan paşaya doğru yürüdüm ve hemen kararımı söyledim.
-Müsaade ederseniz ben bu gece eve gideceğim.

Odaya Erenköy akşamları doluyordu. Her şeyin uzaklaştığı saat. Güneş ve renkler çekiliyor. Odada madeni eşyanın donuk parıltısı. Her şeyde bir iç çekilişi, bir sönme, bir hafifleme var. En katı cisimler bile eriyor ve Erenköy bayılıyor.” (sayfa 71, Mikrop)

Bu satırlarda kahramanımızın yaşadığı hüznü kolayca anlayabiliriz. “Güneş ve renkler çekiliyor.” Yani yeşeren tüm umutları yeniden soluyor. Her şey değerini yitiriyor ve geriye sadece gerçekler kalıyor. Psikolojisi darmadağın 15 yaşında bir genç..

Aradan aylar geçer, genç kenar mahalledeki evine döner ve büyük bir ıstırap içinde yaşamına devam etmeye çalışır. Bacağının ağrısı bir yandan, Nüzhet’e olan özlemi diğer yandan esir alır genci. Yaşadığı yoğun duygular ona bir dönem iyi gelmiş olsa da şimdi hem yıkılan hayallerinin hemde ona söylenenleri dinlemediği için durumu ciddileşen bacağının acısıyla baş başa kalmıştır. Yine günlerinin çoğu hastahanede geçmeye başlar ve eski yalnızlığına döner.

“Hep gittiler. Yapayalnız. Çıt yok. Odaya şimdiye kadar hiç tanımadığım yabancı bir akşam giriyor. Gittikçe artan karanlık, iki parça eşyayı da benden uzaklaştırıyor ve beni daha yalnız bırakıyor.” (sayfa 97, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu)

Bizden uzaklaşmadıkça bize görünmeyen sıhhat, itiyadın verdiği hissizlikle, sağlamların şuurundan kaçıp nasıl ve nereye saklanıyor? Onu ben görüyorıum, çünkü benden uzak; onu ben Mithat Bey’in kırmızı yüzünde, çelikli damarlarında, arkadaşımın otururken rahat gerilişlerinde, bacaklarını uzatışlarında, korkusuz bakan gözlerinde görüyorum.” (sayfa 109, ameliyat)

Bu satırlarda biraz pişmanlık, biraz özlem ve bilhassa çaresizlik görüyorum. “Bizden uzaklaşmadıkça bize görünmeyen sıhhat.” Sağlığının kıymetini zamanında bilmemiş bir insanın pişmanlığı…
“Korkunun bu derinleşen nevi dayanılacak şey değil; ıstırabın vukuundan evvel ruhta bir gölgesinden ibaret olan korku, ıstıraptan bir kat daha müthiş.” (sayfa 109, Ameliyat)

Kendini duygularına kaptıran, hayallerinin peşinden koşarken kendini unutan bir genci kendine getiren o müthiş korku.

“Son not. Bu odada başkaları inleyecekler. Onları şimdiden gayet iyi tanıyorum.” (sayfa 114, Notlar)
Tıpkı yazarımız gibi hastalığın acısını hissetmiş bir insan, bu acıyı hisseden herkesi tanır ve o duyguyu, psikolojiyi yaşamayan hiç kimse anlayamaz.

Bu romanda yazarın bize vermek istediği birçok mesaj vardır aslında fakat bunlardan en önemlisi dünyadaki en önemli şeyin kendi sağlığımız olduğudur çünkü sağlık asla telafi edilemeyecek bir şeydir. Romanı okurken ana kahramanımızı eleştirdiğim birçok nokta oldu fakat empati kurmayı denediğimde yaşadığı bıkkınlığı da da gayet iyi anlayabiliyorum. Çocukluğundan beri yaşamış olduğu acıları unutturacak bambaşka bir duyguyla karşılaştığında onun peşinden gitmemesi elde değildi. Bir yandan da artık sağlığından umudunu kesmişti, hiçbir uyarıyı dikkate almadı. Hastane koridorlarından, insanın ciğerlerini yakan o hastane kokusundan, devamlı hayatını kısıtlamaktan son derece bıkkındı. Ve en önemlisi yalnızlığından usanmıştı. Ona yalnız hissettirmeyen her yeri,her duyguyu seviyordu. Fakat eserin sonunda yine o duygulara esir oldu ve öncekinden çok daha derin acılar çekti. Yalnızlığı çok daha kuvvetli yaşadı ve artık birçok şeyin telafisi mümkün değildi. Yaptığı en büyük hata ise henüz 15 yaşında olmasına rağmen 19 yaşındaki bir kız olan Nüzhet’le mümkün olmayan hayaller kurmasıydı. Oldukça akıcı olan bu roman bizi zaman zaman üzüyor fakat aynı zamanda bizde bir farkındalık yaratıyor. Her ne olursa olsun gerçek olması mümkün gözükmeyen hayallerin peşinden koşarken bunun bize vereceği zararları iyi düşünmeliyiz ve telafisi olmayan hataları yapmaktan kaçınmalıyız.


  OLAY ÖRGÜSÜ:

     Dokuzuncu Hariciye Koğuşu romanının olay örgüsü üç bölümden oluşur. 
     
     Birinci bölüm, romanın başından “Beni Karşılayan Sükut” bölümüne kadar uzanan kısmıdır.(Peyami Safa (1993), Dokuzuncu  Hariciye Koğuşu, Ötüken Neşriyat, İstanbul, s:5, 41) Birinci bölümde çatışma, gençle hasta organı arasında meydana gelir:
     “15 yaşındaki hasta genç, 9 yaşından beri çektiği dizindeki bilinmeyen hastalık dolayısıyla girmiş olduğu hastaneden bitkin bir şekilde ayrılır. Doktor, dizindeki hastalığın, bacağının kısalmasına sebep olacağını bildirmiştir.İstanbul’un kenar mahallelerinden birinde annesiyle yalnız oturmaktadır ve felaketli haberi annesine mümkün olduğu kadar geç vermek için eve gitmek istemez.Ancak yapacak işi ,gidecek başka yeri olmadığından eve gitmek zorundadır.Tramvayla mahallesine doğru hareket edince,şehir gürültüleri,onun aksi istikametine doğru uzaklaşmakta ve şehir bu gürültülerle birlikte geride kalmaktadır. Eşiklerinde, kapı önlerinde soluk yüzlü, çıplak ayaklı, ürkek ve sessiz çocukların oynadıkları sokaklardan geçerek, evine gelir. Annesini üzmek istemediğinden, tesellinin hakim olduğu bazı kısa ve yanlış açıklamalar yapar, hastalığının vehametini annesinden saklar. Ertesi gün, Erenköy’e, uzaktan akrabaları olan Paşa’ya gider. Köşktekilerin ısrarı üzerine orada kalır. Çocukluğundan beri arkadaş oldukları, Paşa’nın kızı Nüzhet ile aralarında hissi bir yakınlık vardır. Fakat kendisinden dört yaş büyük olmasına rağmen ruhen çocuk olan Nüzhet’i Ragıp adında bir doktor istemektedir. Bu evlenmeye sadece yengesi taraftardır. Kendisi ise Paşa’nın Doktor Ragıpla ilgili endişelerine fazlasıyla katılmakta, Nüzhet’in, otuz beş yaşındaki koskoca bir insanla anlaşamayacağını düşünmektedir.
     
     İkinci bölüm, “Beni Karşılayan Sükut” kısmından “Kozmopolitlerin Hücumu”na kadar sürer. (Safa, a.g.e. s:41, 72) İkinci bölümde çatışma, gençle çevresi arasında yaşanmaktadır: Yengesi, Nüzhetle aralarını açmak için bir çare bulmuştur. Hasta gencin hastalığının bulaşıcı olması söz konusudur. Dolayısıyla Nüzhet bu gençten uzak durmalıdır. Yengesinin bu davranışı onu son derece etkiler ve bu sebeple hemen o gece köşkten ayrılmaya mecbur eder. O akşam, yengesi, yemeğe Doktor Ragıp ile annesini de davet etmiştir. Yemekte açılan siyasi bir münakaşada –geleceği üzerinde nasıl olumsuz tesirleri olacağını düşünmeksizin- Doktor ve Paşa’nın kozmopolit fikirlerine muarız olur. Bu olay Paşa’yla aralarını açmış, Paşa’nın kendisine duyduğu iyi hisleri değiştirmiştir. Bu arada Nüzhet de annesinin telkinleriyle kendisine karşı oldukça değişmiştir. Aralarında her şeyin bittiğini düşünür. Her şey öylesine ani bir değişiklikle nihayet bulmuştur ki artık tek kelime bile konuşmamaktadırlar. Sonunda dönecekleri gün gelir. Annesiyle birlikte köşktekilere veda ederler.            
     
     Üçüncü bölüm, “Kozmopolitlerin Hücumu”ndan romanın sonuna kadar olan kısmı kapsar. (Safa, a.g.e. s:72, 114) Üçüncü ve Son bölümdeyse çatışma gençle, hasta organı arasında tekrar yaşanır: Gencin hasta organıyla baş başa kalışı ve onunla mücadelesi anlatılır.)- Felaketler birbirini kovalamaktadır. Bir müddet önce fenalaşan hastalığı zamanla daha kötü bir hal alır. Yapılan bütün muayeneler ameliyata gidilmesinin şart olduğunu ortaya koymuştur. Dizindeki hastalığın aşırı ifrazat yüzünden ciğer veremine dönüşmesi mümkün olduğundan bacağın bütünüyle kesilmesi ihtimali mevcuttur. Ameliyat edilmek üzere Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’na yatırılır. Operatörlerin gösterdikleri olağanüstü gayret ve ihtimam sayesinde bacağı kesilmekten kurtularak sadece biraz kısalır. Bu arada Paşa’ya nüzul indiğini ve son bir defa kendisini görmek istediğini, Doktor Ragıp ile Nüzhet’in nikahlanmak üzere olduklarını öğrenir. Yapılan pansumanlardan sonra hastaneden çıkacağı gün gelmiştir. Günlerce yattığı bu odada daha önce olduğu gibi her zaman içinde kendisinden sonra ve ebediyen bir hastanın bulunacağını şimdiden bilmektedir. (Bakırcıoğlu, Türk romanı. s:93)
KİTABIN ANA FİKRİ:
Bize verilen öğütleri ciddiye almalı ve hayallere peşinden koşmamalıyız. Aksi takdirde kaybeden yine biz oluruz.
  

ŞAHIS KADROSU VE ŞAHISLARIN  ÖZELLİKLERİ

HASTA,SAKAT ve DEJENERE TİP
     Hasta Genç:Adı belirtilmemekle beraber bunun yazarın kendisi olduğu anlaşılmaktadır.Uzun müddetten beri çektiği hastalığın ruhunda uyandırdığı buhranlar içerisinde ve dolayısıyla bedbaht,aşırı derecede kuruntulu,hassas ,15 yaşında olmasına rağmen 40-50 yaşındaki insanların tecrübesine ve çok kuvvetli sezişlere sahip ciddi bir genç.Çok okuyor ve düşünüyor. “Hasta,sakat ve dejenere tip” örneğini görüyoruz hasta gençte.
     
BATICI TİP
     Nüzhet: Paşanın  19 yaşındaki -kumral saçlı, ela gözlü (Safa, a.g.e. s:29)- tek evladı.Ailesi ,özellikle babası tarafından şımartılmış hoppa mizaçlı ,zeki bir genç kız.Çocukluktan bir türlü kurtulamamıştır.

     “ Korkusunun şiddetini hissettiren büyük bir cesaret hamlesiyle yaklaştı ve bana bakarak bir kahkaha attı.” (Safa, a.g.e. s:28)
         
     
DÜZ YAPILI KAHRAMAN 

     Doktor Ragıp: Uzun boylu,yakışıklı,sıhhatli,kendine güvenen bir insan.Dış görünüşünün mükemmelliğine karşılık iç dünyası basit ve kozmopolit fikirlere sahip bir genç.

     Paşa: Okumayı seven, anlayışlı, babacan tavırları olan biri. Kozmopolit fikirlere sahip bir insan.

     Doktor Mithat: Hasta gencin doktoru. 

     Nurefşan: Köşkün hizmetçisi ve genç hastanın mutluluğu için elinden geleni yapan birisi.

MEKAN:
Dokuzuncu Hariciye Koğuşu romanının dış mekânı İstanbul’dur. Roman boyunca olayların yaşandığı üç ana mekân vardır: Hasta Çocuğun İstanbul’un kenar mahallelerinden birinde annesiyle beraber oturduğu “ev”, Uzak akrabaları olan emekli bir Paşa’nın Erenköy’deki “köşk”ü ve Hasta Çocuğun dizindeki hastalığın tedavisi için gidip geldiği “hastane”.
Romanın olay örgüsünün büyük ölçüde kapalı mekânlarda yaşanmasının sebebi, bir türlü iyileşmeyen meçhul hastalıktan kaynaklanan karamsar, ümitsiz ve mutsuz ruh halidir. Yazar mekânı, Hasta Çocuğun iç dünyasındaki değişmeler doğrultusunda yansıtır. Çocuğun dizindeki hastalık, ruhsal durumunu da olumsuz bir biçimde etkilemiştir. Romanda okuduğumuz dış dünya, yıllardır hastane köşelerinde perişan olan, iyileşme umuduyla türlü acılara katlanan henüz on beş yaşındaki küçük bir çocuğun gözüyle yansıtılır.
Roman Hasta Çocuğun yedi yıldır aşina olduğu hastane tasviriyle başlar. Okuyucu kendisini bir anda hastane, hastalık, hastalar, ilaç kokusundan oluşan bir atmosferin içinde buluverir.
ZAMAN:
Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, 1929 yılında Cumhuriyet gazetesinde yayımlanmış, 1930 yılında ise kitap olarak basılmıştır.
Romanın kurmaca dünyasında zaman, “öğleye doğru” başlar. Romanın başkahramanı Hasta Çocuk, bir öğle vakti hastanede, muayene odasının önünde beklemektedir. “İlkbahardan yaza geçilen bir mevsim çizgisinin üstündeyiz” Romanda anlatılan olaylar 1915 yılında geçer. Hasta Çocuk, ameliyattan sonra tuttuğu notların sonuna “5 Teşrinievvel (Ekim) 1915” tarihini atar. “1915 yılı, aynı zamanda Birinci Dünya Savaşı’nın en acılı ve en bunalımlı dönemi olarak bilinir. Ancak, romanda bu dönemin karakteristik olaylarına pek yer verilmemektedir. Kenar mahallelere hâkim olan sefalet manzaraları ile hastanelerdeki insanların dramatik tablosu, bu döneme işaret ederse de, romancının amacı, bu manzaralarla dönemin genel panoramasını çizmek veya anlatmak değil, çocuğun çevresini tanıtmaktır. Zamanın olumsuz şartlarıyla şekillenen çevre içinde, çocuğun bireysel macerası daha bir ağırlık kazanmaktadır.”
Romanın olay örgüsünde zamanın akışı büyük ölçüde kronolojiktir. Romanın ilk üç bölümünde yaşanan olayların zamanı dört gündür, dördüncü bölüm birkaç gün, beşinci ve altıncı ana bölümler ise üç-dört aylık bir zaman diliminde geçer. Kısaca romanda yaşananlar 1915 yılının Haziran ve Temmuz ayları arasında geçer.
Dokuzuncu Hariciye Koğuşu Romanının Bakış Açısı ve Anlatıcısı:
Dokuzuncu Hariciye Koğuşu romanı, kahraman anlatıcı tekniğiyle yazılmıştır. 1.tekil şahıs anlatım kullanılmıştır. Yazar, anlatma işini romanın başkahramanı olan on beş yaşındaki Hasta Çocuğa vermiştir. Okuyucu, romanın diğer kişilerini, romanda yaşanan olayları anlatıcı konumundaki Hasta Çocuğun penceresinden, dar ve kısıtlı bir bakış açısıyla takip eder. Hasta Çocuğun iç dünyası ayrıntılı bir biçimde verilir, fakat diğer kişiler -Nüzhet, Doktor Ragıp, Paşa, karısı- için aynı şeyi söyleyemeyiz.
Romanın bir diğer özelliği “otobiyografik roman” olmasıdır. Romanın başkahramanı Hasta Çocuk ile yazarı arasında ciddi manada benzerlikler vardır. Romanda Hasta Çocuk küçük yaşta babasını kaybetmiş, annesiyle beraber yaşamaktadır.
Romanın bakış açısı ve anlatıcısıyla ilgili diğer bir önemli özellik ise, olayların yaşanma zamanı -Hasta Çocuk on beş yaşında- ile anlatma (yazılma) zamanı arasında uzun bir boşluk olmasıdır. Roman bir hatıra defteri biçimindedir, ancak olaylar yaşanırken değil, yıllar sonra yazılır. Romanın 1929 yılında Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan son bölümünde geçen “Aradan on iki sene geçti” cümlesi bunu açıkça ortaya koyar.
DİL VE ANLATIM
Dokuzuncu Hariciye Koğuşu romanında biçim/içerik uyumu vardır. Romanın düzenlenmesinde bölümle başlık arasına yerleştirilen ve sağ tarafta yer alan epigraflar metinde işlenen tema ile başlık arasında bağlantıyı sağlarken diğer yandan da okuyucunun ilgisini metin üzerine çeker, ilgiyi sürekli kılar.

UYARI:BU ROMANIN ÇOK AYRINTILI AKADEMİK İNCELEMESİ İÇİN BU MAKALEYİ okuyabilirsiniz...

nest...

batman iftar saati 2021 viranşehir kaç kilometre seferberlik ne demek namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur özel jimer anlamlı bayram mesajı maxoak 50.000 mah powerbank cin tırnağı nedir

© 2024 Toko Cleax. Seluruh hak cipta.