ENFÂL SÛRESİ
Mushaftaki sıralamaya göre 8, nüzûl sıralamasına göre 88, essebut tıval kısmının da 7 sûresi olan Enfâl sûresinin âyetleri 75 olup Medinede nâzil olmuştur.
Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla
Hamd yalnız ve yalnız âlemlerin Rabbi olan Allaha mahsustur. Salât ve selâm Allahın Rasûlüne ve Onun pak aile halkına ve ashabına olsun. Rabbi-miz bizden kabul buyur. Çünkü sen her şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
Bedir savaşını, savaş sonrası ganîmetlerin taksimi konusunda Müslümanlar arasında çıkan bir tartışmayı konu ederek söze başlayan bir sûreyi tanımaya başlayacağız. Bu sûrede savaşı, barışı, savaş ve barışın yasalarını, savaşta Allahın müminlere desteğini, takvayı, sabrı, gerek savaş esnasında gerekse hayatın her bir alanında Allah ve Resulüne mutlak itaati, savaş ganîmetlerinin paylaşım problemlerinin çözümünü çok net ve açık olarak göreceğiz, öğreneceğiz.
İman küfür savaşlarının tamamının Allahın elinde olduğunu, savaşların sonucunun belli olduğunu, galibiyetin Allahın yardımına ve desteğine bağlı olduğunu çok açık ve net bir biçimde anlayacağız. İslâmın savaşlarının hedefinin çok net bir biçimde ortaya konulduğuna şâhit olacağız.
Yine savaşların alt yapısında akidenin, dinin rolünü öğreneceğiz. Gerek savaş esnasında, gerek savaş öncesi ve sonrasında ruhlardaki, zihinlerdeki duygulara, niyetlere şâhit olacağız. Kâfirler karşısında Allah desteğindeki müminlerin güçlerinin oranlanmasını öğreneceğiz. Bunun gibi daha pek çok konunun anlatıldığı Enfâl sû-resinin ilk âyetini tanımaya başlayalım.
1. Ey Muhammed! Sana ganîmetlere ait soru sorarlar, de ki: Ganîmetler Allah'ın ve Peygamberindir. İnanıyorsanız Allah'tan sakının, aranızdaki münâsebetleri düzeltin, Allah'a ve Peygamberine itaat edin.
Sana Enfâlı soruyorlar, de ki o Allah ve Resulü içindir. Evet Bedir savaşı sonrasında ganîmetlerin taksimi konusunda bir problem çıkmıştı. Bedir savaşı Müslümanların ilk savaşıydı. Onun içindir ki sa-vaş hakkında ve savaşta elde edilen ganîmetler konusunda Müslümanların fazla bilgileri yoktu. Bu konuda açık talimatlara ihtiyaç vardı. İslâmı kabul etmiş olmalarına rağmen Müslümanlar hâlâ üzerlerinde cahilliye kalıntıları taşıyorlardı. İşte Bedir savaşı sonunda herkes önceden olduğu gibi ellerine geçirdikleri ganîmetlerin kendilerine ait olduğunu iddia ediyorlardı. Müslümanlar arasında düşmanı takip ettikleri için ganîmet elde edemeyenler ise o mallarda bizim de hakkımız var diyorlardı. İşte Rabbimiz sûreye bu problemin gündemiyle başlar.
Peygamberim, sana ganîmetlerden sorarlar. Ne yapacağız? Nasıl paylaşacağız? Kim ne kadar alacak? Burada Rabbimiz onlar Allah ve Resulüne aittir buyururken ilerde bunun yasasını açık bir şekilde ortaya koyacaktır. Bir de dikkat ederseniz burada ganîmet kelimesi yerine Enfâl yâni lütuf ve nîmet anlamına gelen bir kelimenin kullanılışı calibi dikkattir. Sanki Rabbimiz bununla şunu hatırlatıyordu:
Ey Müslümanlar, söyleyin sizler şu anda Allahın lütfettiği nî-metler konusunda mı tartışıyorsunuz? Eğer bunlar Rabbinizin size bir lütfu keremiyse, o zaman size ne oluyor ki onların paylaşımı konu-sunda Allahın hükmünü bilmeden hak iddiasında bulunuyorsunuz? İyi bilin ki onların paylaşımı konusunda karar onları size lütfeden Allaha aittir. Şunu da çok iyi bilesiniz ki sizin savaşınızın hedefi bu ganîmetlere ulaşmak değildir. Sizler Allah için, yeryüzünde Allahın iradesini hakim kılmak, insanları diriltmek, insanları cennete ulaştırmak için savaşan insanlarsınız.
Allahtan korkun. Allaha karşı takvalı olun. Hayatınızı Allah için yaşayın. Allah yasalarıyla hareket edin. Unutmayın ki bu iş Al-laha ve Onun vahyine tâbi olan, Allah talimatlarıyla hareket eden Resulüne aittir. Peygamber, Rabbi kendisine nasıl buyurmuşsa, nasıl yol göstermişse Enfâl öylece paylaşılacaktır. Sizler bu malları nasıl paylaşacağınızın derdinde değil Allah ve Resulüne nasıl tâbi olacağınızın peşinde olun. Allaha karşı nasıl takvalı olacağınızın peşinde olun.
Ve aralarınızı da düzeltin. Ümmet arasında vahdeti, salahı gerçekleştirin. Müslümanların birbirlerine bakışı, birbirleriyle ilişkisi Allahın istediği gibi değilse, ganîmet duygusu, menfaat duygusu ön plana çıkmışsa, Allah ve Resulüne itaat ve kardeşlikleri zedelenmişse, takva yıpratılmışsa bu yapılan şeyin adı da cihad olmaktan çıkmış demektir. Müslümanlar arasındaki saflar pekişmemişse, gönüller, kalpler, kafalar, düşünceler bir değilse bunun adına cihad denmez.
Öyleyse sizler önce aranızdaki, saflarınızdaki, kalplerinizdeki açıklıkları gidermeye, saflarınızdaki boşlukları doldurmaya, ihtilâflarınızı gidermeye, durumunuzu düzeltmeye bakın. Bunu başarırsanız aranızda ganîmetlerin paylaşımı da kolay olacaktır. O zaman kardeşine fazlası gittiği zaman, sana kötüsü geldiği zaman hiç fark etmeyecektir. Çünkü onun da senden bir parça olduğunu düşünecek, bunu çok rahatlıkla kabul edeceksiniz. Zayıfların, fakirlerin zaten korunduğu bir toplumda bu konuda hiç bir problem çıkmayacaktır. Onun için siz önce aranızı ıslah etmeye bakın. Birbirinize kardeşler olarak sıkı sıkıya bağlı bir ümmet olmaya ve her konuda Allah ve Resulüne itaat eder müminler olmaya bakın. Eğer gerçekten müminler iseniz, gerçekten Allaha, cennete, Allahın sizlere vaadettiği mükâfatlara iman ediyorsanız.
2,3. İnananlar ancak o kimselerdir ki Allah anıldığı zaman kalpleri titrer, âyetleri okunduğu zaman bu onların imanlarını artırır. Ve Rablerine güvenirler; namaz kılarlar; kendilerine verdiğimiz rızıktan yerli yerince sarf ederler.
Müminlerin, gerçek müminlerin özelliklerinin açıklandığı bir âyet. Gerçekten inanmış, tam anlamıyla iman etmiş, emniyet ve güvenlik içine girmiş, Rabbiyle tam bir diyalog halinde, rıza halinde olan, Allahtan ve Ondan gelenlerin tümünden razı olmuş müminlerin özellikleri şunlardır:
Allah anıldığı zaman, Allahın esmâsından birisi gündeme gel-diği zaman, veya efali, fiilleri, sıfatları, âyetleri gündeme getirildiği zaman, en büyük olarak Allah gündeme getirildiği zaman, Rab olarak, İlâh olarak, Melik olarak, Rahmân olarak gündeme getirildiği zaman kalpleri titreyen, kalplerinde bir hareket, bir depreniş, bir heyecan, bir arzu, bir saygı meydana gelen kimselerdir onlar.
Evet kalpler ancak Kuranla mutmain olur. Ancak Kuranla itminan bulur, ancak onunla yatışır ve sükûnete kavuşur. Çünkü kalp Allahın âyetlerini duydukça, tanıdıkça şüphe ve tereddütlerden kurtulup doyuma ve itminana ulaşacaktır.
Demek ki Allahın âyetleri okundukça, âyetlerle karşı karşıya geldikçe mü'minlerin kalpleri coşar, taşar, sanki kabına sığmaz hale gelir. Bu âyetin bize anlattığına göre kalplerin itminana kavuşmasının birinci yolu elimizdeki şu Kuran âyetleridir. Bunun bir ikinci yolu da yine kitabımızın Bakara sûresinin beyanıyla meşhut âyetlerle olacaktır. Rabbimizin kâinata serpiştirdiği görsel âyetlerini gördükçe kalpler doyuma ulaşacaktır.
Allahın âyetleri kendilerine tilâvet olunduğu, duyurulduğu, izlettirildiği zaman onların imanları artar. Gerek Allahın şu elimdeki kitabının âyetlerini okuyarak izlediği, veya gerekse âyetleri okuyan bir Müslüman kardeşinin kendisine duyurmasıyla izlediği zaman onların mânâsına nüfuz ederek, Rabbinin kendisinden istediklerinin bilincine ererek, farkına vararak dinlerler. İşte böyle ne dendiğini, ne istendiğini anlamaya, kavramaya çalışarak izleme onların imanlarını artırır. Çünkü böyle âyetler üzerinde kafa yorarak izleyenler görürler ve anlarlar ki tüm kâinatta Allah yasaları uygulanmaktadır. Çevrelerinde cereyan eden tüm hadiselerde bu Allah yasalarının uygulandığını gören mü-minlerin imanları artacaktır.
İman aslında kalbin işidir. Ve iman için kişi Kuran bilmek zo-rundadır. Önce bilecek kişi, inanacak ve sonra da onu amel haline getirecek. Bilmeden inanılmadığı gibi inanmadan da yapılmaz. Neye inanıyoruz? Bunu bileceğiz. Meselâ benim kaç tane sâlih amelim var-sa o kadar imanım var demektir. Meselâ benim yirmi tane sâlih amelim varsa yirmi tane imanım var demektir. Bunu çoğalttıkça benim imanım da çoğalacaktır. Öyleyse kitaptan iman birimlerini çoğaltmak, yâni tanıdığımız her bir âyetle imanlarımızı çoğaltmak ve buna oranla da sâlih amellerimizi çoğaltmak zorundayız.
Evet Allahın iman birimi âyetlerini tanıdıkça, öğrendikçe ki-şinin imanı artacaktır. Yâni Kuranda her bir iman konusu gündeme geldikçe bunu öğrenip iman eden müminlerin imanları, iman konuları artıverir. Öğrendiği her bir âyet karşısında Allah demişse doğrudur, Allah ne demişse kabulümdür diyerek Allahın âyetleriyle tanıştıkça kendisini, hayatını, bakışını, düşüncesini değiştiren kişinin imanı artacaktır. Zira her bir yeni âyeti tanıyıp inandıkça müminlerin imanları artmaktadır. Çünkü mümin durağan değildir. Mümin sürekli imana, teslimiyete doğru bir gelişim içindedir. Öğrendiği her bir yeni âyete imanla, müminler taklitten çıkıp tahkike ulaşırlar.
Meselâ eğer şu ana kadar bu sûreyi bilmiyorsak şimdi iki âyet öğrendik, iman ettik ve iki âyetlik bir iman artışımız oldu, ya da iki iman birimi daha kazandık demektir. Öyleyse her yeni âyete inandıkça bir iman birimimiz daha oluyor demektir. O halde bizler de bugün Rabbimizin âyetlerini tanıyarak iman birimlerimizi artırmak zorundayız.
(Dinleyiciler arasından imanın artıp eksilmesiyle ilgili bir hadis soruldu.)
Ben aslında burada bu konuya girmek istemiyordum, ama arkadaşın sorusuna binaen birkaç söz söyleyelim inşallah: İman taat ve ibadetle artar, isyan ile de azalır. Selef âlimlerimiz bu konuda ittifak etmişlerdir. Kuranda imanın artmasına işte bu âyet delil gösterilmiştir. İbni Mübârek azalıp çoğalma ifadesi yerine üstünlük, kuvvetlilik ve zayıflık ifadesini kullanmıştır. İman için sadece dil ile ikrar ve kalp ile tasdikin yeterli olmadığını, aynı zamanda amellerle bizzat ortaya konarak gösterilmesi gerektiğini söyleyenler de olmuştur. Âlimlerimizden kimileri; imanın ameller cihetinden ziyadeleşmesi asr-ı saadete mahsustur. Zira asr-ı saadette İslâm ahkâmı yeni nâzil oluyordu. Her yeni gelen hükme inandıkça müminlerin imanları ziyadeleşiyordu. Ama devri saadetten sonra, yâni ahkâm tamamlandıktan sonra imanın ziyadeleşmesi artık mümkün değildir demişlerdir. Kimileri; iman adına söz konusu olan bu artış kemiyet itibariyle değil, keyfiyet itibariyledir derken, Fahrettin Râzî gibi kimi âlimlerimiz de; insan fıtraten zaten mümin olarak doğar. Buna imanî fıtrî denir ve bu iman buluğ çağına kadar sürer. Bu çağdan sonra kişi iman-i istidlâlî ile Allahın varlığına, birliğine, peygamberine iman eder. İşte imanda ziyadeleşme budur der. Tıpkı; ya Rabbi, ölüleri nasıl dirilttiğini görmek isti-yorum diyen İbrahim aleyhisselâmın imanı gibi. Biz biliyoruz ki İbrahim aleyhisselâmın imanı tamdı, eksiksizdi. Onun imanı kendisine tâ-bi olanların tamamının imanından üstündü. Ama o Allahtan imanı ko-nusunda daha da kemal istedi. İşlerin zuhurunu görerek imanına kuvvet kazandırmak istedi.
İşte ben meseleye bu yönden bakıyorum. Bu artma ve eksilmeyi İmanın eylemi ve aksiyonu olan amel açısından anlıyorum. Çünkü bakıyoruz meselâ nehy-i anilmünker hadisinde de aynı konu anlatılıyor. Hani; sizden biriniz bir münker görürse onu eliyle düzeltsin, eğer buna gücü yetmezse diliyle, ona da gücü yetmezse kalbiyle düzeltsin buyuruluyordu ya. İşte anlıyoruz ki birinin imanı güçlüdür. Derhal bu iman onu elle müdahaleye zorluyor. Güçlü olan imanı bu şekilde tezahür ediyor. Yani iman hemen aktif hale geliyor. Kalpte, batında iman ne ise zahirde de amel o ölçüde kendini gösteriyor. Ötekisinin imanı bu birinciye nispetle daha zayıf ki ancak dilini hareket ettirebiliyor. Ancak o kadar bir aktivite gösterebiliyor.
Yine kitabımızda ashab-ı sebtin durumuna baktığımız zaman aynı durumu görebiliyoruz. Cumartesi günü balık tutma yasağını çiğneyen toplum üç grup oluyor. Bu konuyu Arâf sûresinde uzunca anlattık.
1-Yasağa uymayarak balık tutmaya devam edenler.
2- Cumartesi yasağına riayet edip, balık tutmaya gitmeyen, ancak bunu sadece kendi şahıslarında uygulayabilen, başkalarını da bu işten menetmeye imanları yetmeyenler. İmanları var, ama bu imanları onları başkalarını uyarmaya sevk edecek kadar güçlü değil.
3- Kendileri yasağa riayet etmekle birlikte, günahkârların yanlış hareketlerine iştirak etmemekle birlikte, aynı zamanda emr-i bil-maruf ve nehy-i anilmünker dediğimiz sürekli hareketlilik ve dinamizm isteyen cihat ruhunu canlı tutanlar. İşte bu üçüncü grubun imanı kendilerini günahtan uzaklaştırdığı gibi, başkalarını da menetmeye yetecek kadar güçlü idi. Günahkârlarla iç içe yaşadıkları bir ortamda bu iman onları Allahın yakın bir azabından korkutuyordu. Hattâ kalplerindeki bu imanlarının dışa yansıyan maddi bir tezahürü olarak da bunlar günahkârlarla kendi evleri, mahalleleri arasına bir duvar çekip tedbir almışlardır. İşte bu imanın güçlülüğünün madde planında, amel planında, aksiyon planında açığa çıkışıydı. Tebuk seferinden geri kalan Kâb Bin Malikin imanı da kendisi gibi aynı suçu işleyen ötekilerin imanından daha güçlüydü ki, o iman kendisine ötekiler gibi yalan söylemesine engel oldu.
Peki bir mümin böyle üstün bir imanı nasıl kazanacak? Bu soruya da bir iki söz ettikten sonra inşallah sonraki âyete geçelim. Benim bildiğim, iman birimleri olan şu kitabı ve Resûl aleyhisselâmın hadislerini sürekli elimizde tutarak, Rabbimizi yakından tanımak, O-nun esmasına, sıfatlarına, fiillerine muttali olmak, mutlak gücün, kuvvetin, kudretin sadece Allaha ait olduğunu kavramaya çalışacağız. Bu, bizim Allaha daha çok yaklaşmamızı sağlayacaktır. Zira Allahtan başka hiçbir varlıkta kuvvet ve kudretin, yetkinin olmadığını bilmek Ona teslimiyeti iltizam edecektir. Onun mülkün mutlak maliki olduğunu bilmemiz bizi Onun dışındaki eşyaya, varlıklara bağımlı olmaktan kurtaracaktır. O zaman şu anda insanların putlaştırıp önünde eğildikleri teknik üstünlük, teknolojik farklılık, sayısal üstünlük vs vs gö-zümüzde küçülecek ve sadece Allah büyüyecektir. Kendilerinden kat kat fazla olan düşmanları karşısında Bedirde zafer kazanan mümin-lerin yaşadıkları durum işte buydu. Ama Huneyn de yaşanan durum bunun tamamen zıddıydı. Bedirde aslan kesilen ruh orada pörsüyü-verdi.
Evet, bu iman önünde Kızıl Deniz, arkasında dünyanın en büyük ordularının sahibi Firavun olduğu halde Allaha güven ve teslimiyetinde zerre kadar bir sarsılma yaşamayan Hz. Musayı tanıyarak kazanılacaktır. Veya sizler yeryüzünde güç ve kuvvet iddiasında bulunan bir başka tâğut tarafından ateşe atılırken imanıyla dimdik ayakta duran İbrahim aleyhisselâmla tanışmadan onun imanını kazanmayı, ya da aynı tâğutların ateşlerinin sizleri de yakmamasını nasıl isteyeceksiniz? Bu kitapta İsmail aleyhisselâmla tanışmadan onun teslimiyetini nasıl kazanacaksınız? Benim bu konuda diyebileceklerim bu kadardır. İnşallah konu anlaşılmıştır, artık başka soru olmasın da bundan sonraki âyeti tanımaya geçelim.
Ve onlar sadece Rablerine tevekkül ederler. İşlerini Rablerine havale ederler. Gerek kendisiyle ilişkilerinin düzenlenmesi konusunda, gerek kendi aralarındaki ilişkilerinin düzenlenmesi konusunda yasa koyma salahiyetini kesinlikle kendilerinde görmezler. Her konuda velileri, vekilleri Allahtır. Kul olarak bizler bize düşenleri, gücümü-zün yetebileceklerini yaptıktan sonra sonucu Rabbimize havale edeceğiz. Rabbimizin bizden işte bu sûrede istediği gibi savaşa hazırlanacağız. Savaş için sadece maddî hazırlıklar değil, Rabbimizin bu konuda bize haber verdiği tüm yasalarına uygun hareket ederek savaş meydanına koşacağız. Karşımıza çıkan Allah düşmanları kaç kişi olurlarsa olsunlar, güçleri, kuvvetleri ne olursa olsun, isterse bizim on katımız olsunlar, onlarla savaşa hazır olacak ve gerisini Allaha bırakacağız. Ve kesinlikle bileceğiz ki bizler yasalara teslim olup Rab-bimize güvendiğimiz sürece O bizim vekilimiz olarak bizi zafere ulaştıracak, bizim için hayırlı olanı bize lütfedecektir.
Onlar namazı ikame edenlerdir. Namazı ayağa kaldıranlardır onlar. Rabbimiz bize cihadı anlatacak, ama onu gündeme getirmeden önce müminlerin uymaları gereken yasaları, müminlerin sahip olmaları gereken özellikleri ortaya koyuyor. Çünkü bu özelliklere sahip olunmadan sadece silah ve sayısal güçle kâfirler karşısında galip gel-mek mümkün olmayacaktır. İşte bunun içindir ki Rabbimiz önce bu hazırlıkları gündeme getiriyor.
Onlar namazı ikame ederler. Salât aslında müminin tümüyle, tüm varlığıyla, içiyle dışıyla, kalbiyle bedeniyle Rabbine yönelişi demektir. Salât kişinin Allahla diyalogu demektir. Allaha yalvarış ve ya-karış halidir. İnsanın tüm varlığıyla, tüm hareketleriyle Rabbine gerçekleştirdiği bir dua, bir kıraat, bir secde, bir rüku, bir teslimiyet, bir yöneliştir, bir doğruluş, bir Allah için oluştur namaz. Tüm hayatı Allahın istediği gibi düzenlemektir namaz. Hayatın tümünü kapsayan Allaha kulluğu herkesin görebileceği şekilde ayakta tutmak demektir namaz. Allahın istemediği her türlü hayatın, her türlü düşüncenin, her türlü anlayışın, her türlü putun, her türlü programın reddedilişini ortaya koyan, sadece Allaha kulluğu abideleştiren bir eylemdir namaz. Tevhidin simgesi olarak ortaya dikilmiş bir ameldir.
Rasulullah efendimiz döneminde bunu çok hoş görürüz. Müslümanlar Kâbenin avlusunda namaz kıldılar ve bu namazlarıyla şu abideyi diktiler, şu reddiyeyi ortaya koydular. Biz bu namazımızla, biz bu tevhidimizle, bu pratik gösterimimizle Allah evindeki tüm putlarınızı, kafalarınızın içindeki tüm putlarınızı, kalplerinizin içindeki tüm küfür ve şirk düşüncelerinizi reddediyoruz. Allahtan kaynaklanmayan, Allaha kulluk esasına dayanmayan tüm hayatınızı reddediyoruz. Sa-dece Allaha kulluk edeceğimizi, sadece Allah huzurunda eğileceğimizi, sadece Allahı dinleyeceğimizi gösteriyoruz. Bakın, görün işte inancımızı diktik gözlerinizin önüne. Tevhidimizi serdik nazarlarınıza diyerek bir namaz ikame etmişlerdi.
Bir de o müminler kendilerine rızık olarak verdiklerimizi infak ederler. Kendilerine verilenleri Allah kullarıyla paylaşmanın kavgası içine girerler. Allahın verdiklerinden Allah kullarına bir delik açarlar. Hem de hiç kapanmayacak bir delik açarlar da oradan Allah kullarını hep istifade ettirirler. Onlar namazı ikameyle bedenlerinde Allahın söz sahibi olduğunu bildikleri gibi, mallarını da Allah yolunda infak ederek o mallarında Allahın söz sahipliğini ortaya koyarlar. Çünkü onlar bilirler ki o malları kendilerine lütfeden Rableridir.
Rızık çok genel bir ifadedir. Tüm hayat bizim için Rabbimizin lütfettiği bir rızıktır. Öyleyse elimizi, ayağımızı, gözümüzü, kulağımızı, kalbimizi, bedenimizi, malımızı, paramızı, bilgimizi, zamanımızı, imkânımızı, fırsatımızı, oğlumuzu, kızımızı, evimizi, arabamızı, her şeyimizi Allahın istediği yerde harcayıp infakta bulunacağız. Tüm hayatımızı Allah için yaşayarak infak edeceğiz. Allahın verdiği ilim rızkını insanlara ulaştıracağız. Allahın bize verdiği ilimden insanları istifade ettireceğiz. Ondan bir delik açıp insanlara akıtıp duracağız. İnsanların karşısında güzel bir Müslümanlık sergileyerek onlara infakta bulunacağız.
İşte böyle olduğumuz zaman, Allahın âyetleriyle tanışarak kalplerimiz doyuma ulaştığı, kalplerimiz yatıştığı, her an âyetlerle iman birimlerimiz arttığı; durağan, taklidi bir hayattan tahkiki bir hayata koştuğumuz, namazı ikame ettiğimiz, tüm bedenimizde Allahı söz sahibi bildiğimiz, tüm malımızda Allahı söz sahibi bildiğimiz zaman çok rahat cihad meydanlarına koşabilecek ve Allah yolunda bir savaşı göze alabileceğiz demektir. Çünkü cihad Allah için mal ve candan vazgeçebilmeyi gerektirir. Şu anda sahip olduğu şeylerde Allahın söz sahipliğini kabul edemeyen, Allah için onlardan bir delik açamayan, onların bir kısmını Allah için veremeyen insanlar cihada hazır olabilirler mi? Elbette olamayacaklardır.
4. İşte gerçekten inanmış olanlar bunlardır. Onlara Rablerinin katında mertebeler, mağfiret ve cömertçe verilmiş rızıklar vardır.
İşte gerçek müminler bunlardır. Demek ki bir mümin var, bir de gerçek mümin vardır. İmanlarının eylemini gerçekleştirmiş, imanlarını iddia planından ispat planına dökmüş, hem dilleri, hem kalpleri ve hem de amelleriyle, hayatlarıyla imanlarını ortaya koymuş insanlar bunlardır. İmanlarının gereklerini yerine getirmiş müminler bunlardır.
Öyleyse bir insan gerçek mümin olmak istiyorsa kesinlikle bu özelliklere sahip olmak zorundadır. Kalbim temiz olduktan sonra namaz kılmasam da olur diyen bir kimse gerçek mümin değildir. Namazını kıldığı halde onu ikame etmeyen, namazda Allahtan hiç bir mesaj almayan, hayatıyla namazı doğru orantılı olmayan, namazı kendisini kimi kötülüklerden alıkoyamayan kimse gerçek mümin değildir. Malında, bilgisinde, zamanında, hayatında ve tüm sahip olduklarında Allahın söz sahibi olduğunu bilmeyen, sahip olduklarını Allah kullarıyla paylaşma kavgası içine girmeyen bir kimse de gerçek mümin değildir.
Evet bunlar gerçek müminlerdir ve onlar için Allah katında de-receler vardır, mağfiret vardır, Allah onların geçmişlerini sıfırlayacak, hatalarını bağışlayacak ve onlara Kerîm bir nîmet, değerli bir cennet lütfedecektir. Kesintisiz ve baş kakıntısı olmayan bir cennet vardır on-lar için. Evet Rabbimizin kitabından ve Resulünün Sünnetinden cenneti öğrenen bir kimsenin onu kaybettirecek bir hayatı yaşaması mümkün değildir.
Bu mukaddimeden sonra Rabbimiz savaş âyetlerini gündeme getirecek. Allahın sevgili elçisi ve beraberindeki müminler Mekkede gerçekten çok mükemmel bir dâvet gerçekleştirdiler. Namazlarıyla, infaklarıyla, Allah için bir hayat yaşamalarıyla gerçekten çok güzel bir Müslümanlık sergilediler. Sonra Rabbimizin emriyle Medineye bir hic-ret gerçekleşti. Medine İslâm yurdunda Allah ve Resulü egemenliğinde özgürce bir hayata kavuştular. Tabii Müslümanların eğitilmeleri bu-rada da devam etti. Ve artık cihad zamanı gelmişti. Ama henüz yeni Müslüman olanlar içinde Rabbimizin burada anlattığı gibi bir takım olumsuzluklar da ortaya çıkabilmektedir. Bakın Rabbimiz onu şu şekilde dile getiriyor:
5,6. Nitekim Rabbin seni hak uğrunda evinden savaş için çıkarmıştı, oysa Müslümanların bir takımı bundan hoşlanmamıştı. Sanki göz göre göre ölüme sürükleniyorlarmış gibi, gerçek ortaya çıktıktan sonra bile seninle tartışıyorlardı.
Nitekim Rabbin seni evinden hak ile çıkardı. Buradaki Ke-ma ifadesi ilk âyete bir atıftır. İlk âyette ne demişti Rabbimiz? Ganîmetler Allah ve Resulüne aittir. Ganîmetlerin taksimi konusunda söz sahibi Allah ve Resulüdür. Tıpkı seni evinden hak ile çıkaranın Allah olduğu gibi. Veya tıpkı ganîmetlerin taksimi konusunda bir hoşnutsuzluk duydukları gibi senin evinden hak ile çıkarılman konusunda da hoşnutsuzluk duymuşlardı. Veya tıpkı senin hak ile, hakkı ikame için, Allah dinini aziz kılmak için savaşa çıktığın gibi Allah da sana yardım ederek seni ve dinini aziz kılmıştır.
Evet ey peygamberim, Rabbin seni hak uğrunda, hak yolunda, hak ile evinden çıkardı. Çünkü Rasulullah efendimizin Allahın kendisinden istediği kulluğu gerçekleştirme çabası içinde yaşadığı tüm hayatı, tüm davranışları Hakka göre idi. Tüm hayatı kulluktu ve işte bu kulluğun bir parçası olarak cihad için de evinden çıkıyordu. Ama müminlerden bir grup bu işi kerih görüyorlar, isteksiz davranıyorlardı. Hak hususunda peygamberle mücâdele ediyorlardı. Yaşadıkları Müs-lümanca bir hayatın sonunda kendilerine verilen bir cihad emrine sıcak bakmıyorlardı. Hak hususunda peygamberle mücâdeleye tutuşuyorlardı. Hak açığa çıktığı halde, hak olan cihad yasası ortaya konduktan sonra, hak olan bir cihad emrine muhatap oldukları halde seninle bu hak konusunda mücâdele ediyorlardı.
Az evvel Rabbimizin özelliklerini saydığı gerçek müminlerden olmayan, tam yetişmemiş olan Müslümanlar Allahın cihad emri karşısında bir isteksizlik hali yaşıyorlar. Çünkü cihad gerçekten zor bir kulluktur. Allah dininin izzet ve şerefe ulaşması, Allah kullarının cennete kazandırılması adına bir kimsenin her şeyini bir tarafa bırakarak yola çıkması, cennete bilet alması demektir. Öyle değil mi? Adam ailesini, çocuklarını, sevdiklerini, malını, mülkünü geride bırakacak, dünyasını, memleketini terk edecek ve Allah için yola çıkacak. Savaş ortamına varıncaya kadar pek çok eziyetlere maruz kalacak. Savaş meydanında da eli kolu budanacak, canını kaybedecek, sevdiklerini kaybedecektir. İşte böyle bir durumla karşı karşıya kaldığı zaman henüz iman hazırlığını tamamlamamış, amel hazırlığını ikmal etmemiş, henüz gerçek müminler olabilme özelliğini kazanamamış müminler bundan bir isteksizlik halet-i ruhîyesi yaşayacaklardır.
Sanki göz göre göre ölüme doğru sürükleniyorlarmış gibi bir durum açığa çıkacaktır. Aslında şu anda hepimiz ölüme doğru sürükleniyoruz. Ancak ölümü kendimizden çok uzak hissettiğimizden dolayı ölümden etkilenmemiz söz konusu olmuyor. Her an ölüme doğru gidiyoruz ama insan kendisini ölüme yakın hissettiği durumlara giderken o zaman ölümün kendisi adına taşıdığı riskin farkına varabiliyor. İşte aynen bunun gibi öleceğini anlayan bir insan her şeyinin biteceğini, henüz cennete hazır olmadığını, bu haliyle cehenneme gidebileceğini düşünerek korkuların kendisini sardığını hisseder. İşte böyle bir ortamda kişinin ölümü hissetmesi aslında kendi durumunu değerlendirmesi anlamına geliyor.
Ama gerçekten ölümün kendisini cennete ulaştıracağı inancı, hazırlığı içinde olan bir mümin onun için öyle acele ediyor ki ağzındaki bir hurmayı yiyecek zamanı bile kayıp sayıp ölüme atılabiliyor. Çünkü artık onun için ölüm gerçekten cenneti yakalama fırsatıdır. Tüm sıkıntılardan kurtulma fırsatıdır. Ebedî saadeti yudumlama, Rabbini görme, Onun devletlerine erme zamanıdır. Zaten bu dünyada bir insanın peygamberlikten sonra ki -o kesbî değil, Vehbîdir, yâni çalışılarak el-de edilen bir makam değil Allahın lütfettiği bir makamdır- elde edebileceği ikinci mertebe şehitliktir. Şehitlik en büyük bir kurtuluştur.
Evet bir insan imanıyla, ameliyle ölüme hazır değilse, ölümün kendisini cennete götüreceği konusunda tereddütleri varsa bu insanın ölüme koşması düşünülemez. İşte burada anlatılanlar da böyle kimselerdir. Sanki göz göre göre ölüme sürükleniyorlarmış gibi bir ruh haleti içine düştüler. Halbuki Allah onları böyle bir cihad meydanında tertemiz hale getirmek istiyordu. Allah onları imanlarında ve teslimiyetlerinde kemale erdirmek istiyordu.
7,8. Allah bu iki taifeden birini size vaadetmişti; siz, kuvvetsiz olanın size düşmesini istiyordunuz. Oysa, suçluların hoşuna gitmese de, hakkı ortaya çıkarmak ve bâtılı tepelemek için, Allah sözleriyle hakkı ortaya koymak ve inkârcıların kökünü kesmek istiyordu.
Hani Allah size iki gruptan birini vaadediyordu. İki gruptan birisi sizindir diyordu. Rabbimiz Müslümanların karşısına iki taife, iki grup çıkarıyor ve tercihlerini kendilerinin yapmalarını istiyor. Bakalım hangileri zor olanı, faziletli olanı, hangileri de kolay olanı tercih edecekler? Evet Rabbimiz bu konuda bize seçim yetkisi vererek bizi bize göstermek istiyor. Gönül dünyamızın nasıl olduğunu bize göstermek, bizi bizimle yüzleştirmek istiyor. Yanlışlarımızdan, kendi kıt bilgilerimizden vazgeçip bizim için nelerin hayırlı, nelerin hayırsız olduğunu tam bilen Rabbimizin arzularına teslim olalım istiyor. Kendisinin istediği şekilde Müslüman olalım istiyor.
Evet Allah size bu iki gruptan birisini vaadetmişti de sizler güçlü kuvvetli olmayan, fazla silahı ve silahşörleri olmayanın, yâni kervanın sizin için olmasını istiyordunuz. Evet Mekkeye doğru yol alan Kureyşe ait bir kervan, bir de o kervanın tehlikede olduğunu haber alarak yola koyulan müşrikler ordusu. Rabbimiz müminlere her ikisinden birini vaadetmişti. Yâni kervanın üzerine giderek tüm mallarıyla birlikte kervanı ele geçireceklerini de, kendilerine doğru gelmekte olan müşrikler ordusunun üstüne giderek, onlarla savaşarak muzaffer olacaklarını da vaadetmişti Allah onlara. İkisi de müyesser olacaktı onlar için ama onlar savaş ve zorluk riski olmayanı, kervanı tercih et-tiler. Allah Resulüne bir savaş için hazırlıklı olmadıklarını beyan ettiler. Ey Allahın Resulü, biz evlerimizden çıkarken kervan için çıktık. Bize bir orduyla savaşacağımız söylenmemişti dediler.
Ama Allah onlar için başka bir şey istiyordu. Ama Allah hakkı hak olarak yerleştirmek istiyordu. Allah doğru olan, gerçek olan, hak olan yasalarını gözler önüne sermek istiyordu. Allah vadinin hak olduğunu ispat etmek istiyordu. Müminlere zafer vadinin, kâfirlere azap vaiydinin hak olduğunu gözler önüne sermek ve göstermek istiyordu. Dostlarını galip, düşmanlarını mağlup kılmak istiyordu. Dininin, programının hak olduğunu göstermek istiyordu. Allah Bedirde sayısal ve güç yönünden zafer kazanmaları âdeta imkânsız olan müminleri ga-lip getirerek kıyâmete kadar hak yasalarının hak oluşunu insanlara göstermek istiyordu. Allah kelimeleriyle, ol emriyle bunu gerçekleştirmek istiyordu. Allah kıyâmete kadar bir yasa olarak kendilerinden çok daha fazla güç ve sayıya sahip olan kâfirler karşısında Müslümanlara desteğini göstererek onların imanlarını, cesaretlerini, şereflerini artırmayı dilemişti. Rabbin dinini üstün getirmeyi dilemişti, çünkü işlerin âkıbetini en iyi bilen Oydu.
Böylece kâfirlerin kökünü kesmek istiyordu Allah. Hakkı üstün getirmek, bâtılı da tepelemek, bâtılın defterini dürmek istiyordu. Allah dinini, sistemini, hayat programını üstün getirmek Ebu Cehilleri ve onların sistemlerini yok etmek istiyordu. Zira Ebu Cehil bâtıldı, Ebu Cehilin sistemi bâtıldı, Ebu Lehepler bâtıldı, Ebu Leheplerin yasaları bâtıldı, müşriklerin düşünceleri, müşriklerin hukukları, müşriklerin ekonomik anlayışları, müşriklerin Allahtan kaynaklanmayan tüm hayatları bâtıldı. Allah bunları yok etmek, ortadan kaldırmak istiyordu. Onların düşüncelerine, hayatlarına, egemenliklerine son vermek istiyor-du. Allahın bu iradesi kıyâmete kadar geçerlidir. Rabbimiz ne zaman isterse hak karşısındaki bâtılları ortadan kaldırır. Bu vadini ne zaman isterse o zaman gerçekleştirir.
Suçlular istemese de, kâfirler hoş görmese de Allah onları ve sistemlerini yok edecektir. Mücrimler, günahkârlar, kâfirler ve zâlimler elbette müminlerin küfre karşı, şirke karşı galip gelmesini hiçbir zaman istemezler. Yine müminler içinde belli bir dereceyi tamamlayamamış olanlar da böyle bir şeyi ya zamanı değildir diye, veya biz şu anda güçsüzüz diye, veya küfre ve şirke karşı galip gelemeyiz diye, veya başka gerekçeler sebebiyle, başka zaaflar sebebiyle onlar da istemiyorlar.
Evet Rabbimiz bu âyetiyle buyuruyor ki, ey Müslümanlar, sizler basit menfaatler, basit dünya nîmetleri, basit hesaplar peşindeydiniz. Ama Allah sizin için yüksek menfaatler istiyordu. Dininin yücel-mesini, dinine sahip çıkan siz müminlerin izzet ve şerefe ulaşmanızı istiyordu. Allah sizin kâfirlerle savaşarak zafere ulaşmanızı istiyordu. Çünkü hak savaşsız ikame edilmediği gibi, bâtıllar da savaşsız yıkılmayacaktır.
9. Rabbinizin yardımına sığınıyordunuz. O, Ben size birbiri peşinden bin melekle yardım ederim" diye cevap vermişti.
Hani siz Rabbinizin yardımına sığınıyordunuz. Hoşlanılmayan bir durumdan kurtulmak için Rabbinizden yardım isteğinde bulunuyordunuz. Düşman karşısında sayısal azlığınızdan dolayı dua dua Rabbinize yöneliyor, Ondan destek ve zafer bekliyordunuz. Sizin bu dua dua yalvarıp yakarmalarınıza karşılık Allah buyurdu ki: Ben size birbiri ardınca, peş peşe bin melekle imdat edeceğim.
Evet Bedirde müminlerin sayısı , kâfirlerin sayısı da kadardı. Böyle bir durumda güç kaynaklarını bilen müslümanlar Allahtan yardım istiyorlardı. Demek imdat Allahadır. Medet denilecek varlık sadece Allahtır. İmdat ya Rab! Medet ya Rab! Yetiş ya Rab! diyerek sadece Allahtan imdat isteyeceğiz. Çünkü bizi işitecek olan, bize icâbet edecek olan, bize ordularını gönderecek olan, kalbimize inşirah verecek olan, kalbimize kuvvet ve cesaret verecek olan gerçek imdat sahibi Allahtır.
Bir de kitabımızın bu ve benzeri âyetlerinden anlıyoruz ki Rab-bimizin imdadı melekleriyle olmaktadır. Birileri birilerinin gönderildiğini iddia etmeye çalışsalar da Allah hep meleklerini gönderiyor. Şimdi karşılarında hiçbir gücün duramayacağı, hiçbir silahın işe yaramayacağı melekler desteğinde olan bir Müslümanın gücünü kuvvetini, izzetini ve şerefini bir düşünün. Kim galip gelebilir ona karşı? Kim ne yapabilir ona? Kim dokunabilir onun kılına? Şimdi bu âyetler gerçekten bizim zihnimizde iman olabilse, bu âyetlerle gerçekten bizim imanımız artsa hiç böyle bir zilletin mahkumu olur muyduk?
Evet Rabbimiz Bedirde müminlerin yardımına melekleriyle imdat ediyordu. Peş peşe bin melek. Peki ne gerek vardı buna? Yâni meleklerini göndermeden de Allah onları galip getiremez miydi? Veya bu kadar çok meleğe ne gerek vardı? Bir tek melekle bile yerin altını üstüne getiren Rabbimizin bununla muradı neydi?
Allah bunu ancak bir müjde olması ve kalplerinizin yatışması için yapmıştı. Yardım ancak Allah katındandır. Doğrusu Allah güçlüdür, hakimdir.
Allah bunu ancak size bir müjde olsun diye yaptı. Sırf size bir destek olsun diye yaptı. Onlarla sizin kalpleriniz huzura kavuşsun, kalpleriniz yatışsın diye. Müminler insan sûretinde bu melekleri görüyorlar ve onlarla kalpleri yatışıyor, cesaretleri artıyordu. Evet sadece sizin kalpleriniz yatışsın, kalpleriniz güvenle dolsun diyedir. Tabii insan olarak Müslümanlar yanı başlarında kendileri gibi savaşan insan sûretinde yardımcıları görünce kalpleri yatışacak ve güven duygusu içine gireceklerdi.
İşte Rabbimiz buyuruyor ki burada biz bunu sırf sizin kalpleriniz yatışsın diye yapıyoruz, değilse zafer, yardım, galibiyet sadece Azîz ve Hakîm olan Allaha aittir. Zafer sadece Allah katındadır, Allah tarafındandır. O dilediği takdirde melekler göndermeden de düşmanlarını helâk, dostlarını muzaffer etmeye muktedirdir.
Gökleri ve yerleri iradesiyle kudret elinde tutan Rabbimiz ol deyivermekle her şeyi olduruverecektir. Tek başına bir ümmet tavrı sergilemiş bir tek mümini tüm dünyaya galip getirir. Bizler şu anda Rabbimizin istediği kaliteyi bir yakalayabilsek bizim önümüzde du-racak hiç bir güç ve kuvvet yoktur. Muhakkak ki Allah Azîzdir, O asla yenilmez, O hep galiptir.
Ancak Rabbimiz Firavunlara mühlet tanıyor. Kıyâmete kadar da onlara mühlet tanıyacaktır. Ama kesinlikle bilelim ki hâşâ bu Allahın âcizliğinden, onlarla başedemediğinden değildir. İman etmeleri için, gerçeği anlayıp teslim olmaları için fırsat tanıma hikmetinden merhametinden dolayıdır.
Ama bir gün helâk yasasına sıra geldiği zaman onların hiç bir tutanakları olmayacaktır. Onlar tıpkı Firavun gibi bir gün Allah yakalamasıyla karşı karşıya geldiği zaman yaşamış oldukları tüm hayatlarına, tüm inanışlarına ters düşen bir söz söylemekten kendilerini alamayacaklardır. Biz Allaha inandık! Biz âlemlerin Rabbi olan Allaha iman edip teslim olduk! demek zorunda kalacaklardır.
Çünkü Allah Azîzdir, Allah Kahhârdır, Allah göklerde ve yerde tek egemendir. İzzet ve şeref arayanlar, güç ve kuvvet arayanlar, iti-bar arayanlar bunu Allah katında aramak zorundadırlar. Allah yasalarına, Allahın kulluk programına teslimiyette aramak zorundadır. Allahın istediği gibi bir hayat yaşamakta aramak zorundadır. Allah Hakîmdir. Hüküm Onundur, hâkimiyet Onundur. Hikmet sahibi Odur. Gerçek hükümran Odur. Kâinatta cereyan eden Onun yasalarıdır. Kâfirlerin, zâlimlerin, tâğutların yasaları da sadece Onun müsaade etmesiyle vardır. İşte bu âyetlerde anlatılan savaş yasaları da en hik-metli yasalardır. Öyleyse hikmete ulaşmak isteyen, bilgin olmak, bilge olmak isteyenler de hikmeti Allah katında, Allah yasalarında aramak zorundadır.
Evet Rabbimiz müminleri savaşa hazırladı. Şimdi müslüman-lar savaş alanındalar. Rabbimiz hükmü ve hikmeti gereği müminleri zafere ulaştırmak istiyor. Böyle bir savaşta müminlerin çok yüksek bir morale, çok yüksek bir ruh haline sahip olmaları gerekiyordu. Ve savaşı idare eden, her şeyi takdir ve tedbir eden Rabbimiz bir taraftan onların yardımına meleklerini gönderirken, diğer taraftan da onlara şu lütuflarda bulunuyordu:
Allah kendi katından bir güven işareti olarak sizi hafif bir uykuya daldırmıştı. Sizi arıtmak, sizden şeytan vesvesesini gidermek, kalplerinizi pekiştirmek ve sebatınızı artırmak için gökten size su indirmişti.
Hani Allah kendisinden bir güven, bir emniyet olarak size uyuklamayı sardırıyordu. Savaş ortamında, savaş öncesi gecesi Allah tarafından Müslümanları bir uyku, bir uyuklama almıştı. Bu uyuklama Allahtandı. Ne içindi bu uyku? Müminlerin kalplerindeki bir takım sı-kıntıların, korkuların kaldırılması, dinlenmeleri, yapacakları savaşa hazır olmaları için Rabbimiz o sıkıntılı, o telaşlı dönemlerinde onlara bir uyku lütfediyordu. Böyle bir emniyet duygusu veriyordu. Müslümanlar silahlarını bile bırakacak şekilde kendilerini emin hissedip uyuyorlardı. İşte bunlar içinizden Allaha güvenleri tam olan, Allaha tevekküllerinden ötürü cesaretlerini hiçbir zaman kaybetmeyen kimselerdi ki böylece Allah onların savaş ortamındaki korkularını kaldırıp yardım ve desteğini ulaştırmıştır.
Evet Rabbimizin müminlere lütfettiği bu uyku gaflet için değil, emniyet içindi. Korkudan çıkarıp dinlendirmek içindi. Bir de Allah üzerinize gökten su indiriyordu ki onunla sizi temizlesin, hadesten ve şeytanın ricsinden sizi temizlesin. Abdest ve gusül ihtiyacınızı gideresiniz diye ve de düşmanın sizden önce gelerek savaş alanındaki suları tutup sizin telef olacağınız konusunda, şeytanın size verdiği vesveseleri gidermek için. Hadesten ve necasetten temizlenememiş insanlar şehadet konusunda kendilerini rahatsız hissederler. Allah gökten su indirerek onların tertemiz temizlenmelerini sağlayıverdi. Bir de ayaklarınızı sağlam basasınız diye. Yâni müminler hem maddî hem de manevî yönden tam bir temizlik, tam bir hazırlık içinde savaşa girdiler.
Gökten Rabbimizin indirdiği o suyla bastıkları kumsal bölge sertleşti ve ayaklarını sağlam bastılar. Kalpleri sabır ve dirençle pekiştirildi ve böylece ayaklarını sağlam bastılar. Allah için giriştikleri bu savaşta Allahın açık lütuf ve desteklerine şâhit olarak düşman karşısında ayak direyip tabansızlık göstermediler, kaçmayı düşünmediler. Evet içleri temiz, dışları temiz, içlerinde ve dışlarında imandan başka bir şey bulunmadığı halde, kalplerinde Allah yolunda olabilmenin, Allah yolunda ölebilmenin en üst derecesini yaşar bir vaziyette ayaklarını sağlam bastılar. Bakın Rabbimiz bir başka şey gönderiyor onlara:
Rabbin meleklere, Ben sizinleyim, inananları destekleyin diye vahy etti. Ben inkâr edenlerin kalplerine korku salacağım, artık onların boyunlarını vurun parmaklarını doğrayın" dedi.
Rabbin, meleklere: Ben sizinle beraberim! Ben sizinleyim! Ben sizin arkanızda ve desteğinizdeyim! Sizler müminleri destekleyin! Müminlerin yardımında olun! diye vahy etti. Düşünebiliyor musunuz? Bir tek melek ki tek başına bir şehri, bir ülkeyi kanadıyla altüst edebilecek şekilde yaratılmışken, Rabbimizin arşını 8 melek taşıyorken onların güçlerini, kuvvetlerini düşünebilmemiz gerçekten mümkün de-ğildir. İşte böyle güçlü meleklerine bir de üstelik Rabbimiz siz yürü-yün! Ben sizinle beraberim! Ben sizin desteğinizdeyim! ifadesini kullanıyorsa meselenin ciddiyetini anlamaya çalışın.
Ey meleklerim, müminlerin yardımında olunuz! Müminlerin desteğinde olunuz! Müminlere cesaret ve sebat veriniz! Müminlerin gözlerine birer savaşçı bahadır olarak görünerek onlara moral kazandırın ki onlar kâfirler karşısında ayaklarını sağlam bassınlar! Onların kalplerinde karşılarındaki kâfirlere karşı en ufak bir korku, en ufak bir çekinme kalmasın. Onlar büyük bir cesaret, büyük bir heyecanla Bana doğru, cennete doğru, şehadete doğru koşsunlar. Benim yolumda ölüm onlar için oğul balı olsun. Şehadet gerçek hayat olsun. Cennetin kokusunu teneffüs edip koşar adımlarla ona doğru yönelsinler. Bir yarış içinde olsunlar buyurarak Rabbimiz meleklerini görevlendiriyor, gönderiyordu.
Ayrıca Rabbimiz Ben kâfirlerin kalbine korku salacağım bu-yuruyor. Bu da Müslümanlara ayrı bir desteğiydi Rabbimizin. Böyle bir durumda aslında neredeyse müminler hiçbir şey yapmasalar bile savaş müminlerin lehine sonuçlanacaktır. Müminlere büyük bir cesaret, kâfirlerin kalplerine de bir korku, bir ürkme, bir yılgınlık veriyor Rabbimiz. Daha önce hazırlanan şartlar zaten müminlerin lehine ve kâfirleri mahvedecek biçimde tezahür ediyordu. Müminler ayaklarını sağlam basarlarken, ne adına? Kim adına? Hangi neticeyi elde etme adına bir savaş verirlerken, sonunda cennet kazanacakları bir kavganın içine girerlerken, kâfirler ne adına savaştıklarının bile farkında değiller. Böyle bir karmaşa içinde, böyle bir korku ve tedirginlik içinde savaşa çıkan kâfirlerin ellerinde en modern silahları bile olsa hiç bir işe yaramayacaktır. Müslümanlar da bu kadar cesaretli ve nereye bastıklarının bilincinde iken kesinlikle bilelim ki cesaretin, kararlılığın karşısına çıkabilecek hiç bir silah yoktur. Rasulullah efendimizin bir hadislerinde bana bir aylık mesafeden düşmanlarımın kalbine korku ile yardım edildi buyurması da işte bunu anlatır.
Evet Müslümanların ayakları sapasağlam basarken kâfirlerin ayaklarının altı çamur haline gelmiş. Ne yaptıklarını, nereye bastıklarını bilemez olmuşlar. Kalplerinde hiçbir rabıta kalmamış. Çünkü Allah kalplerine bir korku, bir yılgınlık atmış ve şeytanın pislikleri her yönden onları kuşatıvermiş. İleride gelecek, şeytan onları bu savaşa teşvik etmiş. Ama tam savaşın başlayacağı bir sırada Müslümanların safında, Allahın meleklerini görünce ben âlemlerin Rabbi olan Allahtan korkarım. Ben sizden beriyim. Vay bugün Müslümanlardan çekeceklerinize, diyerek onları yüzüstü bırakarak kaçıp gitmiş. İşte böyle bir ortamda pis olan kâfirler, zâlimler orada kaldılar.
Evet bütün bu yönlerden kıyaslandığı zaman İslâm ordusu küfür ordusu karşısında zafer kazanmaya lâyıktır. Bu durumda sadece sayısal bir azlığın çok fazla bir önemi olmayacaktır. Kendilerine yardımcı olarak gönderilen melekleri saymazsanız, Allahın bizzat kendi desteğini hesaba katmasanız görünüşte bir azlık söz konusudur. Ama işin iç yüzüne bakıldığı zaman böyle Allah ve melekleri desteğindeki bir iman ordusu karşısında durabilecek hiçbir küfür ordusu yoktur.
Ey meleklerim, onların boyunlarının üzerine vurun. Ve onların her parmağına vurun. Acaba melekler bu savaş içinde nasıl bir rol aldılar? Rabbimizin bu emirlerini nasıl gerçekleştirdiler? Bu konuda açık rivâyetler olmadığı için bunu net olarak bilemiyoruz. Şu kadarını söyleyebiliyoruz ki; onlar İslâm ordusunun kâfirlere yaptığı darbelerin tam İsâbet edip yerlerine gelmeleri anlamında bir yardımları mutlaka olmuştur. Ayrıca karşıdaki kâfirlerin sindirilmeleri, etkisiz hale getirilmeleri için bu melekler Allahın yardımıyla yapmaları gerekenleri yap-mıştır. Bu konuda kitabımızın başka bir yerinde ve Rasulullah efendimizin sünnetinde açık seçik bir bilgi ulaşmadığı için ancak bu kadar söyleyebiliyoruz.
Meleklerin kâfirlerin boyunlarının üzerine vurması bizzat onları öldürdü mü? Yoksa onları etkisiz hale getirdi de müminler mi öldürme işini tamamladı bunu bilmiyoruz.
Her parmaklarına vurunuz ifadesini de böyle anlıyoruz. Bir in-sanın boynunun üzerine vurulduğu zaman aslında o insan etkisiz hale gelir. Bir nevi baygınlık haline gelir. Parmakların üzerine vurulduğu zaman da, savaş esnasında en çok kullanılan parmaklar artık işe ya-ramaz hale gelir ki işte böylece melekler kâfirlerin tümüyle etkisiz hale getiriyorlardı. Tabii bu arada müminler mutlaka savaşa devam ettiler. Ama onlara düşen sadece armut toplamak türünde bir görevdi. Boyunlarına ve ellerine meleklerin vurdukları darbelerle etkisiz hale getirilmiş kâfirleri kesmek türünde bir görev yapmışlardır.
Tabii Rabbimiz zâhirde bunu böyle göstermedi. Niye? Çünkü müminler bu savaşta büyük bir kahramanlık gösterisinde bulunsunlar, gerçekten bir şeyler yaptıklarını görsünler de cesaretleri artsın diye. İşte burada Rabbimiz bize bu işin perde arkasını anlatıyor. Ama görünürde kâfirler müminlerin üzerine, müminler de kâfirlerin üzerine yürüyor ve savaş meydanında kıyasıya bir mücâdele sürüyordu. Ama Allah katında bu savaşın neticesi belliydi. Rabbimiz bu savaşın sonunda hakkı galip getirecek, İslâma ve Müslümanlara izzet ve şeref kazandıracaktı. Orada bir avuç Müslümanı helâk etmeyecekti. Onların nesillerinden kıyâmete kadar müminler gelecekti. Kâfirlerin de tamamı helâk edilmeyecekti. İçlerinden belli bir kısmı helâk edilecek geriye kalanlardan ileride Müslüman olanlar çıkacaktı.
Evet netice belliydi. Neticesi belli olan bir savaş yapılıyordu. Ve bu savaşta iki taraf vardı. Birisi Allah, diğeri de Allah düşmanı kâ-firler. Müminler de Allah safında yer almışlardı. Allah müminlerle bir-likte ordularını getirmişti. Niçin? Kâfirler kıyâmete kadar Allahla savaşılamayacağını bilsinler diye. İşte görüyoruz ki bu savaşı bizzat Allah kendisi hazırladı. İki tarafı da savaş meydanına kendisi getirdi. Peki ne içindi bu?
13, Bu, onların Allah'a ve peygamberlerine karşı koy-malarındandır. Kim Allah'a ve peygamberine karşı koyarsa, bilsin ki, Allah'ın cezası şiddetlidir. İşte bunu tadın, in-kâr edenlere cehennem azabı da vardır.
Allah ve Resulüne karşı düşman olmalarındandı. Allah ve Re-sulüne karşı başka bir şık, başka bir alternatif olmalarından, oluşturmalarındandır. Kim ki Allah ve Resulüne karşı bir şık, bir cephe, bir alternatif olursa hiç şüphesiz ki Allah ikabı, cezalandırması çok şedit olandır. Onun karşısında herhangi bir gücün durması, herhangi bir silahın dayanması mümkün değildir.
İşte böyle. Haydi tadın bakalım Allahın azabını. Varın bakalım Allahın azabının tadına. Bugüne kadar Allahın nîmetlerinin tadına baktınız hainler. Hep Allahın nîmetleriyle Allaha kafa tutmaya alıştınız. Hep Allahın nîmetleriyle Allah kullarına düşmanlık yaptınız. Allahın arzında, Allahın mülkünde Allaha hayat hakkı tanımadınız. Allahın mülkünde Allah yasalarına söz hakkı tanımadınız. Allahın arzında Allahın mümin kullarına hayat hakkı tanımadınız. Allah kullarının Allaha kulluk merkezi olan mescitlerini harap ettiniz. Kâbeyi putlarla doldurup müminlerin oraya girmelerini yasakladınız. Rabbi-niz hep size lütuflarda bulunduğu halde siz Ona ve dinine karşı düş-manca bir tavır sergilediniz. Nîmetleriyle yaşadığınız Rabbinize iman ve şükür gereği duymadınız. Ama bu Allah aynı zamanda ikabı, azabı, yakalaması da çok şedit olandı. İntikam sahibi bir Allahtı. Haydi şimdi bir de Allahın azabının tadına bakın bakalım. Hem de küçümsediğiniz, değersiz gördüğünüz müminler eliyle böyle bir öldürülüşle öldürülerek tadın azabı.
Bu sizin dünyada tadacağınız azaptır. Ama unutmayın ki kâfir olarak yaşayıp da kâfir olarak ölenlerin bir nasipleri daha vardır. Tadına bakacakları bir azapları daha vardır ki o da kıyâmet günü görecekleri cehennem azabıdır. Evet işte Rabbimiz bu âyetlerini savaş meydanında hem müminlere gösterdi hem de kâfirlere gösterdi. Neden? Kâfir olmak isteyen bilerek kâfir olsun, mümin olmak isteyen de bilerek mümin olsun diye. Allah ve Resulüne şık olmak, şak olmak, ayrılmak, cephe olmak, muhalefet etmek, düşmanlık etmek ne demekmiş? Bunu herkes anlasın ve bilsin diye.
Evet yeryüzünde hiç kimse Allahın nîmetleriyle bir hayat yaşarken Ona düşmanlığı savunabilecek bir delil, bir mâzeret bulamaz. Allahın nîmetleriyle Ona kulluğu ön plana çıkaracağı yerde, Ona te-şekküre yöneleceği yerde, Ona düşmanlığa kalkışmanın hiçbir mantığı yoktur. Yâni kâfirliğin hiçbir tutarlı ve hayırlı yönü yoktur. Kâfirler ve müşrikler ne bu dünyada, ne de âhirette insana hiç bir kâr sağla-maz. Onun içindir ki bu kâfirlerin niçin kâfirliği tercih ettiklerini anlamak gerçekten mümkün değildir.
Ey İnananlar! Savaş için ilerlerken, inkâr edenlerle toplu halde karşılaştığınızda onlara arkanızı dönmeyin.
Ey müminler, ağır ordular halinde kâfirlerle karşılaştığınız za-man, sizden sayıca üstün olarak karşınızda saf tutmuş olan kâfirlerle buluştuğunuz zaman, onlara asla arkanızı dönmeyin. Allahın değişmeyen yasalarından birisi de işte budur. Tarih boyunca hep böyle kâfirler sayısal yönden çok, müminler de hep az olagelmişlerdir. Allah safındaki müminler bazen kendilerinin beş katı, bazen on katı, bazen yirmi katı kâfir karşısında Allahın yardımıyla zafere nail olmuşlardır. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Bu yasalarını Allah her devirde göstermiştir. Bir avuç Müslümana koskoca güçler karşısında, Allah zaferi tattırmıştır. İşte şu anda da yeryüzünün en güçlü ordusu denen Ruslar karşısında bir avuç Çeçenlerin zaferlerini görüyoruz. Rabbimiz kâfirlerin kalplerine atmış olduğu korkuyla, hiç savaşsız kâfirleri anlaşma masasına bile oturtmuştur.
İşte bütün bunları, bütün bu Allah desteklerini gören müslü-manlar hiç bir düşman ordusu karşısında arkasını dönüp kaçmamalıdır. Çünkü düşmanlarıyla savaşan bizzat Allahtır. İman küfür savaşlarının iki tarafı, iki cephesi vardır. Bunlardan birisi Allah cephesi, ötekisi de kâfirler cephesi. Yâni savaşmak üzere Müslümanlarla karşı karşıya gelen kâfirler Müslümanlardan önce Allahla karşı karşıya gelmektedirler. Müminler bu savaşta taraf değil, sadece Allah safında bulunmaktadırlar. Yâni anlıyoruz ki kâfirler önce Allahı yenecekler sonra da müminleri yenecekler. Allahın mağlup edilmesi mümkün olmayacağına göre Allah yasalarına riayet eden müminlerin böyle bir savaşta yenilmeleri de mümkün olmayacaktır.
Evet Allah müminlerden bir tavır istemektedir. Rabbimizin mü-minlerden istediği tavır şudur: Onlar kâfirler karşısında dimdik dura-caklar ve kendisine güvenecekler. İşte müminlerden bu istenmek-tedir. Ve işte Rabbimiz müminlerin sadece kendisine güvenip dayanarak bu savaşa girmelerini sağlamak için bazen iki tarafın sayılarını, sayısal güçlerini birbirlerine ters bir şekilde göstermektedir. Savaş başlamadan önce iki tarafın da savaşa böylece teşvik edildiğini görüyoruz. Yeter ki savaşa başlansın. Çünkü savaş başladıktan sonra zaten Müslümanlar lehine sonuçlanacak, zaten kazanılacaktır.
Eğer Allah safındaki, Allah desteğindeki müminler Allahın istediği şekilde bu savaşa girmişlerse, Rablerine güveniyorlarsa, savaşın sonucunu Allahın belirleyeceğine inanıyorlar ve düşman karşısında kaçmayı akıllarının ucundan bile geçirmeyerek sabırla şehadeti ve cenneti hedeflemiş olurlarsa, Allahın rızası adına ebedî dirilik olan ölüme, şehadete koşabilirlerse o zaman kesinlikle bilelim ki Allah on-lara zaferi nasip edecektir. Böyle bir iman ordusunun sayısı ne kadar da az olursa olsun, karşısında durabilecek hiç bir güç ve kuvvet yoktur.
Çünkü bu ordu sadece müminlerden ibaret değildir. Allah ve melekleri o ordunun safındadır. Allahın rüzgar, yağmur, yıldırım vs. tüm orduları o mümin ordunun safında ve kâfirlerin karşısındadır. Kâ-firlerinse tek dostu şeytandır. Şeytanınsa müminlere verebileceği hiç bir zararı da, kâfirlere verebileceği hiç bir desteği yoktur. Bakın Rab-bimiz son derece açık ve net bir biçimde Mücâdele sûresinde şöyle buyurur:
Allah, Andolsun ki ben ve peygamberlerim üstün geleceğiz diye yazmıştır. Doğrusu Allah kuvvetlidir. Güçlüdür.
(Mücâdele 21)
Evet bu bir yasadır. Yeryüzünde değişmeyen bir yasadır. Öy-leyse peygamber ve peygamber yolunun yolcuları Müslümanlar kâfirler karşısında sabredecekler, direnecekler, dayanacaklar, yılgınlık göstermeyecekler. Müslümanlar eğer düşmanları karşısında Allahın kendilerinden istediğini yerine getirirlerse kesinlikle bilelim ki Allah da onlara karşı yardımını gönderecektir. Ve sonunda zafere ulaşacak olanlar müminler ve helâk olacak olanlar da kâfirler ve müşrikler olacaktır.
Tekrar savaşmak için bir tarafa çekilmek veya bir başka topluluğa katılmak maksadı dışında, o gün arkasını düşmana dönen kimse Allahtan bir gazaba uğramış olur. Onun varacağı yer cehennemdir. Ne kötü bir dönüştür!
Evet sayısal oran ne olursa olsun Müslümanlar asla kâfirler karşısında sırt dönüp kaçmayacaklar. Ancak bunun iki istisnası anlatılıyor burada. Hem böylece Müslümanlara bir savaş taktiği de öğretiliyor. Evet böyle neticesi belli olan, kesinlikle Müslümanlar lehine so-nuçlanacak bir savaş ortamında kişi, düşmânâ sırt dönüp kaçacak olursa ona verilecek cezayı da Rabbimiz âyetin sonunda anlatıyor. Ama önce kâfirler karşısında arka dönmenin iki istisnası gündeme getiriliyor.
Bunlardan birincisi savaş için bir taktik uygulayandır.
Şu anda Çeçenistandaki kardeşlerimizin yaptığı gibi önce kaçar gibi, geri çekilir gibi yaparak düşmanı aldatan, düşmanı içeriye doğru çekerek vur kaç taktiği uygulayarak düşmanı darmadağın edenler bunun dışındadır. İşte bu ve buna benzer savaş taktikleri uygulamak üzere düşman karşısında geri çekilmek müstesnadır.
İkincisi de, başka bir savaş birliğine katılmak üzere hareket edenler de bunun dışındadır. Onlar da kaçıyor değillerdir. Meselâ bir birliktekilerin ekserisi doğrandı, çok az sayıda mücahit kaldı. O kalan Müslümanlar bir başka İslâm birliğine katılarak onlarla birlikte çarpışmak üzere, savaşa devam etmek üzere bir taktik uygulaması içine giriyorlarsa işte bu da müstesnadır.
Savaş alanında yana doğru, sağa sola doğru gitmek de bir savaş taktiği olarak bunun dışındadır. Yine savaşmaya devam etmektedirler. Zafere ulaşana veya şehadete ulaşana kadar oradadırlar. Yine savaş topluluğunun emiri, kumandanı nihaî emrini verinceye ka-dar ordunun içinden ayrılmayacaklardır. İşte bu savaş taktikleri hariç, kim de düşman karşısında yılgınlık gösterip, korkak davranıp sırt dönerek kaçarsa o Allahtan bir gazaba uğramıştır.
Artık ben de Müslümanım diyen bir kimse için her hangi bir kurtuluş söz konusu olmayacaktır. Neden? Çünkü Allahın bizzat destek verdiği, meleklerin, yağmurun onlarla birlikte savaşa katıldığı bir savaş ortamından kaçıp gitmek gerçekten düşünülebilecek bir şey değildir. Allah ordusunun içinden kaçan bir kimsenin vebalini bir düşünün. Bu adam resmen: Ey Allahım! Sen bu kâfir ordu karşısında asla galip gelemezsin! Allahın yenilebileceğine itikat etmiş, imanını kaybetmiş ve Allahın gazabına maruz kalmış demektir bu kişi ve işte böyle bir kimsenin Mevâsı, sığınağı, barınağı da cehennemden başka bir yer değildir. O ne kötü bir varış yeri? Ne kötü bir sığınaktır? Rabbimiz bu genel yasalarını ortaya koyarken yine Bedirde Müslümanlar lehine gerçekleşen ve Müslümanların göremediği bir takım yasaları da gündeme getirir.
Onları siz öldürmediniz fakat Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmamıştın, fakat Allah atmıştı. Allah bunu, inananları güzel bir imtihana tâbi tutmak için yapmıştı. Doğrusu O işitir ve bilir.
Ey Müslümanlar, onları, o kâfirleri siz öldürmediniz. Fakat o kâfirleri Allah öldürdü. Gerçekten savaşın tüm şartları Allah tarafından hazırlanmışsa, Allah meleklerini göndererek Müslümanlara destek vermişse, müslümanların kalplerine cesaret ve sebat vermişse, yağmurla Müslümanların imdadına yetişmiş, böylece Müslümanları temizlemiş, kalplerine büyük bir rabıta vermiş, bu arada yine müminler le-hine kâfirlerin kalplerine de bir korku ve tedirginlik salmışsa, sonunda ortaya serilmiş şu kâfir leşleri Allahın bu lütufları sonucunda meydana gelmişse şimdi siz söyleyin onları Allah öldürmemiş de kim öldürmüştür? Gerçi kılıcı sallayanlar, okları atanlar zahirde Müslümanlardır ama öldüren Allahtır.
Attığın zaman sen atmadın, lâkin Allah attı. Tefsirler savaşın başlangıcında Rasulullah efendimizin uzunca bir dua ederek eline bir avuç kum alıp kâfir ordunun üzerine attığını, o kumlardan her birinin bir kâfirin gözüne gittiğini anlatmışlar. Tabii Firavun ve ordusu karşısında Mûsâ (a.s) nın Asasını denize vurması gibi Rasulullah efendimizden de bir kulluk bekleniyordu. Ondan da bir hareket isteniyordu. Rasulullah efendimiz de işte bunu yaptı. Allah da gerisini tamamlayıverdi.
İşte sana atma emrini veren Allahtı. Allah emretti, sen de attın. Attığını hedefine ulaştıran Allahtı. Sizi galip getiren Allahtı. Do-layısıyla size bu konuda bir şeref payesi yoktur. Yâni bir okun, bir kı-lıcın, bir silahın onu kullanan kimseye karşı durumu neyse, o Müslümanların Allaha karşı durumu hattâ onun da altındadır. Kılıç, silah, ok nasıl onu kullananın emrindeyse Müslümanlar da Allahın emrindedirler. Öldüren silahtır, öldüren kılıçtır ama öldüren onu kullanandır değil mi? Savaşı şu kılıç kazandı. Düşmanı şu ok öldürdü demeyiz. Ben kazandım, biz öldürdük deriz. İşte aynen bunun gibi öldüren Müslümandır ama öldüren Allahtır. Çünkü her şey Allahın dilemesi ve yaratmasıyla gerçekleşmektedir.
İşte Rabbimiz böylece Müslümanları güzel bir imtihanla im-tihan etmeyi murad etti. Onlara güzel bir zafer tecrübesi kazandırmak istedi. Belâ kelimesi hem deneme, sınama anlamına, hem de daha güzel bir noktaya getirme anlamınadır. Rabbimiz böylece müminleri hem denedi, imtihan etti, hem de onları bulundukları durumdan çok daha güzel bir konuma getirdi. Evet Müslümanlar bu olayların tümünü orada yaşadılar. Allahın kendilerine olan lütuflarının bazısını gör-memiş olsalar bile ama Rablerinin bu lütuflarını hissettiler.
Tabii böyle bir savaş meydanında bulunulmadıkça o ortamda Allah âyetlerinin, Allah yasalarının nasıl hissedildiğini, gönüller üzerinde nasıl tesirler meydana getirdiğini anlamak da, anlatmak da mümkün değildir. Ancak bunu şöyle izah edebiliriz. Meselâ namaz kıl-mayan, namazı tanımayan bir insana namaz içerisinde insan gönlünün duyduğu, insan derisinin hissettiği, benliğinin yaşamış olduğu zevki anlatabilmek mümkün değildir. İşte Rabbimiz savaş meydanında kendi safında savaşan müminlere bu âyetlerinin, bu desteklerinin tamamını hissettirerek, gönüllerinde yaşatarak onların zaten Rablerine bağlı olan gönüllerini daha sıkı, bağlı bir hale getirdi.
Müminler gerçekten çok güzel sınavdan geçirildiler. Bu sınav onları daha güzel müminler haline getirdi. Allaha İmanları arttı, güvenleri arttı, teslimiyetleri arttı, gönülleri Allaha daha bağlı hale geldi. Ayaklar Allah yoluna gidebilmeye, eller Allah yolunda vurabilmeye, gözler cenneti daha güzel görebilmeye götürüldü. Meselâ gelip o Müslümanlardan birisi Rasulullah efendimize soruyordu. Ey Allahın Resulü, şimdi ben burada öldürülürsem karşılığında ne vardır? Resulü Ekrem buyuruyordu ki cennet. Efendisinden aldığı bu müjdeyle yerinde duramaz hale gelen o sahâbe de diyordu ki şu ağzımdaki hurmaları yiyecek zaman kadar bile cennetten uzak kalmamalıyım. Sonra ileri atılıp şehadet şerbetini içip, cennete uçuveriyordu.
Gerçekten orada onlar Allahı görmeseler bile görmüş gibi ol-dular. Veya en azından Allahın kendilerini görüp gözettiğini, rızasıyla, ihsanıyla kendileriyle beraber olduğunu yaşadılar, hissettiler. Cenneti görmemiş olsalar bile sanki görmüş gibi oldular, kokusunu duydular. Bizler de şu anda uzaktan o havayı teneffüs eder gibi oluyoruz değil mi? Böylece bizlerin de gönüllerimiz Rabbimize daha bir güven ve bağlılık kazanıyor. Bir de bunları bizzat yaşayanları düşünün. İşte on-lar için bunlar imtihanların en güzeliydi.
Muhakkak ki Allah işitendir, bilendir. Safındaki müminlerin du-alarını, kendisine yalvarıp yakarışlarını, zafer isteyişlerini, o anda, sa-vaş meydanında gönüllerde cereyan eden nice heyecanları, nice di-lekleri, dile getirilmeyen nice duyguları işitiyordu, biliyordu ve aynıyla onlara icâbet ediyordu. Müminlerin sığınmalarını, dualarını bilen ve işiten Allah, aynı zamanda azgın müşriklerin söylediklerini de biliyor ve işitiyordu. Bazen onların söylediklerine karşı ne yapacaksa, nasıl bir mukabelede bulunacaksa yapıyordu. Yâni o andaki olup biten tüm ayrıntıları, gerek iki tarafça dile getirilen, gerekse dile getirilmeyip gönüllerde taşınanları, savaş öncesi hazırlıkları, savaş sonrası olup bitecekleri tüm ayrıntılarıyla bilen ve işitendi Allah. Her şey Onun bil-gisi ve kontrolü altındaydı.
İşte bu, Allah'ın inkârcıların düzenini zayıflatıp yok etmesidir.
İşte yasa böyledir. Allah yasası böyledir ve bu Allah yasasından asla kurtuluş yoktur. Allah kendi adına, kendi safında savaşan müminlerle beraberdir. Allah müminlerin desteğindedir. İşte Allah yasası böyledir. Allah kâfirlerin karşısındadır. Kâfirler Allahın düşma-nıdır.Kâfirler, müşrikler Allaha karşı cephe açmış zavallı kimselerdir. Müminlerse gücün, kudretin, izzet ve şerefin, zafer ve galibiyetin Allah katında olduğuna inanmış ve bu inanç istikâmetinde bir hayat yaşa
yan bahtiyar ve şerefli insanlardır. İşte yasa böyledir. Bu Allah yasasını değiştirebilecek hiçbir güç ve kuvvet yoktur.
Allah kâfirlerin tüm tuzaklarını, tüm hilelerini, müminler aleyhine kurdukları tüm komplolarını, tüm plan ve programlarını bozacak, boşa çıkaracak, zayıflatacak, etkisiz hale getirecektir. Ama dikkat ederseniz Rabbimiz burada ve kitabımızın değişik yerlerindeki âyetlerinde onların hilelerini tamamen ortadan kaldıracağım, tamamen yok edeceğim demiyor da onlara vehim vereceğim, gevşeklik vereceğim diyor. Çünkü onların ellerini, kollarını kırarak, onları tamamen etkisiz hale getirerek biz Müslümanların onlar karşısında emin bir vaziyette bir kenarda oturan miskinler olmamızı istemiyor. Kâfirler karşısında elbette bizim de yapacağımız bir şeyler olacak ve böylece bizler de kendimizi diri ve canlı tutacağız.
Yâni Mûsâ (a.s) gibi bizler de elimizdeki asayı denize vurmak, veya Rasulullah efendimiz gibi yerden kum alıp onların üzerine atmak, esbaba tevessül etmek zorundayız. Cihad meydanına çıkmak ve onlar karşısında kılıç sallamak zorundayız. Bizim ortaya koyduğumuz bu hareketle onların tüm çabaları, tüm hazırlıkları, tüm plan ve programları Rabbimiz tarafından boşa çıkarılacaktır.
Ey inkârcılar! Zafer istiyorsanız, işte zafer geldi size; (Aleyhinize çıktı). Peygamberlere karşı gelmekten vazgeçerseniz sizin iyiliğinize olur, yok, tekrar dönerseniz biz de döneriz; topluluğunuz çok da olsa size hiçbir fayda vermez. Allah inananlarla beraberdir.
Ey kâfirler, eğer fetih, eğer zafer istiyor idiyseniz işte size fetih geldi. İş aleyhinize çıktı. Hani sizler bu savaşa çıkmadan önce Kâbenin avlusunda Kâbenin Rabbine dua dua yalvarmıştınız. Ey Kâbenin Rabbi, iki taraftan hangisi haklıysa, hangimiz haktaysak bu savaşta o tarafı galip getir de kimin haklı, kimin haksız olduğunu an-layalım diye yalvarıp yakarmıştınız. İşte şimdi Allah haklı tarafı galip getirdi. Fethetmeyi arzu ediyordunuz, işte fethedildiniz. Öldürmek is-tiyordunuz, işte öldürüldünüz. Galip gelmek istiyordunuz, işte mağlup oldunuz.
Rabbimiz burada gerçekten kâfirlerin aklını başına getirecek bir uyarıda bulunuyor. Alay vari bir uyarıda bulunuyor. Kâfirlerin Müslümanlar lehine dua ettiklerini ortaya koyuyor. Rabbimiz müminlerin galibiyeti için her şeyi, bütün yasalarını onlar lehine uyguladı. Halbuki kâfirler ya Rabbi yarın kim haklıysa ona yardım edip onu galip getir derlerken elbette kendilerinin haklı olduklarını ve Allahın kendilerine yardım etmesini, kendilerini galip getirmesini istiyorlardı. Ama madem ki bu işi Allaha havale ettiler, o zaman anlamalıdırlar ki işte zafer Müslümanlara nasip edildiğine göre, haklı taraf Allaha göre onlardır. Hakta olanlar Allah tarafında olan Müslümanlardır. Aslında kâfirler de farkında olmadan Müslümanların galibiyeti, kendilerinin mağlubiyetine dua ettiler.
İşte burada Rabbimiz onlara bunu hatırlatarak buyuruyor ki Ey kâfirler, sizler haklı taraf için fetih istiyordunuz ya, işte o fetih geldi. Haklı taraf galip gelsin diye dua ediyordunuz ya, işte haklı taraf galip geldi. Fetih bekliyordunuz, ama bu fetih istediğiniz gibi sizin beyinlerinizde patladı. Çünkü siz fethi haklı olan taraf için istemiştiniz. Haklı olan tarafın Müslümanlar olduğu ortaya çıktı. Kâfir ve müşrikler olarak da sizin haksız taraf olduğunuz anlaşıldı. Burada artık size akl edip, akıllarınızı kullanıp bu küfür ve şirklerinizden, Allah ve Resulüne cephe almaktan vazgeçmeniz düşmektedir. Bu inatlarınızdan vaz geçmeniz ve Müslüman olmanız gerekmektedir. Eğer vazgeçerseniz bu sizin iyiliğinize, sizin hayrınıza olacaktır. Yok eğer sizler bu gerçeği gözlerinizle görerek anladıktan sonra tekrar yine eski küfrünüze, şirkinize, Allah ve elçisine karşı cephe oluşturmaya dönerseniz kesinlikle bilesiniz ki Biz de döneriz.
Savaş öncesi dua dua yalvardıkları Allah gözlerinin önünde haklı tarafı galip getirdi. O zaman bu neyi gösterir? Demek ki haklı taraf müminlerdir. Tüm müşriklere gösterdi Allah bunu. Şimdi böyle bir durumda ne yapmaları gerekiyordu bu müşriklerin? Küfür ve şirklerine bir son verip, Allah ve Resulüne iman etmeleri gerekiyordu. İş-te Rabbimiz onlara bunu tavsiye ederek buyuruyor ki; eğer Allah ve Resulüne düşmanlıktan vazgeçerseniz bu sizin için hayırlı olacaktır. Rabbimiz her şeyi gözleriyle gördükleri bu savaşta ölmemiş olanlara rahmet kapılarının açık olduğunu müjdeliyor.
Ve işte bu uyarıyı alıp da Müslüman olanlar hariç tekrar küfür ve şirklerine, Allah ve Resulüne düşmanlıklarına dönenlere Allahta Uhut savaşında, Hendek savaşında ve diğer savaşlarda tekrar döndü de hepsi geberip gittiler. Demek ki Allahla savaşılmaz. Bunu an-layanlar Müslüman oldular ve kurtuldular. En son Mekkenin fethiyle tüm müşrikler Müslüman oldular.
Evet böylece anlıyoruz ki Rabbimizin savaşlarda şöyle bir yasası da vardır: Rabbimiz rahmeti gereği bir anda kâfirlerin tamamını helâk etmiyor. Zaman zaman âyetlerini gösteriyor onlara, yasalarını izlettiriyor. Niye? Bu âyetlerini gözleriyle görenler mümin olsunlar, Allah ordusu safına katılsınlar diye. Rahmeti ve merhameti gereği daha çok insan cennete gitsin diye.
Sizin grubunuz, sizin topluluğunuz çok da olsa kesinlikle bi-lesiniz ki bu size hiç bir fayda sağlamayacaktır. Ve hiç şüphesiz ki Allah müminlerle beraberdir. Söyleyin Allah müminlerin desteğinde oldukça müminlerin karşısında hangi güç, hangi ordu durabilir? Evet Rabbimiz tekrar tekrar bunları kâfirlere hatırlatarak onlara karşı uyarısını sürdürüyor. Bizler de şu anda Rabbimizin bu âyetlerini kâfirlere duyurarak onları İslâma ve cennete kazandırma gayreti içinde olacağız. Rabbimiz tarihi böyle güzel bir şekilde yorumluyor. Öyleyse bizler de bu gerçeklerin herkese duyurulmasıyla yükümlüyüz. Evet Allah müminlerle beraberdir, Allah müminlerin desteğindedir, ama bir şartla tabii. Neymiş o?
20, Ey İnananlar! Allah'a ve peygamberine itaat edin, Kuranı dinleyip dururken yüz çevirmeyin, dinlemedikleri halde "Dinledik" diyenler gibi olmayın.
Ey müminler Rabbinizin sizinle beraber olmasını, sizin desteğinizde olmasını istiyorsanız, böyle bir zaferin sizlere de müyesser olmasını istiyorsanız, diyerek şimdi de Rabbimiz sözü müminlere çeviriyor ve bu sûre içinde defalarca, sık sık ey iman edenler diyerek Rabbimiz Müslümanlara seslenişini sürdürecek görüyoruz. Bu hitap Rabbimize aittir. Rabbimiz bizzat kendi has kullarına sesleniyor. Bunun sebebi de kendisini bu hitabın muhatabı kabul eden herkes Allahın emirlerine koşsun ve herkes Allahın isteklerine göre kendilerini düzeltsin diyedir.
Ey müminler Allaha itaat edin. Allah ne diyorsa tamam de-yin. Allah ne diyorsa doğrudur deyin. Allah ne istiyorsa kabulümdür deyin. Resulüne de itaat edin. Resul ne diyorsa, nasıl istiyorsa ona akıl vermeye kalkışmadan tamam deyin. Allah ve Resulüne itaat etmeden, Allah ve Resulünün istediği şekilde olmadan zaten Müslümanlık mümkün değildir. İşittiğiniz halde, Allah ve Resulünün emirlerini, uyarılarını duyduğunuz halde tevellâ edenlerden olmayın. Yâni dönenlerden, yüz çevirenlerden, kendi bildiğini yapanlardan olmayın. Allah ve Resulünün buyruklarını duyup durduğunuz halde, bilip durduğunuz halde onları bir tarafa bırakıp sanki hiç duymamış gibi kendi hevâ ve hevesleri istikâmetinde bir hayat yaşamaya yönelenlerden olmayın. Kitabı ve sünneti duyduğunuz halde, işittiğiniz halde kendi bildikleri gibi yaşayanlardan olmayın. Kitap ve sünneti duyduğunuz halde kendi kuruntularınız peşinde gitmeyin. Kitap ve sünneti bildiğiniz halde toplumun istediği, âdetlerin istediği, tâğutların istediği bir hayata yönelmeyin. Bu âyetleri duyduğunuz halde, bu âyetlerin muhatabı olduğunuz halde bile bile kendinizi cehenneme atmayın.
İşitmedikleri halde işittik diyenler gibi olmayın. Demek ki bir kısım insanlar varmış ki onlar duymadıkları halde duyduk, işitmedikleri halde işittik diyorlarmış. Demek ki bir kısım insanlar varmış ki onlar kalplerini, gönüllerini, dikkatlerini vererek dinlemiyorlarmış. Dinler gibi görünüyorlar, kulak verir gibi görünüyorlar, bir takım harfler, bir takım kelimeler onların kulaklarına çalınıyor ama o kelimelerin mânâlarını anlamadıkları halde biz işittik diyorlar. Lâkin işittiklerinin, duyduklarının tamamen aksini yapmaya yöneliyorlar. Biz bildiğimizi yaparız di-yorlar. Böyle bir işitme Allaha göre bir işitme değildir. Böyle anlamadan bir okuma da Allahın istediği bir okuma değildir. İnsan Allahın kitabını okurken, dinlerken can kulağıyla dinleyecek, okuyup dinlediğini anlamaya çalışacak, anlayamamışsa soracak, soruşturacak iyice anlayıp iman ettikten sonra da gereğini yerine getirmeye çalışacaktır.
Allah katında, yeryüzündeki canlıların en kötüsü gerçeği akl etmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.
Muhakkak ki Allah katında varlıkların en şerlisi, hayvanlar, sürüngenler, mikroplar da dahil canlıların en kötüsü sağır ve dilsiz olanlardır. Vahyi duymayanlar, vahye karşı sağır ve dilsiz kesilenler yaratıkların en şerlisidir. Aslında yarattığı tüm canlılar için Rabbimiz belli bir yasa koymuştur ve tüm varlıklar onları yerine getirmektedirler. Belki bu yaratıklardan kimilerinin kulakları da, dilleri de yoktur ama Rabbimizin kendilerine verdiği içgüdüleriyle hareket etmektedirler. Ki-tabımızın başka bir âyetinin beyanıyla her şeyin, her varlığın bir tes-bihi, bir salâtı vardır. Varlıkların tamamı Rablerinin kendilerine yüklediği o salâtlarını, o tesbihlerini yerine getirmektedirler. İşte tüm bu varlıklarla kıyas edildikleri zaman onların en kötüleri, en şerlileri, en kötü bir konumda olanları insanların sağır ve dilsiz olanlarıymış.
Kitap karşısında, peygamber karşısında, Allahın vahyi karşısında sağır ve dilsiz kesilenler, kulaklarını, dillerini, akıllarını kullanmak istemeyenlerdir. Allahın vahyine hakkıyla kulak vermeyenler, verseler bile anlamaya yanaşmayanlar, anlamadan kulak verenler ve gereğini yerine getirmeyenlerdir. Yâni Allahın vahyini nasıl duyması, nasıl işitmesi gerekiyorsa öylece duyup işitmeyen insanlar. Tıpkı bir hayvan gibi işitip anlamamak, anlamadan duymak insana yakışan bir özellik değildir.
Veya duyduğu, işittiği ve anladığı bir şeyi sanki hiç duymamış gibi davranan, duyduğunun gereğini yapmayan, yaşamayan kimse de onu hakkıyla duymuş sayılmayacaktır. Böyle bir kimse sağır ve dilsizdir. Onun ağzından çıkan sözler Allah sözleri değildir, vahiy değildir. Tamamen boş ve bâtıl sözlerdir. İnsan vahye mutâbık değerli şeyler söylediği zaman, kelime-i tevhidi, Allaha imanı söylediği zaman söz söylemiş olur. Dilini Allahın istediği yerde kullanmayan kimsenin dili yoktur.
Bunlar, böyleleri akıllarını da kullanmayan insanlardır. Akılda bir bağlanma, bir bağlılık ifadesi vardır. Hani deveni sağlam bağla ve Allaha tevekkül et buyuruyordu ya Allahın Resulü. Deve bağlandığı zaman bağlanmış oluyor. Öyleyse Rabbimiz istiyor ki insan akl edecek, aklını kullanacak, aklını bağlayacak hidâyete. Hidâyete tâbi olacak, hidâyet kaynağı olan kitabın âyetlerini anlamaya, kavramaya ça-lışacak, Allahın kendisine gönderdiği bu âyetlerin kendisine ne dediğini, kendisinden ne istediğini anlamaya çalışacak ve bu âyetler istikâmetinde kendisini ıslah etmeye, düzeltmeye gayret edecektir. Allahın kendisine verdiği akılla belli bir çizgiye, belli bir özelliğe, insan olma vasfına sahip olmaya çalışacaktır.
Türkçedeki uslanmak ifadesi de bu anlamadır. Allahın kendisine verdiği aklını kullanmaya yanaşmayan kişi hem kendisine, hem de çevresine zulmediyor demektir. Hem kendisine, hem de etrafın-dakilere zararlı oluyor demektir. Aklını kullanmayan kimse duyduğu ve söylediği şeylerin ne anlama geldiğini bilmeyen kimsedir. Kulağına neyin gittiğinin, ağzından neyin çıktığının farkında olmayan kimsedir. Akıllarını, kulaklarını ve dillerini Allahın istediği şekilde kullanmayan insanlar, kör bir taklitten yana tavır alan maymunlar gibidirler. Bu insanların akılları başkalarının cebinde olduğu için Allahtan başka kim ne demişse ona tâbi olurlar.
Allah onlarda bir iyilik görseydi onlara işittirirdi. Onlara işittirmiş olsaydı yine de yüz çevirirlerdi, zaten dönektirler.
Vahye karşı, Allahın kitabına ve Resulünün sünnetine karşı akıllarını, duyularını kullanmak istemeyen, tüm kapılarını, pencerelerini kapamış olan bu insanlarda zerre kadar hayır yoktur. Eğer Allah onlarda bir hayır olduğunu bilseydi, onlarda zerre kadar bir adam olma emaresi görseydi elbette onlara da işittirirdi. Rabbimizin ezelî ilmine göre demek ki onlarda hiçbir hayır mevcut olmadığı için onlara işittirmiyor. Şâyet Rabbimiz onlara işittirecek olsaydı yine işitmemiş gibi, hiç duymamış gibi işittiklerinden yüz çevirip bildikleri gibi bir hayat yaşamaya yönelirlerdi. Yine kendi hevâ ve hevesleri istikâmetinde yanlışlarına dönerlerdi. Burada münâfık tipli insanlar anlatılıyor. Allahın vahyini duydukları halde yan çize çize duymazlıktan, anlamaz-lıktan gelerek kendi bildikleri hayatı yaşamaya yönelen kimselerin münâfıklıkları ortaya konuyor.
Tamam duyduk, tamam anladık canım, sağır değiliz ya diyerek duydukları vahyin tamamen aksine bir hayata, burunlarının doğrusuna giden insanlar anlatılıyor. İşte bunlar mahlukât içerisinde en şerli, en kötü durumda olmayı isteyen kimselerdir. Allahın kendisine yüklediği kulluğu yerine getiren bir sivrisinek bile bunlardan çok üstündür. Çünkü bu adamlar yaratıcılarına, rızık vericilerine karşı hiçbir görevlerini yerine getirmemektedirler. Allahı hayatlarına karıştırmıyorlar. İşte bu durum, insan adındaki, insan görümündeki o varlığı tüm varlıkların en şerlisi konumuna düşürmektedir.
Ey inananlar! Allah ve Peygamber, sizi, hayat verecek şeye çağırdığı zaman icâbet edin. Allah'ın kişi ile kalbi arasına girdiğini ve sonunda O nun katında toplanacağınızı bilin.
Ey müminler. Ey Gönlünü ve tüm hayatını Allaha vererek, Allahın tüm yasalarını kabul ederek, tasdik ederek ebedî güveni hakketmiş kullarım. Ey Allah denilince, Allah buyuruyor denilince kalpleri yatışmış olan kullarım. İnandığınız Allah ve Resulüne icâbet ediniz. Allah ve Resulü sizi, size hayat verecek şeylere çağırdığı zaman hemen icâbet edin. Anlıyoruz Allah ve Resulünün çağırdığı şeylerin tamamı bize hayat veren şeylerdir ve onlardan mahrum olanlar da ölüdür. Yine biliyoruz ki Kuranın bir adı da ruhtur ve bu ruhla ilişkisi kesilmiş insan ölüdür. Zaten irtidat eden, Kurandan irtibatını kesen kişi ruh hakkını, hayatiyet hakkını kaybettiği için İslâmda ölümü hakketmiş insandır.
Evet dünyaya karışmak üzere, hayata karışmak üzere, kul-larının hayatına karışmak üzere, kullarına hayat kazandırmak, kul-larını gerçek hayat olan cennete ulaştırmak üzere gönderdiği tüm emirlerine icâbet edin.
Müslümanlar olarak bizler Rabbimizin ve Resulünün tüm çağrılarına icâbet etmek zorundayız. Meselâ bakın Rasulullah efendimiz sahâbeden birini namazdayken çağırır, o kişi de namazını tamamlamadan Rasulullahın dâvetine icâbet etmez. Bunun üzerine Allahın Resulü bu âyet-i kerîmeyi okur, veya bu olay üzerine âyet iner. Ama sebeb-i nüzûl âyetin genel mânâsını sınırlandırmaz. Bu tefsirde genel bir yasadır.
Hangi konuda olursa olsun Allah ve Resulü sizi neye çağır-mışsa, neleri emretmiş, neleri yasaklamışsa tümüne icâbet etmek ve baş üstüne demek zorundayız. Eğer Allah ve Resulü bu kitabın istediği bir hayatı yaşamaya çağırıyorsa hemen icâbet ediniz. Allah ve Resulü savaşa çağırıyorsa hemen hiç beklemeden icâbet ediniz. Allah ve Resulü infaka çağırıyorsa, sahip olduklarınızı Allah kullarıyla paylaşmaya çağırıyorsa hemen icâbet ediniz. Allah ve Resulü neyi beğenmişse, sizler de hemen onu beğenin. Allah ve Resulü nelerden uzaklaşmanızı istemişse hemen onlardan uzaklaşın. Allah ve Resulü kitap ve sünnet karşısında dilsiz ve sağırlar kesilmeyin demişse hemen bu tavrınızı değiştirin. Allah ve Resulü vahyi işitmedikleri halde işittik diyenlerden olmayın demişse, olmayın. Allah ve Resulü kitap ve sünnete karşı vurdum duymaz bir tavır takınanları mahlukâtın en şerlileri olarak vasf etmişlerse, onlar gibi olmayın. Allah ve Resulüyle muvafakat halinde bulunun. Allah ve Resulü neyi sevmişse siz de onu sevin, neye düşman olmuşsa siz de ona düşman olun. Allah ve Resulünün razı olduklarından razı olup gazap ettiklerine gazap edin İşte Allah ve Resulüne icâbet budur.
Şimdi böyle yaptığımız zaman, böyle yaşadığımız zaman bunun menfaati kime dokunur? Allah ve Resulü mü? Hayır. Rabbimiz buyuruyor ki:
Sizi diriltecek, size hayat verecek, sizi yaşatacak, sizi Allahın istediği ebedî diriliğe ulaştıracak buyuruyor. Sizi gerçek dirilik hayatı cennete ulaştıracak. Öyleyse bunun sonunda menfaatlenecek olanlar bizleriz.
Şunu da kesinlikle bilin ki, iman etmek ve amele dönüştürmek üzere bilin ki; Allah kişi ile kalbi arasına havl yapar. Allah kişi ile kalbi arasına engel olur. Çünkü Allah kişiye kendi kalbinden daha yakındır. Allah insan ile kalbi arasına engel olur. Allah sadece insanın kendisiyle başkaları arasına değil onun bizzat kendisi ile kalbi arasına girer de insanı bir anda kalbindeki niyetlerinden ve amellerinden mahrum bırakır. Bir anda insanın iradesini bozup tersyüz eder. İnsanın düşüncelerini, kanaatlerini, zevklerini, hedeflerini değiştiriverir. Aklını, şuurunu yok ediverir. Kendi kendini duymaz ve anlamaz hale getiriverir.
Allah, Mukallib el Gulûptur. Kalpleri değiştiren, kalplere hükmedendir. Bir kimse Allah ve Resulünün kendisine hayat kazandıracak, kendisini diriltecek dâvetlerine hemen icâbet etmez, Allah ve Resulünün çağrılarına uyma duygusunu yitirir ve nefsinin, hevâ ve heveslerinin çağrılarına, başkalarının çağrılarına icâbet etme eğilimi gösterirse, başkalarının hayat programlarına, başkalarının yasalarına evet demeye yönelirse Rabbimiz de onun kalbi üzerinde etkisini kuruverir ve artık şerri, küfrü, şirki, pisliği, murdarlığı yazıverir de onların kalplerini bunları sever bir hale gelir. Artık bir daha hakkı, doğruyu, İslâmı, imanı sevmez ve asla bunlara dönemez hale gelir. Çünkü Allah, Muhavvil el Gulûbdur. Kalplere egemen olan, onlara söz geçiren, onları evirip çevirip dilediği hale sokandır.
Hani Rabbimiz kitabımızın bir başka âyetinde şöyle buyuruyordu: Ey peygamberim, sen yeryüzündekilerin tamamını infak edip harcasaydın onların kalplerinin arasını telif edemezdin. O birbirlerini yemeye çalışan insanları sahâbe-i kirâm olarak tek bir üm-met haline getiremezdin. İşte aynen burada olduğu gibi Rabbimiz Allah ve Resulüne iman etmeye çalışan, Allah ve Resulünün dâvetlerine icâbet etmeye yönelen o topluluğun kalpleriyle kendileri arasına girmiş ve onların kalplerindeki tüm kini, düşmanlığı, yanlış duyguları kaldırıp onları ümmet içinde en şerefli müminler haline getirivermiştir.
Burada Rasulullah efendimizin bir duasını da hatırlayalım. Bizler Rabbimizin ve Resulünün istediği bir takım eylemleri yapmaya çalışmakla birlikte sürekli bu duayı yapalım inşallah. Ey kalpleri evirip çeviren Allahım! Sebbit galbi ala diynik. Benim kalbimi dinin üzerine sabit kıl İnşallah bu duayı sürekli bizler de yapalım. Çünkü gönüllerimiz nelere bağlı değil ki? Meselâ bir namazımız var, onda bile kalbimiz tümüyle Allaha bağlı değil. Bir orucumuz var, onda da tamamiyle Allaha bağlı değiliz. Onun için biz de tıpkı Rasulullah efendimizin istediği gibi Rabbimizden kalplerimizi dinine bağlamasını isteyelim. Kalbimizle irtibatımız kesilmeden önce, canımız elimizden alınmadan önce, fırsat elimizde iken Allah ve Resulünün dâvetine icâbet edelim.
Tirmîzinin rivâyetinde Rasulullah efendimizin az evvel okuduğu duasını duyan sahâbe-i kirâm efendilerimiz buyurdular ki: Ey Allahın Resulü, biz sana getirdiğin mesaja inandığımız halde bizim için korkuyor musunuz? diye sorunca şöyle buyurdu:
Evet, kalpler şanı yüce Allahın iki parmağı arasındadır, onları evirip çevirir.
Ve unutmayın ki sonunda Ona haşir olacak, Onun huzuruna getirileceksiniz. Hesabı Ona ödeyeceksiniz. Öyleyse faturayı kendisine ödeyeceğiniz Rabbinizin istediği gibi küfürden, şirkten, nifaktan, ihlassızlıktan, dünyaya bağlılıktan kurtulmuş tertemiz bir kalple Rab-binizin huzuruna gitmeye bakın. İşte ancak o zaman hesabınızın kolay olacağını düşünebilirsiniz. Eğer düşüncemiz, itikadımız, imanımız, amelimiz ve kalbimiz bir uygunluk ifade ediyorsa işte o zaman kurtuluş söz konusu olacaktır. Değilse bilesiniz ki sadece kalp temizliği de yetmeyecektir. Öyle değil mi? Âyetin başında Rabbimiz Allah ve Resulüne icâbet edin buyurdu. Allah ve Resulü ne istemişse öylece uygulayın, böylece dirilik kazanacaksınız .
Aranızdan yalnız zâlimlere erişmekle kalmayacak fitneden sakının, Allah'ın azabının şiddetli olduğunu bilin.
Öyle bir fitneden sakının, öyle bir fitneden korkun, ürkün ki o aranızda sadece zâlimlere, zulmü, küfrü ve şirki yürütenlere erişmekle kalmayacaktır. Yaş kuru demeden, günahkâr günahsız demeden hepinizi saracaktır. Şunu kesinlikle bilesiniz ki Allah ikabı, azabı, yakalaması çok şiddetli olandır.
Öyleyse kesinlikle bilelim ki Müslümanlar olarak sadece kendimizi kurtarmamız, sadece kendi dirlik ve düzenimizi sağlamamız bi-ze yetmeyecektir. Sadece sâlihler olmamız yetmeyecektir, muslihler olmadıkça. Sadece kendimizi diriltmemiz yetmeyecektir başkalarını da dirilticiler olmadıkça. Tıpkı Rasulullah efendimizin yaptığı gibi ken-dimizi dirilttiğimiz gibi, bu âyetleri kendimize duyurduğumuz gibi insanlara da götürmek zorundayız. Allahın kitabından ve Resulünün sünnetinden habersiz oldukları için gerek kendilerine karşı, gerek ailelerine, gerek çevrelerine karşı zulüm içinde bir hayat yaşayan insanlara karşı emr-i bilmaruf ve nehy-i anilmünker görevimizi yerine getirmek zorundayız.
Şunu kesinlikle bilelim ki eğer biz onlara karşı bu görevimizi yapmazsak, o zâlimlere İsâbet edecek zulümlerinden bize de mutlaka bir pay ayrılacaktır. Bu pay ne kadar olacak? Bunu Rabbimiz bizim kalbimize, eylemlerimize veya ihmallerimize, vurdumduymazlığımıza göre ayarlayacaktır. Kötülüğü sineye çekmiş, günahkârlara karşı en ufak bir tavır alamamış insanlar onlara gelecek azaba hazır olsunlar. Eğer bir toplum içinde kötülük taraftarları kötülüklerini açıktan açığa işleyecek kadar cesaret bulabilmişler ve müminler de onları baskı altında tutabilecek cesareti gösteremiyorlarsa o zaman zaten yeterli belâ onlara gelmiş demektir. Kötülerin kötülüğü, ahlâksızların ahlâksızlığı o toplum içinde yayılmış ve berikileri de sarmış demektir. Böyle bir durumda Allahın azabı genelleşecektir. İşte görüyoruz, hal dilden daha iyi anlatıyor.
Yeryüzünde az sayıda olduğunuz ve zayıf sayıldığınız için insanların sizi esir alıp götürmesinden korktuğunuz zamanları, hatırlayın. Allah, şükredesiniz diye sizi barındırmış, yardımıyla desteklemiş, temiz şeylerle rızıklandır-mıştır.
Hatırlayın. Hani sizler çok azdınız, yeryüzünde müstazafdı-nız, aşağılanıyor, horlanıyordunuz. İnsanlar, müstekbirler sizi zaafa düşürüyorlardı. İnsanlar sizi zayıf görüyorlardı. Zâlimlerin, kâfirlerin baskıları altında bir takım fonksiyonlarınızı icra edemiyordunuz.
Mekke, zulüm ortamında kâfirler tarafından müminlerin düşürüldükleri durum anlatılıyor. Mekkede kâfirler tüm güçleriyle mümin-lerin üzerine yükleniyorlar, onları bir kaşık suda boğmaya çalışıyorlardı. Bazen bir yerlere hapsediyorlar, ekonomik ambargolar uygulu-yorlar, bazen öldürüyorlar, bazen işkenceler altında inim inim inletiyorlardı. İşte ey Müslümanlar, o ortamı bir hatırlayın. Kimi görevlerinizi icra edemiyordunuz. İnsanların sizi esir alıp götürmelerinden korkuyordunuz. Bana imanlarınızı gündeme getiremiyor, Benim yüceliğimi açıktan açığa haykıramıyor, ilân edemiyordunuz. İnandığınız gibi bir hayat yaşayamıyordunuz. Kızgın kumlar üzerinde sürükleniyordunuz. İnsanların sizi kapıvermesinden korku içindeydiniz
Böyle bir zulüm ortamındayken, Allah şükredesiniz diye, kendisine, kendisinin istediği gibi kulluk edesiniz diye sizi oradan kurtarmış, Medinede, darul İslâmda barındırmış ve zaferiyle sizi teyit etmiştir. Sizi Allah ve Resulü egemenliğinde Medine özgür ortamına ka-vuşturmuştur. Medinede size güzel güzel rızıklar lütfetmiştir. Tabii o gün için bu âyetin muhatabı o Müslümanlardı, ama kıyâmete kadar her bir dönem Müslümanları bu âyetin muhatabıdırlar. Her çağın az olan, azınlıkta olan Müslümanları Rabbimiz tarafından aynen onlar gibi desteklenmekte, az iken, mustazaf iken, insanlar sizi kapıverecekler, boğuverecekler, tanklarıyla üzerlerinize yürüyüverecekler diye tir tir titrerken sizi onların elinden kurtaran, size güvenlik yurtları nasip eden de Rabbinizdir.
Öyleyse Allahın üzerinizdeki bu büyük lütuflarını unutmayın. Bunu sürekli gündemde tutarak Rabbinize şükredin. Rabbinizin verdiği nîmetleri Onun istediği yerde kullanın. Onun verdiği hayatı O-nun için yaşayın. Hayatı Allah için yaşamak zorunda olduğunuzu hep gündemde tutun. Bunu sürekli gündemde tutuş kişinin Allahla bağını artıracaktır. Evet sürekli Rabbinizin size olan ihsanlarını gündemde tutun.
Çünkü O Allah sizi hoş şeylerden, tayyibattan rızıklandırmış-tır. Yedikleriniz, içtikleriniz, giydikleriniz, hanımlarınız, kocalarınız, çocuklarınız, bilginiz, imanınız, hidâyetiniz, ömrünüz, hayatınız, geceniz, gündüzünüz, havanız, suyunuz her şeyiniz birer rızıktır ve unutmayın ki onların tamamını size veren Allahtır. Tüm bunları Allah yolunda ve Allahın istediği gibi kullanın. O zaman umulur ki şükür makamına erişmiş olursunuz. Yâni eğer bu makama ulaşırsanız o zaman Allah yolunda başınıza gelen bir takım problemleri problem etmekten çıkarırsınız. Ya Rabbi, ben her an sana şükretme makamındayım diyebilme özelliğini elde edersiniz. O zaman Allah yolunda başınıza gelen bir takım felâketlere sabredebilme, dayanabilme gücünü, sabrını elde etmiş olursunuz. Çünkü Rahmânın büyük nîmetlerini düşünebilen kişi, onların yokluğu anında da şükretmesini, sabretmesini becerebilecektir.
Ey inananlar! Allah'a ve Peygambere karşı hainlik etmeyin, size güvenilen şeylere, bile bile ihanet etmiş olursunuz.
Ey iman edenler. Ey buraya kadar anlatılanlara inandım diyenler. Bakın Rabbimiz her bir emrini beyan buyururken, sizden her bir kulluğu isterken tekrar tekrar bu ifadeyi kullanıyor. Anlıyoruz ki Rab-bimiz kendisine çok değer verdiği kulunu hep karşısında görmek is-tiyor. Kulunu hep muhatap almak istiyor. Müminler için bundan daha büyük bir şeref düşünülemez. Öyleyse bizler, bize böylece hitap ederek bizi izzetlerin en büyüğüne lâyık gören Rabbimizi dinlerken doğrudan Ona muhatap olarak dinleyeceğiz. Rabbimizin muhatabı olarak kulak vereceğiz. Buyur ya Rabbi! Emret ya Rabbi! Dediklerini dinlemeye ve uygulamaya hazırım ya Rabbi! diyecek ve öylece dinleyeceğiz.
Ey müminler, Allah ve Resulüne sakın ihanette bulunmayın. Allah ve Resulüne hainlik yapmayın. Allahın size verdiği emânetlere karşı hain davranmayın. Değil mi ki siz bu emânetleri yüklendiniz. Dağların, taşların, semavat ve arzın yüklenmekten kaçındığı bu emânetlere siz kabul dediniz
Nedir bu emânet? Bu emânet en genel anlamıyla Rabbimizin insan fıtratına koyduğu, ya da insan fıtratına uygun olarak indirdiği kitabı ve Resulünün sünnetidir. Yâni insan fıtratıyla, Allahın indirdiği kitap ve sünnet tam bir uygunluk içindedir. Kitap ve sünnet bize Allahın emânetidir. Ezelde, ya da Müslüman olduğumuz gün Rabbimi-ze verdiğimiz söz bize emânettir. Din emânettir, Kuran emânettir, peygamber emânettir, hidâyet emânettir, akıl emânettir, bilgi emânettir, zaman emânettir, çocuklarımız emânettir, emânettir. Tüm bu emâ-netlerle ilişkimizi emânetin sahibinin istediği gibi ayarlamak zorundayız. Rabbimiz bunları bize ne için vermişse onları o istikâmette kullanmak zorundayız. Bu emânetlerle Allahın istemediği bir ilişki içine girer, emânetlere hıyanet edersek Allaha hain olmuş oluruz.
Rabbimiz buruyor ki ey Müslümanlar, bunu bile bile böyle yapmayın. Allahın emânetlerini, Allahın yasalarını bile bile onlara hain davranmayın. Eğer Allah ve Resulüne karşı onların emir ve ne-hiylerine, size hayat verecek dâvetlerine ihanette bulunursanız, Allah ve Resulünün isteklerine saygısızlık yaparsanız, kitap ve sünnete karşı ilgisiz bir tavır takınırsanız kesinlikle bilesiniz ki Rabbinizin size: Ey Müslümanlar! şeklindeki hitabının muhatabı olma şerefinden mahrum kalırsınız.
Burada, sûrenin başına gidiyoruz. Ne demişti Rabbimiz? Ganîmetler Allah ve Resulüne aittir buyurmuştu. Öyleyse ey Müslümanlar, ganîmetler konusunda, ganîmetlerin paylaşımı konusunda Allah ve Resulüne karşı haince bir tutum içine girmeyin. Ganîmetler konusunda Allah ve Resulünün taksimine itiraz ederek, ganîmetleri hakkınız olmadığı halde zimmetinize geçirerek hıyanette bulunmayın. Bu konuda ve her konuda Allah ve Resulüne ihanette bulunursanız, ha-ince bir tutum içine girerseniz o zaman kendi emânetlerinize de haince davranır ve birbirinize düşersiniz. Aranızdaki tüm kardeşlik bağları çözülüverir. Bile bile, Allahın bu konudaki yasalarını duya duya böyle bir şeye tevessül etmeyin. Ancak belki bu bir hata sonucu, bir gaflet sonucu olabilir. Önceki uygulamalar sebebiyle böyle bir şeyi düşünebilirsiniz. Ama bu konuda Allahın yasalarını bildiğiniz, duyduğunuz andan itibaren yapmayın. Çünkü mal mülk konusunda insan niye sapar? Çoluk-çocuk derdi, evlâd-u ıyal derdi değil mi? Ama iyi bilin ki:
Mallarınızın ve çocuklarınızın, aslında bir sınama olduğunu ve büyük ecrin Allah katında bulunduğunu bilin.
Mallarınız ve çoluk-çocuğunuz sizin için bir fitnedir, bir denenmedir. Bilesiniz ki ecirlerin en büyüğü, en büyük mükafat Allah katındadır. Dikkat edin mallarınız ve çocuklarınız sizi meftun edip Al-lah yolundan saptırmasınlar. Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah ve Resulüne karşı hain davranmaya itmesinler. Bunlar sizin için birer imtihan sebebidir. Onlarla ilişkilerinizi Allahın istediği şekilde mi ayar-lıyorsunuz? Değil mi? Denenmekte olduğunuzu unutmayın. Öyleyse onlarla ilişkilerinizi Allahın istediği şekilde ayarlayın da imtihanı kaybetmeyin. Aman ha! Mal tutkunuz, çoluk-çocuk derdiniz sizi Allaha kulluktan ayırmasın.
Fitne: Herhangi bir madeni içindeki katkı maddeleri, cürufları ayrılsın diye potaya atmak ve eritmek ve arıtmak demektir. Demek ki bizler çoluk-çocuk sahibi olmakla, mal-mülk sahibi olmakla bir potadan geçiriliyoruz. Bunlar konusunda Allahın yasalarına, bunların hukukuna riâyet edip etmeyeceğimiz konusunda denenmekteyiz. Madem ki bunlar bizim için bir imtihan konusudur, öyleyse bunlara hiç sahip olmayalım da imtihanda başarılı çıkalım demeye, Allahın imtihanından kaçmaya da hakkımız yoktur. Bunlarla birlikte bu hayatı yaşamamız da bir Allah yasasıdır. Yâni müslüman helâl bir şekilde rızık peşinde, evlâd-u ıyal peşinde olacaktır.
Kitabımızın başka bir âyetinde de eşlerimizin ve çoluk çocuklarımızın bize düşman oldukları vurgulanır. Ve sonunda da buyurulur ki ey kullarım, dikkat edin sakın, bunlar sebebiyle sapmayın. Bunlar sebebiyle kulluğunuzu aksatmayın. Unutmayın ki ecirlerin en büyüğü Rabbinizin katındadır; hanımlarınızın, çocuklarınızın, mallarınızın yanında değil buyuruyor. Peki madem ki mallarımız, hanımlarımız, evlâtlarımız bizim için bir imtihan konusuysa, o zaman ne yapalım? Hemen tüm mallarımızı elimizden çıkaralım mı? Evlâtlarımızı evlâtlıktan reddedip, hanımlarımızı boşayalım mı? Biz bunlarsız yaşayamayız. Rabbimiz bir başka yasası gereği bunlarla birlikte olmamızı istiyor. Evlilik yasasını koyan, kadını erkeğe, erkeği kadına muhtaç yaratan Allahtır. Koyduğu bu evlilik yasasının sonunda çoluk-çocuğa ulaşılıyor. Mal-mülk de böyledir. Allah vermeseydi bütün bunlara ulaşma imkânımız da yoktur. Yâni böyle bir yasa koyan Allah, bunların bizim için fitne konusu olduğunu haber vererek bizi uyarısını şöyle anlamaya çalışıyoruz.
Eğer mallarımız, eşlerimiz ve çocuklarımız bizi Allaha kulluk yolundan alıkoyuyorlarsa, kulluğumuza engel olabilecek bir noktaya gelmişlerse, onlar yüzünden kulluğumuz engelleniyor ve cenneti kay-betmeye doğru gidiyorsak işte o andan itibaren anlıyoruz ki onlar bi-zim düşmanımız olmaya başlamışlardır. Eğer kadınsak kocamız, ko-caysak karımız, babaysak evlâdımız, evlâtsak babamız bizi Rabbi-mize kulluktan, bizi cennete gitmekten engelleyecek bir noktaya gel-mişlerse kesinlikle bilelim ki onlar bizim düşmanımızdırlar. Eğer bizi cehenneme doğru götürmeye başlamışlarsa kesinlikle bilelim ki onlar bizim düşmanımızdırlar. Onlar için bu böyle olduğu gibi, eğer biz ken-di kendimizi hayırdan şerre, kulluktan isyana, cennetten cehenneme doğru götürmeye başlamışsak kesinlikle bilelim ki biz kendi kendimizin de düşmanı olmaya başlamışız demektir.
İşte görüyoruz. Allaha kulluk yolunda yürüyen mümin bir ko-caya, aksi istikâmette yürüyen karısı ve çocukları; veya Allaha itaate yönelmiş mümine bir kadına, aksi istikâmette yürüyen kocası ve çocukları büyük engeller ve problemler çıkarabilmektedir. Genellikle Allaha kulluğu birinci plana almış, dünyayı, dünya ikballerini, dünya zevk-ü sefasını ikinci plana atmış bir erkeğe karşı, hanımı ve çocukları büyük bir talihsizlik olarak bakarlar. Öyle ki kocalarını, babalarını cehenneme gönderme pahasına da olsa bu dünyada kendilerine refah ve zenginlik içinde bir dünya sunmasını beklerler. Yine Allaha kulluğu birinci plana çıkarmış pek çok mümine hanımın, kocaları ve çocukları onların hayatlarını zindan ettiklerini görüyoruz. Evet Allah için bir cihada çıkacak kocaların önünde en büyük engel hanım ve çocuklardır.
Bir de tâbi bizim emânetimize verilmiş, bizim için bir imtihan konusu yapılmış mallarımızla, hanımlarımızla, çocuklarımızla ilişkilerimizi Allahın istediği gibi ayarlayıp ayarlamadığımız konusunda, onların hukuklarına Allahın istediği gibi riâyet edip etmediğimiz konusunda imtihana çekileceğiz. Eğer bizler onları Allah çizgisine çekmeye çalışır, onları Allahın istediği gibi Müslümanca eğitir, onları inandığımız yolumuza, kendi kulluk programımıza çekmeye çalışır, onları Allahın kitabı ve Resulünün sünnetiyle tanıştırır, barıştırır, Allahla aralarını düzeltirsek, onları Allaha iyi kullar, cennete iyi aboneler yapabilirsek, bunun kavgasını verebilirsek bu imtihandan başarıyla çıkmış olacağız. O zaman inşallah Rabbimiz hem bizi, hem de haklarında imtihana tâbi tutulduğumuz yakınlarımızı bağışlayacaktır.
Varlığıyla yokluğuyla, azlığıyla çokluğuyla bilelim ki mallarımız, mülklerimiz, oğullarımız, kızlarımız bir denemedir, bir imtihandır. Rab-bimiz bu verdikleriyle bizi sürekli denemektedir. Mallarımız mülklerimiz konusunda, oğullarımız-kızlarımız konusunda cennete gidebilmenin hesabını güzel yapmak zorundayız. Eğer bir imtihan sebebiyle bize verilen mallarımız ve çocuklarımızla ilişkilerimizi Allahın istediği biçimde ayarlayamaz ve onların altında ezilirsek, dünya bize hakim olursa, bu sahip olduklarımız bize Allahı, âhireti, Allahın hesabını unutturursa, Allah korusun bu imtihanı kaybettik demektir.
Rabbimizin bize verdiklerini imtihan sebebi bilmez de mutlak gaye olarak görmeye başlarsak kaybetmişiz demektir. Ama bütün bu sahip olduklarımızı bize bir imtihan sorusu olarak Allahın verdiğinin bilinci içinde, onları Allaha kullukta kullanmayı becerebilirsek, eşimizi, oğlumuzu, kızımızı Allahın istediği bir yöne yönlendirebilirsek işte o zaman imtihanı kazanmışız demektir. Eşimizle, malımızla, oğlumuzla, kızımızla Allaha itaate ve cennet kazanmaya yönelebilirsek unutmayalım ki Allahın öbür taraftaki mükafatı çok büyük olacaktır.
Ama eğer biz onlara karşı görevlerimizi yapar da buna rağ-men onlar adam olmazlarsa, o zaman elbette biz onlardan sorumlu tutulmayacağız. Meselâ bir Nuh (a.s) oğlu ile imtihana tâbi tutuldu. Allahın elçisi oğlunu Müslümanlaştırabilmek için çok uğraştı, ama olmayınca Rabbimiz Onu bu konuda hesaba çekmeyecek.
Ey inananlar! Allah'tan sakınırsanız, O size iyiyi kötüden ayırt edecek bir anlayış verir, kötülüklerinizi örter sizi bağışlar. Allah büyük, bol nîmet sahibidir.
Ey iman edenler, eğer muttaki olursanız, eğer Allah için bir hayat yaşar, Allahın dediğini yapma çabası içinde olursanız, Allahın size verdiği emânetlere karşı haince davranmaktan sakınırsanız, yolunuzu Allahla bulmaya çalışır, Allah yasalarına ters düşmekten çekinirseniz bilesiniz ki Allah size bir Furkân verecektir. Size ayırıcı, fark edici bir özellik verecektir. Doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden, hakkı bâtıldan ayıracak, fark ettirecek bir nîmet lütfedecektir size. Size böyle belirgin bir özellik kazandırarak, sizi diğer insanlardan ayıracaktır.
Ya da düşmanlarıyla dostları arasında ayırım günleri, ayırım işaretleri lütfedecektir Rabbimiz. Yâni dostlarına kurtuluş, zafer ve hidâyet yollarını gösterecektir. Böylece müminler kendilerinin kâfirlerden farklı olduklarını anlayacaklar, kâfirler de kendilerinin mümin-lerden farklı olduklarını anlayacaklardır. Sizi tıpkı Ömer el Faruk gibi yapacaktır. Tüm problemlerinizi çözecek, çözüm yollarını gösterecek ve hayatınızı düzlüğe çıkaracaktır. Sizin kötülüklerinizi, kusurlarınız, hatalarınızı örtecek, size mağfiret edecektir. Sizi ebedî bir lütufla nîmetlerinin en büyüğü olan cennetine ulaştıracaktır.
Evet gerek dünya hayatında gerekse âhiret hayatında mü-minler kâfirlerden farklı olacaklar. Ama Rabbimizin bu vadi gerçek-leşirken elbette kâfirler de kendilerine düşeni yapmaya devam ede-cekler. Nasıl? İşte bundan sonraki âyetinde Rabbimiz Resulünün şah-sında onu bize şöylece anlatıyor:
İnkar edenler, seni bağlayıp bir yere kapamak veya öldürmek yada sürmek için düzen kuruyorlardı. Onlar düzen kurarken, Allah da düzenlerini bozuyordu. Allah düzen yapanların en iyisidir.
Hani kâfirler sana karşı komplolar hazırlıyorlar, dolaplar çe-viriyorlardı. Tabii Allah düşmanlarının, Allah elçisine karşı açıkça, mertçe yapabilecekleri bir şeyleri olmadığı için elbette karanlık işler çevireceklerdi. Sinsice, kancıkça dalavereler çevirmenin ötesinde zaten onların yapacakları bir şey yoktur.
Seni durdurmak, hapsetmek, bir yere bağlamak, susturmak istiyorlardı. İşte kâfirlerin bir Müslümana yapabilecekleri ilk şey budur. İslâmî hareketi, İslâmî hareketi götüren dâvetçiyi durdurmak, hapsetmek, susturmak, etkisiz hale getirmek. Dâvetçinin insanlara ulaşmasını önlemek, ya da dâvetçiyle insanların ilgisini, iletişimini kesmek, koparmak. İşin en kolay yönü, en risksiz olanı işte budur. Dâvetçiyle insanların arasına engeller koyarlar. Dâvetçiyi durdurabilmek, susturabilmek için ellerinden gelen her şeyi yaparlar. Gerekirse para, makam, koltuk, kadın her şeyi onun ayağının altına sererler. Ya da onu kodese atarak susturmaya, halkın gözünden gizlemeye çalışırlar. İşte Rasulullah efendimiz için bunları düşünüyorlardı.
Veya seni durdurabilmek için uzak bir yerlere, insanların ku-laklarından, gözlerinden ırak bir yerlere sürmeyi düşünüyorlardı. Eğer bu da olmazsa senin vücudunu ortadan kaldırmayı planlıyorlardı. Şahsını ortadan kaldırırsak mesajı da yok olur gider diyorlardı. Rasu-lullah efendimizi öldürmeyi planlıyorlardı.
Onlar tuzak kuruyorlar, dolap çeviriyorlar, Allah da onların tuzaklarına karşı bir eylem, bir fiil içerisindedir. Onların bir hesabı var-sa elbette Allahın da bir hesabı vardı. Onlar Allahın elçisine tuzak-lar kurmak istediler, hile yapmak istediler, Ama Allah da onlara bir tuzak kuruyordu. Allahın kurduğu tuzağın yanında elbette onların tuzakları başarılı olamayacak, neticeye ulaşamayacaktı. Allahın kur-duğu tuzaklar geçerli olacaktı. Çünkü hiç kimse Ona karşı koyama-yacaktı. Onların tuzaklarının tümüne Allah muttali iken, Allahın ilmi onları kuşatmışken, onlar Allahın tuzaklarından gafildirler. Onun içindir ki Allah, elçisine karşı kurdukları tüm tuzakları, tasarladıkları tüm komploları boşa çıkaracak veya kendi başlarına geçirecektir.
Çünkü Allah makîrinin en hayırlısı idi. Yâni Allah onlara öyle bir tuzak kuracak ki bu tuzak onlar için mahza hayır olacaktır. Herkes için hayır murad eder Rabbimiz. Rabbimizin tuzakları müminler için de hayırlıdır, kâfirler için de. Çünkü Allahın kurduğu tuzak sinsice, al-çakça bir tuzak değildir. Rabbimizin tuzakları zulüm unsurlarını, küfür ve şirk unsurlarını kaldırmaya yönelik mahza hikmete dayalı bir tuzaktır. Kâfirler peygamberi öldürmeye yönelik bu eylemlerinden ötürü, aslında ölümü hak etmelerine rağmen Rabbimiz onları öldürmeyecek, ama peygamberini de onların elinden sağ salim kurtarıp Medineye ulaştıracaktı. Medinede ona devlet nasip edecek ve o devlet eliyle bu kâfirlerin dirilişini hazırlayacaktı. Çok az kâfir hariç tüm Mekkeli müşrikler Mekkenin fethiyle birlikte sonunda hakkı bulacaklar, kurtuluşa ereceklerdi. Ne kadar da hayırlı bir tuzak değil mi Rabbimizin mekri? Zulmün ortadan kaldırılışı da hayırdır, peygamberin ve peygamber yolunun yolcularını zulümden kurtarılmaları da.
Evet işte kâfirlerin Müslümanlar karşısında yapabilecekleri bunlardır. Durdurmak, yolunu kesmek, asmak, kesmek, sürmek, kodese atmak. Bugün de kâfirler Müslümanlara karşı bunları işletecekler. Ama Rasulullah efendimizi korkutmadığı gibi ölüm bizi de asla korkutmayacak. Mûsâ (a.s) karşısında Firavunlar ölümü gündeme ge-tirince, Rabbimiz hayır buyurdu, ölümden asla korkma ey Mûsâ. Kesinlikle bilesin ki onlar senin kılına bile dokunamazlar. Ama sürgün olabilecek, hicret olabilecek. Zaten muhacirlik müminin kaderinde vardır. Allahın istediği kulluğu icra etmekte sıkıntı çektiğimiz bir ortamdan rahat icra edebileceğimiz bir ortama gidecek ve sağ oldukça her yerde Allahın bizden istediği kulluğa devam edeceğiz.
Dün böyle olduğu gibi, bugün de, yarın da bu böyle olacaktır. Şu anda da kâfirler Allaha, Allahın dinine, Allahın elçisine, Allah elçisinin yolunu takip eden Müslümanlara tuzaklar kurmaya çalışıyorlar. Hayatı, ekonomiyi, eğitimi, hukuku, kılık kıyafeti, vitrinleri, sokakları Allaha kulluğun aksine düzenleyerek tuzaklar kurmaya çalışıyorlar. Kendilerine göre din kitapları oluşturarak, işte din budur diye insanlara sunarak, Allahın dinini bozarak tuzaklar kurmaya çalışıyorlar. Din eğitimini yasaklayarak, İmâm Hatipleri kapatarak, Kuran kurslarını bi-tirerek, Allah kullarının Allah dinine ulaşma yollarını kapatarak Allah dinine tuzaklar kurmaya çalışıyorlar. Kendi âyetlerinin gündemde kal-ması adına Allahın âyetlerini toplumun gündeminden düşürmeye çalı-şıyorlar. Allahın elçisine hayat hakkı tanımamaya çalışıyorlar. Al-lahın elçisinin örnekliliğini bitirmeye çalışıyorlar.
Böylece Allah elçisini öldürmeye çalışıyorlar. Allaha ve Onun elçisine, Allah ve elçisi yolunun yolcularına çeşit çeşit tuzaklar kurmaya çalışıyorlar. Müslümanların çocuklarının beyinlerini orada Kuran ve sünnete yer kalmasın diye, çok lüzumsuz bilgilerle doldurarak tuzaklar kuruyorlar. Allaha kulluğa zamanları kalmasın diye insanların hayatlarını eğlencelerle, kendi vahiyleriyle, kendi oluşturdukları gündemlerle doldurarak tuzaklar kuruyorlar.
Ama ne yazık ki günümüz kâfirleri de tıpkı dünün kâfirleri gibi Allahtan gafildirler. Kime tuzak kurduklarının, kiminle savaşa tutuştuklarının farkında değiller. Halbuki tüm tuzaklar Allaha aittir. Tüm düzenleri bozmak Allaha aittir.
Öyle değil mi? Kâfirler Allahın sistemine karşı, Allahın âyetlerine karşı, Allahın elçisine karşı ne kadar tuzak kurabilecekler? Üstelik onların tuzaklarının tümünü Allah biliyorken. Allah onların tuzaklarının tümünü bilir, ama onlar Rabbinin tuzaklarını bilmezler, bilemezler. Rabbin onların kurdukları tuzakların nereye kadar gideceğini bilmektedir, ama onlar Rablerinin kendilerine karşı neler hazırladığını asla bilmemektedirler. Ama onlar gözlerinin önündeki çukuru bile gö-rememektedirler. Elbette Allahla, Allahın elçileriyle, Allahın mümin kullarıyla girecekleri bir savaşta mağlup olanlar onlar olacaktır, galip olanlar da Allah desteğinde olan müminler olacaktır. Çünkü Allah on-ların kendisine karşı, kendi âyetlerine ve siz Müslümanlara karşı tüm niyetlerini, tüm komplolarını bildiği için unutmayın ki sizi onların komplolarından koruyacaktır. Onların kurdukları tuzaklar konusunda sizi bilgilendirecek ve korunma yollarını gösterecektir.
Gerçi bundan sonra vahiy gelmeyecek ama Rabbimiz önce gönderdiği o vahiyleriyle Müslümanlara öyle bir basiret, öyle bir feraset kazandırmıştır ki kendilerine nereden nasıl bir tehlike geleceğini müminler bilmektedirler.
Şu anda irtica-mirtica hikâyeleriyle Müslümanları yok etmeye soyunanlar, Allahla, Allahın âyetleriyle, Allahın sistemiyle savaşa tutuşanlar kiminle savaştıklarının farkında değildirler. Kiminle savaştığını dahi bilmeyen zavallı insanlardır bunlar. Zannediyorlar ki Müslümanlar zayıftır. Zannediyorlar ki Müslümanlar yalnız ve yardımcısızdırlar. Onların safında Allahın bulunduğunun farkında olmayan bu iman yoksunları yakında nasıl bir inkılapla sarsıldıklarını görecekler.
Evet Mekke kâfirleri Allahın elçisini yok etmek için harekete geçtiler. Peygamberi öldürüp, peygamberin maddî ve manevî varlığını, örnekliliğini bitirip keyiflerine göre bir hayat yaşayacaklardı. Ama Allah buna izin vermedi.
Âyetlerimiz onlara okunduğu zaman, İşittik, işittik! İstesek biz de aynını söyleyebiliriz; bu sadece eskilerin masallarıdır" derlerdi.
Âyetlerimiz kendilerine okunduğu zaman, âyetlerimiz kendilerine izlettirildiği zaman derler ki tamam biz bunları işittik. Anladık! Ne demek istediğiniz anlaşılmıştır. Şâyet istesek bunun aynısını biz de söyleyebiliriz. Ama bir türlü istemezler hainler. Veya Allahın âyetleri karşısında müstekbirce bir tavır takınıp bunlar basit şeyler demeye çalışıyorlar. İstersek insanlar için biz de bunun gibi yasalar koyarız. İstesek bizler de bu âyetlerden daha iyi nazariyeler geliştirebiliriz. Kuranın ortaya koyduğu gibi bir hayat tarzı, bir hukuk sistemi, bir ekonomik yapı, bir siyasal düzenleme, bir eğitim yapılanması biz de ortaya koyabiliriz. Diyorlar bunu ama ortaya koyabildikleri hiçbir şeyleri yoktur. Allah kitabının sağladığı neticeyi sağlayabilecek hiçbir şey yapabilmiş değillerdir. İnsanlara hidâyeti, insanlara hakkı, cenneti, dünya ve âhiret mutluluğunu sağlayabilecek, insanlara ruh ve beden dengesi kurabilecek hiçbir şey ortaya koyabilmiş değillerdir. Sözleri, iddiaları sadece bir reklamdan başka bir şey değildir.
İşte görüyoruz, bu Allah tanımazlar yüzünden tüm toplum ha-yatımız bozuktur. Allahtan ve Allahın kitabından ve elçisinin hayat programından habersiz yasa yapmaya çalışan toplumun tüm hayatı, bâtıllarla doludur. Aile hayatımız bozuktur, ticârî hayatımız bozuktur, sosyal hayatımız bozuktur, ekonomik hayatımız bozuktur, insanlarla ilişkilerimiz, çevremizle münâsebetlerimiz bozuktur, hâsılı tüm hayatımız bozuk ve bâtıllarla doludur.
Şu anda tıpkı Mekke kâfirleri gibi Allahın kitabına, Allahın âyetlerine, Allahın yasalarına, Allahın hayat programına bedel getireceklerini, Allahın koyduğu yasaların aynısını koyabileceklerini iddia eden günümüz kâfirleri de dalâlette kalmış, çölün ortasında yolsuz, yordamsız, çözümsüz olarak ne yapacaklarını bilemez bir vaziyette bocalayan insanlardır. Binlerce yol vardır karşılarında, ama bu yollardan hangisinin kendilerini sahil-i selâmete çıkaracağını bilememektedirler. Binlerce alternatif vardır hayatlarında, ama hangisinin doğru, hangisinin yanlış olduğunu bilememektedirler.
Bir yasa yaparlar, onunla problemlerini çözeceklerini zannederler, ama üç gün geçmeden değiştirmek zorunda kalırlar onu. Yaptıkları yasalar üç gün bile gitmiyor. Yaptıklarının hiç birisi sadırlarına şifa olmuyor. Yaptıklarının hiç birisi problemlerini çözmesi ve hayatlarına huzur getirmesi şöyle dursun, her yaptıkları yasa başka huzursuzluklara, başka sıkıntılara dâvetiye çıkarıyor. Tam doğruyu bulduk dedikleri anda farklı bir batağa saplandıklarını görüyorlar. Allah yasalarına dönecekleri ana kadar daha çok çekecekler, çok çektirecekler hainler.
Yine Allah âyetleri kendilerine duyurulduğu zaman derler ki bu kâfirler, bu ancak eskilerin masallarıdır. Bu eskilerin masallarından, eskilerin Üstûrelerinden başka bir şey değildir.
Bunlar eskilerin yazdıkları, eskilerin uydurdukları, eskilerin uy-guladıkları satırlardır. Bunlar çok eski şeyler, modası geçmiş, günü-müzde geçerliliği olmayan şeylerdir. Bunlar çağdaş şeyler değildir. Bunlar mitolojik şeyler. Efsaneden ibarettir bunlar. Bunlar bugün ya-şanmaz şeyler. Belki bir zamanlar, eski zamanlarda bunları uygulamak mümkündü, ama bu devirde kesinlikle yaşanacak şeyler değildir bunlar.
Hem masal diyorlar, hem de insanları bundan, bu kitaptan engellemeye çalışıyorlar. Madem ki masal öyleyse niye korkuyorsunuz bu kadar bu kitaptan? Niye yasaklıyorsunuz bu kitabın okunup öğrenilmesini? Madem ki masal, bırakın dinlesin insanlar bu kitabı. Madem ki bu kitap bir mitolojidir, öyleyse bırakın öğrensinler insanlar kitaplarını. Niye ödünüz kopuyor bu kitaptan? Niye barikatlar koyuyorsunuz bu kitapla insanların arasına? Niye ürküyorsunuz bu kitabın gündeme getirilmesinden? Masal okuyan, masal dinleyen başka kimse yok mu? Hikâye okuyan başka insan yok mu piyasada? Bırakın birileri de bu masalları okusunlar. Hayır hayır, masal diyorlar, hikâye diyorlar ama buna kendileri de inanmıyorlar. Masal dedikleri bu kitabın serbestçe okunması, anlaşılması sonunda hem kendilerine hem de çevrelerindeki insanlara tesir edeceğinden korkuyorlar da onun için yasaklamaya çalışıyorlar hainler.
Allah'ımız! Eğer bu Kitap, gerçekten Senin katından ise bize gökten taş yağdır veya can yakıcı bir azap ver" demişlerdi.
Bakın ey Allahımız diyorlar. Ey Allahımız diyerek, bizzat bil-dikleri, tanıdıkları Rabbimizin ismiyle hitap ederek, darda kaldıkları zaman hatırladıkları, işleri bitince de unuttukları Rabbimizin adıyla hitap ederek diyorlar ki, eğer gerçekten bu kitap, bu peygamber se-nin katından bir hak ise, gerçek ise haydi bize gökten taşlar yağdır. Yahut da bize elim bir azap gönder. Ey Allahım! Eğer bu kitap senin tarafından gelmiş hak bir kitapsa, eğer bu Muhammed doğru söy-lüyorsa hemen üzerimize gökten taşlar veya acıklı bir azap gönder diyorlardı.
"Bize, bizi tanrılarımızdan alıkoymak için mi geldin? Doğru sözlülerden isen, bizi tehdit ettiğin şeyi başımıza getir" dediler.
(Ahkâf 22)
Ey Hud, eğer bu söylediklerin konusunda sâdıksan haydi ne getireceksen getir de görelim diyorlardı. Allahın elçisini peşinen red-dediyorlardı bu sözleriyle. Hud (a.s) un getirdiklerinin Allahtan olma-dığını kendisinin uydurduğunu söylemeye çalışıyorlardı. İşte burada da Mekke müşriklerinin sözleri anlatılıyor. Ondan önce de, ondan sonra da insanların söyleye geldikleri sözlerdir bu sözler. Yâni her dö-nemde kâfirin karakteristik bir özelliğidir bu. Bugün de aynı şeyleri söylüyor kâfirler. Ey Müslümanlar, eğer doğru söylüyorsanız, eğer kı-yâmet varsa, eğer öldükten sonra dirilme varsa, eğer bir azap, bir ikap, bir hesap kitap varsa hadi ne gelecekse geliversin de görelim bakalım. İşte böyle bir tavrı, böyle bir kâfir tavrını Rabbimiz burada sorguluyor.
Yâni gerçekten çok korkunç bir şey. Bir insanın Allaha karşı söyleyebileceği en feci bir söz. Muhtaç oldukları nîmetleri konusunda daima Allaha yalvarıp yakaran insanların aynı Allahın dinini kabul, peygamberine iman söz konusu olduğu zaman Ondan azap istediklerine şahit oluyoruz. Bu tip müşrik insanların ne kadar çapraz bir şahsiyet sergilediklerine şaşmamak elden gelmiyor. Yâni başka bir şey isteseler, meselâ hayır isteseler, mal mülk isteseler, Ebrehenin ordusu karşısında korunma isteseler bütün bunların Allah katından olduğunu biliyorlar, hak olduğunu biliyorlar. Keşke bir de bunu biliverseler ve Rablerine teslimiyet gösteriverseler elbette Rablerinin kendilerine ne hayırlar açacağını müşahede edecekler.
İşte gözlerinin önünde öldürmek istedikleri, sürmek, susturmak istedikleri Ebu Talibin yetimi Allah tarafından korunuyor ve adım adım zafere doğru yürüyor. Bunu gözleriyle göre göre onun haklılığı konusunda Allahtan daha başka ne bekliyorlar bu hainler? Bakın Rabbimiz onların bu azap isteklerine karşılık şöyle buyuruyordu:
Oysa, sen içlerinde iken Allah onlara azap etmez. Onlar bağışlanma dilerken de elbette Allah azap edecek değildir.
Evet Rabbimiz onlara karşı, insanlara karşı, onların kendileri hakkında düşünemeyecekleri kadar merhametli idi. Rabbimiz hiç um-mayacakları kadar onlara rahmet kapıları açmaya devam edecekti. Bakın işte burada rahmeti gereği bir yasasını gündeme getiriyor. Peygamberim, onlar istedikleri kadar farkında olmadan, cahilce kendileri hakkında azap istesinler. İstedikleri kadar azaplarına, helâklerine dua etsinler. Sen onların arasında olduğun sürece Rabbin asla onlara azap edecek değildir. Çünkü bu kâfirliklerinden, bu zâlimliklerinden ötürü onlar toptan helâk edilseler Rasulullah efendimizin gönderiliş hikmeti ortadan kalkmış olacaktı. Çünkü o tüm âlemlere rahmet olarak gönderilmişti. İnsanlar Müslüman olsunlar, insanlar hidâ-
yeti bulsunlar, küfür ve şirkten tevhide yükselsinler diye gönderilmişti o şerefli peygamber.
Yıllar sonra da olsa şu anda ne yaptıklarını bilmeyen bu in-sanların tamamı Müslüman olacaklardı. Onun içindir ki sen onların içindeyken onlara azap edecek değilim diyor Rabbimiz. Çünkü peygamber onların arasında tebliğini sürdürdüğü sürece, bir toplum içinde hakkı tavsiye edenler olduğu müddetçe o topluma bir azap gön-dermiyor Rabbimiz. Çünkü bir toplum, içinde hakkı tebliğ edenler ol-duğu sürece Allah o toplum üyeleri içinden adam olacakların adam olmasına imkân tanıyor. Yâni o toplum içinde dâvetçiyi dinleyip düzelme süreci içine girenler, istiğfar edenler olduğu müddetçe Allah o toplumu helâk etmiyor.
Veya o toplum içinde ileride istiğfar edecekler çıkacaksa Rab-bimiz onlara azap göndermiyor. Tabii burada istiğfarı da anlamak zorundayız. Bir insan susamayınca su istemez değil mi? Önce susayacak, suyu bilecek, suyu isteyecek, suya muhatap olmayı isteyecek. İstiğfarda da böyle bir mânâ vardır. Yâni bir adam günah işlediğini, günahkâr olduğunu bilecek, anlayacak, pişman olacak ve ya Rabbi beni bağışla diye Allahtan mağfiret isteyecek, günahlarının örtülmesini, kusurlarının kale alınmamasını talep edecek.
Evet böyle aralarında elçilerin bulunduğu ve istiğfar edenler olduğu veya istiğfar edecekler olabileceği bir toplumu toptan helâk etmiyor Rabbimiz. Onun içindir ki tarihte hiçbir toplum peygamberler aralarından çekip alınmadıkça toptan helâk edilmemiştir. Evet peygamber ve peygamber yolunun yolcusu tebliğcilerin varlığı bir toplum için rahmet sebebidir. Peki Rasulullah Mekkeyi terk edip onların arasından ayrılışından sonra ne olacak? Bakın şimdi de bu yasayı anlatıyor Rabbimiz:
Yoksa Mescid-i Haram'a girmekten men ederlerken Allah onlara niçin azap etmesin? Hem de Onun dostu değiller; Onun dostları ancak karşı gelmekten sakınanlardır. Fakat çoğu bunu bilmiyorlar.
Ne oluyor onlara? Yâni ne hakları var onların? Nelerine gü-veniyorlar ki Allah onlara azap etmeyecek? Ne güvenleri, ne ruçha-niyetleri var ki Allah onlara helâkini göndermeyecek? Onlar hiç bir velâyet hakları olmadığı halde o dokunulmaz mescide Müslümanları sokmuyorlarken, Müslümanların ibadet özgürlüklerini ellerinden alıp dururlarken, Allah onlara niye azap etmesin? Üstelik de o mescidin evliyası da değiller. O mescit üzerinde hiçbir hakları ve liyâkatleri yoktur onların. Çünkü onlar o mescide de, o mescidin Rabbi olan Allaha da inanmıyorlar. O mescidin gerçek sahibi muttakilerdir. Allaha inanan, Allahla yol bulan, hayatlarını Allah için yaşayanlardır. Allahın mescitlerine liyâkat şerefi muttaki müminlerin hakkıdır. Mescitleri küfür gibi, şirk gibi, putlar gibi manevî pisliklerden, necaset gibi maddî pisliklerden temizleme yetkisi müminlere aittir.
Orada bir çok putları büyütüp onlara hamd edip, yalnız bunlar büyüktür, ancak Lat ve Menat büyüktür diyerek Allahın mescidini putlarla doldurup Allahın Resulünü ve Rabbim Allah diyen Müslümanları oraya sokmamaya çalışan siz müşriklerin o mescitle hiçbir ilginiz kalmamıştır. Orada, Allahın mescidinde Allahtan başka ne kadar tanrıça, tanrı taslağı varsa bunların hepsinin adının anılmasına müsaade edip Allahu Teâlânın adının zikredilmesine müsaade etmeyenlerin, Müslümanları oraya sokmamaya, orada namaz kılmalarına engel olmaya çalışanların oranın sahipleri, oranın yöneticileri olması mümkün değildir.
Hem sizler İbrahimin yolunda olduğunuzu, Kâbenin sahibi olduğunuzu iddia edeceksiniz, hem de orada putları yücelteceksiniz. Bu mu Kâbeye sahiplik? Kâbede putlara egemenlik tanıyıp Allahı unutacaksınız. Bu mu Kâbeye sahip olmak? Bu mu İbrahimin yolunda olmak? Böyle mi yapmıştı İbrahim? Bir ömür boyu putlarla savaşan bir İbrahimin yolunda olmak bu mu olmalıydı? Hayır hayır sizler ne İbrahim (a.s)ın yolundasınız, ne de Kâbenin velilerisiniz. Kâbenin velileri, sahipleri ancak İbrahim (a.s) in tevhid dinini sürdüren muttaki müminlerdir diyor Rabbimiz.
Ancak onlardan pek çoğu bunu bilmezler. Şu anda da bakıyoruz kâfirler, müşrikler buna ehil olmadıkları halde, buna liyakatleri olmadığı halde tüm dünya mescitlerinde, tüm arz mescidinde egemenliklerini kurmuşlar, şirk sistemlerini kurmuşlar ve dünya mescidi üzerinde Müslümanların Allaha kulluklarına, Allahı yüceltmelerine, Allahın istediği bir hayatı yaşamalarına engel olmaya çalışıyorlar. Allahın yasalarını uygulamalarına engel olmaya çalışıyorlar. İnsanları Allah yasalarından başka yasalara teslim etmek için, put yasalarını egemen kılmak için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar.
Kâbedeki tapınmaları sadece ıslık çalmak ve el çırpmaktan başka bir şey değildir. İnkârınıza karşılık artık azabı tadın.
Evet onların Beyt yanındaki salâtları, duaları, namazları, Allaha yönelişleri, ya da bunların yerine koydukları şeyler sadece ıslık çalmak, alkış tutmak, horon tepmek, müzik çalmak, el çırpmak ve hoplayıp zıplamaktan başka bir şey değildir. Allaha, Allahın istediği şekilde kulluk yaparak Ona hamd etmek, Allahı, Allahın âyetlerini gündemde tutmak tamamiyle ortadan kalkmış, Allahın iradesine ters eylemler geliştirilmiş. Halbuki Allaha Allahın istediği biçimde kulluk yapılır. Allaha Allahı belirlediği kurallarla yaklaşılır. Adamlar Allaha sormadan kendi kendilerine kulluk modelleri, tapını usulleri geliştiriyorlar ve güya Allaha kulluk yapıyoruz derken, Onunla çatışmaya, Ona düşmanlık yapmaya ve şirke düşüyorlar. Allaha yaklaşacağız diye Allahın beytinin içini putlarla dolduruyorlar, Allaha yapılması gerekenleri bu putlara yaparak güya Allaha kulluk yaptıklarını zannediyorlar.
Öyle değil mi? Bu âyetleri hayatın tümüne indirgeyecek olursak müşriklerin hayatın tümünde kendini gösteren bu özelliklerinin yayıldığını görürüz. Rabbimiz buyuruyor ki bu yaptığınız kâfirliklerden dolayı tadın Allahın azabını. Alçaklar, sizler Allahtan başkalarına çığlık attınız. Allahtan başkalarına bağırıp çağırdınız. Allahtan başkalarından medetler umdunuz. Allahtan başkalarını ulûhiyet makamına oturtup onlara bel bağladınız.. İnsanlara Allahı unutturabilmek için elinizden ne geliyorsa yaptınız.
36, Doğrusu inkâr edenler mallarını Allah'ın yolundan insanları alıkoymak için sarf ederler ve daha da sarf edeceklerdir; ama sonra içleri yanacak, hem de mağlup olacaklardır. Bu Allah'ın, temizi murdardan ayırması ve murdarları üst üste koyup hepsini yığarak cehenneme yerleştirmesi içindir; inkâr edenler cehenneme toplanacaklardır. İşte onlar mahvolanlardır.
Mallarınızı insanları Allah yolundan alıkoymak için sarf ettiniz. Kâfirler insanları Allah yolundan alıkoymak için mal sarf ederler. Ellerinde avuçlarında neleri varsa harcayacaklardır. Niçin? Yeter ki insanlar Allaha kulluğu düşünmesinler. Yeter ki insanlar Allahın kitabından uzaklaşsınlar. Yeter ki Allah, kitap, peygamber, Kâbe insanların gündeminde olmasın. Yeter ki Allahın dini gündemde olmasın. Yeter ki
insanlar Kâbeye değil de başka taraflara dönsünler. Yeter ki insanlar moda tanrılarına, oyun eğlence tanrılarına yönelsinler. Bunun için yığın yığın mallar harcayacaklar, müesseseler kuracaklar kâfirler. Peki ne olacak sonunda? Muvaffak olabilecekler mi bu konuda? Hayır:
Sonra yaptıkları bu harcamalardan ötürü onların içi yanacak, mağlup olacaklar ve ulaşmak istedikleri neticeye asla ulaşamayacaklar diyor Rabbimiz. Evet yenilecekler ve hasret içine düşecekler. Alçaklar zaten insanların mallarını, mülklerini gasp ederek Allah yoluna engel olabilmek için harcama yapıyorlardı.
Ey Müslümanlar, şunu kesinlikle bilesiniz ki Allah düşmanlarının dünya hayatındaki harcamaları, size karşı askeri ve siyasal güce ulaşmak için yaptıkları harcamalar, sizi yok etmek için, sizi yeryüzünden silmek için yaptıkları harcamalar, kurdukları düzenler, hazırladıkları komplolar hiç bir işe yaramayacaktır. Onların sizi yok etmek için yaptıkları harcamaları, askeri ve savaş yatırımları tıpkı bir rüzgara, bir rüzgar ortamına benzetiliyor. Son derece yakıcı, kavurucu bir rüzgar, bir toplumun ekinine İsâbet eder ve tüm ekinlerini, tüm zenginliklerini, tüm ekonomik varlıklarını altüst ediverir.
İşte kâfirlerin dünyadaki tüm harcamaları buna benzer. Bir gece ayazıyla meyveye durması beklenen tüm çiçeklerin bir anda sararıp, solup dökülmesi gibi, kâfirlerin harcamaları da, Müslümanları yok etmek üzere tüm yapıp ettikleri de savrulup yok olacak ve dünyada elleri boşa çıkacaktır. Allah onların tüm planlarını, tüm komplolarını bozacak, neticesiz bırakacaktır.
İşte bu âyetleriyle Rabbimiz kâfirlerin yaptıkları harcamalarla Müslümanlar karşısındaki bir yenilgilerini gündeme getirerek bu savaş çerçevesinde hem kıyâmete kadar gelecek Müslümanlara, hem de onların karşılarında yer alan kâfirlere mesajlar sunmaktadır. Kâfirlerin Allahla girişecekleri bir savaşta ne mallarının, ne evlâtlarının, ne ekonomik güçlerinin ne de askeri ve siyasal güçlerinin kendilerine hiç bir fayda sağlamayacağı, Allaha karşı bunların bir işe yaramayacağı,
kâfirlerin Müslümanlar karşısında hiçbir güç ve kuvvetlerinin olmadığı, Müslümanlar karşısında hiçbir zaman zafere, başarıya ulaşma imkânlarının olmadığı anlatılmaktadır.
Böylece bu savaş çerçevesinde yaptığı bu değerlendirmeleri, bu açıklamalarıyla Rabbimiz istiyor ki Müslümanlar bu gerçeği iyi anlasınlar. Savaşı bu âyetlerle değerlendirsinler. O günden itibaren kıyâmete kadar yapılacak tüm iman küfür savaşlarında bu âyetler Müslümanlara güç olsun, ışık olsun, yol göstersin.
Öyleyse Müslümanlar kıyâmete kadar Allah düşmanı kâfir-lerle giriştikleri bir savaşta sadece Allaha güvensinler, sadece Allahı vekil bilsinler ve zinhar zaferi Allahtan beklesinler. Allahın yardımı olmadan zafer kazanmalarının kesinlikle mümkün olmadığını bilsinler. Karşılarındaki kâfirler ne kadar da sayısal ve ekonomik yönden kendilerinden çok fazla, çok güçlü, ne kadar da teknolojik yönden kendilerinden üstün olurlarsa olsunlar, sonuçta zaferin, galibiyetin Allaha ait olduğunu, göklerde ve yerde hiç bir gücün Allahla baş edemeyece-ğini anlasınlar, bilsinler, böylece inansınlar. İşte Rabbimiz bu âyetleriyle bunu anlatıyor.
Tabii Müslümanlar açısından böyle olduğu gibi onların karşılarında saf tutan kâfirler açısından da bu böyledir. Rabbimiz bu âyetleriyle kâfirlere de diyor ki: Ey kâfirler, sizler kiminle savaştığınızın farkında mısınız? Bu iman küfür savaşında, bu hak bâtıl savaşında karşınızda kimin bulunduğunu anlayamadınız mı? Unutmayın ki Müslümanlarla giriştiğiniz bir savaşta karşınızda onlardan önce Beni bulacaksınız. Müslümanları yok edebilmek, onlara karşı galip gelebilmek için önce beni yenmek, beni diskalifiye etmek zorundasınız. Ben varken onların kılına bile dokunamazsınız buyurarak, Allahla savaşta ısrarlı olmamalarını, Allaha teslim olup Müslüman olmalarını istemektedir.
Evet habis olanı hoş olandan, güzel olanı pisten ayırmak için, habis olanları üst üste yığarak cehenneme atması için Rabbimizin koyduğu bir yasasıdır. Rabbimiz pisle temizi elbette bir tutmayacak, onların arasını ayıracaktır. Onun içindir ki hiç bir kâfirin, hiç bir müşrikin, hiç bir pisin, hiç bir Firavunun, hiç bir Ebu Cehilin Allahın bu yasasına itiraz etme hakkı yoktur. İsterse itiraz etsinler, bu yasayı değiştirme güçleri yoktur.
İşte görüyoruz tüm insanlar bile; habisi tayipten ayırmakta-dırlar. Kimse pisle temizi bir tutmuyor. Müminiyle kâfiriyle insanlar bile habis olanları, pis olanları atıp temiz olanları almaya çalışıyorlarken, Allah niye habisle tayibi ayırmasın ? Kendinize tanıdığınız bu hakkı Allaha niye tanımamaya çalışıyorsunuz? Aklınız yok mu sizin? Yemeğin içine düşen kılı, necaseti niye atıyorsunuz? Öyleyse akıllarınızı başlarınıza alın da Allahın yasalarının güzelliğini görmeye çalışın. Allahın size lütfettiği rızıkları hatırlayın da Ona karşı isyan gibi, küfür gibi, şirk gibi pislikleri üzerinizden atmaya bakın. İşte bunun içindir ki Peygamber ve peygamber misyonunu üslenip sizi bunlarla uyaranlar aranızda olduğu sürece Rabbiniz size bir azap göndermeyerek fırsat tanımaktadır.
Değilse siz bilirsiniz. Unutmayın ki yarın Allah pisleri, kâfirleri üst üste koyarak, pestil yaparak, yoğunlaştırarak hepsini cehennemine atacaktır. İşe yaramayan pislerin âkıbeti işte budur. Akıllarını, duyularını, hayatlarını, sermayelerini boşa harcayanlar, kendilerini bozuk para gibi harcayanlar bunlardır. Cenneti kaybedenler bunlardır. Gerçekten en büyük kayıp, en büyük zarar budur. Öyleyse yeryüzünde kâfir olanlar, kâfirlerin peşinden gidenler, kâfirlerin hayatlarına imrenenler, kâfirlerin egemenliği altında bir hayata razı olanlar neyi kaybettiklerini iyi düşünmek zorundadırlar. Bakın kullarına karşı sonsuz merhamet sahibi olan Rabbimiz kâfirlere tekrar tekrar sesleniyor:
İnkar edenlere, eğer savaştan vazgeçerlerse, geçmişlerini bağışlayacağını ve tekrar başlarlarsa evvelkilerin hükmünün uygulanacağını söyle.
Rabbimiz bu dünyada kâfirlere kurtuluş yollarını göstermeye, onları uyarmaya devam ediyor. Peygamberim, kâfirlere de ki, eğer küfürlerinizden, şirklerinizden, zulümlerinizden, Benimle savaştan, müminlerle savaştan, müminleri Benim yolumdan engellemekten vazgeçerseniz; kesinlikle bilesiniz ki yaptıklarınızın tamamı bağışlanacaktır. Ben sizin tüm geçmişinizi mağfiret edeceğim. Ama yok eğer tekrar eski küfürlerinize, eski zulümlerinize dönerseniz kesinlikle bilesiniz ki size aynen ilklerin, öncekilerin sünneti uygulanacaktır. Onların âkıbetlerinden sizler de kurtulamayacaksınız.
Görüyor musunuz? Rabbimiz bir taraftan müjdelerken diğer taraftan da onları, öncekilerin başlarına gelenlerle korkutuyor. Beşîr ve Nezîr olarak gönderdiği peygamberinin nasıl hareket etmesi gerektiğini anlatıyor. Rasulullah efendimiz de aynen Rabbimizin buyurduğu gibi yapmıştır. Kâfirlerin tüm düşmanlıklarına karşılık, her türlü durdurma, öldürme, sürme eylemlerine karşılık o yine onları mükafat ve azapla uyarmaya devam etmiştir.
çamaşır makinesi ses çıkarması topuz modelleri kapalı huawei hoparlör cızırtı hususi otomobil fiat doblo kurbağalıdere parkı ecele sitem melih gokcek jelibon 9 sınıf 2 dönem 2 yazılı almanca 150 rakı fiyatı 2020 parkour 2d en iyi uçlu kalem markası hangisi doğduğun gün ayın görüntüsü hey ram vasundhara das istanbul anadolu 20 icra dairesi iletişim silifke anamur otobüs grinin 50 tonu türkçe altyazılı bir peri masalı 6. bölüm izle sarayönü imsakiye hamile birinin ruyada bebek emzirdigini gormek eşkiya dünyaya hükümdar olmaz 29 bölüm atv emirgan sahili bordo bereli vs sat akbulut inşaat pendik satılık daire atlas park avm mağazalar bursa erenler hava durumu galleria avm kuaför bandırma edirne arası kaç km prof dr ali akyüz kimdir venom zehirli öfke türkçe dublaj izle 2018 indir a101 cafex kahve beyazlatıcı rize 3 asliye hukuk mahkemesi münazara hakkında bilgi 120 milyon doz diyanet mahrem açıklaması honda cr v modifiye aksesuarları ören örtur evleri iyi akşamlar elle abiye ayakkabı ekmek paparası nasıl yapılır tekirdağ çerkezköy 3 zırhlı tugay dört elle sarılmak anlamı sarayhan çiftehan otel bolu ocakbaşı iletişim kumaş ne ile yapışır başak kar maydonoz destesiyem mp3 indir eklips 3 in 1 fırça seti prof cüneyt özek istanbul kütahya yol güzergahı aski memnu soundtrack selçuk psikoloji taban puanları senfonilerle ilahiler adana mut otobüs gülben ergen hürrem rüyada sakız görmek diyanet pupui petek dinçöz mat ruj tenvin harfleri istanbul kocaeli haritası kolay starbucks kurabiyesi 10 sınıf polinom test pdf arçelik tezgah üstü su arıtma cihazı fiyatları şafi mezhebi cuma namazı nasıl kılınır ruhsal bozukluk için dua pvc iç kapı fiyatları işcep kartsız para çekme vga scart çevirici duyarsızlık sözleri samsung whatsapp konuşarak yazma palio şanzıman arızası