hz muhammedin ahlakıyla ilgili örnekler / Peygamberimizin Ahlakı ile İlgili Hadisler | İslam ve İhsan

Hz Muhammedin Ahlakıyla Ilgili Örnekler

hz muhammedin ahlakıyla ilgili örnekler

Ahlâkî Örnek Olarak Hz. Peygamber (S.A.S.)

"Allah'a ve Ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çokça zikredenler için en güzel örnek" olan Hz. Muhammed (s.a.s.), rahmeti her şeyi kuşatmış olan Allah'ın tasdikiyle "yüce bir ahlâk" üzere yaşamıştır.

Ahlâkın özünü kişilik, kişiliğin özünü ise kendiliğinden, devamlı ve kuşatıcı olan kısmı teşkil eder. İzlenmesi gerekli yol olarak "sünnet" de içerdiği devamlılık ve kuşatıcılık ile Hz. Peygamber'in eşsiz ahlâkını şüphe ve yanlış anlamaya meydan vermeyecek şekilde insanlığın düşünme, ibret alma ve doğruyu bulma yeteneğinin istifadesine sunar. Muhtemel her yönü ve her türlü tezahürü ile hayatı bütünüyle kucaklayan istikamet, doğruluk ve adâlet, özü sözle, sözü de davranışla ayrılmaz bir vücut halinde birbirine nakşeden içtenlik ve samimiyet, düşünülen, söylenen ve yapılan her şeye güzellik ve insanilik damgasını vuran incelik, nezaket ve hayâ, her türlü iyiliğin özünü simgeleyen şefkat, merhamet ve muhabbet, her durum ve şartta insanca oluşu, insana yakışırlığı temsil eden hilm, cömertlik, sabır ve cesaret, iman ağacının özünü teşkil eden takva, itidal ve hakkaniyet, her türlü güzellik ve olgunluğun en güzel elbiseleri olan tevazu, sadelik ve vefa O'nun yüce ahlâkının ana çizgilerini oluşturur.

Yeme-içme, giyim-kuşam, istirahat ve eğlenme gibi tabi ihtiyaçlarını karşılamasında, ailesi, akrabaları, dostları ve düşmanları ile ilişkilerinde, duâ, ibâdet ve niyazında, tebliğ ve sohbetlerinde, geçimini teminine yönelik faaliyetlerinde, tebessüm ve vakarında, afiyet ve hastalığında, zenginlik ve fakirliğinde, savaşta düşmanla olan mücadelesi ile evinde çocuklarıyla olan muhabbetinde, vefat etmiş oğlu İbrahim'in bedenine damlayan gözyaşlarıyla şehid olmuş amcası Hz. Hamza'nın delik deşik edilip hunharca parçalanmış bedenine bakan gözlerinde Kısacası hayatının her an ve her aşamasında bütün bu yüce değerler olgunlaşma çabası altında görünür ve O'nun şahsiyetinin ayrılmaz parçaları haline gelirler.

Hayat, devamlı değişen ilişkiler bütünü olup bütün değişimleri ile bir süreci ifade eder. Ahlâk ise istikrarı, gelişimi ve olgunlaşması ile bu sürece kimliğini kazandıran, şahsiyetini verendir. Bu açıdan Peygamber Efendimizin detaylarıyla bilinen hayatına bakıldığında, bu hayata örnek şahsiyetini verenin, yüce değerlerin, dosdoğru yolun, insanca, insanın yaratılış amacına uygun yaşamanın ilahi kelimelerle ifadesi olan Kur'an-ı Kerim'in olduğu rahatlıkla görülür. Kendisine O'nu en iyi tanıyan kimselerden biri olarak "O'nun ahlâkı nasıl idi?" diye sorulduğunda, sevgili eşi Hz. Âişe'nin "O'nun ahlâkı Kur'an idi." şeklinde cevap vermiş olması bu açıdan çok önemlidir. Öncelikle yaratan ve emredip en güzeline hidâyet eden yüce Allah'ın,

"Yâsîn, hikmet dolu Kur'an hakkı için, sen şüphesiz gönderilenlerden (Resullerden)sin, dosdoğru yol üzerindesin." (Yâsîn, 36/),

"Nûn. Kaleme ve yazdıklarına andolsun ki sen Rabbinin nimeti ile bir mecnun değilsin ve hiç şüphesiz senin için bitip tükenmeyen bir ecir vardır. Ve hiç şüphesiz sen yüce bir ahlâk üzeresin." (Kalem, 68/)

ve benzeri âyetler ile Peygamber Efendimizin bir yandan üstün ahlâkına bir yandan da bu üstün ahlâkın İlâhî öğreti ile bağlantısına şahadeti, sonra da bu ilahi şahadete selim akıl ve kalpleri ile doğru bilgi, tecrübe ve haberlere istinaden katılıp, bu hakikati tasdik eden nice insanların buna tanıklığı göstermektedir ki O, özü, sözü ve hareketi ile hayatının başından sonuna kadar her anına damgasını vuran ahlâkı ile ilahi öğreti Kur'ân-ı Kerim rehberliğinde insanî olgunluk ve kemale ulaşarak âlemlere rahmet olmuş, olgunluk ve kemali gaye edinenlere de en güzel örnek olarak Allah'ın kulu ve elçisi olmanın gereğini yerine getirmiş, "yaratan Rabbin adıyla" okumanın anlamını, şeklini ve beşeri düzlemdeki fonksiyonunu bütün insanlığa göstermiştir. Dolayısıyla O'nun eşsiz ahlâkını tetkik, insanı, Kur'an rehberliğinde yaşanmış bir olgunluğun, kemalin kıyısına götürmekte, insana, hayatı hayat olarak bütün karmaşıklığı içinde bütünlüğü ile anlama, tatma ve yaşama imkânı vermektedir. Zaten O'nu âlemlere rahmet ve insanlığa güzel örnek yapan da işte bu kuşatıcılık ile bütünlüğüdür, insanca yaşamanın eşsiz rehberi Kur'ân-ı Kerim'i özü, sözü ve davranışı, ailesi, topluluğu ve devleti ile hayata yansıtmış olmasıdır.

İnsan yaşamının üzerinde gerçekleştiği yeryüzü nice başarılara şahitlik etmiş, insan elinde çiçeklenen nice güzelliklerin tanığı olmuştur. Ancak bütün bu güzellik ve başarıların tek bir insanın şahsiyetinde Hakk'a ve hakikate şahitlik ettiği pek görülmemiştir. İşte Peygamber Efendimizi ve O'nun eşsiz ahlâkını mümtaz kılan, hayatın muhtelif yönlerinde ortaya konulan çeşitli başarıların sahibi olan diğer insanlardan ayırıp da O'nu tüm olgunluk ve kemalin numunesi haline getiren husus bu kuşatıcılığı ile bütünlüğüdür. Bu durumda insana ait yaşamın her anı ve her safhası için O'nun asil hayatı ve güzel ahlâkında olması gereken, olgunluk ve kemale işaret eden bir örneklik vardır.

Peygamber Efendimizi herhangi bir şekilde görebilmek, O'nunla herhangi bir şekilde hayatın bir anını paylaşabilmek ya da onunla ilgili güvenilir bir eseri okuyabilmek, bir şekilde ona ulaşabilmek, görüp duyabilme ve görüp duyduklarını gereğince değerlendirebilme imkanına sahip bir insan için onun şahsiyet ve ahlâkının güzelliği ve eşsizliğini idrak noktasında yeterlidir. Onu gereğince takdir edebilmek ve onun bu güzellik ve eşsizliğinden yeterince istifade edebilmek ise insanın taşıdığı "sorumluluk" endişesiyle bağlantılı olarak onu, Allah elçisi ve dolayısıyla hakikatin (kitap ve hikmetin) öğreticisi, açıklayıcısı, olgunluk ve kemalin eğitimcisi olarak görebilmek ve değerlendirebilmekle ve hiçbir istisnaya yer vermeksizin hayatın bütününü onun evrensel örnekliğine açabilmekle mümkündür. Bu durumda meramı ifâde için şu âyet yeterli olacaktır:

"Andolsun ki Allah'ın Resulünde sizler için, Allah'ı ve ahiret gününü umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için elbette pek güzel bir örnek vardır." (Ahzâb, 33/21)

Yakınları, dostları ve kendisini görenler tanıklık ederler ki Resul-ü Ekrem'in mübârek cismi baştan aşağı kusursuz, bütün azası birbirine uygun, alnı, göğsü ve iki omuzlarının arası ve avuçları geniş, boynu uzun ve düzgün, omuzları, pazıları, baldırları iri ve kalın, bilekleri uzun, parmakları uzunca, elleri ve parmakları kalınca idi. Karnı, göğsü ile beraber olup şişman değildi. Ayaklarının altı çukurdu, düz değildi. Uzuna yakın orta boylu, iri kemikli, güçlü kuvvetli idi. Cildi ipekten yumuşak, başı orta büyüklükte, kaşları hilal, çekme burunlu, az değirmi (yuvarlak) çehreli idi. Kirpikleri uzun, gözleri kara ve güzeldi. İki kaşının arası açık, fakat kaşları birbirine yakındı. Çatık kaşlı değildi. İki kaşının arasında bir damar vardı ki hiddetlendiğinde kabarıp görünürdü. Yüzü adeta pembe beyazdı. Yani ne kireç gibi beyaz ne de kara yağız, esmer idi. İkisi ortası gül gibi kırmızıya dönük, beyaz ve berrak olup yüzünde nur gibi bir parıltı vardı. Dişleri inci gibi beyaz ve parlak olup hafifçe seyrekti. Konuştuğu ve tebessüm ettiği vakit beliriverirdi. Saçları ne pek kıvırcık ne de pek düzdü. Uzadığı zaman kulaklarının memelerini geçerdi. Sakalı sıktı fakat uzun değildi. Bir tutamdan fazlasını keserdi. Vefatlarında saçı sakalı henüz ağarmaya başlamıştı. Başında pek az, sakalında yirmi kadar beyaz kıl vardı. Vücudu tertemizdi. Koku sürsün, sürünmesin teni ve teri en güzel kokulardan daha güzel kokardı Haline hüzün ve tefekkür, bakışlarına da netlik ve derinlik hâkimdi. Çoğu zaman sükût eder ancak gerektiğinde konuşurdu. Konuştuğunda ağır ağır, tane tane konuşur, önemli yerleri tekrar ederdi. Sevgi ve sevincini tebessümle ifade eder, yüz rengi ve hatları, haline delalet ederdi. Yürüdüğünde ayaklarını kuvvetle kaldırır, vakar ve sükûnetle çabuk ve uzun adımlarla, sanki yüksekten iner gibi yürürlerdi. Bir şeye yönelmek istediğinde sadece başıyla değil bütün vücuduyla döner, sebepsiz hiçbir tarafa bakmazdı. Temiz, düzenli ve sağlıklı idi. Ağırbaşlı, vakur, cana yakın, sıcak, samimi ve ilgili idi

Peygamberimizin dış görünüşü ve tabii özellikleri, iç ahlâkı ve iç dünyasını aksettirmektedir. Bu meyanda yapılan tarifler, nihâyetinde samimiyeti, içtenliği, sevecenliği, güvenilirliği, dürüstlüğü, bilinçliliği, dinginliğiile noktalanmaktadır. Yüzünün parlaklığı, yürüyüşünün eminliği, yönelişinin tamlığı bu açıdan değerlendirilirse bu açıkça görülecektir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de bir çok yerde (2/Bakara, ; 7/A'râf, ; 47/Muhammed, 30; 48/Fetih, 29 ve 55/Rahmân, 41) Yüce Allah "sîmâ"yı "iç"i tanıtan, ahlâkı gösteren bir alâmet olarak değerlendirmiştir. İbn-i Abbas'ın: "İyiliklerin yüzlerde bir parlaklığı, kalpte bir nuru, bedende bir kuvveti, rızıkta bir genişliği ve gönüllerde bir sevgisi vardır. Kötülüklerin de yüzlerde bir sevimsizliği vardır." sözü ile Hz. Osman'ın "Kişinin işlediği her bir amelin elbisesi kendisine giydirilir. Hayır ise hayır, şer ise şer" sözleri de bunu göstermektedir. Bu durumda, Medine dışında konaklamış bir kervandan, pazarlık etmeksizin söylenen fiyat ile kırmızı bir deveyi alıp, yularından çekerek şehre doğru yürüdüğünde Hz. Peygamber'in arkasından olayı değerlendirerek tanımadıkları bir kimseye bu şekilde karşılığını peşin olarak almaksızın deveyi vermiş olmalarından hayıflanan kervan ehline "Rahat olun! Bundan daha temiz ve daha nurlu başka bir insan görmedik." şeklinde görüş bildiren o kadının ya da vefatı sonrasında, hücre-i saadetine girip de peygamberimizin yüzünü açıp alnını öptüğünde "Ah! Hayatında olduğun gibi ölümünde de güzelsin." diyerek duygularını ifadeye çalışan Hz. Ebûbekir'in bu samimi sözlerini ve de neden onu ansızın görenlerin heybetinden heyecana kapıldıklarını, görüp tanıyanların ise onu o derece sevdiklerini daha iyi anlayabiliyoruz.

Resul-ü Ekrem'in şahsiyetinde, "yaratan Rabbin adıyla okumak" ve "emredildiği şekilde istikamet üzere olmak" çaba ve gayretinin yeri ve etkisi âşikârdır. Kendisine gelen ilk vahyin "Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı alaktan yarattı. Oku! Kalem ile öğreten, insana bilmediğini öğreten Rabbin ne büyük kerem sahibidir." ayetlerinden oluşmuş olması, yaşlılık emareleri üzerinde belirdiğinde, halini soran ashabına "Beni, Hûd suresi ihtiyarlattı." şeklinde cevap vermiş olması buna işaret etmekte olup, mezkûr surede Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"O halde sen, beraberindeki tövbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru ol! Ve aşırı gitmeyin. Çünkü O, her ne yaparsanız onu hakkıyla görendir." (Hûd, 11/)

İnsan, bir münasebetler sentezidir. Her insan bir ilişkiler bütünü içerisinde yaratılır ve şahsiyetini, kişiliğini, ahlâkını bu bütün içerisindeki tavrı ve rolü ile ortaya koyar. Yüce Allah'ın "birleştirilmesi emredilen" olarak ifade ettiği bu ilişkiler bütününü muhafaza edebilmenin yolu olan yaratana kulluğu, yaratılana da şefkat, merhamet ve adaleti, emrolunduğu üzere dosdoğru şekilde yerine getirilmesinin zorluğu ve zor olduğu kadar da insani olgunluğa ulaşabilmedeki önem ve rolü tartışmasızdır. İşte bizler Resul-ü Ekrem'in eşsiz ahlâkında, özünde, sözünde ve davranışlarında ve hatta ağaran saç ve sakallarında hep bu "emrolunduğu gibi dosdoğru olma" endişesi ve gayretini görmekteyiz. O, Allah Teâlâ ile olan ilişkisinde, iç dünyasında, evinde, ailesi ve akrabası ile olan münasebetinde, dostlarına, tanıdık tanımadık bütün insanlara karşı olan tavırlarında, istirahatında, ticaretinde, savaşta ve savaş sonrası ganimet taksiminde, mescitte imamlıkta, en önde liderlikte, hayatı ve vefatında hep bu endişeyi taşımış, olanca gayretini buna sarf etmişti. O, durumunu şöyle ifade ediyordu: "Rabbim beni ne güzel terbiye etti.", "Ben ancak ahlâki faziletleri tamamlamak üzere gönderildim." O halde, Resulullah'ın ahlâkını tanımak, onu, içerisinde bulunduğu ilişkiler bütünü ile tanımakla mümkün olacaktır. Bu yapıldığında ise onun ahlâki yüceliğinin temelinde bu ilişkiler bütününü hayranlık verecek şekilde, biç birini ihmal etmeksizin muhafaza etmiş olmasının, birleştirilmesi emrolunan her şeyi hayatı ile birleştirmiş olmasının bulunduğu görülecektir.

Ahlaki faziletlerin başında "adalet" ve "ihsan" gelir ki her iki kavram da nihayetinde "her şeyi yerli yerine koyma"yı ve "yapılması gerekeni layığı ile yapma"yı ifade eder. Nitekim Yüce Allah: "Muhakkak ki Allah adaleti, ihsanı ve akrabaya vermeyi emreder, çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye sizlere öğüt verir." (16/90) buyurur. Resul-i Ekrem, hayatı boyunca her şeye gereken değeri gerektiği kadarı ile vermiş, ihmalkârlık, duyarsızlık ve aşırılık onun hayatında kendine bir yer bulamamıştır. Bir insanın ihmal ve dengesizliğe meydan vermeksizin, hiçbir aşırılığa düşmeksizin, hayatın her bir yönünde davranmış olması ve bu denge ve istikrarı hayatın hem yatay hem de dikey boyutunda muhafaza etmiş olması elbette olgunluk ve kemalin zirvesidir. Beşer olması peygamberliğine bir nakısa getirmemiştir. Peygamberliği ona ailesini, dostlarını unutturmamıştı. Allah'a olan bağlılığı ve deruni duyguları onu dünyadan el etek çekmeye yöneltmemişti. Liderliği, komutanlığı, hâkimliği onu hastaları ziyaretten, fakirlerle sohbetten men etmemişti. Mekke'deki hayatı ile Medine'deki hayatı arasında yaşananlar ve sahip olunan imkânlar çok farklı da olsalar duruş bakımından hiçbir farklılık olmamıştır.

Adalet ve ihsan onun hayatının her demini kuşatmıştı. Gençliğinde toplumda el-Emin olarak tanınır ve bilinirdi. Ticaret hayatındaki dürüstlüğü takdir edilir, insanlar arası anlaşmazlıklardaki hakemliği makbul görülürdü. "Doğruluk iyiliğe, iyilik de cennete götürür. Yalan kötülüğe, kötülük de cehenneme götürür." der, doğruluğu imanın gereği, yalanı, emanete ihaneti ve verilen sözlerde durmamayı nifak alameti sayardı. Doğruluk hassasiyeti o derecede idi ki şaka bile olsa ondan taviz vermezdi. "Şaka yapar mısınız?" diye sorulduğunda "Evet, ama doğru sözden başkasını söylemem." demişti. Onun bu özelliğini düşmanları bile bilir, onu öldürmek için ellerinden geleni yaptıkları halde kıymetli eşyalarını ona emanet etmekten çekinmezlerdi. Mekke'den Medine'ye hicretinde yatağına yatırıp geride bıraktığı Hz. Ali'ye her emaneti sahibine vermesini tembihlemişti.

En zor durumlar bile onu verdiği söze bağlılıktan vazgeçiremezdi. Hiçbir menfaat ona, bu konuda geri adım attıramazdı. Mekke'den Medine'ye gelirken müşriklere yakalanan ve kendilerine karşı savaşmamak şartıyla serbest bırakılıp Bedir savaşı öncesi Hz. Peygamber'e kavuşan Huzeyfe el-Yeman ve bir arkadaşı, olayı Resul-i Ekrem'e anlattığında sayılarının azlığı, adama olan ihtiyaçlarının şiddetine rağmen onlara savaşa katılamayacaklarını ifade ile "siz geriye dönün, her halükarda sözünüze riayet edeceğiz. Bizim sadece Allah'ın yardımına ihtiyacımız var" demişti. Hudeybiye'de müşrikler ile yapılan anlaşmanın şartlarından biri de Mekke'den müslüman olarak Medine'ye gidecek olan kimselerin, talep edilmesi durumunda Mekkelilere geri verilmesi idi. Daha antlaşma henüz imzalanmış iken Ebu Cendel, elleri zincirli bir halde, hapsedildiği zindandan kaçarak Müslümanların bulunduğu yere gelmişti. O esnada orada bulunup, anlaşmayı yapmış olan müşrik Süheyl Bin Amr, antlaşmanın derhal tatbikini talep ile kaçağın kendisine teslimini istediğinde bu durum Müslümanların ağırına gitmişti. Resul-i Ekrem ise inananların selamet ve kurtuluşuna olanca düşkünlüğüne rağmen "Ey Ebu Cendel, sabret! Biz ahdimizden dönemeyiz. İnşallah Allah sana yakında bir yol açacaktır." demişti. Ne ahde bağlılıktan taviz vermiş ne de Ebu Cendel'i ihmal etmişti. Sözde durmayı, ahde bağlılığı kul olmanın gereği olarak görmüş, işin sonucunu Allah'a havale etmiş, O'na güvenip dayanmıştı.

"Helal rızık kazanmak için çalışmanın mecburi bir görev" olduğunu, en hayırlı kazancın da el emeği ve meşru ticaret vasıtasıyla sağlanan kazanç olduğunu söyler, satarken ve satın alırken kolaylık gösterene Allah'ın rahmetini müjdeler, doğru ve güvenilir tacirlerin peygamber ve şehitlerle beraber olacaklarını ilan ederdi. Bazen pazarları gezer, satıcıların mallarını kontrol eder ve "bizi aldatan bizden değildir" derdi. Kendisi de bilfiil ticaretle uğraşmış, kanaati, dürüstlüğü ve vefası ile tanınmıştı. Bazen borçlanır, borçlarını vaktinde ve en güzel şekilde öderdi. Hakka riayete önem verir, her hak sahibine hakkının mutlaka verilmesinde ısrar ederdi. "Hak sahibinin söze hakkı vardır" diyerek hakkın üstünlüğünü ilan ederdi. Hiçbir olayın hakkı zayi etmesine müsaade etmezdi. Yahudi alacaklısı, alacağını talep üzere gelip de elbisesini çekerek, yakasından tutarak "Siz Abdulmuttaliboğulları hep borcunuzu uzatırsınız" gibi kaba sözler söylediğinde, Hz. Ömer sinirlenerek sert bir şekilde karşılık vermişti. Resul-i Ekrem ise olup biteni tebessümle karşılamış ve Hz. Ömer'e "Ey Ömer! Ben ve o, senden bunun dışında bir söz duymaya çok daha muhtaç idik. Bana borcumu güzelce ödemeyi, ona da alacağını güzelce istemeyi tavsiye etmeliydin, vadenin dolmasına daha üç gün vardı." diyerek fazlasıyla ödenmesini sağlamıştı. Bu olay, yahudinin Müslüman olmasına vesile olmuştu.

Bir defasında kestiği hayvanın etini satan bir bedeviden, evde var zannettiği hurma karşılığında bir miktar et almış, eve geldiğinde ise hurma kalmadığını görmüştü. Derhal çarşıya gelerek bedeviyi bulmuş "Senden hurma karşılığında et almıştım, fakat ne yazık ki hurmam kalmamış." diyerek durumu izah etmişti. Aldatıldığını düşünen bedevi bağırıp çağırmış, Resul-i Ekrem ise onu susturmaya çalışanlara "Siz müdahale etmeyiniz, zira bedevinin hakkı var." diyerek tekrar meseleyi anlatmaya çalışmış, ama bedevi söylenmeyi bırakmamıştı. Bunun üzerine peygamberimiz bedeviyi, Ensar'dan bir kadına havale ederek etinin karşılığı olan hurmaları almasını sağlamış, bedevi de Resul-i Ekrem'in sabır ve müsamahakârlığından duygulanarak "Muhammed! Cenab-ı Hak sana ecir ve mükâfatını versin, sen bana hakkımı hem de fazlasıyla verdin." demişti. Hakka riayet ve en güzeliyle karşılık vermek onun ahlakının en önemli esaslarındandı. O, "Borçlarını daha iyi, daha mükemmel bir şekilde ödeyenler faziletli kimselerdir." der, aldığı borçları fazlasıyla geri öderdi.

Adalete riayet, kişinin kendisi, anne babası ve yakınlarının aleyhine de olsa adil olabilmeyi, muhataba duyulan kin ve nefret duygularının adaletsizlik ve aşırılık yönündeki baskılarına direnebilmeyi gerektirir. Üst tabakada hırsızlık yapmış bir kadın için aracılıkta bulunulduğunda "İsrailoğulları işte bu yüzden helak olmuştur. Onlar, kanunları fakirlere uygular, zenginleri ise affederlerdi. Allah'a yemin ederim ki eğer Muhammed'in kızı Fatıma hırsızlık yapsaydı onun da elini keserdim" diyerek her türlü iltiması reddeden, buna karşılık suçun tespiti ve cezanın terettübü için kılı kırk yaran Resul-i Ekrem, bu tarafsız adalet ve hakkaniyetin emsalsiz temsilcisidir. Yahudilerin bile anlaşmazlıklarını ona götürmesine sebep olan, O'nun bu eşsiz özelliğidir.

Resulullah, Hz. Ali'ye şöyle nasihat etmişti: "Sana iki kişi muhakeme için geldiğinde ikisini de dinlemeden sakın karar verme! Zira ancak her ikisini de dinlediğinde doğruyu bulabilirsin." Hz. Ali, bu nasihat sayesinde davalarda zorluk çekmediğini, kolaylıkla doğruya ulaşabildiğini söylerdi. Resul-i Ekrem, adil liderlerin kıyamet gününde Allah'a en yakın kimseler olacaklarını, zalimlerin ise en uzak olacaklarını, fakir, yoksul ve muhtaç kimselere kapısını kapatan hâkimlere Allah'ın da kapısını kapatacağını söylerdi. Bir savaş sonrası ganimetleri taksim ederken "bu taksim Allah rızası için yapılmıyor" şeklindeki bir ifadeyle karşılaştığında "Ben adil olmazsam kim adil olur." diyerek mukabelede bulunmuştu. Kalabalık içerisinde üzerine yüklenen birisini, elindeki ince değnekle uyarmak istediğinde kazara o kimsenin ağzı çizilmişti. Peygamberimiz bu durumda, o kimseden aynısını kendisine yapmasını istemişti. Adalet hususundaki hassasiyeti, hakkaniyete riayeti ile tamamlanıyordu.

Onun adaleti sert, kaba ve kırıcı değil, bilakis yapıcı, onarıcı ve ıslah edici idi. Adalete bağlılık ile geçen güzel ömrünün sonunda ölüm döşeğinde iken halka hitaben, "Birisine bir borcum varsa veya birini kırdıysam yahut birinin mal veya şerefine bir zarar verdiysem işte şahsım, işte şerefim, işte malım mülküm! Benden karşılığını bu dünyada alsın." demiş, onun bu sözleri sükûnet ile karşılanmış, ancak bir adam Resul-i Ekrem'den birkaç dirhem alacağı olduğunu söylemiş ve parasını almıştı. Ne mutlu, adalete riayetle zulmün zerresine bile bulaşmadan ömür sürmüş olanlara!

Adaletten her ayrılış, zulme doğru atılan bir adımı ifade eder. " Muhakkak ki şirk elbette pek büyük bir zulümdür." (Lokman, 31/13) ayetinin de işaret ettiği üzere, adalete en uzak nokta şirk, adaletin özü de her türlü erdem ve iyiliğin bayrağı tevhiddir. Dolayısıyla yaratana kulluk peygamberimizin ahlakının özünü teşkil eder ki, hayatı bunun en güzel şahididir. Hayatın yatay ve dikey boyutundaki her türlü kemale ait istikrar ve sebatının temelinde de bu sağlam bağlılık yatar. "şükreden bir kul olabilmek" onun her türlü düşünce, söz ve eyleminin saiki idi. Gece boyu namaz kılmaktan ayakları morardığında "Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışladı. Niçin böyle yapıyorsunuz?" diye soran Hz. Aişe'ye "Şükreden bir kul olmayayım mı?" diyerek cevap vermişti.

Allah'ın dinine davet ettiği Taifliler kendisine horlama, aşağılama hatta taşlama ile mukabelede bulunmuş, o ise teselliyi Rabbine münacatta bularak, O'na olan bağlılık ve sevgisini "Senden gelen her şeye ben razıyım, yeter ki bana gazap etmiş olma" şeklindeki duygu yüklü sözleriyle ifadeye çalışmıştı. Birçok vesile ile ashabına "İçinizde Allah'tan en çok korkanınız benim." demişti. Bu hayatının her anı için geçerliydi. Bir defasında bütün gece boyunca Kur'an-ı Kerim'de Hz. İsa'nın duası olarak geçen "Eğer onlara azap edersen elbette onlar senin kullarındır. Şayet onları bağışlarsan elbette sen yegane izzet ve hikmet sahibi olansın."(Maide, 5/) ayetini tekrar edip durmuştu.

Allah'ı zikir ve O'nu tespih her anını kuşatmıştı. Devamlı Kur'an okur, hatta başkalarının da okumasını ister, onu başkalarından dinlemeyi çok sevdiğini söylerdi. Özü, sözü ve davranışı ile Kur'an'ı hayatının her anına yansıtmak, en büyük hedefiydi. "Gözümün aydınlığı namazdır" der, her vesilede namaz kılmayı arzulardı. "Haydi Bilal! Kalk, kamet getir de bizi rahatlat, bizi huzura kavuştur." derdi. Bu, O'nun için bütün dünya güzelliklerinin üstünde idi. Hz. Enes, "Resulullah'ı gecenin hiç ihtimal vermediğiniz bir anında namaz kılarken, yine hiç ummadığınız bir anında da uyurken görebilirsiniz." demektedir. Bazen o kadar oruç tutardı ki hiç orucu bırakmayacağı zannedilir, bazen de oruca o kadar ara verirdi ki artık daha oruç tutmayacak denilirdi.

Allah'a olan bağlılığı, ibadete olan düşkünlüğü had safhada olmakla birlikte bu, onu dünyadan ve insanlardan uzaklaştırmaya sevk etmemiş, bilakis itidali sayesinde ihsan üzere bütün sorumluluklarını yerine getirmesinde en önemli etken olmuştur. "En hayırlı amel, az da olsa devamlı olandır." der, dinde aşırılık ile insanın bir yere varamayacağı ihtarı ile arkadaşlarına itidal üzere yaşamayı tavsiye ederdi. Sadece ibadette değil yeme-içme, giyim-kuşam, dostluk-düşmanlık gibi hayatın her yönünde aşırılıklardan korunmada ısrar ederdi. Acıkmadan yememek, yediğinde ise iyice doymadan sofradan kalkmak, O'nun âdeti idi. Bir seferinde her gün oruç tutmak, her geceyi namaz ile ihya etmek ve evlenmemek üzere anlaşan arkadaşlarını "İçinizde Allah'tan en çok korkanınız ve O'na karşı sorumluluklarını en fazla bileniniz olduğum halde bazı günler oruç tutarım, bazı günler ise tutmam. Aynı şekilde geceleri bazen uyur bazen de namaz kılarım, kadınlarla da evlenirim" diyerek itidale yönlendirmiş, nefsin, vücudun, gözlerin hanımın, çocukların, akrabaların ve dostların insanın üzerinde hakları olduğunu beyan ile itidalin esasını ortaya koymuştur. Zaten bu, adalet ve ihsanın da gereğidir. O'nun hayatı ve ahlakı da olanca ağır sorumluluk ve muhtelif işlerine rağmen bu itidalin kusursuzluğu ile parıldar, yolunu arayana rehber, karanlıklardan çıkmaya çalışana da ışık olur.

Resul-i Ekrem nasıl yaşardı, diye sorulduğunda buna en kısa ve en basit olarak kul gibi yaşardı şeklinde cevap verebiliriz. Kulluk bilinci ve tevazuu hayatının her anında hakimdi. "Şüphesiz ki ben bir kulum. Kulun yediği gibi yer, oturduğu gibi otururum" der, hayata da bu gözle bakardı. Sadelik ve tevazu, şahsiyet ve yaşamının ayrılmaz vasıflarıydı. "Allahım! Ahiret hayatından başka bir hayat yoktur" diyerek dünyadaki yaşamını bir yolculuğa benzetir ve bu tanımlamaya aykırı her türlü tavır ve davranıştan kaçınırdı. Külfet, zorlama, gösteriş, riya, ucub ve kibir dünyada en çok O'na uzaktılar. Şekilcilik ve resmiyet O'nun ahlakında kendilerine hiçbir yer bulamazlardı. Sade giyinir, önüne gelen nimeti küçük görmezdi. Çoğu zaman kuru ekmek, hurma ve sütle yetinir, şikâyetçi olmazdı. Kuru ekmek ve sudan oluşan mütevazı davetleri kırmazdı. Bir yemekten hoşlanmadığında herhangi bir yorum yapmaz yiyemeyeceğini belirtirdi. Hasır üzerinde yatardı. Çoğu zaman kalktığında sağ tarafında hasır iz yapmış olurdu. Üç gün art arda buğday ekmeği ile karnını doyurmamış, Medine dönemi boyunca bir günde iki öğün yemek yememiştir. Hz. Aişe "Ay gelir geçerdi de biz Muhammed ailesi yemek pişirmek üzere ateş yakmaz, sadece hurma ve su ile karnımızı doyururduk" demiştir. Ebu Ümame de Resulullah'ın şöyle dediğini bize naklediyor:

"Rabbim, Mekke vadisini benim için altına çevirmeyi teklif etti. Fakat ben'Hayır ey Rabbim! Gün aşırı yiyeyim ve aç kalayım. Aç olduğum zaman sana yakarıp seni hatırlayayım. Doyduğum zaman da sana dua edip şükredeyim.' dedim."

"Bir gün Hz. Ömer, peygamberin evine geldiğinde Resulullah'ın hasır üzerinde örtüsüz yattığını ve hasırın izlerinin sağ yanında çıkmış olduğunu, odada bulunan bütün eşyanın hurma lifleriyle doldurulmuş bir yastık, bir hayvan derisi ve bir su kırbasından ibaret olduğunu, yiyecek olarak da sadece birazcık arpanın bulunduğunu görmüştü. Manzara karşısında duygulanarak ağlamış ve peygamberin "Neden ağlıyorsun?" diye sorması üzerine "Bizans'ın kayseri, Fars'ın kisrası debdebe içinde yaşarken sen seçilmiş insan, Allah'ın Resulü böyle mi yaşayacaksın?" demişti. Resulullah ise "Ey Ömer! Sen bunun için mi ağlıyorsun? Bilmez misin ki onlar bütün nasipleri dünya hayatında verilmiş insanlardır." diyerek hayata bakışını dillendirmiştir.

Cuma günleri ve dışardan heyetler geldiğinde giymesi için ipekten bir elbise alması teklif edildiğinde de "Bunu ahiretten alacak bir payı olmayan giysin." demişlerdi. Salim bir kafaya, sıhhatli bir bedene ve günlük yiyeceğine sahip olan kimsenin bütün dünya nimetine sahip olduğunu söylerdi. İnsanın dünyadan nasibini de giyilip eskitilen, yenilerek tüketilen ve hayır olarak sarf edilip kazanılan olarak özetler, Kasas suresinin ayetinin ifadesiyle Allah'ın verdiklerinde ahiret yurdunu gözetirdi. Vefatında, üzerinde iki yerinden yamalı bir elbise vardı. Zırhı, ailesinin geçimi için bir miktar arpa borç aldığı bir yahudinin elinde rehin olarak bulunuyordu. Ve evinde yiyecek olarak sadece bir avuç arpa vardı.

O'nun bu hali inancının, dünya hayatına bakışının, fedakârlığının ve cömertliğinin doğal bir sonucuydu. Yoksa bir zorlamanın ve dünyevi nimetlere olan soğukluğun eseri değil. Zira olanca sadeliğine rağmen bazen güzel yemekler yediği, güzel elbiseler giydiği olurdu. Nimeti takdir eder, Allah'ın bir lütfü ve ikramı olarak görürdü. O'nun yaptığı, içinde bulunulan ortamda yapılabilecek olanın en iyisini yapmaktan ibaretti.

Resul-i Ekrem'in tevazu ve sadeliği, kendini beğenmenin, gösteriş ve kibrin ve hatta her yerde bir şekilde kendine yer edinen bencilliğin bir elbisesi değil, aksine eşsiz bir samimiyet ve içtenliğin doğal bir muhafazası idi. Arkadaşları arasında bulunurken, O'nu fark edilmez yapan da işte bu özelliğiydi. Bir meclise geldiğinde boş bulduğu yere oturur, "Ben bir kral değilim" diyerek kendisi için ayağa kalkılmasını istemez, elinin öpülmesine müsaade etmezdi. Bir defasında kendisini görüp de heyecanlanan bir kimseye "Heyecanlanma! Ben kuru et yiyen bir kadının oğluyum" demişti. Kendisine "yaratılmışların en hayırlısı" diye hitap edildiğinde "Yaratılmışların en hayırlısı İbrahim idi." diyerek cevap vermiş, kendisi için Allah'ın O'na vermiş olduğu "Allah'ın kulu ve elçisi" vasfından başka bir vasfın kullanılmamasını istemişti. Sık sık bu konuda arkadaşlarını uyarır, şeytanın kendilerini kandırmaması için dikkatli olmalarını tavsiye ederdi.

Oğlu İbrahim vefat ettiği gün, güneş de tutulmuştu. Bazı kimselerin "işte bakın güneş de Resulullah'ın matemine iştirak ediyor" yollu düşünmeleri üzerine olaya hemen müdahale etmiş ve "güneş tutulması Allah'ın ayetlerinden biridir. Kimsenin ölüm veya doğumu üzerine meydana gelmez" diyerek insanların kendisine olan sevgi, hürmet ve bağlılıklarının yanlış mecralara kaymasını engellemiştir.

"Hristiyanların Meryem oğlu İsa'yı övmede aşırıya gittikleri gibi sizler de beni övmede aşırıya gitmeyin. Ben sadece bir kulum. Benim için sadece 'O, Allah'ın kulu ve Resulü'dür.' deyin." sözleri, O'nun bu konudaki hassasiyetinin güzel bir göstergesidir. Yine O'nun tevazu ve sadeliği, pasifliğin, acizliğin kendisine yüklediği geçici bir vasıf değil, aksine Allah sevgisi ve kulluk bilincinin incelik ve ruhi derinliğinin hayata doğru doğal bir inkişafıydı. Başarıları arttıkça, insanların sevgi ve bağlılığı çoğaldıkça O'nun büyük bir içtenlik ve tevazu ile Rabbine yönelişi, hayatının hiçbir safhasında bu sadelik ve tevazuundan taviz vermeyişi bunu açıkça göstermektedir.

Bizler Resul-i Ekrem'i, Hayber'i fethettiğinde, dizgini hurma ağacının kabuğundan yapılmış bir merkep üzerinde Hayber'e girerken düşündüğümüzde ya da yaşanan onca zorluğun ve çekilen onca hasretin ardından büyük fetihle birlikte, başını devesinin eyerine değecek kadar eğmiş, yüzü şefkat parıltılarıyla parlar olduğu halde Mekke'ye girerken gördüğümüzde eşsiz bir manzara ile karşı karşıya olduğumuzu idrak ederiz. O anda o, sadece Rabbini hamd ile tesbih ediyor ve O'ndan mağfiret diliyordu.

"Allah'ın yardımı ve fetih geldiğinde ve insanları bölük bölük Allah'ın dinine giriyor gördüğünde, Rabbini hamd ile tesbih et ve O'ndan mağfiret dile. Zira O tevbeleri çokça kabul edendir." (Nasr, /).

Yaşlı bir yük devesinin üzerinde, sırtında dört dirhem bile etmeyecek basit bir hırka, veda haccına giderken şöyle dua ediyordu: "Allah'ım! Bu haccı riya, gösteriş ve ünden uzak et."

İnsan kişiliğinin en açık ve net olarak gözlemlenebileceği yer, evidir. Resul-i Ekrem, Hz. Aişe'nin ifadesiyle evde normal, sıradan bir insan ne yapıyorsa onu yapardı. Kendi işini kendi yapardı. Elbisesini diker, yamar, ayakkabılarını tamir ederdi. Keçilerinin sütünü sağar, devesinin boynuna yağ sürer, evi süpürürdü. Evde ailesi ile meşgul olur, ezan okunduğunda da namaza giderdi. Sorumluluklarının fazlalığı ve ağırlığı O'nun hayatında herhangi bir açığa, ihmale meydan vermezdi. Düzenliydi, tertipliydi, yaşanması gerekli her şeyin O'nun hayatında bir yeri vardı. Eşlerini sever, onlarla ilgilenir, dini yaşayıp uygulamada, kötülüklerden temizlenip, iyiliklerle olgunlaşmada onlara rehberlik eder, aile sorumluluğu ile hareket ederdi. Onlar için en iyisi ve en güzelini, ahlaki faziletlerin en üstününü arzular, sevgi, şefkat ve ilgisi ile elinden geleni yapardı. Her akşam eşlerini ziyaret eder, onlarla sohbet ederdi. Geceleri onları namaza kaldırır, daima onları iyilik yapmaya teşvik ederdi. "Kişinin, eşinin ağzına koyduğu lokma sadakadır." der, kendisini ailesinin dünya ahiret saadetinden mesul tutardı. Hz. Aişe, Hz. Peygamber'in hiçbir eşine vurmadığını, kaba söz söylemediğini belirtir. Zaten Resul-i Ekrem, "En hayırlınız ailesine karşı en merhametli olanınızdır." derdi. Ailesine karşı en merhametli olan da oydu.

Çocuklarını çok sever, onlarla oynar, ilgilenirdi. Çocuk sevgisini merhametin bir eseri olarak görürdü. On çocuğu olduğu halde, onlardan hiçbirini öpmediğini söyleyen bedeviye "Allah, senin kalbinden merhameti aldıysa ben ne yapabilirim" demişti. Ahlak ve fazilet ile dolu hanelerinde manevi havayı, kendilerini kuşatmış olan sevgi ve şefkat halesi içinde teneffüs ederek yetişen çocuklarının her derdiyle ilgilenir, bir baba olarak bütün sorumluluklarını yerine getirirdi. Kız çocuklarını iyi yetiştirip, güzelce evlendirmeyi, cennetin anahtarlarından biri olarak görürdü. Erkek çocukları zaten daha küçük yaşlarda vefat etmişlerdi. Kızlarını ise büyütmüş ve evlendirmiş, torunları olmuştu. Yine onlarla ilgileniyor, onları ziyaret ediyordu. Gece namaza kalktıklarında onları da uyandırır, daima iyilik yapmaları, ahiret yurdu için hazırlanmaları gerektiğini söyler, "yarın kıyamet gününde ben sizler için bir şey yapamam" derdi. Bütün gayret ve çabası onların iyi birer kul, faziletli birer insan olmaları içindi. Bunun için herkesten önce onlardan sabır ve fedakarlık beklerdi. "Allahım! Muhammed ailesine geçinecek kadar rızık ihsan buyur" diye dua eder, ailesini her türlü aşırılık, lüks, israf ve cimrilikten, dünya malına düşkünlükten sakındırırdı.

Tehlike, sıkıntı ve zorluk olan yerlerde onları öne geçirir, menfaat, rahat ve kolaylığın olduğu yerlerde ise onları geriye alırdı. Bir defasında kızı Hz. Fatıma'yı ziyarete gitmiş, ancak içeride süslü bir perde gördüğünde, kapıdan geri dönmüştü. Sebebi sorulduğunda "benim dünya ile ne işim olabilir" demiş, kızına perdeyi satıp, bedelini ihtiyaç sahiplerine vermesi tavsiyesinde bulunmuştur. Hz. Fatıma, işlerinin yoğunluğu ve değirmende tahıl öğütmekten dolayı karşılaştığı zahmetten dolayı, kendilerine bir harp esirinin hizmetçi olarak verilmesini istediğinde, Hz. Peygamber, "Mescidde yatan aç ve çıplak insanlar varken, bu isteğinizi karşılayamam." diyerek, onların bu taleplerini geri çevirmiştir. Akşam olduğunda kızı ve damadının yanına giderek, "Size benden istediğinizden daha hayırlı bir şey söyleyeyim mi? Yatacağınız zaman 33 defa Allahu Ekber, 33 defa Elhamdulillah ve 33 defa da Subhanallah deyiniz." buyurmuştur.

Hz. Peygamber ve ailesinin, hiçbir sadakayı kabul etmemesi ve bunun kendilerine haram oluşu da bu açıdan çok önemlidir. Resul-ü Ekrem'e 10 yıl boyunca hizmet eden Hz. Enes'in şu şehadeti, Resul-ü Ekrem'in ev halkına muamelesini uzun uzadıya anlatmaya gerek bırakmamaktadır. "Resulullaha on yıl boyunca hizmet ettim. Bir kere bile bana, yaptığım bir şey için neden bunu yaptın, yapmadığım bir şey için de neden bunu yapmadın, demediler."

Mescidde, cemaate hitap ederken, sevgili torunları Hasan ile Hüseyin'in düşe kalka kendilerine doğru geldiklerini görünce, dayanamayıp hutbesine ara vermiş, aşağı inerek torunlarını kucağına almış, sonra da "Elbette ki mallarınız ve çocuklarınız sizin için birer imtihandır." ayetini okumuştur.

Yüce Allah, Nisâ sûresinin âyetinde şöyle buyurmaktadır:

"Allah'a kulluk edin ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya, yakınlara, yetimlere, düşkünlere, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya ve elinizin altında bulunanlara 'ihsan' üzere davranın. Muhakkak ki Allah, kendisini beğenen ve daima böbürlenip duran kimseyi sevmez."

İhsan, Resul-ü Ekrem'in içinde bulunduğu ilişkiler bütünündeki istisnâsız tutumuydu. Sevgi, şefkat, merhamet, hilm, nezaket, incelik, fedakârlık, cömertlik ve cesaret gibi üstün ahlâkî vasıflarının bir yumağı idi. "Gerçekten iman etmedikçe cennete giremezsiniz, gerçekten birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Sizlere gerçekten birbirinizi sevebilmenin yolunu öğreteyim mi? Selâmlaşınız." der, yemek yedirmeyi, tanıdık tanımadık herkese selâm vermeyi İslâm'ın en hayırlı amellerinden sayardı. Resul-ü Ekrem (a.s.m.) çevresindeki herkesle ilgilenir, karşılaştıklarına önce davranıp selâm verir, musâfaha ettiğinde karşısındaki elini çekmedikçe elini çekmez, birisiyle konuştuğunda muhâtabı sözünü bitirip ayrılmadıkça onu bırakmaz, döndüğünde bütün cephesiyle dönerdi.

Herkesi kuşatan sevgi ve ilgisi ahlâkının ayrılmaz parçasıydı. Anne ve babasını küçük yaşlarda kaybetmiş olmasına rağmen onları unutmamış, yıllar sonra bir vesile ile harap olmuş bir mezarın yanından geçerken durup oturmuş, ince ruhundan sızan gözyaşları ile 'Bu Vehb kızı Âmine'nin kabridir' demişti. Kendisine emeği geçenleri asla unutmaz, daima onları hayırla yâd ederdi. Amcası Ebû Tâlib'in hanımının, dadısı Ümmü Eymen'in, sütannesi Halime'nin ve ailesinin O'nun gönlünde özel bir yeri vardı. Sütannesi geldiğinde, onu hürmetle karşılar, ilgi ile ağırlar, hırkasını çıkarıp altına sererdi. Ölümü sonrasında babanın arkadaşlarına iyiliği merhametin gereklerinden sayar, 'içlerinde akrabaları ile ilişkilerini kesen bir kimsenin bulunduğu topluluğa Allah'ın rahmeti inmez' der, sırasıyla annenin, babanın, yakın akrabaların kişinin üzerinde hakları olduğunu beyan ederdi. Dostlarına karşı vefalı ve samimi idi. 26 yıl beraber yaşadıkları ilk eşi Hz. Hatice'yi daima hayırla yâd etmelesi, vefatından yıllar sonra bile bir koyun kestiklerinde bir parçasını Hz. Hatice annemizin arkadaşlarına göndermeleri, kızı Zeyneb'in, savaşta esir düşmüş kocasının fidyesi için annesinden yadigâr gerdanlığını Resul-ü Ekrem'e gönderdiğinde gerdanlığı görüp de ağlaması eşsiz bir vefânın örnekleri değil midir?

Resul-ü Ekrem, bir peygamber, bir insan, bir komutan, bir hâkim, bir dost, bir komşu, bir akraba Bir insan olarak bütün sorumluluklarını yerine getirir, hayatı her şeyiyle paylaşırdı. Kendisini arkadaşlarından ayırmaz, 'kendisini ayrıcalıklı göreni Allah sevmez' derdi. Ashabı ile birlikte oturur, fakirler ve kimsesizler ile birlikte yiyip içerdi. Onların konuşmalarına katılır, mecliste boş bulduğu yere otururdu. Meclisinde bulunan herkes ilgi ve sevgisinden hisse alır, her biri Resul-ü Ekrem'in en çok kendisini sevdiği duygusuna kapılırdı. Dertleriyle dertlenir, sevinçleriyle sevinir, gecesi gündüzüyle hayatı onlarla paylaşırdı. Yapılması gerekli bir iş olduğunda hemen el atar, Mescid-i Nebevî'nin yapımında, şehrin etrafına hendek kazımında olduğu gibi onlarla beraber çalışır, girdiği savaşlarda olduğu gibi tehlike anlarında hep ön plana çıkarak onlara örnek ve siper olurdu.

"Büyüklerine saygı duymayan, küçüklerini de sevmeyen kimse bizden değildir" der, çevresinde bulunan herkese güzelce muamele ederdi. Mekke'de iken arkadaşı Habbâb bin Eret'i bir yere göndermiş, dönünceye kadar da bu işi yapacak kimsesi olmadığından her gün Habbâb'ın evine giderek keçilerini sağmıştı. Hayber fethi sonrası Habeşistan muhacirleri Medine'ye döndüklerinde "Hangisine sevineyim, Hayber'in fethine mi, yoksa Cafer'in gelişine mi?" diyerek, arkadaşlarına olan sevgisini göstermiştir.

Ashabından biri vefat ettiğinde, arkasında mal bıraktıysa, onu mirasçılarına güzelce dağıtır, borç bıraktı ise onu üstlenip ödemeye çalışır, ödeyemediğinde "borçlu kimsenin cenaze namazını kılamam" diyerek Müslümanları borcu ödemeye teşvik ederdi.

İyilik ve takva üzere yardımlaşmak, kötülük, günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmamak, O'nun çevresindekiler ile ilişkisinin genel karakteriydi. Ashâbını eğitmek, kötülüklerden temizleyerek iyiliklerle olgunlaştırmak için elinden geleni yapar, dünya ve âhiret saâdetleri için gayret ederdi. Onlara olan sevgi ve samimiyetine halel gelmemesi için "bana birbiriniz hakkında herhangi bir şey söylemeyin. Zira ben hepinizin karşısına temiz bir kalple çıkmak isterim" der, kimsenin kusurunu araştırmaz, kimseyi de hatasından dolayı yargılamazdı. Bir kimse bir hata yapıp günah işlediğinde, isim belirtmeden, kırıp incitmeden durumu düzeltir, aynı şekilde şüpheli şeylere meydan vermeyerek onların kalplerini de muhafaza ederdi.

Hizmetinde bulunanlara evlâdı gibi muamele eder,

"Köleleriniz sizin kardeşlerinizdir. Onlara yediğinizden yedirin, giydiğinizden giydirin. Onlara köle, cariye değil, oğlum, kızım diye seslenin. Ağır bir iş vermeyin, verirseniz onlara yardımcı olun.",

"Köleleriniz hakkında Allah'tan korkun."

der, onları her fırsatta özgürlüğe kavuşturmayı en büyük iyiliklerden biri olarak görür, bütün esirlerine bu şekilde davranıp her birini özgürlüğüne kavuşturarak ashabına örnek olurdu.

Çocukları sever, onları yolda oynarken gördüğünde selâm verir, bineğine bindirir, aralarına karışırdı. Bazen bir hizmetçi, bir cariye teklifsiz yanına gelir, kendisine yardım etmesini ister, o da hemen kalkıp onların işini görürdü. Dulların ihtiyaçlarını karşılar, yaşlı insanlara daima yardımcı olurdu. Medine'de yaşlılık sebebiyle bunamış bir kadın vardı. Bir gün bu kadın Resul-ü Ekrem'e gelmiş, "Muhammed, seninle bir işim var" demişti. Resul-ü Ekrem de onunla beraber sokağa çıkmış, oturarak onu dinlemiş ve isteğini yerine getirmişti.

Sâliha kadını dünya nimetlerinin en güzeli olarak görür, "kadınlar hakkında Allah'tan korkun" derdi. Bir gün çok sayıda kadın akrabası Peygamberimiz'in etrafına oturmuş, yüksek sesle konuşuyorlardı. Hz. Ömer içeri girince hepsi susmuş ve çekilmişler, Resulullah da bu duruma gülmüştü. Hz. Ömer, "Ey Allah'ın Resulü, Allah seni hep mütebessim kılsın, neden güldün?" diye sorunca, Resul-ü Ekrem, kadınların ondan çekinip de sakınmalarına güldüğünü söyledi. Hz. Ömer'in "benden değil, Resulullah'tan korkun" sözü üzerine kadınlardan biri "O, senin kadar hiddetli değildir" demişti. Medine'ye girerken yol kenarında şarkı söyleyen küçük kız çocuklarını gördüğünde "Beni seviyor musunuz?" diye sormuş, "evet yâ Resulallah, seni seviyoruz" demeleri üzerine "Ben de sizleri seviyorum" demiştir.

Resul-ü Ekrem, "Geniş olun! Zira Yüce Allah, geniş olanı sever" der, genişliği, hilmi ve anlayışı ile ashabına örnek olurdu. İnsanları, zayıflıkları, ihtiyaçları ve idealleri ile bütün olarak değerlendirir, onlara yadırgayıcı ve yargılayıcı olarak değil, anlayışlı bir yol gösterici olarak muamele ederdi. Anlamak, affetmek ve yol göstermek, O'nun insanlara karşı tavrının özüydü. "Hizmetçimi bir günde kaç defa affedeyim?" diye soran bir kimseye "Yetmiş defa affet!" diye cevap vermiştir. Bir defasında bahçesine izinsiz girip de hurma toplayıp yiyen ve biraz da elbisesinin cebine koyan bir kimseyi azarlayarak ve elbisesini soyarak Resul-ü Ekrem'e şikâyet eden birine, "O, bilmiyordu, ona öğretmeliydin, o, açtı, onu doyurmalıydın!" diyerek bahçe sahibine nasıl davranması gerektiğini öğretmişti.

Çöllerde göçebe halinde yaşayan bedevî insanlar, Medine'ye geldiklerinde Resul-ü Ekrem onlarla ilgilenir, kabalıklarını yadırgamazdı. Bir defasında yolda giderken bir bedevî gelmiş, Resul-ü Ekrem'in hırkasını arkadan çekerek "Muhammed! Yanındaki Allah'ın malından bana ver" demişti. Çekilen hırkası boynunda iz yapmış, Peygamberimiz bu haliyle dönmüş, tebessüm ederek arkadaşlarına "evet, istediğini verin" demişti.

Resulullah (a.s.m.) Hz. Âişe'nin ifadesiyle hiçbir zaman şahsî intikam peşinde koşmamıştı. Kötülüklere iyilikle mukabelede bulunurdu. O, her zaman kerem sahibi, yüce gönüllü idi. Hayatı boyunca O'na tuzaklar kuran münafıklar, Yahudiler ve müşrikler de onun kerem ve şefkatinden nasiplerini almışlardı. Hayatını anlatan eserlerde, O'nun, münafıkların reisi Abdullah bin Übeyy vefat ettiğinde gömleğini kefen olarak ona verdiğini, olanca entrikalarına karşılık Yahudilere olan güzel ve âdil muâmelesini ve de onca mücadelenin neticesinde Mekke'ye girdiğinde orada müşriklere "gidiniz, hepiniz özgürsünüz" diyerek "Bugün sizi kınamak yok, Allah sizleri affetsin. O, merhametlilerin en merhametlisidir." (Yusuf, /2) ayetiyle hitap etmiş olduğunu, kendisini taşlayıp horlayanlar için, canına kastedip kendisiyle savaşanlar için Yüce Allah'a, "Allah'ım, onları affet, çünkü onlar bilmiyorlar." şeklinde dua ettiğini okuduğumuzda "(Ey Muhammed) Sen af yolunu tut, bağışla, iyiliği emret, cahillere de aldırma." (A'râf, 7/) ayetinin hayata konabileceğini ve yine Resul-ü Ekrem'in "Rabbim, bana intikam alacak gücüme rağmen düşmanlarımı affetmemi, benimle ilişkisini kesenle görüşmemi ve beni mahrum bırakana vermemi emretti" sözünün hakikatini daha iyi anlayabiliyoruz.

Yüce Allah, Âl-i İmrân Sûresinin âyetinde şöyle buyurmaktadır:

" Allah'ın rahmeti ile onlara yumuşak davrandın. Kaba, katı yürekli olsaydın, zaten etrafından dağılıp giderlerdi. Öyleyse onları affet, bağışlanmaları için dua et ve işlerinde onlara danış. Kararını verdiğinde de artık Allah'a tevekkül et. Zira O, kendisine tevekkül edenleri sever."

Ayette ifade edilen Allah'ın rahmetinden kaynaklanan "yumuşaklığın" ve gerçekten eşsiz bir şekilde insanların küçüğüyle büyüğüyle, kadınıyla erkeğiyle, fakiriyle zenginiyle O'nun etrafında sevgiden bir tek vücut haline gelmelerinin sırrını merak eden için, namazı uzun tutup da cemaatten bazılarını usandıran sahabesini "namaz kıldırırken fazla uzun tutma. Cemaatte yaşlı olan, hasta olan vardır" diyerek uyaran ya da "nice zaman olur, uzunca bir namaz kılayım, diye namaza başlarım da, ağlayan bir çocuk sesi işittiğimde, arkamda namaz kılan annesinin şefkat duygularını bildiğimden, namazı kısa tutarım" diyen peygamberi düşünmek yeterlidir.

Naz ve nimet içinde büyüdüğü halde, Müslüman olması sebebiyle ailesi tarafından dışlanıp fakr u zarûrete dûçar kalan Mus'ab bin Umeyr'i yırtık-pırtık elbiseler içinde gördüğünde gözyaşları akıtarak onun bu fedâkârlığına saygı gösteren, Câbir bin Abdullah'ın ifadesiyle, kendisinden bir şey istenildiğinde asla "hayır!" demeyen, kapısına gelenleri boş çevirmediğinden nice geceler ailesi ile birlikte aç yatan, elinde kalmış bir miktar parayı verecek bir fakir bulamadığında, o parayı alıp evine gidip yatmaktan utanıp da mescidde yatan ve sabahleyin bir fakir bulunup da o parayla ihtiyacı karşılandığında Allah'a hamd edip evine giden Evet, bu ve benzeri örneklerde Resulullah'ın eşsiz ahlâkını görmek mümkündür.

Hz. Peygamber, hediyeleşmeyi tavsiye eder, bunun sevgiyi arttırıp dostlukları pekiştireceğini söylerdi. Sadaka kabul etmemesine rağmen hediye kabul eder ve daha güzeli ile hediyelere karşılık verirdi. Varını yoğunu çevresindeki yoksul, ihtiyaç sahibi kimselerle paylaşır, verecek bir şeyi olmadığında da güzel sözler ile gönüllerini doyururdu. Gelir kaynaklarını, ailesinin geçimi için ayırdığı bir kısmı müstesna, fakirlere dağıtılacak şekilde düzenlemiştir. Cimrilik ve kötü huyun müminde bulunmayacağını söyler, insanların durumunu düzeltmek için elindeki tüm imkânları seferber ederdi. Bazen ödünç aldığı bir şeyi fazlasıyla geri öder, bazen satın aldığına anlaştıkları fiyatın fazlasını verir, bazen de ihtiyaç sahibi olduğunu anladığı bir kimseden bir şey satın alır, sonra da onu ona hediye ederdi.

İbn Abbas'ın deyimiyle O, hayırlı işlerde rüzgârdan daha fazla cömerttir. Dostu Ebû Zer'e fakirleri sevmeyi ve onlara yakın olmayı tavsiye etmiş, sevgili eşi Hz. Âişe'ye de "Ey Âişe! Hiçbir zaman muhtaç birini kapından boş çevirme, verebileceğin yarım bir hurma da olsa ver. Ey Âişe! Fakirleri sev, yakınına al ki Allah da kıyamet gününde seni yakınına alsın." diye nasihat etmişti. Sık sık "Ey Allah'ım! Beni fakir bir insan olarak yaşat, bana fakir bir insan olarak ölmeyi nasip et ve beni fakirlerin arasında dirilt." diye duâ eder, Yüce Allah'tan, gerçek zenginlik olarak tanımladığı "gönül zenginliği" isterdi.

Ashabının en fakir ve yoksul olanları, bir de devamlı eğitim-öğretimle meşgul olduklarından geçim sıkıntısı çekenleri, Ashâb-ı Suffe olarak tanınırlardı. Zira genelde mescitte kalırlar, Hz. Peygamber'in yanından ayrılmazlardı. Resul-ü Ekrem, her şeyini onlarla paylaşır, yemeğini onlarla yerdi. Büyük bir kazanı vardı. Yemek onda pişirilir ve beraberce yenilirdi. Onlar, O'nun daimî misafirleriydi. Bütün müminler de öyle. "Allah'a ve ahiret gününe iman eden kimse, misafirine ikram etsin." diyerek "yemeğini, bıçağın deve hörgücüne gelmesinden daha çabuk ikram edildiği eve hayrın geleceğini" ve misafiri kapıya kadar geçirmenin sünnetin bir parçası olduğunu söylerdi.

Yetimlere bakmanın, şefkat göstermenin üstünlüğünden bahseder, dul ve miskinlere bakmanın Allah yolunda savaşmak veya gündüz oruç tutup gece namaz kılmak gibi olduğunu söylerdi. Ebû Zer'e bir gece yürürlerken "Ebû Zer! Şu Uhud dağı altın olsa da bana verilse, borcum için ayıracağım müstesna, bir dirheminin bile yanımda üç gün kalmasını istemem." demiştir.

Resul-ü Ekrem, yağan yağmur tanelerinde Allah'la olan ahdi görür, "her bir canlıya yapılan iyiliğin sevap olduğunu" söylerdi. Sırtı karnına yapışmış bir deveye rastladığında sahibine, "Bu dilsiz hayvanlar hakkında Allah'tan korkun, onlara güzelce binin, onları güzelce doyurun." demiştir. Yine bir defasında:

"Otu bol bir yerde yolculuk ederseniz, devenize yerden nasibini verin. Eğer kurak bir bölgede yolculuk ederseniz, oradan süratle geçin. Eğer geceleyin bir yerde konaklarsanız, sakın yol kenarında konaklamayın, zira yol, geceleyin hayvanların gidip geldiği, böceklerin yuvalandığı yerdir."

buyurmuşlardı. Canlılara iyi davranır, hayata Allah'ın bir emaneti olarak bakardı.

Resul-ü Ekrem, yüksek sesle konuşmaz, arkadaşlarının yanında ayaklarını uzatmazdı. Ashabından Ebû Said el-Hudrî'nin ifadesiyle "bâkire kızlardan daha hayâlı idi, hoşlanıp hoşlanmadıkları yüzünden anlaşılırdı." Ağızının içi görülecek şekilde kahkaha ile gülmezdi. Hayânın, imanın bir parçası olduğunu beyan ile bir defasında "hayâ imandandır ve hayâlı olan kişi cennettedir. Hayâsızlık kalbin katılığındandır. Kalbi katı olan ise cehennemdedir" buyurmuşlardı.

Yine bir defasında Hz. Âişe'ye "cezasını ben çekecek bile olsam, hiç kimsenin kabahati hakkında konuşmak istemem" demişlerdi. Asla kaba ifadeler kullanmaz, hayâ duygusunu davranışların kontrol mekanizması olarak görürdü. "Utanmadıktan sonra dilediğini yap!" sözü Peygamberlerin ortak sözü olup bunun en güzel ifadesi değil midir? O'nun hayâsı ve utangaçlığı, O'nu, soyutlanmaya, pasifleşmeye sevk etmez, yapması gerekenin ardında bırakmazdı. Zaten O'nun hayatı, Mekke'de yaşadıklarıyla, Medine'de yaşadıklarıyla, bütünüyle şükrün ve sabrın, Allah'a derin bir bağlılığın ve tevekkülün, azim ve sebatkârlığın ve nihayet eşsiz bir cesaretin en somut örnekleri ile doludur.

Dinî, tebliğ süreci incelendiğinde sözlerin ifadeden aciz kalacağı bir manzara ile karşılaşılır. Derin bir huşu ile sarsılmaz bir iman ve azim ile Bu gerçeği ifade için, "kendisine yapılan her türlü teklife karşılık olarak verdiği şu tarihî cevabın yeterli olacağını düşünüyoruz: "Güneşi sağ elime, ayı da sol elime koysalar ben, yine de davamdan vazgeçmem!" Hz. Ali der ki: "Bedir'de savaş bütün şiddetiyle devam ederken bazen biz Resulullah'ın arkasına sığınırdık. En cesurumuz O idi. Düşman saflarına en yakın yerde O bulunurdu."

Hayâsı, cesaretine gölge olmadığı gibi, ciddiyet ve vakarı da neşe ve tebessümüne engel olmazdı. Allah ile beraberliği sıcak ve canlı muaşeretine perde olmazdı. Abdullah bin Hâris, Resulullah'tan daha hoş ve mütebessim bir kimse görmediğini söylerdi. Ashabıyla şakalaşır ve onlarla beraber gülerdi. Küçük kuşunun ölümüne üzülen Enes'in küçük kardeşine: "Ebû Umeyr! Nuheyr'e (küçük serçe) ne oldu?" diye soracak kadar çevresiyle ilgiliydi. "Bir peygamber zırhını giydi mi artık onu çıkarmaz" diyecek kadar sebatkâr, "Allah'ın hizmetçileri sefahat içinde yaşamazlar" diyecek kadar da fedakârdı.

Karamsarlık, O'nun kalbinde bir yer bulamaz, imanı ve samimiyeti ile hayatın her anında, her türlü şart altında sorumluluk bilinciyle hareket ederdi. Kıyametin kopması esnasında bile eldeki fidanın dikilmesini tavsiye edecek kadar "hayır" ve "sorumluluk" anlayışına sahipti. Vefatına sebep olacak hastalığı ağırlaştığı için Hz. Ebû Bekir'i imamlığa geçirmiş, biraz iyileşip de odasının kapısından huşu ile namaz kılan ashâbını gördüğünde Allah'a hamd etmişti. Vefatı esnasında, hazırlatıp Üsâme bin Zeyd'i kumandan tayin ettiği son ordusu sefere hazır halde şehrin dışında bekliyordu. Belki bu ordu, O'nun yeryüzüne diktiği son fidanıydı.

Hayatı boyunca insanlar için tek üstünlük ve fazilet ölçüsü olarak "takva"ya başvurmuş, "Üstünlük ancak takva iledir." diyerek her türlü emaneti ehli olana tevdi etmişti. Bu evrensel ilke Hz. Üsâme'nin kumandanlığında ne güzel parıldıyordu.
Hz. Hatice'nin oğlu Hind bin Hâle, Resul-ü Ekrem'i bize şöyle tanıtır:

"Resulullah'ın hüzün ve tefekkür içinde olmadığı bir an yoktu. Devamlı tefekkür ederdi. O'nun için rahat yoktu. Çoğu zaman sükût eder, gereksiz yere konuşmazdı. Söze başlayınca mağrur ve kibirli kimseler gibi dudak ucuyla konuşmaz, kelimeleri gayet güzel telaffuz ederdi. Güzel konuşurdu. Sözleri, hakkı batıldan ayırırdı. Ne fazla, ne de eksik, gerektiği kadar konuşurdu. Sert ve kaba bir insan değildi. Başkalarını hiçbir zaman hor ve hakir görmezdi. Nimet az bile olsa, ona büyük değer verir, asla nankörlük etmez, onu hiçbir şekilde kötülemezdi. Yiyecek ve içecekleri ne över ne de kötülerdi. Dünya için ve dünyada kendisini ilgilendiren işler için asla öfkelenmezdi. Fakat hakka tecavüz söz konusu olduğunda hakkı sahibine iade etmedikçe ve haksızı gereğince cezalandırmadıkça öfkesi dinmezdi. Kendisine ait bir şey için asla kızmaz ve intikam almazdı. Bir şeye işaret ettiğinde parmağıyla değil, bütün eliyle işaret eder, bir şeye hayret ettiğinde elini ters çevirirdi. Konuşurken ellerini birleştirir ve sağ elinin ayasını sol elinin başparmağının iç tarafına vururdu. Öfkelendiğinde hemen vazgeçer ve bunun için büyük gayret sarf ederdi. Sevindiği zaman gözlerini yumardı. En fazla güldüğünde tebessüm eder, gülümsediğinde de dişleri dolu taneleri gibi gözükürdü. Kahkaha ile gülmezdi"

Resul-ü Ekrem, ilk İlâhî vahye mazhar olduğunda sevgili eşi Hz. Hatice, onu şu şekilde teselli etmişti:

"Cenâb-ı Hak, hiçbir vakit seni mahcup etmeyecektir. Çünkü sen yakınlık bağlarına saygı gösteriyor, borçluların borcunu veriyor, fakirlere yardım ediyorsun. Misafirlerini ağırlıyor, doğruları destekliyor, yükünü taşıyamayanlara yardımcı oluyorsun."

Yine Hz. Âişe annemiz de Resul-ü Ekrem hakkında şu sözleri söylüyordu:

"Hz. Peygamber hiç kimseyi azarlamazdı. Kendisine fenalık edenlere fenalıkla mukabele etmezdi. Kendisine yapılan kötülüklere göz yumar, faillerini bağışlardı. Bir şey hakkında iki şıktan birini tercih durumunda kaldığında günah olmamak kaydıyla kolay olanını seçerdi. Şahsına yapılan bir kötülüğün intikamını almaz, ancak bir kimse İlâhî emirlere isyan ettiğinde onu hak ettiği cezaya çarptırırdı. Resul-ü Ekrem, hiçbir Müslümanı ismiyle lânetlememiş, hiçbir kadın, köle, cariye, hizmetçi veya hayvanı dövmemiş ve hiçbir kimsenin meşru ricasını reddetmemiştir. Evine her girdiğinde tebessüm eder, arkadaşları arasında oturduğu zaman kesinlikle ayağını uzatmaz, sözlerini dinleyenlerin ezberleyebileceği kadar ağır ağır söylerdi."

Hz. Hüseyin, babasından kendisine dedesini anlatmasını istediğinde Hz. Ali, Resul-ü Ekrem'i şöyle anlatmıştı:

"Resulullah, söz ve davranışlarında hep mutedil olmuş, hiçbir zaman haddi aşmamış, çirkin bir söz söylememiş, çirkin bir davranışta bulunmamıştır. Bunun için özel bir gayret de sarf etmemiştir. Çarşı ve pazarlarda çok dolaşmazdı. Kötülüğe kötülükle mukabele etmezdi. Affeder ve bağışlardı. Allah yolunda cihad müstesna, hiçbir şeye eliyle vurmamıştır. Hiçbir hizmetçisini ve hanımını dövmemiştir. Kendi şahsına yapılan zulümlerden intikam aldığını hiç görmedim. Allah'ın haramları çiğnendiğinde ise şiddetle öfkelenirdi. İki şeyden birini tercih etmede muhayyer bırakıldığında kolay olanı tercih ederlerdi. Evine girdiğinde herkes gibi elbisesini temizler, koyununu sağar ve kendi hizmetini kendisi görürdü."

"Lüzumsuz konuşmazdı. Müslümanları birbirine ısındıracak ve birbirlerinden nefret ettirmeyecek şekilde konuşurdu. Her kabilenin güzel hasletli insanlarına ikramda bulunur ve onları kavmine başkan tayin ederdi. Halkı hatalı işler ve sözlerden sakındırır, kendisi de sakınırdı. Güzel yüzünü ve güzel ahlâkını kimseden esirgemezdi. Ashabını daima arar, halka olup biten hâdiseleri sorardı. İyiliği över ve pekiştirir, ona güç katardı. Kötülüğü zemmeder ve onu zayıf düşürürdü. Her işinde itidal üzereydi, ihtilâfsızdı. Müslümanların gaflete düşmesinden korkar, onları ikaz etmeyi ihmal etmezdi. Her halinde ibadet ve iyiliğe hazırdı. Hakkın sınırını aşmadığı gibi, hakkı yerine getirmekten de geri kalmazdı. O'na yakın olanlar halkın en hayırlılarıydı. O'nun yanında arkadaşlarının en üstünü nasihati en yaygın ve kuşatıcı olanıydı. Mertebesi en yüksek olanlar da insanların durumunu düzeltmek için canıyla, malıyla çalışan, iyilik ve yardımı en güzel olanlardı."

"Hz. Peygamber kalkarken de otururken de hep Allah'ı zikirle meşgul olurdu. Bir cemaatin yanına geldiğinde üst başa geçmez, hemen meclisin sonuna otururdu. Ashabına da bunu emrederdi. Kendisiyle beraber oturan herkese değer verirdi. Orada bulunanların her biri kendisini en itibarlı kişi zannederdi. Kendisiyle oturan ya da bir ihtiyacı için yanına gelen kimseye dönüp gidinceye kadar sabrederdi. Biri bir istekte bulunursa onu hemen yerine getirir, imkânı olmadığında tatlı dille bunu anlatırdı. Gönlü ve hoşgörüsü bütün insanlığı kuşatacak kadar genişti. Onlara şefkatli ve merhametli bir baba olmuştu. Hak konusunda herkes O'nun katında eşitti."

"Resulullah'ın meclisi bir ilim, hayâ, sabır ve emanet meclisiydi. Orada yüksek sesle konuşulmaz, hiç kimse ayıplanmaz ve kimsenin ayıp ve kusuru dışarı vurulup yayılmazdı. O meclisteki herkes eşitti. Tek üstünlük ölçüsü takva idi. Büyüklere saygı gösterir, küçüklere şefkat ve merhametle muâmele ederdi. Fakir ve muhtaç olanları, kendisine tercih eder, garipleri koruyup gözetirdi."

"Resulullah daima güler yüzlü, yumuşak huylu, şefkat ve merhameti bol bir insandı. Sert ve kaba sözlü değildi. Orada burada dolaşıp durmaz, kimsenin ayıp ve kusurunu araştırmazdı. Cimri bir insan değildi. Hoşuna gitmeyen şeyleri görmezlikten gelirdi. Hiç kimsenin ümidini kırmaz, hoşlanmadığı bir söz ya da davranışı sükûtla karşılardı."

Kendi hesabına şu üç şeyden sakınırdı:

1. İnsanlarla münakaşa ve mücadele etmekten,
2. Boş sözlerden,
3. Yararsız ve boş şeylerle, kendisini ilgilendirmeyen işlerle uğraşmaktan.

Başkaları hesabına da şu üç şeyden uzak dururdu:

1. İnsanları tenkit etmekten,
2. İnsanların ayıp ve kusurlarını, gizli hallerini araştırmaktan,
3. İnsanlara hakaret etmekten.

Resulullah konuşurken mecliste bulunanlar başlarını öne eğer, başlarına kuş konmuş gibi hareketsiz dururlardı. Hz. Peygamber sustuğunda konuşurlar, ama asla O'nun yanında tartışmazlardı. Biri konuşacak olursa, diğerleri o sözünü bitirinceye kadar sessizce beklerlerdi. Hz. Peygamber, ilk konuşanın sözüyle son konuşanın sözünü aynı dikkatle dinler, asla bıkkınlık göstermezdi. Onların güldüklerine güler, onların hayret ettiklerine de hayret ederdi." "Yabancıların konuşma ve sorularındaki kabalık ve sertliğe ashabı da kendisi gibi davransın düşüncesiyle sabrederdi. "Bir ihtiyaç sahibinin muhtaç olduğu şeyi aradığını görürseniz onun bu ihtiyacını karşılayınız veya ona yardım ediniz" derdi. Kendini, olduğu gibi göstermeyen övgüleri kabul etmezdi. Hakkın sınırını aşmadıkça kimsenin sözünü kesmezdi. Hakkın sınırı aşıldığında ya müdahale eder ya da kalkıp giderdi." "İnsanların gönülce en cömerdi, dilce en doğrusuydu. Tabiat itibarıyla en yumuşak huylusu, soyca da en şereflisiydi. O'nu ansızın görenler heyecana kapılır, tanıma imkânına erenler ise O'nu severdi."
Enes bin Mâlik de der ki: "Resulullah'ın elinden daha yumuşak bir dibace veya ipekli kumaşa dokunmadım. O'nun kokusundan daha güzel bir koku koklamadım."

Resul-ü Ekrem'in ahlâkını birazcık olsun öğrenebilmek adına tarihî tecrübe ve tanıklıklar içerisindeki bu küçük seyrimizin sonunda diyebiliriz ki, söz biter, kalem kırılır, kulaklardan kalplere sadece Yüce Allah'ın,

"Şanım hakkı için, size kendi içinizden bir Resul geldi ki, sıkıntıya uğramanız ona çok ağır geliyor, üzerinize hırs ile titriyor, müminlere de pek raûf, pek rahîm."(Tevbe, 9/)

âyetinin eşsiz ifadesi akar. Hamd olsun Alemlerin Rabbi Allah'a! Salât u selâm da mesajlarıyla insanlara rehber, hayatlarıyla da ışık olan kutlu elçilerine.

Peygamberimizin Ahlakı ile İlgili Hadisler

Peygamber (s.a.v.) Efendimizin ahlâkı nasıldı? Peygamberimizin (s.a.v.) ahlâki özellikleri nelerdir? Peygamberimizin (s.a.v.) örnek ahlâkı ile ilgili hadisler.

Tarih boyunca Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz dışında, her yönüne alâka duyulmuş ve bütün özellikleri inceden inceye tespit edilmiş ikinci bir insan daha bulmak mümkün değildir. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in, örnek şahsiyetini oluşturan bütün hususlar anlatılmaya çalışılsa, ciltlerle kitap yetmez.

İslâmî ilimler de, temelde[1] ve ictihad[2] noktasında Allah Rasûlü’nün çeşitli yönlerini kendilerine delil edinmişlerdir. Bu sebepledir ki Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in her yönü değişik ilim dalları tarafından ayrı ayrı ele alınıp işlenmeye çalışılmıştır.

Nitekim küsur seneden beri te’lîf edilen bütün İslâmî eserler, bir kitâbı, yani Kur’ân-ı Kerîm’i ve bir insanı, yani Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i îzah etme gayreti içindedir.

Bir yaratılış hârikası olan Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i, beşerî istîdad ve tâkat dâhilinde kâmilen kavrayabilmemiz mümkün değildir. Çünkü bu âlemden alınan intibâlar, O’nu îzah ve idrâkte kifâyetsiz kalır. Bir bardağa, bir ummânı sığdırmak mümkün olmadığı gibi, Nûr-i Muhammedî’yi idrâk de lâyıkıyla mümkün değildir.

PEYGAMBERİMİZİN SÎMÂ VE AHLÂK GÜZELLİĞİ

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sûreti güzel, sîreti mükemmel, misli yaratılmamış bir vücûd-i mübârektir. Allah Rasûlü’nün sûret ve sîret mükemmelliğini lâyıkıyla ifâde edebilmek mümkün değildir. Nitekim İmam Kurtubî:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hüsn-i cemâli tamâmen zâhir olmamıştır. Eğer O’nun bütün güzellikleri olanca hakîkati ile gösterilmiş olsaydı, ashâbı O’na bakmaya tâkat getiremezdi.” demiştir.[3]

Hakîkaten, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile devamlı beraber olanlar arasında bile, edeplerinden dolayı O’nun nûr cemâlini doyasıya seyredebilenler pek azdı. Hattâ, sohbet hâlinde iken, Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ömer dışındaki ashâbın hep önlerine baktıkları, Hazret-i Peygamber’le sadece bu iki sahâbînin gözgöze gelebildikleri rivâyet edilir. Onlar Muhterem Efendimiz’e bakıp tebessüm ederler, Fahr-i Kâinât Efendimiz de onlara iltifat edip tebessüm buyururdu. (Tirmizî, Menâkıb, 16/)

Bu durumu, daha sonra Mısır fâtihi ünvânı ile tarihe geçen Amr bin Âs -radıyallâhu anh- âhir ömründe şöyle dile getirmiştir:

“Rasûlullah Efendimiz’le uzun zaman birlikte bulundum. Fakat O’nun huzûrunda duyduğum hayâ hissi ve O’na karşı beslediğim tâzim duygusu sebebiyle, başımı kaldırıp da doya doya mübârek ve nûrlu yüzlerini seyredemedim. Eğer bugün bana; «Bize Rasûlullâh’ı tavsîf et, O’nu anlat.» deseler, inanın anlatamam.”(Müslim, Îmân, )[4]

Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in etrafına îtimat ve huzur telkîn eden mübârek yüzü, yüzlerin en güzel ve en temizi idi. Yahudî âlimlerinden Abdullah bin Selâm, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Medîne’ye hicret edince merakla yanına varmış, vech-i mübâreklerine bakınca da:

“Bu yüz aslâ yalan söylemez!” diyerek Müslüman olmuştu. (Tir­mi­zî, Kı­yâ­me, 42/; Ah­med, V, )

Çünkü O’ndaki güzellik, heybet, nûrâniyet ve letâfet o derecede idi ki, Allâh’ın peygamberi olduğuna dâir, ayrıca bir mûcize, delil ve bürhâna ihtiyaç yoktu.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir şeyi arzu etmediği zaman, derhâl sîmâlarından fark edilir, bir şeyi beğenince de memnûniyeti hissedilirdi.

Cism-i nazîfânelerinde zindelik, kuvvetli hayâ ve müthiş bir azim bir arada idi. Rikkat-i kalbiyesinin derinliğini îzah etmek ise mümkün değildir.

Yüzünde nûr-i melâhat, sözlerinde selâset (akıcılık), hareketlerinde letâfet, lisânında talâkat, kelimelerinde fesâhat, beyânında fevkalâde belâğat vardı.

Fuzûlî söz söylemeyip her kelâmı hikmet ve nasîhat idi. Lügatinde aslâ dedikodu ve mâlâyâni yoktu. Herkesin akıl ve idrâkine göre söz söylerdi.

Mülâyim ve mütevâzı idi. Gülmesinde kahkaha gibi aşırılık olmazdı. Dâimâ mütebessim idi.

O’nu ansızın gören kimseyi haşyet sarardı. O’nunla ülfet ve sohbet eden kimse, O’na cân u gönülden âşık ve muhib olurdu.

Derecelerine göre fazîlet erbâbına ihtirâm eylerdi. Akrabâsına da ziyâde ikram ederdi. Ehl-i beytine ve ashâbına hüsn-i muâmele ettiği gibi, diğer insanlara dahî rıfk ve lutuf ile muâmele ederdi.

Hizmetkârlarını pek hoş tutardı. Kendisi ne yer ve ne giyer ise, onlara da onu yedirir ve giydirirdi. Cömert, ikram sahibi, şefkatli ve merhametli, gerektiğinde cesur ve gerektiğinde de halîm idi.

O’nun cömertlik ve kerem husûsundaki derecesini lâyıkıyla takdîr edebilmek mümkün değildir. O’nun cömertliği, fakirlikten korkmayan bir kimsenin ikram edişinden daha ileri seviyede idi.

Hazret-i Câbir -radıyallâhu anh-’ın beyânı vechile:

“Kendisinden bir şey istendiğinde, «hayır» dediği vâkî değildi.”(Müslim, Fedâil, 56)

Akrabâlarını en çok ziyâret eden, halka en fazla şefkat ve merhamet gösteren, insanlara en güzel şekilde muâmele eden, kötü ahlâktan en çok sakınan, en güzel edep ve ahlâk sahibi, O idi.

“Kıyâmet gününde mü’min kulun terazisinde güzel ahlâktan daha ağır bir şey bulunmaz. Allah Teâlâ çirkin hareketler yapan, çirkin sözler söyleyen kimseden nefret eder.”buyururdu. (Tirmizî, Birr, 62/)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ahid ve vaadinde sâbit ve sözünde sâdık idi. Ahlâk, akıl ve zekâ bakımından bütün insanlardan üstün ve her türlü medh ü senâya lâyık idi.

Hüznü dâimî, tefekkürü aralıksız idi. Zarûret olmaksızın konuşmazdı. Sükûnet hâli uzun sürerdi. Bir söze başlayınca onu yarım bırakmaz, tamamlardı. Birçok mânâları birkaç kelimede toplar öyle söylerdi. (Cevâmiu’l-kelim idi.) Sözleri tane tane idi. Ne lüzûmundan fazla ne de az idi. Yaratılış olarak yumuşak olmasına rağmen gâyet salâbetli ve heybetli idi.

Hakka itiraz edilmesinin ve hakkın çiğnenmesinin hâricinde öfkelenmezdi. Bir hak çiğnendiği zaman, hak yerini buluncaya kadar öfkesi devam ederdi. Ancak hakkı tevzî ettikten sonra sükûnete bürünürdü. Aslâ kendisi için öfkelenmezdi. Sırf şahsına taalluk eden bir hususta kendisini müdâfaa etmez, kimseyle münâkaşaya girişmezdi.

O, kimsenin hânesine izin almadıkça girmezdi. Hâne-i saâdetlerine geldiği zaman da evde kalacağı müddeti üçe bölerdi; birini Allâh’a ibâdete, diğer vaktini âilesine, üçüncüsünü de şahsına ayırırdı. Kendisine ayırdığı zamanını avâm-havâs insanların hepsine tahsîs eder, onlardan kimseyi mahrum bırakmazdı. Hepsinin gönlünü fethederdi.

Belli bir yerinde oturmanın âdet edinilmesini önlemek için mescidlerin her yerinde oturduğu olurdu. Yerlere ve makamlara kudsiyyet izâfe edilmesini ve meclislerde tekebbüre medâr olacak bir tavır takınılmasını istemezdi. Bir meclise girince, neresi boş kalmışsa oraya oturur, herkesin de öyle yapmasını arzu ederdi.

Kim O’ndan herhangi bir ihtiyacını gidermek için bir şey istese, o ister ehemmiyetli, ister ehemmiyetsiz olsun, onu yerine getirmeden huzur bulamaz, ihtiyacı halletmesi mümkün olmadığı takdîrde, hiç olmazsa güzel bir söz ile muhâtabının gönlünü almaktan geri kalmazdı. O, herkesin dert ortağı idi. İnsanlar, hangi makam ve mevkîde olursa olsun, zengin-fakir, âlim-câhil O’nun yanında insan olmak haysiyetiyle müsâvî bir muâmeleye nâil olurlardı. Bütün meclisleri hilim, ilim, hayâ, sabır, tevekkül ve emânet gibi fazîletlerin cârî ve hâkim olduğu bir mahaldi.

Ayıp ve kusurlarından dolayı kimseyi kınamaz, îkâza ihtiyaç duyduğunda bunu, karşısındakini rencide etmeyecek bir şekilde zarif bir îmâ ile yapardı. Hiç kimsenin zâhire çıkmamış ayıp ve kusuruyla meşgûl olmadığı gibi, bu tür hâllerin araştırılmasını da şiddetle men ederdi.

Fahr-i Kâinât Efendimiz, sevâbını umduğu meseleler hâricinde konuşmazdı. Sohbet meclisleri vecd içinde idi. O konuşurken etrâfındakiler öyle hayrân olur ve can kulağıyla dinlerdi ki, Ra­sû­lul­lah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in soh­be­tin­de bü­rün­dük­le­ri hu­zur ve edep hâ­li­ni:

“San­ki ba­şı­mı­zın üze­rin­de bir kuş var da kı­pır­da­sak uçu­ve­re­cekmiş gibi sükûnetle otururduk.” şek­lin­de ifâ­de eder­ler­di. (Ebû Dâvûd, Sün­net, /)

O’ndan ashâbına akseden edep ve hayâ o derecede idi ki, kendisine suâl sormayı bile -çoğu kere- cür’et telâkkî ederlerdi. Bu yüzden, çölden bir bedevî gelerek Hazret-i Peygamber’e suâl sorup sohbete vesîle olsa da, O’nun feyiz ve rûhâniyetinden biz de istifâde etsek diye beklerlerdi.

O, hayâtı boyunca bir samimiyet âbidesi oldu. Gönlünde olmayan bir şeyi hiç söylemedi. Ahlâkı ile âdeta canlı bir Kur’ân idi. Bizzat yapmadığı bir işi başkalarına emretmezdi.[5]

PEYGAMBERİMİZİN TEVÂZÛSU

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kısa zamanda dünyada hiçbir kralın ulaşamayacağı derecede imkânlara kavuştuğu, insanların ideal bir mürebbî olarak kalplerini fethettiği hâlde, ayaklarının altına serilen bu büyük dünya nîmetlerinin hiçbirine iltifât etmeyerek eski mütevâzı yaşayışına devam etti. Önceki gibi, kerpiçten yapılmış mütevâzı odasında sâde ve fakir bir şekilde yaşadı. Hurma yaprağıyla doldurulmuş bir şilte üzerinde uyudu. Basit elbiseler giydi. En zayıf insanın hayat tarzının bile altında yaşadı. Bazen de yiyecek hiçbir şey bulamadığı hâlde, Rabbine şükredip açlığını bastırmak için karnına taş bağladı. Bütün günahları affedilmiş olduğu hâlde, tevbe, şükür ve niyâzına devam etti. Ayakları şişinceye kadar gecelerini namazla geçirdi. Mazlumların imdâdına yetişti. Yetimlerin, kimsesizlerin, gariplerin tesellîsiydi. O, emsâlsiz büyüklüğüne rağmen, en âciz insanlarla bizzat meşgûl oldu. Hattâ onlara, engin şefkat ve merhametiyle daha ziyâde kol-kanat gerdi.

İnsanlar nezdinde en kuvvetli göründüğü Mekke’nin fethi günü, korku ve heyecanla ve âdeta titremekten dişleri birbirine vurarak:

“–Yâ Rasûlallâh! Bana İslâm’ı telkin buyurunuz!” diyen hemşehrisine, imkânlarının en zayıf olduğu zamandan şu misâli zikrederek sükûnet telkîn etti ve:

“–Sâkin ol kardeşim! Ben bir kral veya hükümdar değilim. (Muhtereme vâlidelerini kasdederek) Kureyş’ten güneşte kurutulmuş et yiyen senin eski komşunun yetimiyim!..”[6] diyerek tarihe kâ’bına varılmaz (topuğuna dahî erişilmez) bir tevâzûnun zirvesini hediye eyledi.

Yine aynı gün ihtiyar babasını sırtına alarak huzûruna getiren ve ona îman telkîn etmesini isteyen Yâr-i Gâri[7] Hazret-i Ebû Bekir’e:

“–Yâ Ebâ Bekr! Şu ihtiyar babanı neden buraya kadar yordun? Biz onun yanına gidemez miydik?!.”[8]karşılığını verme fazîletini gösterdi.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- dâimâ acz içinde olduğunu bildirirdi. Kendi hâlini şöyle îlân ederdi:

“Ben de sizler gibi bir insanım. Bana sadece vahyolunuyor!..” (el-Kehf, )

O, rasûllüğünü tasdîk cümlesinin başına bilhassa ve ısrarla “abduhû: Allâh’ın kulu” kelimesini ilâve ederek, ümmetini geçmiş milletler gibi sapıklığa düşmekten muhâfaza ediyordu.

Kendisine aşırı tâzim gösteren kimselere:

“Siz beni, hakkım olan derecenin üzerine yükseltmeyiniz! Çünkü Allah Teâlâ beni «Rasûl» edinmeden önce «Kul» edinmişti.” (Heysemî, IX, 21) ikâzında bulunuyordu.

Allah Rasûlü’nün dört kişinin taşıyabildiği garrâ adlı bir yemek kabı vardı. Kuşluk vakti girip Duhâ namazı da kılındıktan sonra, içinde tirit bulunan bu yemek kabını getirdiler. Ashâb-ı kirâm da etrafına toplandı. Sahâbîler çoğalınca Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de diz çöktü. Bunu gören bir bedevî, böyle mütevâzı bir oturuş karşısında hayret ederek ve biraz da yadırgayarak:

“–Bu nasıl bir oturuş böyle?” dedi.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de:

“–Allah Teâlâ beni şerefli bir kul olarak yarattı (mütevâzı bir kul kıldı), inatçı bir zorba değil!” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Et‘ime, 17/)

Yani aslâ mağrur ve kibirli insanlar gibi hareket etmeyeceğini beyân etti.

Yine bir defasında:

“–Hiç kimse amel ve ibâdeti sayesinde cennete giremez!” buyurmuştu.

Ashâb-ı kirâm hayretle:

“–Siz de mi yâ Rasûlallâh?” diye sordular:

“–Evet ben de!.. Meğer ki Rabbimin lutf-i ilâhîsi imdâda yetişe!.. Zira O’nun fazlı, rahmet ve mağfireti beni bürümedikçe ben de cennete giremem! Yaptığım ameller beni de kurtaramaz!..” buyurdular. (Buhârî, Rikâk, 18; Müslim, Münâfikûn, ; İbn-i Mâce, Zühd, 20; Dârimî, Rikâk, 24)

Yine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- gurur, kibir ve ucub sevkiyle giyinenlerin kıyâmet günü rezillik elbisesi giyeceğini ifâde ederek ümmetini cehennem ateşine karşı îkaz buyurmuşlardır. Bu hususla alâkalı hadîs-i şerîflerden bâzıları şöyledir:

“Allah, büyüklük taslayarak elbisesinin eteklerini yerde sürüyen kimsenin kıyâmet gününde yüzüne bakmaz.” (Buhârî, Libâs, 1, 5)

“Kim dünyada şöhret elbisesi giyerse, Allah Teâlâ ona kıyâmet gününde mezellet (alçaklık) elbisesi giydirir.” (İbn-i Mâce, Libâs, 24)

Yine Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kendi hissesine düşen ganimetleri bile hemen dağıtır, ümmetinin maddî bakımdan en alt seviyede olanlarının hâli üzere mütevâzı bir hayat yaşardı.

PEYGAMBERİMİZİN CÖMERTLİĞİ

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kendisini bir infak memuru olarak nitelendirir, her şeyi verenin ve sahibinin Allah olduğunu ifâde ederdi.

Kureyş müşriklerinin ekâbirinden Safvan bin Ümeyye, müslüman olmadığı hâlde Huneyn ve Tâif gazâlarında, Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yanında bulunmuştu.

Cîrâne’de toplanan ganimet mallarını gezerken Safvân’ın bu mallardan bir kısmına büyük bir hayranlık içinde baktığını gören Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- :

“–Pek mi hoşuna gitti?” diye sordu. “Evet.” cevabını alınca:

“–Al hepsi senin olsun!” buyurdu.

Bunun üzerine Safvan kendisini tutamayarak:

“–Peygamber kalbinden başka hiçbir kalp bu derece cömert olamaz.” diyerek şehâdet getirdi ve müslüman oldu.[9]

Kabîlesine dönünce de:

“–Ey kavmim! (Koşun,) müslüman olun! Çünkü Muhammed, fakirlik ve ihtiyaç korkusu duymadan çok büyük ikram ve ihsanlarda bulunuyor.” dedi. (Müslim, Fedâil, ; Ahmed, III, )

Yine birisi gelerek Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den bir şey istedi. Allah Rasûlü’nün o an, ona verecek hiçbir şeyi yoktu. O kişiye, borçlanarak ihtiyacını karşılamasını ve kendisinin o borcu ödeyeceğini taahhüd etti. (Heysemî, X, )[10]

Ceddi İbrâhim -aleyhisselâm- gibi hiçbir yemeği misafirsiz, yalnız başına yemezlerdi. Vefât edenlerin borçlarını ödettirir veya öderdi. Borçları ödenmeden cenâze namazlarını kılmazlardı. Bir hadîs-i şerîfte:

“Cömert insan Allâh’a, Cennete ve insanlara yakın; Cehennem ateşine uzaktır. Cimri ise, Allâh’a, Cennete ve insanlara uzak; Cehennem ateşine yakındır!..”buyurmuşlardır. (Tirmizî, Birr, 40/)

Diğer bir hadîs-i şerîflerinde de:

“Gerçek mü’minde şu iki haslet aslâ bir araya gelmez: Cimrilik ve kötü ahlâk!..” buyurmuşlardır. (Tirmizî, Birr, 41/)

PEYGAMBERİMİZİN TAKVASI

O, insanların en müttakîsi idi. Cenâb-ı Hak’tan kendisine takvâ bahşetmesini isteyerek şöyle niyazda bulunurdu:

“Al­lâh’ım! Nef­si­me tak­vâ­sı­nı ver ve onu tez­ki­ye et! Sen onu en iyi tez­ki­ye eden­sin. Sen onun ve­lî­si ve Mev­lâ’sı­sın.”(Müs­lim, Zi­kir, 73)

“Allâh’ım! Sen’den hidâyet, takvâ, iffet ve gönül zenginliği istiyorum.” (Müslim, Zikir, 72)

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- takvâsı sebebiyle fakirler gibi yaşardı. Hazret-i Âişe vâlidemiz, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in, ömrü boyunca iki gün üst üste arpa ekmeği ile, bir başka rivâyette de üç gün üst üste buğday ekmeğiyle karnını doyurmadan âhirete intikâl ettiğini bildirmektedir. (Buhârî, Eymân, 22; Müslim, Zühd, ; İbn-i Mâce, Et’ıme, 48)

Yine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ümmetini takvâ hayâtına teşvik ederek şöyle buyururdu:

“Şüphesiz benim dostlarım müttakîlerdir.” (Ebû Dâvûd, Fiten, 1/)

“Her nerede olursan ol Allah’tan ittikâ et ve kötülüğün arkasından hemen bir iyilik yap, bu onu yok eder. İnsanlara iyi ahlâkla muâmele et!” (Tirmizî, Birr, 55/)

Hakîkî takvâyı elde edebilmenin yolunu ise şöyle gösterirlerdi:

“Kul, mahzurlu şeylere düşme endişesiyle mahzuru olmayan bâzı şeyleri (haram mı helâl mi olduğu tam olarak bilinemeyen şüpheli şeyleri) de terk etmedikçe gerçek müttakîlerin derecesine ulaşamaz.” (Tirmizî, Kıyâme, 19/; İbn-i Mâce, Zühd, 24)

O’nun nazarında ne beyazın siyâha, ne de bir başka milletin diğer millete üstünlüğü vardır! Üstünlük ancak takvâ iledir. (Ahmed, V, )

Takvâ husûsunda Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm-’ın da güzel bir tarifi vardır:

Bir kimse Îsâ -aleyhisselâm-’a gelerek:

“–Ey hayır ve iyiliklerin muallimi! Bir kul, Allah Teâlâ’ya karşı nasıl takvâ sahibi olur?” diye sordu.

Îsâ -aleyhisselâm-:

“–Bu kolay bir iştir:

Allah Teâlâ’ya derin bir muhabbetle bağlanırsın,

O’nun rızâsı için gücün yettiğince sâlih amellerde bulunursun,

Bütün Âdemoğullarına da, kendine acır gibi şefkat ve merhamet gösterirsin!” cevâbını verdi. Sonra da şöyle buyurdu:

“–Sana yapılmasını istemediğin bir şeyi sen de başkasına yapma! O zaman Allâh’a karşı hakkıyla takvâ sahibi olursun.”[11]

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- da, bir gün Übey bin Kâ’b -radıyallâhu anh-’a takvânın ne olduğunu sorar.

Übey -radıyallâhu anh-:

“–Sen hiç dikenli bir yolda yürüdün mü ey Ömer?” diye sorar.

Hazret-i Ömer:

“–Evet, yürüdüm.” karşılığını verince bu sefer:

“–Peki, ne yaptın?” diye sorar.

Hazret-i Ömer:

“–Elbisemi topladım ve dikenlerin bana zarar vermemesi için bütün dikkatimi sarf ettim.” cevâbını verir.

Bunun üzerine Übey bin Kâ’b -radıyallâhu anh-:

“–İşte takvâ budur.” der.[12]

Peygamber Efendimiz’e mânen en yakın kimseler, müttakîlerdir. Muâz bin Cebel -radıyallâhu anh- der ki:

“Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- beni Yemen’e vâli olarak gönderirken, uğurlamak için Medîne’nin dışına kadar teşrîf etti. Ben binek üzerindeydim, O ise yürüyordu. Bana bâzı tavsiyelerde bulunduktan sonra:

“–Ey Muâz! Belki bu seneden sonra beni bir daha göremezsin! İhtimal ki şu mescidimle kabrime uğrarsın!” buyurdu.

Bu sözleri duyunca, O azîz dosttan, yani Allah Rasûlü’nden ayrılmanın verdiği hüzünle ağlamaya başladım. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- :

“–Ağlama ey Muâz!” buyurdu ve sonra yüzünü Medîne’ye doğru çevirerek:

“–İnsanlardan bana en yakın olanlar, kim ve nerede olursa olsun Allâh’a karşı takvâ sahibi olan müttakîlerdir.” buyurdu.[13]

PEYGAMBERİMİZİN ZÜHT HAYATI

Zaman gelmiş bütün ülkeler, severek Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in himâyesine girmişti. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Arabistan’a baştan başa hâkim olmuştu. Dilediği her şeyi yapabilirdi. Böyle iken O, yine sâde hayâtına devam etti. Kendisinin hiçbir şeye mâlik olmadığını söyledi. Ve bütün her şeyin Allâh’ın yed-i kudretinde olduğunu bildirdi. Zaman oldu, eline bol servet geçti. Hazîneler yüklü deve kervanları, Medîne-i Münevvere’ye servet akıttı. O, bunların hepsini ihtiyaç sahiplerine dağıtıp zâhidâne hayâtını aynen devam ettirdi. O:

“Uhud Dağı kadar altınım olsa -borçlarım için ayıracağım miktar hâriç- üç günden fazla saklamazdım.”buyuruyordu. (Buhârî, Temennî, 2; Müslim, Zekât, 31)

Günler geçerdi, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in evinde yemek pişirmek için ateş yanmazdı; çok defa aç yatardı. (Ahmed, VI, ; İbn-i Sa‘d, I, )

Bir gün Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- Hazret-i Peygamber’in hâne-i saâdetlerine gelmişti. Odanın içine şöyle bir göz gezdirdi. Her taraf bomboştu. Evin içinde hurma yapraklarından örülmüş bir hasır vardı. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onun üzerine yaslanmıştı. Kuru hasır, Peygamber Efendimiz’in mübârek teninde izler bırakmıştı. Bir köşede bir ölçek kadar arpa unu vardı. Onun yanında da çivide asılı eski bir su kırbası duruyordu. İşte hepsi bu kadar!.. Arabistan Yarımadası’nın Fahr-i Kâinât Efendimiz’e boyun eğdiği bir günde O’nun dünyaya âit mal varlığı bunlardan ibâretti. Hazret-i Ömer bunları görünce, içini çekti. Kendini tutamadı, gözleri dolu dolu oldu ve ağladı. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- :

“–Niçin ağlıyorsun ey Ömer?” diye sordu.

O da:

“–Niçin ağlamayayım yâ Rasûlallâh! Kayser ve Kisrâ dünya nîmetleri içinde yüzüyor! Allâh’ın Rasûlü ise kuru hasır üzerinde yaşıyor!..” dedi.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Hazret-i Ömer’in gönlünü hoş etti ve:

“–Ağlama ey Ömer! Dünyanın -bütün nîmet ve zevkleriyle- onların, âhiretin de bizim olmasını istemez misin?!.” buyurdu.[14]

Yine bu misâle benzeyen bir hâdisenin ardından:

“Dünya benim neyime gerek! Benimle dünyanın misâli, bir yaz günü yolculuk yapıp da, bir ağaç altında gölgelenen, sonra da kalkıp yoluna devam eden kimseye benzemektedir.”[15] buyurdu.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kıyâmette dünya nîmetlerinden hesap verme endişesiyle sık sık:

Ey Rabbim! Beni fakir bir insan olarak yaşat; bana fakir bir insan olarak ölüm nasîb et; beni fakirlerle dirilt!”şeklinde duâ ederlerdi. (Tirmizi, Zühd, 37/; İbn-i Mâce, Zühd, 7)

Peygamberlerin hepsi cennete gireceklerine dâir ilâhî teminat altında oldukları hâlde, onlar da kendilerine verilen nîmetlerden ve dîni teblîğ edip etmediklerinden hesâba çekileceklerdir. A’râf sûresinin 6. âyet-i kerîmesinde şöyle buyrulur:

“Elbette kendilerine peygamber gönderilen kimseleri de gönderilen peygamberleri de mutlakâ hesâba çekeceğiz!”

PEYGAMBERİMİZİN NEZAKETİ

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- o kadar ince ve hassas bir kalbe sahipti ki, bir gün yere tüküren bir adam gördüler. Mübârek sîmâları birdenbire kızardı ve oldukları yerde kalakaldılar. Sahâbî koşuştu. Tükrüğün üstünü kumla örttü. Ondan sonra Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yollarına devam ettiler.

Elbiselerin düzeltilmesini emreden, giyim-kuşamda pejmürdeliği hoş görmeyen Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- saç ve sakalların dağınıklığını da tasvîb etmezlerdi. Nitekim bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- mesciddeyken, saçı sakalı karışmış bir adam çıkagelmişti. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- eliyle ona saç ve sakalını düzeltmesini işâret etti. Adam, bu emri yerine getirdiğinde Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- :

“Bu hâl, herhangi birinizin şeytan gibi saçı-başı dağınık dolaşmasından daha güzel değil mi?”buyurdular. (Muvatta, Şaar, 7)[16]

Yine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün saçı-başı darmadağınık bir adam görmüşlerdi. Hayretle:

“Niçin bu adam saçlarını yıkayıp taramıyor?” buyurdular.

Üzerinde kirli elbiseler bulunan bir kimseyi gördüklerinde de:

“Bu zât elbiselerini yıkayacak su bulamıyor mu?” buyurarak müslümanların temiz ve tertipli olmaları gerektiğini ifâde ettiler. (Ebû Dâvûd, Libâs, 14/; Nesâî, Zînet, 60)

Bir başka sefer, yine üstü başı dağınık olarak huzûruna gelen bir adama:

“Malın var mı? Hâlin vaktin nasıl?” diye sormuş, adamın maddî imkânının iyi olduğunu bildirmesi üzerine:

“O hâlde, Allah sana mal verince, eseri üzerinde görünsün!” diye onu îkâz etmişlerdir. (Ebû Dâvûd, Libâs, 14/; Nesâî, Zînet, 54; Ahmed, IV, )

Başka bir hadîslerinde de:

“Allah, kuluna verdiği nîmetin eserini onun üzerinde görmeyi sever.” buyurmuşlardır. (Tirmizî, Edeb, 54/; Ahmed, II, )

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in örnek şahsiyeti; merhamet, nezâket, zarâfet ve rikkat-i kalbiyenin zirvesini teşkil etmiştir. Kaba bir kimsenin:

“–Ey Muhammed, ey Muhammed!” diye defalarca bağırmasına rağmen her defasında yumuşak bir üslûpla:

“–Buyur, isteğin nedir?” diye mukâbelede bulunarak muhâtabının kabalığına karşı dâimâ nezâketle davranmışlardır.[17]

Yine Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yüksek nezâketleri sebebiyle misafirlerine bizzat kendileri hizmet ve ikram ederlerdi. (Beyhakî, Şuab, VI, , VII, )

Çocukluğunda dahî hiçbir kimse ile nezâketi zedeleyici bir münâkaşa ve mücâdeleleri yoktu. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kendileri böylesine yüksek bir nezâkete sahip olmakla birlikte, Ehl-i Beyt’ini de bu ahlâk ile yetiştirmişlerdir. Nitekim Peygamber Efendimiz’in torunu Hazret-i Hasan -radıyallâhu anh-’ın şu hâli buna ne güzel bir misaldir:

Hazret-i Hasan -radıyallâhu anh- Kâbe’yi tavâf edip Makâm-ı İbrâhim’de iki rekât namaz kılmış ve sonra ellerini yüce dergâha açarak:

“Yâ Rabbî! Sen’in küçük ve zayıf kulun kapına geldi. Allâh’ım! Âciz hizmetçin kapına geldi. Yâ Rabbî! Dilencin kapına geldi, Sen’in yoksulun kapına geldi!..”diye içli içli niyâz etmişti.

Bu yanık ilticânın ardından oradan ayrılan Hazret-i Hasan -radıyallâhu anh- yolda bir ekmek parçasıyla karınlarını doyurmaya çalışan yoksul insanlara rastladı. Onların gönüllerini almak için yanlarına giderek selâm verdi. Onlar da Hazret-i Hasan’ın bu nezâketinden çok memnun kalarak onu mütevâzı yemeklerine dâvet ettiler.

Peygamber torunu Hazret-i Hasan -radıyallâhu anh- nezâketen o yoksullarla birlikte oturdu ve:

“–Bu ekmeğin sadaka olmadığını bilseydim sizinle birlikte yerdim.” buyurdu. Ardından da o yoksulların gönüllerini almak için yine büyük bir nezâketle:

“–Haydi kalkın, bizim eve gidelim!” dedi. O yoksulların karnını bir güzel doyurduktan sonra onlara elbiseler giydirdi, ceplerine de bir miktar para koyup uğurladı. Böylece onların gönüllerini fethetti. (Bkz. Ebşîhî, el-Müstatraf, Beyrut , I, 31)

Bu nezâket ve zarâfet, aynı zamanda Hâlık’ın şefkat ve merhamet nazarı ile insanlara bakış tarzının ne muhteşem bir misâlidir. Hazret-i Hasan -radıyallâhu anh-’ın bu hâline diğer bir misal:

Bir gün Medîne bağlarına uğrayan Hasan -radıyallâhu anh- orada zenci bir köle görür. Köle, elindeki ekmekten bir lokma kendisi yerken bir lokma da önündeki köpeğe yedirmektedir.

Hazret-i Hasan -radıyallâhu anh- Cenâb-ı Hakk’ın “Rahmân” esmâsının bu köledeki merhamet tecellîsine hayran olur. Köleye neden böyle bir şey yaptığını sorduğunda, köle hayâsından dolayı Hazret-i Hasan’ın yüzüne bakamaz. Bunun üzerine Hazret-i Hasan -radıyallâhu anh-:

“–Delikanlı, sen kimsin?” diye sorar. Köle:

“–Hazret-i Osman’ın oğlu Ebân’ın hizmetçisiyim.” der. Hazret-i Hasan -radıyallâhu anh-:

“–Peki bu bağ kime ait?” diye sorunca, köle:

“–Hazret-i Osman oğlu Ebân’a ait.” diye cevap verir. Hasan -radıyallâhu anh- zâhiren sıradan bir köle, fakat hakîkatte büyük bir Hak dostu ve mâneviyat sultânı olan bu kişiye yakın olmak arzusuyla:

“–Sakın buradan bir yere ayrılma, birazdan buraya, senin yanına döneceğim.” diyerek oradan ayrılır ve bağın sahibi olan Ebân’ın yanına varır. Hem bağı hem de o köleyi satın alır. Ardından tekrar kölenin yanına gelir ve:

“–Delikanlı! Seni satın aldım.” der. Bunun üzerine köle hürmetle ayağa kalkarak:

“–Başım-gözüm üstüne! İtaat; Allâh’a, Rasûlü’ne ve sanadır.” der. Hazret-i Hasan -radıyallâhu anh- bu sözleri duyunca daha da duygulanır. Onun bu sadâkati karşısında hayranlık duyguları artar. Kendisini bu derece duygu derinliğine sevk eden o kölenin gönül güzelliğine mukâbil olarak:

“–Sen artık Allah için hürsün! Bu bağı da sana hibe ediyorum!” der. (İbn-i Manzûr, Muhtasaru Târîhi Dımeşk, VII, 25)

PEYGAMBERİMİZİN EDEP VE HAYASI

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yüksek sesle konuşmazlardı. İnsanların yanından yavaşça ve tebessümle geçerlerdi. Hoşlanmadıkları kaba bir söz işitince insanların yüzlerine karşı bir şey söylemezlerdi. Yüz ifâdeleri kendisinin hâlini yansıttığı için etrafındakiler, konuşmalarında ve hareketlerinde ihtiyatlı olurlardı. Yüksek hayâ duyguları sebebiyle, kahkaha ile gülmemişlerdi. Yalnız tebessüm hâlinde bulunurlardı. Sahâbîlerin ifâdesine göre, örtüsüne bürünen bir genç kızdan daha hayâlı idiler.

Hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Hayâ îmandandır ve hayâlı olan kimse cennettedir! Hayâsızlık ise kalbin katılığındandır; kalbi katı olan da cehennemdedir!..”(Buhârî, Îmân, 16)

“Hayâ ve îman bir aradadır; biri gittiğinde diğeri de gider!”(Taberânî, Evsat, VIII, ; Beyhakî, Şuâb, VI, )

“Kaba söz, ayıptan başka bir şey getirmez! Hayâ ve edep de girdiği yeri süsler!” (Müslim, Birr, 78; Ebû Dâvûd, Cihâd, 1)

Gerçek hayâ, dünya sevgisini kalpten çıkarmaya vesîle olan “ölümü hatırlamak”la elde edilir. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbına, dâimâ Allah’tan hakkıyla hayâ etmelerini emrederdi. Bir defasında onların, Rablerine karşı hayâ sahibi olduklarını hamd ile ifâde ettiklerinde Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- gerçek hayânın vücuttaki bütün uzuvları haramdan korumak, ölümü hatırdan çıkarmamak olduğunu beyan buyurdular. Ardından, âhireti arzu eden kimsenin dünya sevgisini terk etmesi gerektiğini de belirterek, ancak böyle yapanların Allah’tan hakkıyla hayâ etmiş olabileceğini söylediler. (Tirmizî, Kıyâmet, 24/)

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kimsenin yüzüne dikkatle bakmazdı. Yere bakışı, semâya bakışından daha çoktu. Hayâsı ve yüksek şahsiyeti sebebiyle kimsenin hatâsını yüzüne vurmazdı.

Hazret-i Âişe vâlidemizin ifâdesiyle, kendisine birisinden hoşlanmadığı bir söz ulaştığında:

“Falana ne oluyor ki şöyle şöyle söylüyor.” demez de, “Bâzı kimselere ne oluyor ki şöyle şöyle söylüyorlar.” buyururdu. (Ebû Dâvûd, Edeb, 5/)

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ba­zen de mu­hâ­tap­la­rı­nın ha­tâ­sı­nı on­la­ra ya­kış­tı­ra­ma­dı­ğı­nı his­set­tir­mek mak­sa­dıy­la:

“–Ba­na ne olu­yor ki si­zleri böy­le gö­rü­yo­rum.” bu­yu­rur,[18] zarif bir üslûb ile îkâz ederdi.

Nasîhat ederken bile muhâtabının üzülmemesi ve darılmaması için âdeta titreyen O şânı yüce Peygamber, ulvî bir merhamet âbidesiydi.

İşte bu nebevî ahlâk ile ahlâklanmış olan Hak dostu Mevlânâ Hazretleri, mücerred hakîkatleri âdeta müşahhas bir ifâdeye büründürerek şöyle der:

“Aklım, kalbime; «Îman nedir?» diye sordu. Kalbim ise aklımın kulağına eğilerek; «Îman, edepten ibârettir.» dedi.”

PEYGAMBERİMİZİN ŞECAATİ

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den daha büyük bir kahraman tasavvur etmek mümkün değildir. Zira hayâtında korku ve telâşa kapıldığı aslâ görülmemişti. Fevkalâde hâller karşısında sabır ve sebât gösterir, korku ve telâşa düşüp uygunsuz hareket etmezdi.

Kendisini öldürmek için bekleyenlerin arasından “Yâsîn Sûresi”nin şu iki âyet-i kerîmesini okuyarak korkusuzca geçmişti:

“Biz, onların boyunlarına halkalar geçirdik. O halkalar çenelere kadar dayanmaktadır. Bu yüzden kafaları yukarı kalkıktır. Önlerinden bir set ve arkalarından bir set çektik de onların basîretlerini perdeledik; artık göremezler.” (Yâsîn, )

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- buyurur:

“Bedir’de savaş bütün şiddetiyle devam ederken, bazen biz Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in arkasına sığınıyorduk. Hepimizin en cesûru O idi. Düşman saflarına en yakın yerde O bulunurdu.” (Ahmed, I, 86)

Yine Berâ -radıyallâhu anh- da Habîb-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in şecaati husûsunda şöyle buyurmuştur:

“Vallâhi, biz savaş kızıştığında Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e sığınırdık. Bizim en cesurumuz, Allah Rasûlü ile aynı hizâda durabilendi.”(Müslim, Cihâd, 79)

O, îlâ-yı kelimetullâh için, yani Allâh’ın dîni en yüce olsun diye dâimâ en önde savaşırdı. Huneyn Gazâsı’nda, başlangıçta İslâm ordusunda meydana gelen çözülme karşısında O, metânetini hiç bozmayarak kendisini düşman saflarının ortasına atmış, bindiği hayvanını mütemâdiyen ileri sürerek ashâbının şecâatini artırmış ve nihâyet Allâh’ın yardımı ile de zafer nasîb olmuştur. (Müslim, Cihâd, )

Şöyle buyurmaktaydı:

“Kudret ve irâdesiyle yaşadığım Allâh’a yemîn olsun ki, Allah yolunda gazâ edip şehîd olmayı, sonra (diriltilip) gazâ ederek yine şehîd olmayı, tekrar gazâ ederek yine şehid olmayı isterdim”(Müslim, İmâre, )

PEYGAMBERİMİZİN YUMUŞAK HUYLULUĞU

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- insan neslinin en mülâyimi idi. (Müslim, Hac, ) Âişe vâlidemiz şöyle der:

“Ahlâkı Hazret-i Peygamber’den daha güzel bir başkası yoktur. Ashâbından veya âilesinden kim O’nu çağırsa hemen, «Buyur!» derdi. Sahip olduğu yüce ahlâk sebebiyle Allah Teâlâ:

«Muhakkak ki Sen, büyük bir ahlâk üzeresin!» (el-Kalem, 4) âyet-i kerîmesini inzâl buyurdu.” (Vâhidî, s. )

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hayâtında hiçbir zaman nefsi için intikâm almamış, dâimâ af tevzî etmiştir.

Yine Hazret-i Âişe vâlidemiz, O’nun yüce ahlâkındaki mülâyemet hâlinden birkaç husûsu da şöyle ifâde eder:

“O, hiç kimseyi ayıplamaz, kötülüğe mukâbele etmez, af ve hoşgörüyle muâmele eder, kötülükten uzak kalırdı. Nefsi için bir kimseden intikam almış değildir. Hiçbir köle ve hizmetçiye, hattâ bir hayvana bile haksızlıkla dokunmamıştır”[19]

Hazret-i Enes -radıyallâhu anh- Fahr-i Kâinât Efendimiz’i anlatırken şöyle demiştir:

“Ben Rasûlullâh’ın ellerinden daha yumuşak ne bir atlasa ne de bir ipeğe dokundum. Allah Rasûlü’nün kokusundan daha hoş bir râyiha koklamadım. Efendimiz’e tam on yıl hizmet ettim. Bana bir defa bile «öf!» demedi. Yaptığım bir şey sebebiyle «Niçin böyle yaptın?» demediği gibi, yapmadığım bir şey sebebiyle de «Şöyle yapsan olmaz mıydı?» demedi. (Buhârî, Savm 53, Menâkıb 23; Müslim, Fezâil 82)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir sahâbîyi:

“Sende Allâh’ın sevdiği iki güzel haslet var: Hilim (yumuşak huyluluk) ve teennî (ihtiyatlılık.)”sözleriyle medhetmişlerdi. (Müslim, Îmân 25, 26)

Bedevînin biri, Mescid-i Nebevî’de küçük abdestini bozmuştu. Sahâbîler hemen onu azarlamaya başladılar. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- :

“–Adamı kendi hâline bırakın. Abdest bozduğu yere bir kova su dökün. Siz kolaylık göstermek için gönderildiniz, zorluk çıkarmak için değil.” buyurdular. (Buhârî, Vudû’ 58, Edeb 80)

Sonra da o kimseye mescidlerin ehemmiyetini ve âdâbını tatlı bir dille îzah ettiler.

Enes -radıyallâhu anh- şöyle der:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile birlikte yürüyordum. Üzerinde Necran kumaşından yapılmış, kenarları sert ve kalın bir hırka vardı. Bir bedevî Rasûl-i Ekrem’e yetişerek hırkasını sertçe çekti. Hırkanın boynuna gelen kısmına baktım, bedevînin sertçe çekmesinden dolayı hırkanın kenarı boynuna oturmuştu. Daha sonra bedevî:

“–Ey Muhammed! Elinde bulunan Allâh’a âit mallardan bana da verilmesini emret!” dedi.

Fahr-i Kâinât Efendimiz, bedevîye dönüp tebessüm etti. Sonra da ona bir şeyler verilmesini emir buyurdu. (Buhârî, Humüs 19, Libâs 18, Edeb 68; Müslim, Zekât )

Nitekim O’nun teblîğ vazîfesindeki muvaffakıyeti de, bu yüksek hâllerinin bir bereketi olmuştur. Cenâb-ı Hak, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bu husustaki kemâlini şöyle bildirir:

(Ey Rasûlüm!) O vakit Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şâyet Sen kaba ve katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi” (Âl-i İmrân, )

Gerçekten de o günkü câhiliye insanları, O’nun yumuşak tabiatlı, affedici, güzel ahlâklı, halîm ve müsâmahakâr şahsiyeti karşısında bir mum gibi erimiş, vahşet ve huysuzluklarından kurtularak O insanlık nûrunun etrafında pervâne olmuşlardır. Çünkü O, insanlığın hüsrânını değil, hidâyetini istiyordu. Azâbı değil, rahmeti temsil ediyordu.

PEYGAMBERİMİZİN ŞEFKAT VE MERHAMETİ

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir hadîs-i şerîflerinde:

“Merhamet edenlere Rahmân olan Allah Teâlâ merhamet buyurur. Yeryüzündekilere şefkat ve merhamet gösteriniz ki, gökyüzündekiler de size merhamet etsin.” buyurmuşlardır. (Tirmizî, Birr, 16/)

Çocuğu ağladığında annenin zor duruma düşmemesi ve bir an önce ona bakması için namazın kısaltılabileceğine müsâade etmesi, pek çok geceler, gözlerinden yaşlar boşanarak ümmetine duâlar etmesi, bütün vaktini insanların cehennemden kurtulması için fedâ etmesi, Allah Rasûlü’nde bulunan engin şefkatin en derin ve hassas nişâneleridir.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- âlemlere rahmet olarak gönderildiği için O’nun sevgi ve merhameti, her canlıyı ihâta etmişti. Bir gün kendisinden bedduâ etmesini istediler. O ise:

“Ben dünyaya bedduâ etmek için gönderilmedim, ben bir Rahmet Peygamberi’yim.” buyurdular. (Müslim, Fedâil, ; Tirmizî, Deavât, )

Müslümanlığı teblîğ etmek için Tâif’e gittiği zaman, câhil, putperest ve egoist Tâif halkı kendisini taşlamışlardı. Dağlar Meleği, Hazret-i Cebrâil ile gelerek Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e:

“–Şu iki dağı birbirine çarparak bu kavmi helâk edeyim mi?” deyince Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- râzı olmadı:

“–Hayır, ben Cenâb-ı Hak’tan onların soylarından sadece Allâh’a ibâdet edecek ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayacak bir nesil getirmesini dilerim.” buyurdu. (Buhârî, Bed’ü’l-halk, 7; Müslim, Cihâd, )

Kendisini beldelerinden taşlayarak türlü hakâretlerle çıkaran ve hicrî 9. yıla kadar da şiddetle direnip müslümanlara pek çok zâyiât verdiren bu Tâifliler hakkında:

“Yâ Rabbî! Sakîf Kabîlesi’ne hidâyet nasîb eyle! Onları bize gönder!” diye duâya devam etmiş, nihâyetinde Tâif halkı, müslüman olmak üzere Medîne-i Münevvere’ye gelmişlerdir. (İbn-i Hi­şâm, IV, ; Tirmizî, Menâkıb, 73/)

Ebû Üseyd -radıyallâhu anh- Bahreyn’den aldığı birtakım esirlerle Peygamber Efendimiz’in huzûruna gelmişti. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir kadın esirin ağladığını gördü. Ona:

“–Niçin ağlıyorsun?” diye sordu. Kadın:

“–Şu adam oğlumu sattı.” dedi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Ebû Üseyd’e:

“–Onun oğlunu sattın mı?” diye sordu.

“–Evet.” cevâbını alınca:

“–Kime?” buyurdu. Sahâbî:

“–Abs Oğulları’na.” dedi. Bunun üzerine Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- o sahâbîye:

“–Hayvanına bin ve hemen git, kadının oğlunu al ve getir.” buyurdu.[20]

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in şefkat ve merhameti, cihânşümûl bir vasfa sahipti. Nitekim bir gün:

“–Nefsim kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki, birbirinize merhamet etmediğiniz müddetçe cennete giremezsiniz.” buyurmuşlardı. Ashâb-ı kirâm:

“–Yâ Rasûlallâh! Hepimiz merhametliyiz.” dediler. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- :

“–(Benim kastettiğim) merhamet, sizin anladığınız şekilde yalnızca birbirinize olan merhamet değildir. Bilâkis bütün mahlûkâta şâmil olan merhamettir, (evet) bütün mahlûkâta şâmil merhamet!..” (Hâkim, IV, /)

PEYGAMBERİMİZİN AFFEDİCİLİĞİ

Cenâb-ı Hak affetmeyi sever. Kul, hatâlarına karşı yürekten pişmanlık ve ıztırap duyarak tevbe ederse, Cenâb-ı Allah, onun tevbesini kabul edeceğini vaad etmektedir. Yüce Rabbimiz, kendisi çok affedici olduğu gibi, kullarının da affedici olmasını ister.

Affın şartı; pişmanlık, Allâh’ın emirlerine itâat etmek ve haramlardan kaçınmaktır. Affın en güzel misalleri, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hayâtındadır. Uhud Harbi’nde amcası Hazret-i Hamza’nın ciğerini hırsından dişleyen Hind’i, Mekke’nin fethi günü kelime-i tevhîdin şânı hürmetine affetmiştir.

Hebbâr bin Esved, İslâm düşmanlarının önde gelenlerinden idi. Mekke’den Medîne’ye devenin üzerinde hicret eden Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in kızı Hazret-i Zeyneb’i mızrağıyla vurarak deveden aşağı itmişti. Hazret-i Zeyneb hâmile olduğundan çocuğunu düşürmüş, ağır bir şekilde yaralanarak kanlar içinde kalmıştı. Bu yara daha sonra vefâtına sebep olmuştu. Hebbâr, bunun gibi daha birçok suç işlemişti. Mekke’nin fethinden sonra kaçtı ve ele geçirilemedi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Medîne’de ashâbıyla oturduğu bir esnâda Hebbâr, huzûr-i saâdete gelerek müslüman olduğunu bildirdi. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onu da affetti. Hattâ ona hakâret edilmesini ve târizde bulunulmasını bile yasakladı. (Vâkıdî, II, )

Ebû Cehil’in oğlu İkrime, sayılı İslâm düşmanlarındandı. Mekke’nin fethinden sonra Yemen’e kaçmıştı. Karısı, müslüman olarak onu Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yanına getirdi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- İkrime’yi memnûniyetle karşılayarak:

“Ey göçmen süvârî, hoş geldin!” buyurdu ve müslümanlara yaptığı zulmü yüzüne vurmayıp affetti. (Tirmizî, İsti’zân, 34/)

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sık sık:

“Allâh’ım, ümmetimi affet, çünkü onlar bilmiyorlar!”diye duâ ederdi. (İbn-i Mâce, Menâsik, 56; Ahmed, IV, 14)

Yemâme’nin lideri Sümâme bin Üsâl müslüman olunca, Mekke müşrikleriyle olan ticârî ilişkisini kesmişti. Hâlbuki Kureyş, her türlü erzak ve ihtiyaçlarını hep Yemâme’den alırlardı. Açlık ve kıtlığa düşen Mekkeliler şaşkınlık içinde Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e mürâcaat ettiler. Allah Rasûlü, Sümâme’ye mektup yazarak ticâretine devam etmesini söyledi.[21]

Hâlbuki o müşrikler, üç yıl boyunca müslümanları açlık içinde kıvrandırarak azâb etmişlerdi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bunları bile affetti.

Daha da ötesi, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hicretin 7. senesinde Hayber Fethi’nden sonra kuraklık ve kıtlığa dûçâr olan Mekke halkına altın, arpa ve hurma çekirdeği göndererek yardımda bulundu. Ebû Süfyân, bunların hepsini teslim alıp Kureyşlilerin fakirlerine dağıttı ve:

“–Allah, kardeşimin oğlunu hayırla mükâfatlandırsın! Çünkü O, akrabâlık hakkını gözetti!” diyerek duyduğu memnûniyeti ifâde etti. (Ya’kûbî, II, 56)

Böylesine büyük fazîletler karşısında gönülleri yumuşayan Mekke halkı, bir müddet sonra tamamen müslüman oldu.

Hudeybiye’de, baskın yaparak Allah Rasûlü’nü öldürmek isteyen bir birlik gelmiş ve hepsi de yakalanmıştı. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bunları da bağışladı. (Müslim, Cihâd, , )

Hayber’in fethinden sonra bir kadın Allah Rasûlü’nün yemeğine zehir koymuştu. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- eti ağzına aldığında zehirli olduğunu fark etti. Yahudî kadın yemeğe zehir koyduğunu îtiraf ettiği hâlde Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- o kadını affetti. (Buhârî, Tıbb, 55; Müslim, Selâm, 43)

Allah Rasûlü, kendisine sihir yaparak hastalanıp ıztırap çekmesine sebep olan münâfık yahudî Lebid’i ve onu bu işe teşvik eden kimseleri vahiy yoluyla öğrenmişti. Lâkin Lebid’in bu cürmünü hiçbir zaman anmadı ve başına da kakmadı. Hayâtına kastetmiş bulunan Lebid’i ve onun mensûb olduğu Benî Zurayk yahudîlerinden hiç kimseyi de öldürtmedi.[22] Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’de:

(Ey Rasûlüm!) Sen af yolunu tut; bağışla; uygun olanı emret; câhillere aldırış etme!” (el-A’râf, ) buyruluyordu.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e muhabbetle yaklaşarak O’nun affediciliğinden lâyıkıyla hisse alabilen ârif kullar da ilâhî affa nâil olma ümîdiyle dâimâ af yolunu tutmuştur. Nitekim Hallâc-ı Mansur taşlanırken:

“–Yâ Rabbî! Benden evvel, beni taşlayanları affet!” niyâzında bulunmuştur.

PEYGAMBERİMİZİN KOMŞU HAKKINA RİAYETİ

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- komşu hakkına îtinâ gösterilmesini arzu ederlerdi. Hadîs-i şerîfte:

“Cebrâil bana komşuya iyilik etmeyi o kadar çok tavsiye etti ki neredeyse komşuyu komşuya mirasçı kılacak zannettim.”buyurmuşlardır. (Buhârî, Edeb, 28; Müslim, Birr, )

Diğer bir hadîs-i şerîflerinde de:

“Kâfir olan komşunun bir hakkı vardır. Müslüman komşunun iki hakkı vardır. Müslüman ve akrabâ olan komşunun üç hakkı vardır.” buyurmuşlardır.[23]

Komşunun penceresine bakmak, yemek kokusu ile ona eziyet etmek, onun hoşlanmayacağı bir davranışta bulunmak, komşu haklarını ihlâl etmektir. Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- :

“…Allah Teâlâ’ya göre komşuların hayırlısı, komşusuna faydalı olandır.” (Tirmizî, Birr, 28)

“Komşusu açken tok yatan kimse mü’min değildir.” buyurmuşlardır. (Hâkim, II, 15/) Ebû Zer Gıfârî Hazretleri:

“Bana Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yemek pişireceğim zaman suyunu fazla koymamı, ondan komşuma infâk etmemi emir buyurdular” demiştir. (İbn-i Mâce, Et’ıme, 58)

Ebû Zer -radıyallâhu anh- sahâbenin fakirlerindendi. Demek ki, komşu hakkını îfâya yokluk dahî mâzeret değildir. Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-’tan rivâyet edildiğine göre bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- :

“–Vallâhi îmân etmiş olmaz, vallâhi îmân etmiş olmaz, vallâhi îmân etmiş olmaz!” buyurdular. Ashâb-ı kirâm:

“–Kim îmân etmiş olmaz, yâ Rasûlallâh?” diye sordular. Âlemlerin Efendisi:

“–Yapacağı fenâlıklardan komşusu emniyette olmayan kimse!” cevâbını verdiler. (Buhârî, Edeb, 29; Müslim, Îman, 73; Tirmizî, Kıyâmet, 60) Diğer bir rivâyete göre ise:

“Yapacağı fenâlıklardan komşusu emniyet içinde olmayan kimse cennete giremez.” buyurdular. (Müslim, Îmân, 73)

PEYGAMBERİMİZİN FAKİRLERE MUÂMELESİ

Peygamber Efendimiz; fakir, yetim, kimsesiz ve dullara şefkat ve yakınlığı ile tanınırdı. (Buhârî, Nafakât, 1; Müslim, Zühd, ) Maddî refah seviyesinin eksikliğini telâfi için onlara çok müşfik davranırdı.

Ebû Saîd -radıyallâhu anh- anlatıyor:

“Muhâcirlerin fakirlerinden bir grupla birlikte oturmuştum. Bunlardan bir kısmı, (bütün vücûdunu örten bir elbisesi olmadığı için) diğerleri(nin karaltısından istifâde) ile iyice örtünmeye çalışıyorlardı. Bir kimse de bize Kur’ân okuyordu. Derken Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- çıkageldi ve yanımızda durdu. Allah Rasûlü’nün gelmesi üzerine Kur’ân okuyan kimse okumayı bıraktı. Peygamber Efendimiz de selâm verdi ve:

«–Ne yapıyorsunuz?» diye sordu.

«–Ey Allâh’ın Rasûlü! O hocamızdır, bize Kur’ân okuyor. Biz de Allah Teâlâ’nın kitâbını dinliyoruz.» dedik. Bunun üzerine Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- :

«–Ümmetim arasında, kendileriyle birlikte sabretmem emredilen kimseleri yaratan Allâh’a hamd olsun!» dedi.[24]

Sonra Allah Rasûlü, büyük bir tevâzû ile ortamıza oturdu. Eliyle işâret edip:

«–Şöyle (halka yapın!)» dedi. Cemaat hemen etrâfında halka oldu ve yüzlerini O’na doğru çevirdi. Nihâyet Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bizlere şu müjdeyi verdi:

«–Ey yoksul muhâcirler, müjdeler olsun! Sizlere kıyâmet gününde tam bir nûr müjdeliyorum. Sizler cennete, zenginlerden yarım gün önce gireceksiniz. Bu yarım gün,(dünya günleriyle)beş yüz sene eder.»” (Ebû Dâvûd, İlim, 13/)

Bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Medîne’de otururlarken ser-sefîl bir kabîle geldi; ayaklarında giyecek yoktu, açlıktan ve sıcaktan derileri kemiklerine yapışmıştı. Bunu gören Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- çok müteessir oldu, rengi değişti; Bilâl -radıyallâhu anh-’a ezân okutup ashâb-ı kirâmı topladı. Bu fakir kimselere yardım edilerek bolca ihsanda bulunulduğunu görünce biraz rahatladı. (Müslim, Zekât, ; Ahmed, IV, , )

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hayâtı, pek çok hârika, ibret verici, doğruluk, dürüstlük, sadâkat, şefkat, merhamet ve nezâket tezâhürleriyle doludur. Zevcesi Hazret-i Âişe’ye:

“Yâ Âişe! Yarım hurmayla da olsa fakirleri geri çevirme. Ey Âişe! Fakirleri sev ve onları kendine yaklaştır ki kıyâmet günü Allah da seni kendisine yaklaştırsın. diye tavsiyede bulunurlardı. (Tirmizî, Zühd, 37/)

Abbâd bin Şurahbîl -radıyallâhu anh- anlatıyor:

Bir zamanlar fakir düşmüştüm. Bunun üzerine Medîne bahçelerinden birine girdim. Başak ovup hem yedim hem de torbama aldım. Derken bahçe sahibi gelip beni yakaladı, dövdü, torbamı elimden aldı ve Rasûlullâh’a götürüp şikâyet etti.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bahçe sahibine:

“−Câhilken öğretmedin, açken doyurmadın!” buyurdu. Sonra bahçe sahibine torbamı iâde etmesini söyledi. Daha sonra Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bana bir veya yarım sa’ miktarında yiyecek verdi. (Ebû Dâvûd, Cihâd, 85/; Nesâî, Kudât, 21)

İslâm’da ilk önce suçun menşei araştırılır, suçlunun ıslâhı için gayret sarf edilir. Bu yönüyle İslâm hukûkundaki cezâlar, bir anne ve babanın çocuğunu cezâlandırması gibidir. Gâye, onu ictimâî hayattan tard etmek değil, cemiyete yeniden kazandırmaktır.

PEYGAMBERİMİZİN ESİR VE HİZMETÇİLERE MUÂMELESİ

Allah Rasûlü’nün şefkati, harp esirlerine kadar uzanır, onlara güzel muâmele edilmesini emir buyururlardı. Mus’ab bin Umeyr’in birâderi Ebû Azîz şu ibretli hâdiseyi anlatmıştır:

“Bedir Savaşı’nda ben de esir düşmüş, Ensar’dan bir topluluğa teslîm edilmiştim. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- :

«−Esirlere güzel muâmelede bulunun!» buyurmuştu.

O’nun bu emrini yerine getirmek için yanlarında bulunduğum Ensar cemaati, sabah-akşam hisselerine düşen ekmeği bana verir, kendileri hurma ile yetinirlerdi. Ben ise hayâ eder, ekmeği onlardan birine verirdim, o da hiç dokunmadan tekrar bana iâde ederdi.” (Heysemî, VI, 86; İbn-i Hişâm, II, )

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- önceden beri devam edegelen kölelik sistemini kaldırmayı hedeflemiş ve bu yolda büyük adımlar atmıştır. O, her fırsatta köle âzâd etmeyi teşvik ederek, bunun büyük bir ibâdet olduğunu söylemiştir. Bir mü’min, herhangi bir hususta yanlış yapıp da kefâret vermesi gerektiğinde ilk sırada hep köle âzâd etmeyi zikretmiştir. En yakın dostu Ebû Bekir -radıyallâhu anh- servetinin büyük bir kısmını O’nun teşvîkiyle köle âzâd etmede harcamıştır.

Peygamber Efendimiz, bir gün Ebû Zer -radıyallâhu anh-’ın gafleten kölesine sert davrandığına şâhid olmuştu. Çok üzüldü ve:

“–Yâ Ebâ Zer, sen hâlâ câhiliye âdeti üzerinde misin?” diye sordu. Devamla:

“Allâh’ın yarattığına zarar verme! Meşrebine uymuyorsa onu âzâd et; fazla yük yükleme; yüklediğinde ise ona yardımcı ol!” buyurdu. (Buhârî, Îmân, 22; Müslim, Eymân, 38; Ebû Dâvûd, Edeb, )

Adamın biri, kölesi ile câriyesini evlendirmişti. Daha sonra onları ayırmak istedi. Köle, durumu Hazret-i Peygamber’e arz etti. Bunun üzerine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- köle sahibine:

“Evlenme ve boşanma hakkı sana âit değildir; sen karışma!”buyurdu. (İbn-i Mâce, Talâk, 31; Taberânî, Kebîr, XI, )

Bu ve benzeri mes’ûliyetler karşısında ashâb-ı kiram, her zaman köle âzâdını tercih eder duruma geldiler. Gittikçe kölelik fiilen ortadan kalktı ve bugünlere gelindi. Yani harp hukuku olarak insanlık tarihinin gerçeklerinden biri olan kölelik zincirini insanın boynundan çıkaran, yine İslâm olmuştur.

İslâm, köle sahibine dâimâ; “Yediğinden yedir, içtiğinden içir, giydiğinden giydir, fazla yük ve iş yükleme, onun ihtiyaçlarını karşıla!” telkîninde bulunmuştur. Köle âzâd etmeyi bir mü’min için daha iyi bir kurtuluş yolu ve amel-i sâlih olarak göstermiştir. Köleler için öyle haklar getirmiştir ki, bunlara riâyet edildiğinde, neredeyse köle edinmemek, köle almaktan daha hayırlı hâle gelmiş, köle sahibi olmak da bir nevî köle olmak mânâsı taşımıştır. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in vefâtı esnâsındaki şu son sözleri çok mânidardır:

Namaza, özellikle namaza dikkat ediniz. Elinizin altında bulunanlar hakkında da Allah’tan korkunuz.”(Ebû Dâvûd, Edeb, /; İbn-i Mâce, Vasâyâ, 1)

Yani Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- köleliğin giriş kapılarını imkân nisbetinde kapatmış, çıkış kapılarını da sonuna kadar açmış ve bu durumdaki insanların hürriyete kavuşturulmalarını her fırsatta teşvîk ve tervîc etmiştir. Köleliğe son vermek için bundan daha güzel bir metod olabilir mi? İslâm’ın köleyi hangi mevkiye çıkarttığını görmek için şu gerçek kâfî bir misâldir:

Mâlûm olduğu üzere Bilâl-i Habeşî, İslâm’dan önce bir köle idi. Ancak müslüman oluşuyla birlikte Peygamber Efendimiz’in baş müezzini oldu ve kendisine bütün müezzinlerin pîri makamı verildi. Nitekim medeniyetimizin kulluk âbideleri olan câmilerimizin müezzin mahfillerinde yer alan: «Yâ Hazret-i Bilâl-i Habeşî» levhaları da bunun en canlı tezâhürüdür.

Yine Hazret-i Hatîce vâlidemizin Peygamber Efendimiz’e hediye ettiği bir köle olan Zeyd bin Hârise -radıyallâhu anh- Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tarafından âzâd edilmiş, o mübârek sahâbî de peygamber âşığı bir mü’min olarak nice fazîletlerin örneği olmuştur. Onun oğlu Üsâme -radıyallâhu anh- da, bizzat Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tarafından genç yaşta ordu kumandanı tâyin edilmiştir.

Öte yandan, İspanya fâtihi Târık bin Ziyad’ın mâzisi de, alınıp satılan, boynu tasmalı bir kölelik idi. Fakat İslâm sayesinde o köle, insanlık şeref, izzet ve haysiyetine yakışır bir mevkîye yükseldi, İslâm orduları kumandanı oldu.

Kısacası İslâm, köleyi efendi durumuna getirmiştir. Zaten müşrikler bu sebeple İslâm’a karşı çıkmışlardı. Günümüzün, yani yüzyılın İslâm’ı kabullenemeyen münkirleri de aynı özellikleri taşımıyor mu? Bugünün dünyasında gasp ediciler, nice hür insanları esir gibi yaşatmıyor mu? Sırf maddî imkânları sömürmek için masum ve çâresiz insanların hakları, hem de hürriyet adına gasp edilmiyor mu? Duyulunca kulaklara sıcak gelen isim ve terimlerle bugün insanlık dünyasında yaşanan acımasız modern kölelik sistemi, eski zâlimlerinkinden farklı mı?

O hâlde dün köleliği ulvî prensip ve mes’ûliyetlerle fiilen sıfıra indiren İslâm’ın, insanı yücelten kıymet ve fazîlet anlayışı, bugün de yeniden insanlığın reçetesi olmalıdır. Aksi hâlde insanlık; adı hürriyet, uygulaması esaret olan menfaatperest anlayışların pençesinde helâk ve perişan olacaktır. Nerede dünyadaki zayıfları; kanları emilecek köleliğe mahkûm varlıklar gibi görüp de vampirleşenlerin bozuk prensipleri; nerede, her vesileyle gerek esirler ve gerekse hizmetçiler hakkında Yüce Peygamber’inin mübârek lisanıyla:

“Onlar sizin kardeşlerinizdir; yediğinizden yedirin, içtiğinizden içirin!”[25] şeklinde ölçü koyan İslâm’ın yüceliği!..

Onun için dün olduğu gibi bugün de insanlığın tek kurtuluş çaresi, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir. O’na bağlılıktır. Çünkü O, zengin-fakir, patron-işçi, efendi ve hizmetçi ne olursa olsun her insanı insan gibi yaşatmış, insanoğlunu insanlık haysiyetine kavuşturmuş ve bu yolda sarsılmaz ölçüler koymuştur. Öyle ki, ashâb-ı kiramdan kendisine gelerek:

“–Hizmetçimizin kusurlarını ne kadar affedelim?” diye soran sahâbîye:

“–Onu her gün yetmiş defa affediniz!” cevabını vermiştir. (Ebû Dâvûd, Edeb, /; Tirmizî, Birr, 31/)

Merhamet ummânı Peygamber Efendimiz’in şu tavsiyesi, insanın gönlünü aziz tutma husûsunda kâ’bına varılmaz bir incelik, nezâket ve zarâfet misâlidir:

“Birinize hizmetçisi yemeğini getirince, onu beraber yemek üzere sofrasına oturtmayacaksa, hiç olmazsa bir iki lokma veya yiyecek bir iki şey versin. Zira yemeğin harâretini ve zahmetini o çekmiştir.” (Buhârî, Et’ime, 55; Tirmizî, Et’ime, 44)

Allah Teâlâ, dileseydi durumu tersine çevirip hizmetçiyi efendi, efendiyi de hizmetçi yapabilirdi. O hâlde Allâh’a hamdedip emrimiz altındakilere güzel muâmelede bulunmalıyız.

PEYGAMBERİMİZİN KADINLARA MUÂMELESİ

Câhiliye devrinde kadınlar, hanımlık haysiyetini rencide edici bir muâmele görüyorlardı. Fâhişe olurlar endişesiyle kız çocukları, merhametsizce diri diri toprağa gömülüyordu. Taşlaşmış vicdanlarla, cehâletin sebep olduğu bir musîbetten korunmak için daha kötü bir cinâyet irtikâb ediliyordu. Nitekim Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de Nahl Sûresi’nin âyet-i kerîmesinde onların hâllerini şu şekilde tasvîr eder:

“Onların birine kız (çocuğu) müjdelendiği zaman öfkesinden yüzü simsiyah kesilir!”

Kadın ve kızlar, onur kırıcı biçimde bir eğlence âleti gibi görülerek aşağılanıyordu.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in emri ile hanımlar hukûku tesis edildi. Kadın, toplumda iffet ve fazîletin bir örneği oldu. Annelik müessesesi, şeref buldu.

“Cennet annelerin ayakları altındadır!”[26] hadîs-i şerîfindeki iltifât-ı Muhammediyye ile de kadın, lâyık olduğu değere kavuştu. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in kadınlara olan nezâketine âit şu misal ne güzeldir:

Bir seyahatte Enceşe adlı bir hizmetçi şarkı söyleyerek develeri hızlandırdı.[27] Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, hızlanan develer üstündeki hanımların zayıf vücutları incinebilir düşüncesiyle, zarîf bir teşbihte bulunarak:

“Yâ Enceşe! Dikkat et, camlar kırılmasın!” buyurdular. (Buhârî, Edeb, 95; Ahmed, III, )

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- diğer hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:

“İki zayıf kimsenin, yani yetimle kadının hakkını zâyî etmekten herkesi şiddetle sakındırıyorum.” (İbn-i Mâce, Edeb, 6)

 “Bir mü’min, hanımına buğzetmesin. Onun bir huyunu beğenmezse, bir başka huyunu beğenir.” (Müslim, Radâ, 61)

Çünkü hakîkatte kadın, buğza müstehak bir dikenlik değil, aşk ve muhabbete lâyık bir gülistandır. Ona dair sevgi de bizzat Allah tarafından bahşedilmiştir. Nitekim Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu hususta da şöyle buyururlar:

“Bana dünyanızdan, kadın ve güzel koku sevdirildi; namaz da gözümün nûru kılındı.”(Nesâî, Işretü’n-Nisâ, 10; Ahmed, III, , )

İnsanın yaratılış mahalli olan kadının Hazret-i Peygamber’e sevdirilmesi, gaflet gözüyle değerlendirilmemelidir.[28] Bilmeli ki bu sevgi, Cenâb-ı Hakk’ın fıtrata koyduğu ve ancak ilâhî sevgiye âmâde bir muhabbet basamağıdır. Dolayısıyla aslâ kadına karşı süflî bir düşkünlük değil, aksine onlara hak ettikleri ulvî değeri vermektir. İnsanlık tarihinde kadın, böyle yüksek bir kıymete ancak İslâm’ın yüce iklîminde nâil olmuştur. İslâm’ın dışında kadına değer verdiklerini iddia eden bütün sistemler, ona sadece vitrin malzemesi olarak kıymet vermekte, arka plânda ise kadını ancak ekonomik ve nefsânî bir metâ olarak kullanıp ezmekte ve tüketmektedir.

Bu itibarla kadına bakış açısı, bugün insanlığın yeniden İslâm’ın bereketli ve ulvî zemininde ele alınmalı ve gerçek mecrâsına oturtulmalıdır. Kadın ve erkek, ilk yaratıldığı andan itibâren birbirini tamamlayan iki engin âlemdir. Ancak bu tamamlamada kadına Hak tarafından daha tesirli bir rol verilmiştir. Öyle ki, toplumları berbat eden de, âbâd eden de kadındır. Bu itibarla İslâm nazarında âbâd eden kadını yetiştirmek en büyük ideal olmuş ve hadîs-i şerifte şöyle buyrulmuştur:

“Her kim üç kız çocuğunu veya kız kardeşlerini himâye edip büyütür, güzelce terbiye eder, evlendirir ve onlara lutuf ve iyiliklerini devam ettirirse, o kimse Cennetliktir.”(Ebû Dâvûd, Edeb, /; Tirmizî, Birr, 13/; Ahmed, III, 97)

Bir başka hadîs-i şerîfte de Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- :

“Her kim iki kız çocuğunu yetişkinlik çağına gelinceye kadar büyütüp terbiye ederse, kıyâmet günü o kimseyle ben, şöyle yan yana bulunacağız.” buyurmuş ve şehâdet parmağı ile orta parmağını bitiştirmiştir. (Müslim, Birr, ; Tirmizî, Birr, 13/)

Sonra da sâliha olarak yetişen bir kadının değerini şöyle vurgulamıştır:

“Dünya, geçici bir faydadan ibârettir. Onun fayda sağlayan en hayırlı varlığı; dindar, sâliha bir kadındır.”(Müslim, Radâ, 64; Nesâî, Nikâh, 15; İbn-i Mâce, Nikâh, 5)

Umûmiyetle büyük insanların arkasında dâimâ sâliha bir kadın vardır. Meselâ Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ilk tebliğinde kendisine ilk ve en büyük destek, Hazret-i Hatice vâlidemiz olmuş ve Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onu ömür boyu unutamamıştır. Kezâ Hazret-i Ali’nin muvaffakıyetlerinde Hazret-i Fâtıma annemizin rolü âşikârdır.

Yani sâliha bir kadın, dünyanın en büyük ve hayırlı nîmetidir. Bu itibarla Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hayırlı bir kimse olmanın şartının, kadınlara karşı hayırlı davranmak olduğunu şöyle ifâde buyurmuşlardır:

“Mü’minlerin îman bakımından en mükemmeli, ahlâkı en iyi olanıdır. Sizin en hayırlılarınız da, kadınlarına karşı ahlâken en hayırlı olanlarınızdır.”(Tirmizî, Radâ, 11/)

Hâl böyleyken kadını sadece bir zevk vâsıtası görmek, onu nefsânî arzu ve heveslerin metâı olarak telâkkî etmek ve onun sadece cismânî özelliğiyle alâkadar olmak, büyük bir sefâlettir. Kadını tanımamaktır. Allâh’ın kadına verdiği yüksek husûsiyetlere karşı körlüktür. Bugün kadının, tüketim dünyasında deşifre edilerek bir reklâm aracı olarak istismar edilmesi, onun haysiyeti itibârıyla ne kadar acı ve onur kırıcı bir durumdur.

Oysa kadın, toplumun gerçek mîmarı olarak yetiştirilmelidir. O, fâtihler büyüten bir semâvî kucak olmalıdır. Bizleri bir müddet karnında, sonra kollarında, ölünceye kadar da kalplerinde taşıyan böyle gerçek annelere sevgi ve saygı husûsunda onlara denk olacak başka bir varlık yaratılmamıştır. Kendisini âilesine hasr ve hibe eden vefâkâr anne; engin bir sevgiye, derin bir saygıya, ömürlük bir teşekküre lâyıktır.

Güzel kokuya gelince, onun Hazret-i Peygamber’e sevdirilmesinin hikmeti, rûha verdiği incelik ve derinliktir. Güzel koku, meleklerin de hoşlandığı tatlı bir huzur meltemidir. Ayrıca temizlik nişânesidir. Çünkü temiz olan güzel kokar. Nitekim Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in mübârek tenleri de her zaman gül kokusuyla ıtırlanmış hâldeydi. Âdeta gül, O’ndan damlayan mübârek terlerden meydana gelmişti. O güller şâhı, bir çocuğun başını okşasa, uzun müddet o yavrucağın başı misk kokardı.

Namaz’a gelince, o da Hazret-i Peygamber’in gözünün nûru kılındı. Çünkü namaz, Allah ile mülâkattır ve O’nu görürcesine yapılan bir ibâdettir. Bu itibarla da göz nûrudur.

PEYGAMBERİMİZİN YETİMLERE MUÂMELESİ

Cenâb-ı Hakk’ın, Sevgili Rasûlü’nü bir “yetim” olarak dünyaya göndermesi, yetimliğe apayrı bir değer kazandırmıştır. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yetimler üzerine büyük bir şefkatle titrerdi. Kur’ân-ı Kerîm’de de yetimin muhâfazasına dâir pek çok âyet-i kerîme mevcuttur.

Allah Teâlâ, yetimlere karşı hassas olmayı telkîn ederek şöyle buyurmuştur:

“Sakın yetime kahretme! (Kötü muâmelede bulunup onu ezme!) (ed-Duhâ, 9)

Hadîs-i şerîflerde şöyle buyrulur:

“Müslümanlar içinde en hayırlı ev; içinde yetime iyi muâmele edilen evdir. Müslümanlar içinde en kötü ev de yetime kötü muâmele edilen evdir.” (İbn-i Mâce, Edeb, 6)

“Bir kimse, müslümanların arasında bulunan bir yetimi alarak yedirip içirmek üzere evine götürürse, affedilmeyecek bir suç işlemediği takdirde, Allah Teâlâ onu mutlakâ cennete koyar.” (Tirmizî, Birr, 14/)

“Bir kimse sırf Allah rızâsı için bir yetimin başını okşarsa, elinin dokunduğu her saç teline karşılık ona sevap yazılır” (Ahmed, V, )

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- toplumdaki kırık kalplere karşı, gerekli ictimâî vazîfelerin yapılmasını ısrarla tavsiye ederlerdi. Nitekim bu hususta:

“Kim mes’ûliyeti altındaki kız veya erkek yetim çocuğuna iyi davranırsa; o ve ben cennette beraber bulunacağız.” buyurarak iki parmağını yan yana getirmişlerdi. (Buhârî, Edeb, 24)

Kalbinin katılığından şikâyet eden bir sahâbîye de şu tavsiyede bulundular:

“Eğer kalbinin yumuşamasını istiyorsan fakiri doyur, yetimin başını okşa!” (Ahmed, II, , )

Yine şefkat ve merhamet zirvesi Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurmuşlardır ki:

“Ben her mü’mine kendi nefsinden daha ileriyim, daha üstünüm. Bir kimse ölürken mal bırakırsa o mal kendi yakınlarına âittir. Fakat borç veya yetimler bırakırsa, o borç bana âittir; yetimlere bakmak da benim vazifemdir.” (Müslim, Cum’a, Ayrıca bkz. İbn-i Mâce, Mukaddime, 7)

PEYGAMBERİMİZİN HAYVANLARA MUÂMELESİ

Rahmet Peygamberi’nin her davranışı rahmet ve muhabbet temelleri üzerinde idi. Çünkü O, yaratılanlara şefkatle yaklaşmış ve her muhtâcın ihtiyacını gidermiştir. Bu engin muhabbet deryâsından hayvânât dahî nasîbini almıştır. Nitekim câhiliye devrinin insanları, hayvanlara da çok insafsız ve merhametsiz davranırlardı. Canlı iken hayvanların -acımasızca- etlerini kesip yerler, hayvan dövüştürme müsâbakaları tertib ederlerdi. Bu vicdân zedeleyici manzaralara Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- son verdi. Ebû Vâkıd -radıyallâhu anh- anlatıyor:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Medîne’ye geldiği zaman, Medîneliler, diri olan devenin hörgücünü kesiyor, koyunların da butlarından koparıp yiyorlardı. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buna mânî olarak:

«–Hayvan diri iken ondan her ne kesilmiş ise, bu meyte (lâşe) hükmündedir, yenilmez.» buyurdu.” (Tirmizî, Sayd, 12/)

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün yolda yüzü dağlanmış bir merkep gördü, üzüldü ve:

“Allâh’ın lâneti onu dağlayanların üzerine olsun!” buyurdu. (Buhârî, Zebâih, 25)

Yuvasından yavrularını alarak anne kuşu tedirgin eden kimselere:

“−Kim bu zavallının yavrusunu alarak ona eziyet etti, çabuk yavrusunu geri verin!” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Edeb, /)

Bir defasında Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Mekke’ye gitmek üzere ihramlı olarak Medîne’den çıkmıştı. Üsâye mevkiine geldiğinde, bir gölgede kıvrılıp uyumakta olan bir ceylan gördü. Âlemlerin Efendisi -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbından bir şahsa, herkes geçinceye kadar ceylanın yanında bekleyip kimseye hayvanı tedirgin ettirmemesini emretti. (Muvatta, Hacc, 79; Nesâî, Hacc, 78)

Yine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- on bin kişilik muhteşem ordusuyla Mekke’nin fethine giderken, yolda yavrularının üzerine gerilmiş, onları emzirmekte olan bir köpek gördü. Hemen ashâbından Cuayl bin Sürâka’yı yanına çağırarak onu bu hayvanların başına nöbetçi dikti. Anne köpeğin ve yavrularının İslâm ordusu tarafından ürkütülmemesi husûsunda tembihte bulundu. (Vâkıdî, II, )

Bir gün derisi kemiğine yapışmış bir deveyi görünce de sahibine:

“Konuşamayan bu hayvanlar hakkında Allah’tan korkun! Besili olarak binin, besili olarak kesip yiyin!” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Cihâd, 44/)

Yine Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Ensar’dan bir kimsenin bahçesine uğramış, orada bir deve görmüştü. Deve, Peygamber Efendimiz’i görünce inledi ve gözlerinden yaşlar aktı. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- devenin yanına gitti, kulaklarının arkasını şefkatle okşadı. Deve sâkinleşti. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- :

“–Bu deve kimindir?” diye sordu. Medîneli bir delikanlı yaklaştı ve:

“–Bu deve benimdir ey Allâh’ın Rasûlü!” dedi. Fahr-i Kâinât Efendimiz:

“–Sana lutfettiği şu hayvan hakkında Allah’tan korkmuyor musun? O senin, kendisini aç bıraktığını ve çok yorduğunu bana şikâyet ediyor.” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Cihâd, 44/)

Yine bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yolda giderken bir grup insana rastladı. Binek hayvanlarının üzerinde oldukları hâlde durmuş (muhabbet ediyorlardı.) Onlara şöyle buyurdu:

“Hayvanlarınıza, onları yormadan güzelce binin ve (kullanmadığınız zaman da) güzel bir şekilde istirahat ettirin. Onları yollardaki ve sokaklardaki konuşmalarınız için kürsü edinmeyin (sırtlarında oturarak sohbet etmeyin). Nice binilen hayvan vardır ki, sırtına binenden daha hayırlıdır ve Allah Tebâreke ve Teâlâ’yı ondan daha çok zikretmektedir.” (Ahmed, III, )

Yine Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün koyun kesen bir adama rastlamıştı. Adam, kesmek üzere koyunu yere yatırdıktan sonra bıçağını bilemeye çalışıyordu. Bu katı ve duygusuz davranış karşısında Rasûl-i Ekrem Efendimiz adamı şöyle îkâz etti:

“Hayvanı defalarca mı öldürmek istiyorsun? Bıçağını, onu yere yatırmadan önce bilesen olmaz mıydı?” (Hâkim, IV, , ) Bir hadîs-i şerîflerinde de:

“Size kimin cehennemden, cehennemin de o kimseden uzak olduğunu söyleyeyim mi?” diye suâl ettikten sonra:

“O kimseler nâzik, müşfik, merhametli, cana yakın ve yumuşak olanlardır.” buyurmuşlardı. (Ahmed, I, )

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- merhametli ve merhametsiz kişilerin durumunu bir hadîs-i şerîflerinde şöyle açıklamaktadırlar:

“Günahkâr bir kadın, çölde susuzluktan dili ile kumları yalayan bir köpek görmüştü. Ona merhamet edip ayakkabısı ile kuyudan su alarak köpeğin susuzluğunu giderdi. Cenâb-ı Hak da, bu kadının günahlarını affetti. Diğer bir kadın da, kedisini umursamayıp aç bırakmıştı. Hattâ yerin haşerâtını yemesi için bile ona müsâade etmemişti. Nihâyet kedi açlıktan öldü. O kadın da bu merhametsizliği sebebiyle cehennem yolcusu oldu!”[29]

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu ölçülerle bir câhiliye toplumunu Asr-ı Saâdet nesli hâline getiriyordu. Bir zamanlar insanlara bile muâmelesi bozuk olan kimseler, hattâ kız çocuklarını diri diri toprağa gömenler, neticede hayvanâta kadar uzanan bir merhamet ve şefkat kutbu oluyorlardı.

Zira kendilerine üsve-i hasene / en mükemmel bir örnek şahsiyet olan Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- küçük bir serçenin hakkına dahî riâyet ediyor ve onları târifsiz bir hassâsiyet ile yoğuruyordu.

Yılan ve akrep gibi öldürülmesi gereken muzır hayvanların bile fazla azap çekmemeleri için bir vuruşta öldürülmelerini emrediyor:

“Kim keleri ilk darbede öldürürse ona yüz sevap yazılır. İkinci vuruşta öldürürse daha az yazılır. Üçüncü vuruşta ise bundan da az sevap kazanır.” buyuruyordu. (Müslim, Selâm ; Ebû Dâvûd, Edeb /)

Zararlı hayvanların öldürülmesinde dahî merhamet tavsiye edilmesi, kâ’bına varılmaz bir şefkat numûnesi değil midir?

Peygamberimiz Övünmezdi

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yaşadığı bütün bu yüksek kulluk ve ahlâk sebebiyle hiçbir zaman övünmezlerdi. Allâh’ın kendi üzerindeki nîmetlerini sayar; “Lâ fahre: Övünmek yok!” diyerek büyük bir tevâzûya bürünürlerdi. (Tirmizî, Menâkıb, 1; İbn-i Mâce, Zühd, 37; Ahmed, I, 5, )

Gurûrun kaynağı, övülmek ve takdîr edilmektir. Bu hâl, insanları şımartan sebeplerden biridir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- insanların en şereflisi olup Allâh’ın medhine nâil olduğu hâlde, sahâbesine:

“Bana, «Allâh’ın kulu ve Rasûlü’dür» deyiniz!” buyurmuştur. (Buhârî, Enbiyâ, 48; Ahmed, I, 23)

İnsanda kul olma özelliği vardır. İnsan, ya eşyâ ve menfaatlerine, ya da Rabbine kul olur. Rabbine kul olma, insanı, nefsin menfaatlerine ve eşyâya köle olmaktan korur.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hayâtın zıt yönleri arasında kurduğu dengede, en küçük bir kusur, yetersizlik ve eksiklik göstermemiştir. Tarihte böyle ikinci bir şahsiyet örneği bulabilmek mümkün değildir.

Toplumlarda hayâtın bâzı kısımlarında mahâret ve üstünlüğü olan şahsiyetlere rastlanmaktadır. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’inki ise bütün üstünlüklerin bir kişide toplandığı yegâne örnektir.

En Güzel Örnek: Resulullah

Hâsılı O, her hususta gelmiş geçmiş en müstesnâ ve yüce bir örnek şahsiyetti. Bir ömür:

1. Kullukta, 2. Muâmelâtta, 3. Ahlâkta bütün insanlığa kâ’bına varılmaz hasletler, fazîletler, gayretler, kısacası, maddî-mânevî eşsiz güzellikler armağan etti.

Zira O, ümmetine örnek şahsiyet olmanın mes’ûliyetini lâyıkıyla idrâk etmiş bir ebedî saâdet rehberiydi.

Bu meyanda O’nun namaza olan hassâsiyeti, her şeyin fevkindeydi. Gecenin az bir kısmını uykuda geçirir, mübârek vücudu çoğu vakit yatak görmezdi. Herkes geceleyin tatlı uykularında iken o secdede gözyaşı hâlinde idi. Ömrünün sonlarına doğru, hastalıkları had safhaya vardığı anlarda dahî gücünü toparlayabildikçe hücre-i saâdetinden çıkarak mescide varmış ve namazını cemaatle kılmıştı.

Abdullah bin Şıhhîr -radıyallâhu anh- Peygamber Efendimiz’in namazdaki huşûunu şöyle anlatmaktadır:

“Bir keresinde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yanına gitmiştim. Namaz kılıyor ve ağlamaktan dolayı göğsünden, kaynayan kazan sesi gibi sesler geliyordu.” (Ebû Dâvûd, Salât, /; Nesâî, Sehv, 18)

Ramazan orucundan başka mü’minlere farz kılınmış oruç olmadığı hâlde, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hiç oruç tutmadan geçirdiği ay veya hafta pek nâdirdir.

Hazret-i Âişe vâlidemiz buyuruyor ki:

“Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bâzen sürekli olarak oruç tutardı. Öyle ki, artık bir daha orucu bırakmayacak zannederdik.” (Buhârî, Savm, 53)

Her ayın on üç, on dört ve on beşinci günlerinde, Şevval’de altı gün, Muharrem’de aşûre orucunu ihmâl etmezdi. Bunlara ilâveten pazartesi ve perşembe oruçları da âdetiydi.

Zekât âyetiyle de mü’minlere zekât vermelerini, hayır için infâk etmelerini emretmişti. Lâkin en güzel infâkı evvelâ kendisi tatbîk ederdi. Cenâb-ı Hakk’ın:

“Kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda infâk ederler.” (el-Bakara, 3) buyruğunu en güzel şekilde yaşar; hayra sarf edilen malı ve takvâ sahibi ticâret erbâbını senâ eylerdi.

Dipnotlar:

[1] İslâmî ilimlerin dayandığı bu temel, “nass” tâbir olunan Kur’ân ve Sünnet’tir. Sünnet, Rasûlullah Efendimiz’in kavlî, fiilî ve takrîrî hâl ve davranışlarıdır. Kur’ân ve sünnetin açık olarak hüküm koyduğu hususlarda ictihâda yer yoktur. [2] İctihad, Kur’ân ve Sünnet’in açık olarak hüküm beyân etmediği mevzularda, müctehidlerin belli usûller dâhilinde yine Kur’ân ve Sünnet muhtevâsı içinde meseleleri çözüme kavuşturmalarıdır. [3] Ali Yardım, Peygamberimizin Şemâili, İstanbul, , s.  [4] Ayrıca bkz. Ahmed bin Hanbel, el-Müsned, İstanbul , IV,  [5] Bkz. İbn-i Sa’d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, Beyrut, Dâru Sâdır, I, , , ; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, Beyrut , IX,  [6] Bkz. İbn-i Mâce, Et’ime, 30; Taberânî, el-Mu’cemü’l-Evsat, II,  [7]Yâr-ı Gâr: Mağara dostu mânâsına gelir ve Efendimiz ile Hz. Ebûbekir’in Sevr Mağarası’ndaki arkadaşlıklarını ifâde eder. Zamanla samimî dostluklar için de kullanılır olmuştur. [8] Bkz. Ahmed, VI, ; Heysemî, VI, ; İbn-i Sa’d, V,  [9] Vâkıdî, Meğâzî, Beyrut , II,  [10] Ayrıca bkz. Ebû Dâvûd, Harâc, /; İbn-i Hibbân, Sahîh, Bey­rut, , XIV,  [11] Ahmed, ez-Zühd, yy. ts., s.  [12] İbn-i Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, Beyrut , I,  [13] Ahmed, V, ; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, Beyrut, , IX,  [14] Bkz. Ahmed, II, ; Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, tahk. Hamdi Abdülmecid es-Selefî, Beyrut, Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, X,  [15] Tirmizî, Zühd, 44/; İbn-i Mâce, Zühd, 3; Ahmed, I,  [16] Beyhakî, Şuabü’l-Îmân, Beyrut , V,  [17] Bkz. Müslim, Nüzür, 8; Ebû Dâvûd, Eymân, 21/; Tirmizî, Zühd, 50; Ahmed, IV,  [18] Buhârî, Menâkıb 25, Eymân 3; Müslim, Salât, ; İbn-i Hibbân, IV,  [19] Bkz. Müslim, Fedâil,  [20] Ali el-Müttakî el-Hindî, Kenzü’l-Ummâl, Beyrut , IV, / [21] İbn-i Abdilberr, el-İstîâb, Kâhire ts., I, ; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, Kâhire , I,  [22] Bkz. İbn-i Sa’d, II, ; Buhârî, Tıbb, 47, 49; Müslim, Selâm, 43; Nesâî, Tahrîm, 20; Ahmed, IV, , VI, 57; Aynî, XXI, [23] Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, Mısır , I,  [24] Peygamber Efendimiz bu sözüyle: “Sabah akşam Rab’lerine, O’nun rızâsını dileyerek duâ edenlerle birlikte candan sabret. Dünya hayâtının süsünü isteyerek gözlerini onlardan ayırma. Kalbini Biz’i anmaktan gafil kıldığımız, kötü arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme!” (el-Kehf, 28) âyetine telmihte bulunmaktadır. Burada Allah, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’e, İslâm’a ilk önce giren fakir ve düşkünlerle birlikte başlarına gelebilecek sıkıntılara sabretmesini ve onlara muâmelesinde oldukça hassas davranmasını emretmiştir. [25] Müslim, Eymân,  [26] Nesâî, Cihâd, 6; Ahmed, III, ; Süyûtî, I,  [27] Develer, güzel ses ve tegannîye meftundurlar. Deve çobanları da, sürülerini hızlandırmak için tegannîde bulunurlar. Buna “Hidâ” denir. [28] Hz. Peygamber’in evliliklerinin hiçbirinde nefsânî bir temayül ve düşkünlük görmek mümkün değildir. O hiçbir kıza gençliğinde de tâlip olmamış ve kendisine tâlip olan, 40 yaşında, çocuklu, dul bir hanım olan Hz. Hatice ile evliliği kabul etmiş, ömrünün en zinde yıllarını onunla yaşamıştır. Ondan sonraki evlilikleri yaşlılık zamanlarına denk gelir. (54 yaşından sonra) Bunların hepsi de kendi arzusuyla değil, ilâhî emirle gerçekleşmiş ve pek çok ilâhî hikmet yanında bilhassa dînin hanımlara öğretilmesi hedeflenmiştir. Üstelik bu evliliklere mazhar olan annelerimizin çoğu yaşlı, çocuklu ve çaresiz kimselerdir. Hâsılı Hz. Peygamber’in birden fazla evlilik devresinin hem yaşlılık zamanına hem de peygamberlik vazifesinin yoğun olduğu devreye rastlaması, bu evliliklerin ilâhî tâyinle ve İslâm’ı daha geniş kitlelere rahatça ulaştırma gâyesiyle gerçekleştiğini açıkça ortaya koymaktadır. Geniş bilgi için bkz. Osman Nûri Topbaş, Hazret-i Muhammed Mustafâ, I,  [29] Bkz. Buhârî, Enbiyâ, 54; Müslim, Selâm, , ; Birr, ; Nesâî, Küsûf,

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Emsalsiz Örnek Şahsiyet, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

Peygamberimizin Ahlakı Nasıldı?

Peygamberimizin Ahlaki Özellikleri Nelerdir?

Peygamber Efendimizin Ahlâkî Fazîletleri Nelerdir?

PAYLAŞ:                

Doç. Dr. Aynur URALER

Peygamberlerin ümmetlerine güzel bir örnek olmaları onların gönderiliş gayelerindendir. Şüphesiz ki Müslümanların hem ferdî hayatlarında hem de sosyal hayatlarında kendisine uyacakları rehberleri, peşinden gidecekleri yegâne örnekleri Hz. Muhammed (s.a.s)’dir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim, Rasûlullah’ın (s.a.s) hayat ve şahsiyetini Müslümanlar için örnek olarak göstermiştir. (bkz. Ahzâb Sûresi 33/21). Örnek gösterilen kişinin ahlâkı da örnektir. İslâm ahlâkının temsilcisi olan Peygamberimiz (s.a.s), güzel ahlâkın ne derece önemli olduğunu “İyi biliniz ki sizin en hayırlınız, en güzel huylu olanınızdır.” sözleriyle ifade etmiştir. Bu sebeple Ashâb-ı Kirâm O’nun örnek hayatını titizlikle izlemişler; kendi yaşayışları için örnek almışlar, hem de sonraki nesillere büyük bir gayret ve itina ile nakletmişlerdir. O’nun ahlâk ve şahsiyetinin kaynağı Kur’ân-ı Kerim’dir. Yani Efendimiz (s.a.s) Kur’ân’ın emrettiğini yaparak yasakladığı şeylerden kaçınarak hayatını şekillendirmiştir. 

Hz. Muhammed’in (s.a.s) ahlâkını anlatan pek çok hadis bulunmaktadır. Bunlardan bazıları şöyledir:

·  Kusursuz bir ifade kabiliyetine sahip olan Rasûlullah (s.a.s), hayatı boyunca sadece gerçeği söylemiş ve söylediklerini harfi harfine yaşamıştı.

·  Gönlü zengindi. Affetmeyi sever, kimseyi incitmez, düşmanlarının dahi iyiliğini isterdi. Kur’ân-ı Kerim’de O’nun bu meziyetinden övgüyle bahsedilir ve şöyle buyrulur: “Eğer kaba, katı kalpli olsaydın muhakkak ki insanlar çevrenden dağılır, giderlerdi.”[1] O, insanların kusurlarını yüzlerine vurmaz, tenkitlerini isim vermeden yapardı.

· Geçici sıkıntılarını tasa etmezdi. Diğer Müslümanlara da kanaatkâr olmayı, hayata daima iyimser bakmayı tavsiye ederdi.

· Giyiminde temizliğe ve sadeliğe önem verir, lüksten kaçınır, bununla birlikte pejmürdelikten de hoşlanmazdı.

· Temizliği “İmanın yarısı” sayardı. Bizzat kendisi temiz olduğu gibi bu alışkanlığı etrafındakilere de kazandırmaya çalışırdı.

·    Bir öğünlük yemeğini bile, olmayana verdiği için hem kendisinin hem de ailesinin aç sabahladığı çok geceler olmuş, fakat kendisi ve ailesi, iyilik yapmanın ve Allah’ın hoşnutluğunu kazanmanın verdiği mutlulukla açlığın sıkıntısını yenmişlerdir.

·     Yeri gelince bir yiğit, yeri gelince son derece halim selim bir kimse idi.

·     Adaleti titizlikle korur; insanlara sırf mevki ve makamlarına göre muamele etmezdi. Aksine fakirlerin, kimsesizlerin, yetimlerin, hastaların, gariplerin, çocukların daha çok ilgi ve mutluluğa muhtaç olduklarını bilir ve ilgisini onlardan esirgemezdi.

·     Kibirlenmekten nefret eder, kibirle imanın bir kalpte birleşemeyeceğini söylerdi. Kimseye karşı büyüklük taslamaz, fakat düşmanların karşısında da ezilip küçülmezdi. Otoritesini sürdürmek için sunî ve zorlama tedbirlere başvurmazdı.

·     Dalkavuklardan hoşlanmazdı.

·    Kendisine bir ilâh gözüyle bakılmasına asla razı olmaz; kendisinin de bir insan olduğunu sadece Allah’ın korumasıyla hata ve günahtan kurtulabileceğini samimiyetle ifade ederdi.

·    Halkın arasına katılır; insanlarla olan ilişkilerini herhangi bir insan gibi sürdürür; hastaları, dostlarını, komşularını ziyaret eder; Müslümanların acı ve tatlı günlerini paylaşmaktan geri kalmazdı.

·     İş ve hareketlerinde taşkınlık yapacak karakterde değildi. Hayatı boyunca aşırılık ve taşkınlık yapmamıştır.

·     O (s.a.s), kötülüğe kötülükle karşılık vermez, aksine kusurları affederdi. Bir yerde bir kusur görse yüzünü çevirirdi. Bir şeye celâllenirse Kur’ân’a uymadığından dolayı celâllenirdi. Bir şeyi beğenirse Kur’ân’a uyduğu için beğenirdi. Allah’ın emirleri çiğnendiğinde sessiz kalmaz muhakkak tepki gösterirdi.

·     Kimseyi dövmemiştir. Herkese karşı sabırlı davranıp “öf” bile dememiştir. 

     ·Rasûlullah (s.a.s), insanların en lütufkârıydı. Kendisinden bir şey soranı can kulağıyla dinler bütün vücuduyla ona yönelirdi. Karşısındakinin sözünü kesmezdi. Soru soran ayrılıp gitmedikçe Rasûlullah (s.a.s) oradan ayrılmazdı.

·     Bir kimse Peygamberimiz (s.a.s) ile tokalaşsa tokalaşan kişi elini çekmedikçe O, elini çekmezdi.

·    Bir topluluğun yanına gittiğinde baş tarafa geçmez, boş bulduğu yere otururdu. Özel bir sarayı, tahtı olmayan Peygamberimiz (s.a.s), nerede oturursa otursun diğer insanlarla aynı hizada otururdu.

·     Zengin-fakir, genç-yaşlı ayırt etmez, yardım isteyen herkese yardım ederdi. Bazen bir çocuk gelir Rasûlullah’ın (s.a.s) elinden tutar, istediği yere götürürdü. Bazen de bir hizmetçi gelir, herhangi bir konuda yardım ister, Peygamberimiz (s.a.s) ona da hayır demezdi.

·     Herkese karşı güler yüzlüydü, güzel huyluydu. Çok merhametliydi, affediciydi, sert ve katı kalpli değildi. Bağırıp çağırmazdı.

·     Cimri değildi, kendisinden bir şey isteyen, ümit içerisinde olurdu. İhtiyacı olanların ihtiyacını yerine getirmeye çalışırdı.

·     Bir devlet başkanı, bir ordu komutanı, bir öğretmen, bir imam olmak gibi pek çok görevi üstlenen ve hayatın içinde olan Hz. Muhammed (s.a.s), aynı zamanda hayâlı idi. Güzel bulmadığı bir şey, yüzünden anlaşılırdı. Bu görevleri yapması O’nun (s.a.s) yırtıcı, kibirli, saygısız ve ukalâ olmasını gerektirmemişti.

·      Rasûlullah (s.a.s), oturup kalkarken Allah’ı zikrederdi.

·      Herkesin durumuna göre muamele edip, iltifat ederdi. Bu sebeple herkes, kendisinin Rasûlullah’ın (s.a.s) en yakını olduğu hissini taşırdı.

·     Toplulukla yemek yemeyi severdi. Yemeğe besmeleyle başlar, sağ elini kullanır, tıka basa yemez, doymadan sofradan kalkar, yemekten önce ve sonra ellerini yıkardı. Sağlığa zararlı ve dinen haram olan veya kokusuyla çevresindekileri rahatsız edecek şeyleri yemez; bunların dışında hiçbir yemek için “sevmiyorum” demezdi. Sofra adabına daima uyar, bu konuda çevresindekileri de sabırla ve nezâketle eğitirdi.

·      Hiçbir ikramı ve hediyeyi küçümsemezdi.[2]

 

 

 

 



* Bu yazı hocamızın izniyle Gönüllerin Gülü Hz. Muhammed adlı esrinden alınmıştır.

[1]Âl-i İmrân Sûresi 3/

nest...

çamaşır makinesi ses çıkarması topuz modelleri kapalı huawei hoparlör cızırtı hususi otomobil fiat doblo kurbağalıdere parkı ecele sitem melih gokcek jelibon 9 sınıf 2 dönem 2 yazılı almanca 150 rakı fiyatı 2020 parkour 2d en iyi uçlu kalem markası hangisi doğduğun gün ayın görüntüsü hey ram vasundhara das istanbul anadolu 20 icra dairesi iletişim silifke anamur otobüs grinin 50 tonu türkçe altyazılı bir peri masalı 6. bölüm izle sarayönü imsakiye hamile birinin ruyada bebek emzirdigini gormek eşkiya dünyaya hükümdar olmaz 29 bölüm atv emirgan sahili bordo bereli vs sat akbulut inşaat pendik satılık daire atlas park avm mağazalar bursa erenler hava durumu galleria avm kuaför bandırma edirne arası kaç km prof dr ali akyüz kimdir venom zehirli öfke türkçe dublaj izle 2018 indir a101 cafex kahve beyazlatıcı rize 3 asliye hukuk mahkemesi münazara hakkında bilgi 120 milyon doz diyanet mahrem açıklaması honda cr v modifiye aksesuarları ören örtur evleri iyi akşamlar elle abiye ayakkabı ekmek paparası nasıl yapılır tekirdağ çerkezköy 3 zırhlı tugay dört elle sarılmak anlamı sarayhan çiftehan otel bolu ocakbaşı iletişim kumaş ne ile yapışır başak kar maydonoz destesiyem mp3 indir eklips 3 in 1 fırça seti prof cüneyt özek istanbul kütahya yol güzergahı aski memnu soundtrack selçuk psikoloji taban puanları senfonilerle ilahiler adana mut otobüs gülben ergen hürrem rüyada sakız görmek diyanet pupui petek dinçöz mat ruj tenvin harfleri istanbul kocaeli haritası kolay starbucks kurabiyesi 10 sınıf polinom test pdf arçelik tezgah üstü su arıtma cihazı fiyatları şafi mezhebi cuma namazı nasıl kılınır ruhsal bozukluk için dua pvc iç kapı fiyatları işcep kartsız para çekme vga scart çevirici duyarsızlık sözleri samsung whatsapp konuşarak yazma palio şanzıman arızası