herkes seçtiği hayatın keyfine baksın / Namık Kemal Sözleri - İstanbul - Bylge

Herkes Seçtiği Hayatın Keyfine Baksın

herkes seçtiği hayatın keyfine baksın

Namık Kemal Sözleri

Ah, sanki nefes mi alıyorum?

Canımın bir parçası kopuyor da,

ağzımdan yere dökülüyor.



Sanki gökyüzü ısmarladım, gülüşlerinde güneş batsın diye.



Uyusam, rüyamda seni!

Uyansan, hayalimde sen!

İnsan içinde olsam, gönlümde sen!

Daima sen! Daima sen!



İnsan ne söylediğini bilmeli, fakat her bildiğini söylememelidir.



Zihin fukara olunca, akıl ukala olurmuş .



Bende böyle olmasını istemezdim ama oldu şimdi herkes seçtiği hayatın keyfine baksın.



Bazen fikirlerini de değiştirmelisin çünkü sen onların kölesi değil sahibisin.



İnsan her nefesini ömrü uzatmak için alır fakat yine de her nefes alışta ömründe bir nefeslik zaman eksilir.





Vatan bize kılıcımızın ekmeğidir.



İnsan ne idraksiz mahlûktur! Herkes kimsenin sağ kalmadığını bilir de kendi öleceğine inanmak istemez.



Usanmaz kendini insan bilenler halka hizmetten.



Bu kadar adam gördüm içlerinden hiçbir dünyadan hoşnut değil hiçbiri de dünyadan gitmek istemez.



Yüksel ki yerin bu yer değildir dünyaya gelmek hüner değildir.



İnsan vatanı sever çünkü hürriyeti rahatı hakkı vatanı sayesinde kaimdir.



Vatan sevgisinden maksat toprağa değil onun üstünde yaşayan insanlara duyulan sevgidir.



Çıplaktım vatan sayesinde giyindim.



Bize gayret yaraşır, merhamet Allah'ındır. Hükmü atı ne fakirin, ne de şeyhin şahındır.





Kimse kendi niteliğini kendi görüşüyle algılayamaz. Tek görme organı göz olduğu halde gözün kendini göremediği gibi.



Kitap okumadan meydan okuyamazsın.



Hüzünlü bir hikayeden arta kalan tek kelimedir. "Nasip Değilmiş" demek.



Ülkedeki ahlak bunalımının bir kaynağı da; ana babanın çocuk eğitiminde tuttukları yoldur.



Vatan sevgisinden maksat, toprağa değil onun üstünde yaşayan insanlar duyulan sevgidir.



Gerçeğin ışığı fikirlerin çarpışmasından doğar.



Zalimin yardımcısı olan kişi alçaktır. İnsafsız bir avcıya hizmet etmekten ancak köpekler zevk alır.



Ey yaralı kükreyen arslan! Senin gezdiğin güzeh sahralar zulmün köpeklerine kaldı, artık gaflet uykusundan uyan!



Felek her türlü esbab-ı cefasın toplasın gelsin

Dönersem kahbeyim millet yolunda bir azimetden



Vatanı düşmana teslim ettik.

Göz göre milleti tesmim ettik.

Sanki her vasibi tetmim ettik..

Çekelim bir nazar-ı im'ane;

Bu mudur lâyık olan imane!



İnsanlardan hayatın uzan olmasına bu kadar rağbet nedendir? Bilmiyorum, insana canı korumaktan ne menfaat olabilir.





Senindir şimdi cezb-i kalbe kudret setr-i hüsn etme

Cemîln tâ-ebed dûr olmasun enzâr-ı ümmetden..!



Bir hamiyet meydanında kendesine mezellet toprağından mezar toprağı daha iyi gelen o yüce yaratılışlılarız..!



Yare nişandır tenine erlerin,

Mevt ise son rütbesidir askerin,

Altı da bir, üstü de birdir yerin

Arşt yiğitler, vatan imdâdına!



Vatanı düşman elinde görmek,

Ademe küfre müşabihtir pek,

Bundan evvel ne şerefmiş ölmek!

Bu gidişle olacak puthane

Mescid ü Kâbemiz, ey divane..!



Gayretini artırarak pişmanlıktan yararlanmak, akıl sahipleri için felekten intikam almak demektir.



Nedendir halkda tûl-i hayâta bunca rağbetler,

Nedir insana bilmem menfa'at hıfz-ı emânetten!



Ziya en yüksek noktadan uzakta ise, mecburiyettendir. Tabiat yerde kalmış kabiliyetten utansın.



Kendi nefsinden utanmaz, fakat kınanmaktan utanan kişi, kendini herkesten alçak görür!



Hayatın değerini şöhretin iyiliğinden yüce bilinler derhal ebedi bereketi geçici zevklere tercih ederler.



Bu güzellikte hiç bu çağında

Yakışır mıydı boynuna o kefen?

Cisminin her mesamı yare iken

Tuttun evladını kucağında

Sen gider isen biz kalır sanma





Vatan, kendisine aşık olanları gurbetin acılarından ayırmayan vefasız ve insanla alay eden bir güzele dönmüştür!



Vatanı aldığı günler ecdad

Geri vermek mi içinde o cihad?

Yad edin kanlarını aşk ile yad!

Geldi toprakları da efgane,

Dadres yok mu diyor, nalâne..!



Göze bir alem eyliyor izhar

Ki cihanda büyük letafeti var

O letafet olunsa ger inkar

Mezhebimce demek muvafık olur

Aç vatan göğsünü İlah'ına aç!

Şühedanı çıkar da ortaya saç!



Hükmetme zamanı senindir, hükmünü dünyaya geçir. Allah yüceliğini her türlü belalardan korusun



Keyfi gelse bıyığın oynatarak mırlar iken

Kızdırırsan yüzüne atlayarak hırlar iken

Kuyruğu geçse ele dırlanarak hırlar iken

Sofrada her kedinin def'ini hazırlar iken

Kedimi gaflet ile fare-i idbâr yedi

Buna yandı yüreğim âh kedi vâh kedi



Gönülde çalışma cevheri, elmas cevherine benzer. Baskının şiddetinden ve ağırlığın tesirinden ezilmez.



Hürriyet mücadelesi, korkulu ateş olsa ne gam. Mert olan insan bir can için gayret meydanından kaçar mı..!



Vatanı ateşe bizler yaktık,

Yandı da seyrine bizler baktık,

Fahr edip bir de nişanlar taktık

Yakışır mıydı bu hiç merdâne

Çalışıp benzemeye şeytane!



Rica, ümit ve korkudan ve yakarmadan uzağım. Görevim menfaatimden, hakkım hükümetin kötü niyetlerinden daha üstündür.



Sıdk ile terkedelim her emeli her hevesi,

Kıralım hâil ise azmimize ten kafesi,

İnledikçe eleminden vatanın her nefesi,

Gelin imdada diyor, bak budur Allah sesi



Top patlasın ateşleri etrafa saçılsın

Cennet kapusu can veren ihvâna açılsın

Dünyada ne bulduk ki ölümden de kaçılsın

Gavgâda şehâdetle bütün kâm alırız biz

Osmanlılarız can verir nâm alırız biz..



Ey adaletsiz! Milletin yiğitleriyle mücadeleden sakın. Senin zulmünün kılıcı hamiyet kanının ateşi karşısında erir.



Git vatan! Kabe'de siyaha bürün

Bir kolun Ravza-i Nebi'ye uzat

Birini Kerbela'da Meşhed'e at

Kainatta o hey'etinle görün!

Bu temaşaya Hak da aşık olur.



Biz bir küçük aşiretten dünyaya hükmeden bir devlet yaratan o yüce himmetli, çalışkan ve güçlü kişileriz



Çekmedim ömrümde zencir-i esaret bârını

Kayd-ı dünyadan müberrayım bilir dünya beni

İşte meydan-ı hamiyyet kaçma ey cellad-ı zulm

Ya seni mahveylesin Mevlâ cihanda ya beni



Hamurunun mayası vatan toprağı olan vücûdun vatan yolunda eziyet ve sıkıntıdan toprak olursa ne gam..!



Gül ruhluların misali yoktur.

Hurşidin o rengi âli yoktur.

Ağyar ile ülfet etmek ister

Ben ölmeden ihtimali yoktur.



Onur

x

Günaydın

~

Bütün duygularımı sende harcamışım gibi,kimseye karşı bir şey hissedemiyorum

Related users

💎

Yollar sana çıkmıyor ama sen yinede yürüdüğümü bil

×

x

-

-

-

Gevşek kızlarla işim yok anlamıyor musunuz bee

-

CountreB’s Profile PhotoKaiawklsishs

-

CountreB’s Profile PhotoKaiawklsishs

-

sen benim dünya ahiret pandamsın

×

güzel olduğunuz kadar çevrimiçisinizde

×

CountreB’s Profile PhotoKaiawklsishs
Sana zaafım var ama imkanım yok

-

sendesevcenmi’s Profile PhotoKübra Monçiki
Şimdi herkes seçtiği hayatın keyfine baksın

-

-

pintipandam’s Profile Photoânıl

×

yemin ediyorum öyle kızları likelıyosun ve seni öyle kızlar likelıyorki beyin fonksiyonlarının çalışıp çalışmadığından şüphe duyuyorum

Burası iycene keraneye döndü

Vursaydın

womenonly’s Profile PhotoElif

Öyle olsun

womenonly’s Profile PhotoElif

Vicdanlı ben.. Şimdi anlat bakalım

womenonly’s Profile PhotoElif
uzun hikaye keyfine bak :d

vicdan yaptım dur ne boşvermesi :D

womenonly’s Profile PhotoElif

Boşa yaşıyonuz kız

Next

Nothing here yet

This user hasn’t answered any questions yet
Ask @onur_akcan

Language: English

Kader konusunda en çok merak edilenler

1 Alın yazısı ne demektir?

Alın yazısı, daha doğmadan önce insanın başına gelecek şeylerin Cenâb-ı Allah tarafından takdir edilmesi, insanın başına gelecek şeylerdir. Buna kader de denir.

Dinî literatürde gerçekten anlına yazılmış yazı anlamında bir “alın yazısı”ndan söz edilemez. Ancak biz Türkçe’de bu ifadeyi kader manasında kullanıyoruz. Kader ise, Allah’ın ilminin bir nevidir. Allah’ın olmuş, olmakta olan ve olacak olan her şeyi önceden bilmesi “kader”dir.

Allah’ın her şeyi önceden bilmesi, İlahlığın olmazsa olmaz şartıdır. Aksi takdirde Allah’ın -haşa- bazı konularda cahil olması gerekir. Böyle bir düşünce küfrü gerektirir.

Her şey, Allah’ın ilmine, o kişi hakkındaki bilgisine uygun olarak kaydedilir. Allah’ın ilmi ise, o kişinin kendi özgür iradesiyle neler yapacağı, nasıl bir hayat çizgisini takip edeceği doğrultusunda oluşur. Çünkü ilim maluma tabidir. Bir şey nasıl bilinirse öyle olmaz, bilakis, nasıl olacaksa öyle bilinir.

Allah, her şeyi nasıl olacaksa ve kişi hür iradesiyle nasıl tercih edecekse öyle bilir. Bu bilgiye halk arasında "alın yazısı" denilmektedir.

İlave bilgi için tıklayınız:

- Kaderimizde varsa suçumuz ne?..

- Evlilik kader midir? Kaderimizde kim varsa onunla mı evlenmek zorundayız?..

2 Izdırari kader ile evlilik ve rızık ilişkisi hakkında bilgi verir misiniz?

1. Kader konusunda aklınıza takılan her şeyi sorabilirsiniz. Bu durum inkar ettiğiniz anlamına gelmez. Nitekim Kur'an'dan öğrendiğimize göre Hz. İbrahim aleyhisselam ölülerin nasıl diriltileceğini sormuş, sonra da "Allah'ım inanmadığımdan değil, kalbim tatmin olsun diye soruyorum." demiştir. Bu nedenle bizler de aklımıza takılan sorularımızı sorabiliriz. Biz de elimizden geldiği kadar cevap vermeye çalışırız.

2. Kaderin esas anlamı "Allah’ın, olmuş olacak her şeyi bilmesi" demektir. Dikkat edersek insan iradesini yok saymıyor. Bilmek ayrı yapmak ayrıdır. Bilen Allah’tır, yapan kuldur. Bu konuya bir misal verelim:

Peygamberimiz İstanbul'un fethini ve komutanını yüz yıllar önce müjdelemiş ve haber vermiştir. Zamanı gelince de dediği gibi çıkmış. Şimdi, İstanbul Peygamberimiz (asm) dediği için mi fethedildi, yoksa fethedileceğini bildiği için mi söyledi. O zaman Fatih Sultan yatsaydı, çalışmasaydı, ordular hazırlatıp savaşmasaydı, yine olacak mıydı? Demek ki Allah Fatih'in çalışıp İstanbul’u fethedeceğini biliyordu ve bunu elçisi Hz. Peygambere (asm) bildirdi.

Buradaki ince nokta: Allah bildiği için yapmıyoruz, biz yapacağımız için Allah biliyor. Zaten Allah’ın geleceği bilmemesi düşünülemez. Bilmese veya bilemese yaratıcı olamaz.

Buna bir örnek verelim; Allah dostu evliyadan bir öğretmen düşünelim. Öğrencilerinden birisine “Yarın seni şu kitaptan imtihan edeceğim.” diyor. Fakat öğretmen Allah’ın izniyle onun filim, maç, oyun, eğlence, derken sabah okula çalışmadan geleceğini bilerek, akşamdan karnesine “0” yazıyor. Ertesi sabah öğrenci sorulan sorulara cevap veremiyor ve sıfırı hak ettiğini bildiği anda, öğretmen cebinden not defterini çıkarıp “Senin çalışmayıp sıfır alacağını bildiğim için, önceden deftere sıfır yazmıştım.” diyor. Buna karşı öğrenci “Hocam sen sıfır yazdığın için ben sıfır aldım. Yoksa geçer puan yazsaydın geçerdim.” diyebilir mi?

Demek ki Allah yazdığı için biz yapmıyoruz, bizim yapacağımız şeyleri bilerek Allah yazıyor. İşte buna "kader" diyoruz.

3. Kaderi ikiye ayırabiliriz: Izdırari kader, ihtiyari kader.

"Izdırari kader"de bizim hiçbir tesirimiz yok. O, tamamen irademiz dışında yazılmış. Dünyaya geleceğimiz yer, annemiz, babamız, şeklimiz, kabiliyetlerimiz ızdırari kaderimizin konusu. Bunlara kendimiz karar veremeyiz. Bu nevi kaderimizden dolayı mesuliyetimiz de yok.

İkinci kısım kader ise, irademize bağlıdır. Biz neye karar vereceksek ve ne yapacaksak, Allah ezeli ilmiyle bilmiş, öyle takdir etmiştir.

Kalbimiz çarpıyor, kanımız temizleniyor, hücrelerimiz büyüyor, çoğalıyor, ölüyor. Vücudumuzda, bizim bilmediğimiz birçok işler yapılıyor. Bunların hiçbirini yapan biz değiliz. Uyuduğumuz zaman bile bu tür faaliyetler devam ediyor.

Ama şunu da çok iyi biliyoruz ki, kendi isteğimizle yaptığımız işler de var. Yemek, içmek, konuşmak, yürümek gibi fiillerde karar veren biziz. Zayıf da olsa bir irademiz, az da olsa bir ilmimiz, cılız da olsa bir gücümüz var.

Yol kavşağında hangi yoldan gideceğimize kendimiz karar veriyoruz. Hayat ise, yol kavşaklarıyla dolu.

Şu hâlde, bilerek tercih ettiğimiz, hiçbir zorlamaya maruz kalmaksızın karar verip işlediğimiz bir suçu, kendimizden başka kime yükleyebiliriz?

İnsanın "cüz-i ihtiyari" adı verilen iradesi, önemsiz gibi görülmekle beraber, kâinatta geçerli olan kanunlardan istifade ederek, büyük işlerin meydana gelmesine sebep olmaktadır.

Bir apartmanın üst katının lütuflarla, bodrum katının ise işkence aletleriyle dolu olduğunu ve bir şahsın bu apartmanın asansörü içerisinde bulunduğunu farz ediniz. Kendisine, apartmanın bu keyfiyeti daha önce anlatılmış bulunan bu zat, üst katın düğmesine bastığında lütfa mazhar olacak, alt katın düğmesine bastığında ise azaba duçar olacaktır.

Burada iradenin yaptığı tek şey, sadece hangi düğmeye basılacağına karar vermesi ve teşebbüse geçmesidir. Asansör ise, o zatın kudret ve iradesiyle değil, belirli fizik ve mekanik kanunlarla hareket etmektedir. Yani, insan üst kata kendi iktidarıyla çıkmadığı gibi, alt kata da kendi iktidarıyla inmemektedir. Bununla beraber asansörün nereye gideceğinin tayini, içindeki şahsın iradesine bırakılmıştır.

İnsanın kendi iradesiyle yaptığı bütün işler, bu ölçüyle değerlendirilebilir. Mesela; Cenab-ı Hak, meyhaneye gitmenin haram, camiye gitmenin ise faziletli olduğunu insanlara bildirmiş bulunmaktadır. İnsan bedeni ise kendi iradesiyle, misaldeki asansör gibi her iki yere de gitmeye müsait bir yapıdadır.

Kâinattaki faaliyetlerde olduğu gibi, beden içindeki faaliyetlerde de insanın iradesi söz konusu olmamakta ve insan bedeni, kanun-u külli adı verilen ilahi kanunlarla hareket etmektedir. Fakat onun nereye gideceğinin tayini, insanın irade ve ihtiyarına bırakılmıştır. O hangi düğmeye basarsa, yani nereye gitmek isterse, beden oraya doğru hareket etmekte, dolayısıyla da gideceği yerin mükafatı veya cezası o insana ait olmaktadır.

Dikkat edilirse, kaderi bahane ederek, “benim ne suçum var” diyen kişinin, iradeyi yok saydığı görülür.

Eğer insan, “rüzgârın önünde sürüklenen bir yaprak” ise, seçme kabiliyeti yoksa, yaptığından mesul değilse, o zaman suçun ne manası kalır? Böyle diyen kişi, bir haksızlığa uğradığı zaman mahkemeye müracaat etmiyor mu?

Halbuki, anlayışına göre şöyle düşünmesi gerekirdi:

“Bu adam benim evimi yaktı, namusuma dil uzattı, çocuğumu öldürdü, ama mazurdur. Kaderinde bu fiilleri işlemek varmış, ne yapsın, başka türlü davranmak elinden gelmezdi ki.”

Hakkı çiğnenenler gerçekten böyle mi düşünüyorlar?

İnsan yaptığından sorumlu olmasaydı, “iyi” ve “kötü” kelimeleri manasız olurdu. Kahramanları takdire, hainleri aşağılamaya gerek kalmazdı. Çünkü her ikisi de yaptığını isteyerek yapmamış olurlardı. Halbuki hiç kimse böyle iddialarda bulunmaz. Vicdanen her insan, yaptıklarından sorumlu olduğunu ve rüzgârın önünde bir yaprak gibi olmadığını kabul eder.

Allah kimin ne zaman nasıl öleceğini bilir. Şehit olarak ölüp ölmeyeceğini de bilir. Ama biz bunu bilmeyiz. Bu konu kaderle ilgili bir konudur.

İlave bilgi için tıklayınız:

- Evlilik kader midir? Kaderimizde kim varsa onunla mı evlenmek zorundayız?

3 Kader ve kaza, ne demektir?

Kader, bir iman rüknüdür ve şöyle tarif edilir:

“Kader, Hak Teâlâ nın, ezelden ebede kadar olmuş ve olacak her şeyin, her şeyini ve her hâlini, zamanını ve mekânını, sıfatlarını ve özelliklerini ezelî ilmiyle bilip, ona göre, takdir etmesidir.”

Kaza ise, kaderde planlanan bir şeyin yaratılması, varlık sahasına çıkarılmasıdır.

Kâinatın altı devrede yaratılışından, insanın ana rahminde dokuz ayda teşekkülüne kadar, her hâdise kaderi gösteriyor!.. Güneş sisteminden atom sistemlerine kadar her hikmetli tanzim, kaderi ilan ediyor!.. Elementlerin sayıları ve özellikleri, kaderden haber veriyor!.. Bitkilerin ve hayvanların cinslere, türlere ayrılmış olması, her türe farklı kabiliyetler takılması, hep kader ile olmuş!..

Meleklerin, hayvanların ve cansızların sabit makamlı kılınması, insanların ve cinlerin ise imtihana tâbi tutulması, kader ile plânlanmış!.. Cennet ve cehennemin yaratılması, ilâhî ilim ile takdir edilmiş!. O menzillere hangi yollardan gidileceği de yine kader ile tespit edilmiş!.. Hangi güzel amele ne kadar sevap, hangi günaha ne kadar azap verileceği de kader ile tayin edilmiş!..

Bir bilim dergisinde, insan bedenindeki harika nizam anlatılıyor ve ilâhî takdir konusunda çok güzel misâller sıralanıyordu. Ve yazı şöyle bağlanıyordu:

“Bedenimizin tamamı bir yana, sadece baş parmağımız olmasaydı teknik ve medeniyet ortaya çıkmazdı.”

Gerçekten de bütün buluşlar, keşifler, sanatlar bir yönüyle, baş parmağa bağlı. O da diğer parmaklarla yan yana gelseydi, ne kalem tutabilirdik ne kaşık ne de çekiç. İnsanoğlu, bütün varlık âlemi bir yana, sadece başparmağına ibret nazarıyla bakabilse, ilâhî takdiri en açık bir şekilde görecektir.

Kader konusunda ezberledikleri birkaç soruyu durmadan tekrarlayan adamlar, kaderin bu aslî mânâsını hiç düşünmezler. Şu haşmetli kâinatın bir ezelî ilim ve takdirle, safha safha yaratıldığı akıllarından bile geçmez. Kaderin bu haşmetli tecellilerini seyredemedikleri gibi, çekirdekleri, tohumları, yumurtaları, spermaları, genleri de bu açıdan değerlendiremezler. Hâlbuki, bu küçük yaratıklar sanki cisimleşmiş birer plân, birer program Allah'ın hârika takdirini ve ince hikmetini aklı başında olanlara ilan ediyor, ders veriyorlar. 

4 Bizim ne yapacağımız kaderimizde yazılmış ise, ne suçumuz var?

Sorunuzu bazı soru ve cevaplarla açıklamaya çalışalım.

Kader, bir iman rüknüdür ve şöyle tarif edilir: “Kader, hak teâlâ’ nın, ezelden ebede kadar olmuş ve olacak her şeyin, her şeyini ve her hâlini, zamanını ve mekânını, sıfatlarını ve özelliklerini ezelî ilmiyle bilip, ona göre, takdir etmesidir.”

Kaza ise, kaderde planlanan bir şeyin yaratılması, varlık sahasına çıkarılmasıdır.

Kâinatın altı devrede yaratılışından, insanın ana rahminde dokuz ayda teşekkülüne kadar her hâdise kaderi gösteriyor!..

Güneş sisteminden atom sistemlerine kadar her hikmetli tanzim, kaderi ilan ediyor!.. Elementlerin sayıları ve özellikleri, kaderden haber veriyor!.. Bitkilerin ve hayvanların cinslere, türlere ayrılmış olması, her türe farklı kabiliyetler takılması, hep kader ile olmuş!..

Meleklerin, hayvanların ve cansızların sabit makamlı kılınması, insanların ve cinlerin ise imtihana tâbi tutulması, kader ile plânlanmış!

Cennet ve cehennemin yaratılması, ilâhî ilim ile takdir edilmiş! O menzillere hangi yollardan gidileceği de yine kader ile tespit edilmiş!..

Hangi güzel amele ne kadar sevap, hangi günaha ne kadar azap verileceği de kader ile tayin edilmiş!..

Bir bilim dergisinde, insan bedenindeki harika nizam anlatılıyor ve ilâhî takdir konusunda çok güzel misâller sıralanıyordu. Ve yazı şöyle bağlanıyordu:

“Bedenimizin tamamı bir yana, sadece baş parmağımız olmasaydı teknik ve medeniyet ortaya çıkmazdı.”

Gerçekten de bütün buluşlar, keşifler, sanatlar bir yönüyle, baş parmağa bağlı. O da diğer parmaklarla yan yana gelseydi, ne kalem tutabilirdik, ne kaşık, ne de çekiç. İnsanoğlu, bütün varlık âlemi bir yana, sadece başparmağına ibret nazarıyla bakabilse, ilâhî takdiri en açık bir şekilde görecektir.

Kader konusunda ezberledikleri birkaç soruyu durmadan tekrarlayan adamlar, kaderin bu aslî manasını hiç düşünmezler. Şu haşmetli kâinatın bir ezelî ilim ve takdirle, safha safha yaratıldığı akıllarından bile geçmez. Kaderin bu haşmetli tecellilerini seyredemedikleri gibi, çekirdekleri, tohumları, yumurtaları, spermaları, genleri de bu açıdan değerlendiremezler. Halbuki, bu küçük yaratıklar sanki cisimleşmiş birer plan, birer program Allah’ın hârika takdirini ve ince hikmetini aklı başında olanlara ilan ediyor, ders veriyorlar.

Ve insan, yaratılışı icabı, kadere inanmakla mükellef!.. Çünkü ölçüden, tartıdan anlıyor. Yapmaya karar verdiği bir evin odalarını bilerek takdir ediyor. Mutfağını, banyosunu, hep yerli yerine koyduruyor. Yarını hakkında planlar kuruyor, hedefler tespit ediyor, kararlar veriyor. İşte bu yaratılışı onu kadere imanla mükellef kılıyor.

Düşünelim bir kere: şu görünen varlıklar içerisinde bizden başka hangi fert kendi varlığından ve yaratılış safhalarından haberdar? Ne olduğunu, niçin yaratıldığını ve nereye gittiğini bilen hangisi?!.. Kuşlar mı, ağaçlar mı, güneş mi, ay mı?!.

Hayvanlar kendi organlarından habersiz. Bitkiler yapraklarını tanımaz. Deniz, içinde yüzen balıklardan gafil. Ay, neyin etrafında döndüğünü bilmez.

Ama insan öyle mi? Kendi bedenindeki nizam kadar, ruhundaki intizamı da biliyor. Elementlerin vazifelerini bildiği gibi, hayvan türlerini, sema sistemlerini de tanıyor. Her ferdin, her nevin ve her sistemin niçin yaratıldığını, ne gibi hikmetler taşıdığını, az da olsa, anlayabiliyor. Bu yaratılışı sayesinde, kaderin eşyadaki o sonsuz tecellilerine de bir derece muhatap olabiliyor.

Kadere iman huzur kaynağı

Kadere iman, insan için, en büyük huzur kaynağıdır. Mümin olan insan, gerek kendi nefsinde gerek dış âlemde gördüğü bütün tanzim ve takdirlerin nice hikmetlerle dolup taştığını ve hepsinin de rahmeti netice verdiğini düşünür. “Kaderin her şeyi güzeldir.” diyerek, başına gelen her türlü hâdisenin altında rahmet ve hikmeti arar.

Dünya ve âhiret saadeti için gerekli her teşebbüsü yapar ve sonunda Allah’ın rahmet ve keremine itimat eder, huzur bulur!.. Kaybettiğine gam çekmez. Geçmişte kaçırdığı fırsatlara "ah!" etmez. "Şöyle olsaydı böyle olmazdı!" yahut, "Böyle olmasaydı şöyle olurdu!" gibi lâfların ruha sıkıntı vermekten öte bir fayda sağlamadığını bilir. Mazinin yükünü sırtından atar. Allah’a güvenerek istikbale doğru yol almaya koyulur, huzur bulur!..

Allah’ın kendisine lütfettiği nimetlerle, servetlerle, kabiliyetlerle övünmez, gururlanmaz. Her hayrı ondan bilir, huzur bulur!..

Kadere inanmayanlar insanlığa neyi takdim ediyorlar?

Çalışmayıp, tembelce oturmayı mı? Yoksa, sebeplere teşebbüs etmekle birlikte sonra neticeyi rıza ile karşılamayıp üzülmeyi, dövünmeyi mi?.. Bunda insanlığı ıstıraba sürüklemenin ötesinde ne fayda umuyorlar?!. Hassas ruhu ve tahammülsüz bedeni ile şu aciz insanı, nasıl bu ağır yükün altına sokuyorlar!?. Yoksa huzursuz, asabi ve isyankâr ruhlardan, kendi yıkıcı emelleri hesabına bekledikleri bir şeyler mi var?

Suçlarımızı kadere yükleyebilir miyiz?

Kaderi ikiye ayırabiliriz; ızdırari kader, ihtiyari kader.

"Izdırari kader"de bizim hiçbir tesirimiz yok. O, tamamen irademiz dışında yazılmış. Dünyaya geleceğimiz yer, annemiz, babamız, şeklimiz, kabiliyetlerimiz ızdırari kaderimizin konusu. Bunlara kendimiz karar veremeyiz. Bu nevi kaderimizden dolayı mesuliyetimiz de yok.

İkinci kısım kader ise, irademize bağlıdır. Biz neye karar vereceksek ve ne yapacaksak, Allah ezeli ilmiyle bilmiş, öyle takdir etmiştir.

Kalbimiz çarpıyor, kanımız temizleniyor, hücrelerimiz büyüyor, çoğalıyor, ölüyor. Vücudumuzda, bizim bilmediğimiz birçok işler yapılıyor. Bunların hiçbirini yapan biz değiliz. Uyuduğumuz zaman bile bu tür faaliyetler devam ediyor.

Ama şunu da çok iyi biliyoruz ki, kendi isteğimizle yaptığımız işler de var. Yemek, içmek, konuşmak, yürümek gibi fiillerde karar veren biziz. Zayıf da olsa bir irademiz, az da olsa bir ilmimiz, cılız da olsa bir gücümüz var.

Yol kavşağında, hangi yoldan gideceğimize kendimiz karar veriyoruz. Hayat ise, yol kavşaklarıyla dolu.

Şu halde, bilerek tercih ettiğimiz, hiçbir zorlamaya maruz kalmaksızın karar verip işlediğimiz bir suçu kendimizden başka kime yükleyebiliriz?

Yaptıklarımızı Allah yarattığına göre bizim suçumuz ne?

İnsanın cüz-i ihtiyari adı verilen iradesi, önemsiz gibi görülmekle beraber, kainatta geçerli olan kanunlardan istifade ederek büyük işlerin meydana gelmesine sebep olmaktadır.

Bir apartmanın üst katının lütuflarla, bodrum katının ise işkence aletleriyle dolu olduğunu ve bir şahsın bu apartmanın asansörü içerisinde bulunduğunu farz ediniz. Kendisine, apartmanın bu keyfiyeti daha önce anlatılmış bulunan bu zat, üst katın düğmesine bastığında lütfa mazhar olacak, alt katın düğmesine bastığında ise azaba duçar olacaktır.

Burada iradenin yaptığı tek şey, sadece hangi düğmeye basılacağına karar vermesi ve teşebbüse geçmesidir. Asansör ise, o zatın kudret ve iradesiyle değil, belirli fizik ve mekanik kanunlarla hareket etmektedir. Yani, insan üst kata kendi iktidarıyla çıkmadığı gibi, alt kata da kendi iktidarıyla inmemektedir. Bununla beraber asansörün nereye gideceğinin tayini, içindeki şahsın iradesine bırakılmıştır.

İnsanın kendi iradesiyle yaptığı bütün işler, bu ölçüyle değerlendirilebilir. Mesela; Cenab-ı Hak, meyhaneye gitmenin haram, camiye gitmenin ise faziletli olduğunu insanlara bildirmiş bulunmaktadır. İnsan bedeni ise kendi iradesiyle, misaldeki asansör gibi her iki yere de gitmeye müsait bir yapıdadır.

Kainattaki faaliyetlerde olduğu gibi, beden içindeki faaliyetlerde de insanın iradesi söz konusu olmamakta ve insan bedeni, kanun-u külli adı verilen ilahi kanunlarla hareket etmektedir. Fakat onun nereye gideceğinin tayini, insanın irade ve ihtiyarına bırakılmıştır. O hangi düğmeye basarsa, yani nereye gitmek isterse, beden oraya doğru hareket etmekte, dolayısıyla da gideceği yerin mükafatı veya cezası o insana ait olmaktadır.

Kader zulüm eder mi?

Bazı insanlar zengin, güzel ve sıhhatli doğarlar; bazıları da fakir, çirkin ve sakat. Bunlar, insan iradesinin karışmadığı “ızdırari kader”in konusudur. Bu farkı bahane ederek zulümden söz edenler duyarız. Halbuki, zulüm bir hakkın çiğnenmesidir. Kulun ise, Allah'ta hiçbir hakkı yoktur. O, ne vermişse sırf lütfundan dolayıdır.

Bize düşen, verilmeyen nimetleri düşünüp isyana yeltenmek değil, verileni hatırlayıp şükretmektir. Eksiklikler, kulun denenmesi içindir. Dünyayı bir imtihan salonuna benzetirsek, hoşa gitmeyen durumlar birer imtihan sorusudur. Kul isyan mı edecek, yoksa verilen nimetlere şükürle, mahrum kaldığına sabır ile mi karşılık verecek?

Zengin bir tüccar düşünelim. Dükkanına gelen iki fakire, sırf merhametinden dolayı iyilik etmek istiyor. Birine gömlek ve pantolon giydirdi, diğerine ise, bunlara ilaveten ceket ile palto hediye etti. Sadece gömlek ve pantolon alan adam, “Tüccar bana zulmetti, öbür adama fazla verdi.” diyebilir mi? Derse, bu sözü edepsizlik olmaz mı?

Biz insanlar da bu fakirlere benziyoruz. Allah, sonsuz merhameti sebebiyle, tükenmez hazinesinden nimetler veriyor. Vücudumuzu, aklımızı, hayalimizi, soluduğumuz havayı, içtiğimiz suyu, yediğimiz gıdayı yaratan o. Çalışmadık, kazanmadık, hak etmedik. O, sırf lütfundan dolayı ikram ediyor. Eksik alan sabrederse ebedi nimetler kazanacak.

Dünya hayatı kısa bir imtihandan ibaret Az nimetlenen kul, birinci adam gibi asi olur, “zulüm” derse, edepsizlik eder. Vazifesi, verilene şükretmektir. Aksi halde azaba davetiye çıkarır.

Allah, her işinde adildir, asla zulmetmez. Musibetlere de bu açıdan bakmak gerekir. Belalar ya işlediğimiz bir hatanın sonucudur veya imtihanın ürünüdür.

Evi yanan kişi, kadere dil uzatmadan önce, bildiği bir sebep yoksa bile, yine suçu kendisinde arasın. Belki bir insanın kalbini kırmıştır! Ev yakan suç işler, ama kader adalet eder!

Rüzgarın önünde bir yaprak mıyız?

Dikkat edilirse, kaderi bahane ederek, “Benim ne suçum var.” diyen kişinin, iradeyi yok saydığı görülür.

Eğer insan, “rüzgarın önünde sürüklenen bir yaprak” ise, seçme kabiliyeti yoksa, yaptığından mesul değilse, o zaman suçun ne manası kalır? Böyle diyen kişi, bir haksızlığa uğradığı zaman mahkemeye müracaat etmiyor mu?

Halbuki, anlayışına göre şöyle düşünmesi gerekirdi: “Bu adam benim evimi yaktı, namusuma dil uzattı, çocuğumu öldürdü, ama mazurdur. Kaderinde bu fiilleri işlemek varmış, ne yapsın, başka türlü davranmak elinden gelmezdi ki.”

Hakkı çiğnenenler gerçekten böyle mi düşünüyorlar?

İnsan yaptığından sorumlu olmasaydı, “iyi” ve “kötü” kelimeleri manasız olurdu. Kahramanları takdire, hainleri aşağılamaya gerek kalmazdı. Çünkü, her ikisi de yaptığını isteyerek yapmamış olurlardı. Halbuki hiç kimse böyle iddialarda bulunmaz. Vicdanen her insan, yaptıklarından sorumlu olduğunu ve rüzgarın önünde bir yaprak gibi olmadığını kabul eder.

Allah’ın ne yapacağımızı bilmesi, bizi sorumluluktan kurtarır mı?

Bir film senaryosu tasarlayalım: dedektif, soygun planı hazırlayan üç adamı gizlice dinliyor. Zamanı gelince, soyulacak yere gidiyor. Maksadı suçüstü yakalamak. Fakat soyguna başlarken, adamlar planı değiştiriyorlar. Biri vazgeçiyor, ikisi başka türlü hareket ediyorlar. Eğer bir başkasının bilmesi soyguncuların hareketlerini engelleseydi, planın değişmemesi gerekirdi. Polisin önceden bilmesi olaya hiç tesir etmedi.

Plan değişmese yine etmeyecekti. Çünkü onlar, bu işi polis öyle biliyor diye yapmayacaklardı. Zaten polisin neler bildiğini de bilmiyorlardı.

Eğer planı uygulasalar, yakalansalar ve polis, yaptıklarını önceden bildiğini söyleseydi, “Sen böyle bildiğin için, biz bu suçu işledik. Gerçek suçlu sensin. Biz masumuz.” mu diyeceklerdi?

Günah işleyip de suçu kadere, yani “o işi önceden bilen ilahi ilme” yüklemek isteyen günahkârın bunlardan ne farkı var?

“Kaderimden kaçamam, yazılan başa gelir, olacak denen olur. Öyleyse günahımdan dolayı niçin suçlu sayılıyorum?” diye düşünenler hiç de az değil.

Bu mantığın, mesuliyetten kurtulmak isteyen bir suçluya ait olduğu gün gibi ortada. İşte formül: suçu kadere yükle ve rahatla! Adil bir hakem olan vicdanın, bu düşünüş biçimiyle huzura kavuşacağını sanmıyorum. Çünkü, yapıp ettiklerimizin dikkatli bir şahididir o. Şüphesiz bir “kader kanunu” vardır ve hükmünü yürütür, ama “irade” de bir kanundur. Her günahı isteyip dileyerek işlediğimizi nasıl unutabiliriz? Alınyazımızı okuyamıyoruz, kaderde olanı bilmiyoruz. Bizim bildiğimiz, önümüzde biri iyi, diğeri kötü iki yol bulunduğu. Asla inkar edemeyeceğimiz irademizle birinden gidiyoruz. Giderken de nefsimizden başka bir zorlayıcı olmadığını pekala hissediyoruz. Önce değil, ancak her şey olup bittikten sonra öğreniyoruz alın yazımızı.

Şu misalin meselemize ışık tutacağına inanıyorum. Harika bir kameraman düşünelim. Diyelim ki, bu adam, bizim gelecekteki on günlük hayatımızı gizlice filme aldı. Yani o, on günlük yaşantımızı önceden bildi. Biz de film olayını öğrendik, ama bantta neler olduğunu bilmiyoruz. On birinci gün filmi bize gösterdi. İşlediğimiz hataları, günahları ve suçları seyrettik. Kameramana,“Sen bizim on günlük geleceğimizi bilmesen, görüntülemesen, biz bu suçları işlemezdik.” diyebiliriz miyiz?

Bilmekle yapmanın çok farklı şeyler olduğunu vurgulamak gerekir. Bir misal vermiştik. Bizlerin bir çekirdeğin ağaç olacağını bilmemiz onun ağaç olmasına gerek olmadığı anlamına gelmez.

Ayrıca bir makine veya bina için bir plan yapılsa, madem ki plan var, öyleyse binaya ve makinaya ne gerek var denilebilir mi?..

Yarın bir yere gideceğimizi ve şunları yiyeceğimizi planlıyalım. Buna göre madem ne yapacağımız belli öyleyse ne gerek var gitmeye ve yemek yemeye diyor muyuz?..

Biz bile gündelik basit şeyler için bunu diyemezsek, Allah'ın sayısız hikmetlerle yarattığı insanı, madem ne yapacağını biliyordu öyleyse neden imtihan ediyor denilemez.

Kaderin esas anlamı, "Allah’ın, olmuş olacak her şeyi bilmesi" demektir. Dikkat edersek insan iradesini yok saymıyor. Bilmek ayrı yapmak ayrıdır. Bilen Allah’tır, yapan kuldur. Bu konuya bir misal verelim:

Peygamberimiz (asm) İstanbul'un fethini ve komutanını yüz yıllar önce müjdelemiş ve haber vermiştir. Zamanı gelince de dediği gibi çıkmış. Şimdi, İstanbul Peygamberimiz (asm) dediği için mi fethedildi, yoksa fethedileceğini bildiği için mi söyledi. O zaman Sultan Fatih yatsaydı, çalışmasaydı, ordular hazırlatıp savaşmasaydı yine olacak mıydı? Demek ki Allah Fatih'in çalışıp İstanbul’u fethedeceğini biliyordu ve bunu elçisi Hz. Peygamber (asm)'e bildirdi.

Buradaki ince nokta: Allah bildiği için yapmıyoruz; biz yapacağımız için Allah biliyor. Zaten Allah’ın geleceği bilmemesi düşünülemez. Bilmese veya bilemese yaratıcı olamaz.

Buna bir örnek verelim; Allah dostu evliyadan bir öğretmen düşünelim. Öğrencilerinden birisine “Yarın seni şu kitaptan imtihan edeceğim.” diyor. Fakat öğretmen Allah’ın izniyle onun filim, maç, oyun, eğlence, derken sabah okula çalışmadan geleceğini bilerek, akşamdan karnesine “0” yazıyor. Ertesi sabah öğrenci sorulan sorulara cevap veremiyor ve sıfırı hak ettiğini bildiği anda, öğretmen cebinden not defterini çıkarıp “Senin çalışmayıp sıfır alacağını bildiğim için önceden deftere sıfır yazmıştım.” diyor. Buna karşı öğrenci “Hocam sen sıfır yazdığın için ben sıfır aldım. Yoksa geçer puan yazsaydın geçerdim.” diyebilir mi?

Demek ki Allah yazdığı için biz yapmıyoruz, bizim yapacağımız şeyleri bilerek Allah yazıyor. İşte buna kader diyoruz.

Teşbihte hata olmasın, Allah da, bizim ömrümüz boyunca yapacaklarımızı “ezeli kamerasıyla “Levh-i Mahfuz” denilen bir banda alıyor. Fakat biz o filmde neler bulunduğunu asla bilmiyoruz. Bu tespit hareketimize, niçin tesir etsin! Gerçek bu olunca, mesuliyet elbette bizimdir. Hür irademizle kötüyü seçip, günah işlediğimiz için suçlanıyoruz, başka şey için değil. “Kaderimde yazılıysa suçum ne?” demeye hiç hakkımız yok. İsteyerek suç işlemek “suç” değilse, suç ne peki?

Bize düşen, günahımıza tövbe etmek, affı için yalvarmak ve güzel ameller işleyip cezadan kurtulmaya çalışmak. Suçu kadere yüklemeye çalışmakla ancak kendimizi aldatabiliriz, Allah'ı, asla!..

5 Küllî irade ve cüz’i irade ne demektir?

Küllî irade, sonsuz işleri birlikte dileyebilen ilâhî iradedir. Cüz’i irade ise, bir anda ancak bir şey dileyebilen, iki şeye birlikte taallûk edemeyen insan iradesidir.

İnsan bedeninde yüz trilyon kadar hücre olduğu söyleniyor. Her hücrenin de nice fonksiyonları var. İnsan, bir anda iki şey irade edemezken, bedenindeki bu sayısız faaliyetleri nasıl izah edecektir? Demek ki, insan kendine malik değil. O bir kuldur. Bedeni, küllî bir irade ile tanzim ve idare ediliyor.

Gafletten kurtulup gerçeği bulan bahtiyar kullar ise şöyle düşünürler:

“Madem ki, hiçbir organım, hiçbir hücrem başıboş değil, öyle ise ben de başıboş olamam! İç âlemimde cereyan eden bütün işler hikmetli ve faydalı. O halde ben, irademi doğru kullanarak ne dünyama ne de âhiretime fayda sağlamayan boş işlerin peşinde koşmamalıyım. Bedenimdeki her hücre, semadaki her yıldız ve kâinattaki her sistem küllî bir irade ile hareket ettiklerine göre, ben de cüz’i irademi o küllî iradeye uygun olarak kullanmalıyım. Kulluk görevimi aksatmamalı, ibadetimi eksiksiz yerine getirmeliyim.”

Sonra, düşüncesini genelleştirir:

"Ben kendi iç âlemime karışamadığım gibi, ağaç da kendi içinde işleyen fabrikanın gerçek sahibi değil. Ve o tezgahın muntazam çalışması onun kendi hüneri değil. Şu ağacı elma, bunu da armut verecek şekilde programlayan bir hikmet, bir kudret, bir ilim var."

"Ve yine, ben kan nehrimde akan alyuvarlardan ve akyuvarlardan habersiz olduğum gibi, deniz de içindeki balıklardan habersiz. Sema da yıldızlarını tanımıyor. Saçımı kendim yapmadığım gibi, ağaçlar da yapraklarını kendileri takmıyorlar. Ormanlar, dağın hüneri değil. Güneş de gezegenlerine sahip çıkamaz."

İşte kâinatta meydana gelen bu sonsuz işler, birlikte nazara alındığında, küllî ve mutlak bir iradeyi açıkça gösterirler.

Şöyle bir düşünelim: Bu âlemde birbirinden farklı ne kadar çok fiil birlikte icra ediliyor! Her an, mikroplar âleminden, bakterilerden, al ve akyuvarlardan, böceklerden, kuşlara, insanlara varıncaya kadar, nice canlılar ölümü birlikte tadıyorlar. Onların yerleri ise, boş kalmıyor. Bir o kadar, hatta daha fazla varlık dünya ile tanışıyor.

Yine sayısını bilemeyeceğimiz kadar çok canlı hastalanırken, aynı anda bir o kadarı da şifâ buluyor. Niceleri izzete doğru tırmanırken, niceleri de zillete düşüyolar.

Kimileri henüz yemeklerini yerken, başkaları açlığa yaklaşıyorlar. Her biri bir ilâhî ismin tecellisini gösteren böyle sonsuz ve birbirinden farklı, hatta çoğu zaman birbirine zıt fiilleri birlikte icra etmek, ancak küllî bir iradenin işidir.

İşte insan o cüz’i iradesini ölçü tutarak ve onun aczine, noksanlığına bakarak bu sonsuz icraatları hayret ve hayranlıkla düşünür; imanı kemâle erer.

6 Kader konusunda detaylı bilgi verir misiniz?

1. Kader konusunda aklınıza takılan her şeyi sorabilirsiniz. Bu durum kaderi inkar ettiğiniz anlamına gelmez. Nitekim Kur'an'dan öğrendiğimize göre, Hz. İbrahim aleyhisselam ölülerin nasıl diriltileceğini sormuş, sonra da"Allah'ım inanmadığımdan değil, kalbim tatmin olsun diye soruyorum." demiştir. Bu nedenle bizler de aklımıza takılan sorularımızı sorabiliriz. Biz de elimizden geldiği kadar cevap vermeye çalışırız.

2. Kaderin esas anlamı "Allah’ın, olmuş olacak her şeyi bilmesi" demektir. Dikkat edersek insan iradesini yok saymıyor. Bilmek ayrı, yapmak ayrıdır. Bilen Allah’tır, yapan kuldur. Bu konuya bir misal verelim;

Peygamberimiz (asm) İstanbul'un fethini ve komutanını yüz yıllar önce müjdelemiş ve haber vermiştir. Zamanı gelince de dediği gibi çıkmış. Şimdi, İstanbul Peygamberimiz (asm) dediği için mi fethedildi, yoksa fethedileceğini bildiği için mi söyledi. O zaman Fatih Sultan yatsaydı, çalışmasaydı, ordular hazırlatıp savaşmasaydı yine olacak mıydı? Demek ki Allah, Fatih'in çalışıp İstanbul’u fethedeceğini biliyordu ve bunu elçisi Hz. Peygamber (asm)'e bildirdi.

Buradaki ince nokta: Allah bildiği için yapmıyoruz. Biz yapacağımız için Allah biliyor. Zaten Allah’ın geleceği bilmemesi düşünülemez. Bilmese veya bilemese yaratıcı olamaz.

Buna bir örnek verelim; Allah dostu evliyadan bir öğretmen düşünelim. Öğrencilerinden birisine “Yarın seni şu kitaptan imtihan edeceğim.” diyor. Fakat öğretmen Allah’ın izniyle onun filim, maç, oyun, eğlence, derken sabah okula çalışmadan geleceğini bilerek, akşamdan karnesine “0” yazıyor. Ertesi sabah öğrenci sorulan sorulara cevap veremiyor ve sıfırı hak ettiğini bildiği anda, öğretmen cebinden not defterini çıkarıp “Senin çalışmayıp sıfır alacağını bildiğim için, önceden deftere sıfır yazmıştım.” diyor. Buna karşı öğrenci “Hocam sen sıfır yazdığın için ben sıfır aldım. Yoksa geçer puan yazsaydın geçerdim.”diyebilir mi?

Demek ki Allah yazdığı için biz yapmıyoruz, bizim yapacağımız şeyleri bilerek Allah yazıyor. İşte buna kader diyoruz.

3. Dünyaya gelen her insan bir kader programına tabidir. İnsanın ne yapacağını, başına ne geleceğini Yüce Allah ezeli ilminde biliyor. Ancak Allah’ın bilmiş olması, insanın o işi yapmasını zorlamaz. Çünkü Allah, insanın önüne sonsuz seçenekler koymuştur.

İnsan kendi iradesini kullanarak, hangi yolu tercih ederse, Allah onu yaratır. Dolayısıyla sorumlu olan insanın kendisidir.

Bu meselede şöyle bir örnek verilir: Bir apartmanın üst katının nimetlerle, bodrum katının ise işkence aletleriyle dolu olduğunu ve bir kişinin bu apartmanın asansörü içerisinde bulunduğunu farz edin. Kendisine, apartmanın bu durumu daha önce anlatılmış bulunan bu kişi, üst katın düğmesine bastığında nimetlere kavuşacak, alt katın düğmesine bastığında ise azaba uğrayacaktır.

Burada iradenin yaptığı tek şey, sadece hangi düğmeye basılacağına karar vermesi ve teşebbüse geçmesidir. Asansör ise, o kişinin gücü ve iradesiyle değil, belirli fizik ve mekanik kanunlarla hareket etmektedir. Yani, insan üst kata kendi gücüyle çıkmadığı gibi, alt kata da kendi gücüyle inmemektedir. Bununla beraber asansörün nereye gideceğinin belirlenmesi, içindeki kişinin iradesine bırakılmıştır.

İnsanın kendi iradesiyle yaptığı bütün işler, bu ölçüyle değerlendirilebilir. Mesela; Cenab-ı Hak, meyhaneye gitmenin günah, camiye gitmenin ise faziletli olduğunu bildirmiştir. İnsan ise kendi iradesiyle, örnekteki asansör gibi her iki yere de gitmeye müsaittir.

Hangi düğmeye basarsa, yani nereye gitmek isterse, beden oraya doğru hareket etmekte, dolayısıyla da gideceği yerin mükafatı veya cezası o insana ait olmaktadır.

Evlilik de böyledir. Evlenecek insanın önünde çok sayıda seçenekler vardır. Nasıl birisini istemek sizin elinizde. Tercihinize göre Cenab-ı Hak da yaratır. Allah’ın bilmesi böyle bir tercihte bulunmanızı zorlamaz.

Gayri müslim birisiyle evlenmede islam’ın getirdiği ölçü şöyle: Müslüman bir erkek Ehl-i kitap olan Musevi ve Hristiyan bir kadınla evlenebilirken, Ehl-i kitap olmayan gayri müslim bir kadınla evlenemez.

Bunun yanında, Müslüman bir kadının Ehl-i kitap da olsa gayri müslim bir erkekle evlenmesine izin vermiyor.

4. Kaderi ikiye ayırabiliriz: ızdırari kader,ihtiyari kader.

"Izdırari kader"de bizim hiçbir tesirimiz yok. O, tamamen irademiz dışında yazılmış. Dünyaya geleceğimiz yer, annemiz, babamız, şeklimiz, kabiliyetlerimiz ızdırari kaderimizin konusu. Bunlara kendimiz karar veremeyiz. Bu nevi kaderimizden dolayı mesuliyetimiz de yok.

İkinci kısım ihtiyari kader ise, irademize bağlıdır. Biz neye karar vereceksek ve ne yapacaksak, Allah ezeli ilmiyle bilmiş, öyle takdir etmiştir. Sizin sorduğunuz soru da bu alanda müzakere edilmektedir. Yani siz bir aday tipi belirliyorsunuz ve arıyorsunuz. Allah da sizin istediğiniz vasıflara sahip birkaç kişiyi önünüze çıkarıyor. Siz de bunlardan birini iradenizle beğenip kabul ediyorsunuz. Alah’ın alacağınız eşin kim olduğunu ezelde bilmesi kader, fakat sizin iradenizle seçmeniz cüz’i irade dediğimiz insanın mesuliyet sınırlarıdır.

Kalbimiz çarpıyor, kanımız temizleniyor, hücrelerimiz büyüyor, çoğalıyor, ölüyor. Vücudumuzda, bizim bilmediğimiz birçok işler yapılıyor. Bunların hiçbirini yapan biz değiliz. Uyuduğumuz zaman bile bu tür faaliyetler devam ediyor.

Ama şunu da çok iyi biliyoruz ki, kendi isteğimizle yaptığımız işler de var. Yemek, içmek, konuşmak, yürümek gibi fiillerde karar veren biziz. Zayıf da olsa bir irademiz, az da olsa bir ilmimiz, cılız da olsa bir gücümüz var.

Yol kavşağında hangi yoldan gideceğimize kendimiz karar veriyoruz. Hayat ise, yol kavşaklarıyla dolu.

- Şu halde, bilerek tercih ettiğimiz, hiçbir zorlamaya maruz kalmaksızın karar verip işlediğimiz bir suçu, kendimizden başka kime yükleyebiliriz?

İnsanın cüz'i ihtiyari adı verilen iradesi, önemsiz gibi görülmekle beraber, kainatta geçerli olan kanunlardan istifade ederek büyük işlerin meydana gelmesine sebep olmaktadır.

Kainattaki faaliyetlerde olduğu gibi, beden içindeki faaliyetlerde de insanın iradesi söz konusu olmamakta ve insan bedeni, kanun-u külli adı verilen ilahi kanunlarla hareket etmektedir. Fakat onun nereye gideceğinin tayini, insanın irade ve ihtiyarına bırakılmıştır. O hangi düğmeye basarsa, yani nereye gitmek isterse, beden oraya doğru hareket etmekte, dolayısıyla da gideceği yerin mükafatı veya cezası o insana ait olmaktadır.

Dikkat edilirse, kaderi bahane ederek, “Benim ne suçum var?” diyen kişinin, iradeyi yok saydığı görülür.

Eğer insan, “rüzgarın önünde sürüklenen bir yaprak” ise, seçme kabiliyeti yoksa, yaptığından mesul değilse, o zaman suçun ne manası kalır? Böyle diyen kişi, bir haksızlığa uğradığı zaman mahkemeye müracaat etmiyor mu?

Halbuki, anlayışına göre şöyle düşünmesi gerekirdi: “Bu adam benim evimi yaktı, namusuma dil uzattı, çocuğumu öldürdü, ama mazurdur. Kaderinde bu fiilleri işlemek varmış, ne yapsın, başka türlü davranmak elinden gelmezdi ki.”

Hakkı çiğnenenler gerçekten böyle mi düşünüyorlar?

İnsan yaptığından sorumlu olmasaydı, “iyi” ve “kötü” kelimeleri manasız olurdu. Kahramanları takdire, hainleri aşağılamaya gerek kalmazdı. Çünkü, her ikisi de yaptığını isteyerek yapmamış olurlardı. Halbuki hiç kimse böyle iddialarda bulunmaz. Vicdanen her insan, yaptıklarından sorumlu olduğunu ve rüzgarın önünde bir yaprak gibi olmadığını kabul eder.

5. Duanın çeşitleri var. Mesela, sizin yarın bir imtihanınız var. Bu imtihanın duası çalışmaktır. Buna fiili dua denir. Çalışmayı yaptıktan sonra ellerinizi kaldırır, “Ya Rabbi, bana hayırlısını nasip et!..” demeniz sözlü bir duadır. Safi ve halis bir şekilde ve neticeye kanaat ederek dua etmek gerekir. Çünkü, bazen istediğimiz bir şeyin hakkımızda hayırlı olmayacağını Allah bilir fakat biz bilemeyiz. Sonsuz rahmet sahibi Allah’ımız da bunun hayırlı olmayacağını bildiğinden dolayı, farklı bir şekilde kabul eder.

Hazreti Meryem validemizin doğma vaktinde annesi onu mescide adar. Ve onun erkek değil kız olduğunu görünce epey şaşırır ve üzülür. Alimlerimiz bu durumu misal getirerek derler ki, Allah muhakkak yaptığımız duaları kabul eder. Bazen daha farklı ve daha güzel bir surette kabul eder. İşte Hz. Meryem erkek değerinde bir kız. Allah annesinin duasını kabul etmedi denilmemeli. Aksine "daha güzel bir surette kabul etti" denilmelidir. Bazen de dünyada hiç kabul edilmedi zannedilir; fakat cennette daha ulvi ve güzel şekilde kabul edilir.

Bu açıklamalara göre,hayırlı eş için hem dini ölçülere göre araştırmak hem de dua etmek bizim görevimizdir.

İlave bilgi için tıklayınız:

- Evlilik kader midir?

7 Kur'an'da pek çok ayette geçen "kalplerin mühürlenmesi" ne demektir? Kalbi mühürlenen bir insan, iman etmemekten nasıl sorumlu tutulabilir?

Kalp mühürlenmesi, bir kalbin küfür ve isyanla katılaşmak ve kararmak suretiyle imanı kabul edemez hale gelmesi şeklinde tarif edilir.

Allah Resulü (asm.) buyururlar ki:

"Her günah ile kalpte bir siyah nokta meydana gelir."(bk. İbn-i Mace, Zühd, 29)

Bir ayet-i kerimede de

Allah kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başkasını (sair günahları) dilediği kimse için bağışlar. (Nisa, 4/48)

buyrulur. Bu hadis-i şeriften ve âyet-i kerimeden anladığımıza göre, kalbi karartan en büyük siyahlık şirk, yani Allah’a ortak koşmaktır. Bir insan, şirki dava eder ve bu hususta müminlerle mücadeleye girişirse, her geçen gün kalbindeki bu siyahlık daha da koyulaşır ve genişlenir. Git gide bütün kalbi sarar. Artık o insanın iman ve tevhidi kabul etmesi âdeta imkânsız hale gelir. Nur müellifinin ifadesiyle, “Salâh ve hayrı kabule liyakati kalmaz.”

İşte sözü edilen âyet-i kerime, Allah Resûlüne (asm.) cephe alan, onunla mücadele eden müşrikler hakkında nâzil olmuştur. Ve o müşriklerin kalplerinde şirkin tam hâkimiyet kurması ve tevhide yer kalmaması, “kalp mühürlenmesi” şeklinde ifade edilmiştir.

İşte kendilerine hidayet kapısı kapananlar, bu noktaya varan müşriklerdir. Yoksa günah işleyen, zulüm eden yahut şirke giren her kişi için hidayet kapısının kapanması söz konusu değil. Aksi halde, asr-ı saadette, daha önce putlara tapan on binlerce insanın İslâm’a girmelerini nasıl izah edeceğiz?!..

Şirke giren her insanın kalbi mühürlenseydi, hiçbir müşrikin Müslüman olamaması gerekirdi. Demek ki, kalbi mühürlenenler, tevhide dönmeleri imkânsız hâle gelenlerdir.

Ve onlar, bu çukura kendi iradelerini yanlış kullanarak düşüyorlar.

Çok önemli bir noktaya da kısaca değinmek isteriz: Nur Külliyatında küfür iki kısımda incelenir: Adem-i kabul ve kabul-ü adem. Adem-i kabul, yani “iman hakikatlerini kabul etmeme” hakkında “bir lâkaydlıktır, bir göz kapamaktır ve cahilane bir hükümsüzlüktür.” denilir. Kabul-ü ademde ise, küfrü dava etmek ve batıl itikadını ispata çalışmak söz konusudur. Bu ikinci gurup, küfür cephesinde yer alarak iman ehliyle mücadele ederler. İşte kalp mühürlenmesi, daha çok, bunlar için söz konusudur. Daha çok diyoruz, çünkü bu insanlardan da az da olsa, hidayete erenler, İslamı seçenler çıkmaktadır.

* * *

Kalbin mühürlendiğini herkes bilemez. İslam'ı tebliğ eden bir kimse bu ön yargıyla hareket edemez.

Bir insan İslam dairesinden çıksa da kâfir de olsa, dünyada yaşadığı müddetçe Müslüman olması mümkündür.

İlave bilgi için tıklayınız:

- Zira Allah onların kalblerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerinde de perde vardır ve büyük azab onlar içindir (Bakara, 2/7) âyetine göre, kişileri kâfir yapan Tanrı'dır, öyleyse kâfirin / ateistin ne suçu vardır?

8 Hamilelikte saç kestirmenin bir sakıncası var mıdır?

Gerek hamile iken, gerek sair zamanlarda hanımların saçını kesmelerine iki açıdan bakmak gerekir. Birincisi: Saç kadının süsü ve zinetidir. Bir yerde kadını erkekten ayıran en önemli bir özelliğidir. Bundan dolayı hiçbir meşru sebep yokken ve mazeret bulunmazken kadının saçını kesmesine müsaade edilmez. Ancak bakımında ve kurutulmasında birtakım zorluklarla karşılaşırsa kısaltmasında bir mahzur olmamalıdır. Hamile ve lohusa olan bir hanım için bu gerekçe makul ve yerindedir. Demek ki, hamile bir hanım isterse saçını kısaltabiliyor.

Bunun sünnette bir delilinin varlığına gelince; Kenzü’l-Ummal’da şu meâlde bir hadis-i şerif kaydedilmektedir:

“Ezvac-ı tâhirat, Peygamberimizin hanımları kulak yumuşağını geçmeyecek miktarda saçlarını kısaltırlardı.”1

Burada gözden uzak tutulmaması gereken önemli diğer bir nokta da, kadının saçını keserken erkeğe benzeme gibi bir niyetinin bulunmaması lâzımdır veya saçını erkek tıraşı gibi yapmamalıdır. Çünkü hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz, “Allah, kadınlardan erkeğe benzemeye özenenleri İlâhi rahmetten uzak kılsın.” buyurmaktadır.2

Kaynaklar:

1 Kenzü’l-Ummal, 3: 35 Müsned’in kenarı.

2 Ebû Dâvud, Libas:

(bk. Mehmed PAKSU, Aileye Özel Fetvalar)

9 Dua ile evleneceğim kişiyi değiştirebilir miyim?

İnsan kaderini bilmediğine göre, mübah ve meşru olan her şeyi ister. Bu isteği ister kaderinde olsun, isterse olmasın. Bizi bizden daha iyi bilen, bizi bizden daha çok düşünen, kaderimizi, geçmişimizi, geleceğimizi bilen, bizim için hayırlı olanı bizden daha güzel takdir eden Cenab-ı Hak, arzu ettiğimiz, dualarımızı istediğimiz taleplerimizin en iyisi, en güzeli, en faydalısıyla verecektir.

Biz hastayız, muhtacız, bizi yoktan var eden Yüce Allah hastanın derdini bilen doktor misali bizim istek ve arzularımızı ihtiyacımıza göre verir. Bazan zenginlik isteyenimiz olur, Cenab-ı Hak onun varlık sebebiyle azacağını bildiği için vermez, fakat ona sağlam bir iman, ailevî bir huzur, sağlıklı bir vücut verir; birçok musibet ve belalardan muhafaza eder. Demek ki, duaya cevap verilmiş, fakat en layıkı ihsan edilmiştir.

Dua kaderi nasıl değiştirir?

Bu hususta Sevgili Peygamerimiz (a.s.m.) şöyle buyururlar:

“Kaderi ancak dua geri çevirir. Ömrü ancak iyilikler arttırır. Kişi ancak işlemiş olduğu günah sebebiyle rızıktan mahrum kalır.” (bk. İbn Mace, Mukaddime, 10/90)

Bir başka hadiste ise aynı mesele şöyle ifade edilir:

“İhtiyat ve dikkat etmek Allah’ın takdir ettiği şeye fayda vermez. Ancak dua, inen ve inmeyen musibetlere fayda verir. Belâ iner, fakat onu dua karşılar ve kıyamete kadar ona karşı durur.” (et-Tergîb ve’t-Terhîb, II/)

Duanın kaderi değiştirmesi, diğer bir ifade ile çevirmesi şöyle açıklanmaktadır:

Burada değişen kader değil, kazadır. Kader bir şey hakkında verilen karar, kaza da o şeyin uygulanmasıdır. Yani bir insan içten, samimi olarak bir dua eder, Cenab-ı Hak mükâfat olarak o kimsenin başına gelebilecek bir belâyı kaldırır. Burada değişen kader değil, kaderin uygulamadan geri çevrilmesidir.

Meseleyi sizin sorunuza getirecek olursak, şunlar söylenebilir:

Diyelim ki, nişanlınızın veya beyinizin dinî yaşantısında birtakım hatalar ve eksiklikler var. Namaz kılmıyor, içki içiyor, kumar oynuyor, evine yuvasına ihmalkâr davranıyorsa; onun bu mânevî musibetten kurtulması için dua edersiniz; inşaallah ihlâslı duanız onu bu halden kurtarır. Bu arada fiilî dua dediğimiz, bizzat ilgilenme, konuşma, dilinizin döndüğü kadarıyla anlatmayı da ihmal etmezsiniz. Bu arada anlattıklarınızı, onda görmek istediklerinizi de kendiniz bizzat tatbik eder, yaşarsınız; halinizle, davranışlarınızla ona örnek olursunuz. İmrenilecek, taklit edilecek bir tavır sergilersiniz.

(Mehmed PAKSU, Aileye Özel Fetvalar)

İlave bilgi için tıklayınız:

- Istırari kader ile evlilik ve rızık ilişkisi hakkında bilgi verir misiniz? Sevgi, evlilik kader midir?..

10 Allah niçin kullarını bir yaratmadı?

1. Allah mülk sahibidir. Mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Kimse Ona karışamaz ve Onun îcâdına müdâhale edemez. Senin vücudunun zerrelerini yaratan, tüm sistemini düzenleyip insanî kimlik bahşeden Allah (cc)'tır  Sen bunları sana lûtfeden Allah'a daha evvel bir şey vermemişsin ki, Onun karşısında bir hak iddia edebilesin

Eğer sen, sana verilenler karşılığında Allaha bir şey vermiş olsaydın, "Bir göz değil iki göz ver, bir el değil iki el ver!"gibi iddialarda bulunmaya;"Niye iki tane değil de bir ayak verdin?" diye itiraz etmeye belki hakkın olurdu. Halbuki sen Allaha (c.c) bir şey vermemişsin ki -hâşâ- O' na adaletsizlik iddiasında bulunasın. Haksızlık, ödenmeyen bir haktan gelir. Senin O' na karşı ne hakkın var ki yerine getirilmedi de sana karşı haksızlık edildi!..

Allah Teâlâ Hazretleri seni yokluktan çıkarıp var etmiş:hem de insan olarak Dikkat etsen; senin altında birçok mahlûkat var ki, pekâlâ onlara bakıp ne kadar fazla nimetlere mazhar olduğunu düşünebilirsin.

2. Cenâb-ı Allah, bazen insanın ayağını alır; onun karşılığında ahirette pek çok şey verir. Ayağını almakla o kimseye aciz bir mahluk olduğunu, zayıflığını, ve ihtiyacının ne kadar fazla olduğunu hissettirir. Kalbini kendisine çevirtip, o insanın duygularını geliştirirse, çok az bir şey almakla, pek çok şeyler vermiş olur. Demek ki görünüşte olmasa bile, hakikatte bu ona, Allah'ın lûtfunun ifâdesidir. Tıpkı şehit edip cenneti vermesi gibi

Bir insan, savaş esnasında şehit olur. Bu şehit olmakla haşirde kurulacak büyük mahkemede ve Allah'ın huzurunda, sıddıkların, sâlihlerin gıpta edeceği bir makama yükselir. Onu gören başkaları "Keşke Allah bize de harp meydanında şehâdet nasip etseydi." derler. Bundan dolayı, böyle bir insan parça parça da olsa çok şey kaybetmiş sayılmaz. Belki aldığı şey ona nispeten çok daha büyüktür.

Çok nâdir olarak, bazı kimseler, bu mevzûda küskünlük, kırgınlık, kötümserlik ve aşağılık duygusu ile sapsalar bile, pek çok kimselerde bu gibi eksiklikler, daha fazla, Allah'a yönelmeye vesile olmuştur. Bu itibarla zararlı böcekler gibi bir kısım kimselerin, bu meseledeki kayıplarının yayılmaya çalışılması yerinde bir davranış değildir. Bu konuda esas olan, ebedi hayata aday olan ruhlarında o âleme âit arzuları uyarmaktır. Bu ârızalı da, ârızasının itmesiyle Hakka yönelmesi; başkalarında da ondan ibret alarak kanatlanmaları şeklinde kendini gösteriyorsa, maksada uygun ve hikmetlidir.

"Her işte hikmeti vardır, abes fiil işlemez Allah."(Erzurumlu İ. Hakkı Hazretleri)

11 Öldürülen veya intihar eden kişiler ecelleriyle mi ölmüş oluyorlar?

Sizin bu sorunuzu evet veya hayır şeklinde cevaplamak yanlış olur. Çünkü evet dersek Cebriyeci olur insanın iradesini reddetmiş; hayır dersek Mutezileci olur kaderi inkar etmiş oluruz. Zaten ortada bir cenaze var. Bu nedenle kısaca açıklamayı uygun görüyoruz:

"Soru: 'Madem filan adamın ölmesi, filan vakitte mukadderdir. Cüz'-i ihtiyarıyla tüfek atan adamın ne kabahati var, atmasaydı yine ölecekti?' sözüne karşı ne dersiniz?"

"Kader, sebeble müsebbebe bir taalluku var. Yani, şu müsebbeb, şu sebeble vukua gelecek. Öyle ise denilmesin ki:

'Madem filan adamın ölmesi, filan vakitte mukadderdir. Cüz'-i ihtiyarıyla tüfek atan adamın ne kabahati var, atmasaydı yine ölecekti?'

"Sual: Niçin denilmesin?

"Elcevab: Çünki kader, onun ölmesini onun tüfeğiyle tayin etmiştir. Eğer onun tüfek atmamasını farzetsen, o vakit kaderin adem-i taallukunu farzediyorsun. O vakit ölmesini ne ile hükmedeceksin? Ya Cebrî gibi sebebe ayrı, müsebbebe ayrı birer kader tasavvur etsen veyahut Mu'tezile gibi kaderi inkâr etsen, Ehl-i Sünnet ve Cemaati bırakıp fırka-i dâlleye girersin. Öyle ise, biz ehl-i hak deriz ki: 'Tüfek atmasaydı, ölmesi bizce meçhul.' Cebrî der: 'Atmasaydı yine ölecekti.' Mu'tezile der: 'Atmasaydı ölmeyecekti.'" (Sözler, s. )

Yani, Cenâb-ı Hak bu âlemde hikmetiyle, her müsebbebi bir sebebe bağlamıştır. Bu hakikat, kaderin sebeble müsebbebe bir taalûk ettiği, şeklinde ifâde edilmiştir. Meselâ, bir çocuk müsebbeb, anne ve babası ise sebebdir. Cenâb-ı Hak o çocuğun yaratılmasını o anne ve babadan takdir etmiştir.

İşte Cebriye, sebeble müsebbebe ayrı birer kader tevehhüm etmekte, yâni ebeveyn ile çocuğu ayrı ayrı nazara almaktadır. Bunun neticesi olarak, dünyaya gelmiş bulunan bir çocuk için, madem ki onun kaderi dünyaya gelmektir. Ebeveyni olmasa da o çocuk dünyaya gelirdi, gibi hatalı bir fikre sapmaktadır.

Mu'tezile ise sebeblere te'sir vererek, ebeveyni olmasaydı o çocuk dünyaya gelmezdi, gibi yine bâtıl bir fikir ileri sürmektedir.

Ehl-i Sünnet âlimleri, kaderin sebeble müsebbebe bir baktığını ve sebeblerin yokluğu farzedildiğinde müsebbeb için bir şey söylenemeyeceğini ifâde etmişlerdir. Yâni, yukarıdaki misâl için, "Eğer söz konusu ebeveyn olmasaydı çocuk dünyaya gelir miydi?" sorusuna Ehl-i Sünnet âlimlerinin cevabı, "Ne olacağı bizce meçhuldür?" şeklindedir. Zira, ortada bir vak'a vardır. Söz konusu çocuk, o ebeveynden dünyaya gelmiştir. Ebeveynin yokluğu farzedilince, çocuğun dünyaya gelip gelmeyeceğine nasıl hükmedilecektir? Cenâb-ı Hakk'ın o çocuğu bir başka ebeveynden dünyaya gönderip göndermeyeceği hakkında bir tahmin yürütülemez.

İşte, bu misâl gibi, bir adamın ateş etmesiyle diğerinin ölmesi hâdisesinde de kader sebeple müsebbebe bir bakmaktadır. Ortada bir öldürme hâdisesi vardır ve bu hâdise daha meydana gelmeden Cenâb-ı Hak tarafından bilinmektedir. Dolayısıyla, kader, birinin ateş etmesiyle diğerinin ölmesi, şeklindedir. Adamın ateş etmediği farzedilince, mevcut hâdisenin bir tarafı, yâni sebeb yönü, yok kabul edilmektedir. Bu durumda karşı taraf hakkında hiçbir şey söylenemez.

Öldürme olayında katilin kabahati, Cenâb-ı Hakk'ın yasakladığı öldürme fiiline teşebbüs etmesi ve ölüme sebeb olmasıdır.

12 Yaratılışımız bizim tercihimiz olmamasına rağmen imtihan olmamızın sebebi nedir?

Cevap 1:

Allah Teâla günah işleme kabiliyeti olmayan meleklerle, hiç sorumlu olmayan hayvanları yaratmıştır. Bu iki varlıktan başka, hem melekleri geçecek kadar mükemmel, hem de aklı olmayan hayvanlardan daha aşağı olacak kadar kötü olma özelliğindeki insanı yaratmıştır.

Allah'ın hiçbir şeye muhtaç olmadığını, kainata ve içindeki faaliyetlere bakan bir insan görebilir.Biz bir düşünelim, dünyaya gelmeden önce kainatın neyi eksikti de biz geldikten sonra tamamladık. Veya ibadetimizle ne yapıyoruz ki Allah'ın herhangi bir ihtiyacı görülüyor.

Allah her şeyi kemaliyle bilendir.Ama bu bilmesi bizi yönlendirmesi anlamına gelmemektedir. Çünkü O'nun ilmi ezelidir. Yani geçmiş, gelecek ve şimdiki zamanı aynı anda müşahede eder. Ve herkes vicdanen bilir ki, istediğim şeyi yaparım, konuşurum istemediğim şeyi yapmam. Bu kaideye göre Allah bizim ne yaptığımızı bilir. Ama biz de yaptığımız şeyin irademizle olduğunu vicdanen ve alken biliriz.

Allah bizi kendisini tanımak ve kendisine layık olacak şekilde ibadet etmek için yarattı. Bu vazifeyi yerine getirecek alet ve cihazları da yaratmıştır. Yani bizden istenen şeyler ile bunları karşılayacak sermaye muvazenelidir. Burada herhangi bir adaletsizlik olmadığını bütün insaf ve vicdan ehli bilir. Fakat Allah'ın bizi yaratırken bize sorup sormaması ise, tamamen Allah'ın iradesini kısıtlamak anlamına gelir.

Oysa alimlerimizin ittifakı ile "Allah - la yüsel"dir. Yani yaptığı işlerden sorguya çekilmez. Ama kainatta yaptığı ve yarattığı herhangi bir hadisenin hikmetsiz veya adaletsiz olduğuna dair hiç kimse ağzını açamamaktadır. Çünkü, kainatta hikmetsiz ve abes olabilecek bir durum yoktur. Bütün kainatı didik didik araştıran bilim adamları bu ilahi hikmet karşısında hayrete düşmektedir.

Allah'ın insanı yaratmasının çok hikmetlerinden birisi ibadettir. Çünkü:

1. Allah insanı imtihan için yarattı. Bu hikmet insanın yaratılmadan olamayacağı kesindir.

2. Allah kainatta tecelli ettiği cemal ve kemalini hem kendisi -kendine mahsus bir şekilde- görmek hem de başkalarının gözüyle görmek istiyor. Başkasının görmesi derken bunların başında insan gelmektedir. Bu hikmet de yine insanın yaratılmasını gerekli kılıyor.

3. İbadet için yarattı. Bu hikmetin yerine gelmesi için var olan birisi gerektir. Yaratılmadan ibadetin yerine gelmesi mümkün değildir. Burada yaptığımız ibadetin miktarına göre cennetteki yerimiz hazırlanıyor.

4. Allah'ın her şeyden daha büyük olduğunu ilan etmek ve Allah'ın emirlerini yaymak. Bu hikmetin yerine gelebilmesi için, hem tebliğ edenin hem de tebliğ edilenin yaratılması icap eder.

5. Bir çekirdeğin ağaç olması için toprağa girmesi gerektiği gibi, insanın da yetişip olgunlaşması ve terakkisi için dünya tarlasına gönderilmiştir.

6. Eğer başka alemde yaratılsaydık o zaman da neden bu alemde yaratıldık diye sormamız gerekecekti. İnsan için en mükemmel imtihan salonu bu olduğu için buraya gönderildik denilebilir.

İşte tüm kainatta rastlanılamayan hikmetsiz iş ve fiillere elbette şeriatta da rastlanmaz. Yani bizim taşıyamayacağımız işleri Allah bize yüklemez. Bütün hayvanlara, bitkilere ve cansızlara vazifeler yükleyen Allah, elbette bize de bazı vazifeler yükleyecektir. Yoksa tüm kainatta mevcut olan hikmet, insanlar yönünden abes olacaktı. Hiçbir işinde abesiyet ve çirkinlik olmayan ve bu gibi şeylerden münezzeh olan Allah, elbette insanlara da taşıyabilecekleri bir yükü yüklemesi gerekmektedir.

Kâinatın ömrü milyarlarca yıl ile ifade ediliyor; insanlık âleminin ömrü ise yedi bin seneyle ifade ediliyor. Henüz insan nevi yaratılmadan, bu hadis-i kudsîde verilen haber, öncelikle melekler âlemine bakıyordu. Allah'ı bilen, eserlerini temaşa ve tefekkür eden, O'na isyandan uzak bu mübarek varlıklar, hadis-i kudsîde verilen haberi ibadetleriyle, tesbihleriyle, itaatleriyle, marifet ve muhabbetleriyle tahakkuk ettirmiş oluyorlardı. Hayvanlar âlemi de yaratılış gayelerine tam uygun bir hayat sürmekle, ruhları yönüyle, melekleri andırıyorlardı. Bitkiler âlemi ve cansız varlıklar da mükemmel bir itaat ile vazife görüyorlardı.

"Hiçbir şey yoktur ki Allah'ı tesbih ve O'na hamd etmesin"(İsra, 17/44)

mealindeki âyet-i kerimede geçen "şey" tabiri, canlı-cansız her varlığı içine alır. Her şey O'nu tesbih eder ve O'na medih ve senada bulunur.

Cenab-ı Hak, bütün bu tespih ve ibadetlerin çok daha ileri derecesini icra etmeye kabiliyetli bir başka mahiyet daha yaratmayı irade buyurdu: İşte bu ulvi mahiyet, arzın halifesi olacak olan insandı. Cenab-ı Hak, topraktan bir insan yaratacağını meleklere haber verdiğinde, yukarıdakine benzer bir soru, meleklerden de gelmiş ve onlara cevaben, "Siz benim bildiklerimi bilemezsiniz,.." buyrulmuştu.

İmtihana tabi tutulan ve kazanmaları halinde melekleri geçecek olan bu yeni misafirler, âyet-i kerimede de haber verildiği gibi, ancak Allah'a ibadet için yaratılmışlardı.

"Ben, cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım." (Zariyat, 51/56)

Âyette geçen "ibadet" kelimesine bir çok tefsir âliminin "marifet" mânâsı verdiği dikkate alındığında, bu insanın, Allah'ı tanımak, varlığını, birliğini bilmek, sıfatlarının sonsuzluğuna inanmak, mahlûkat âlemini de hikmet ve ibret nazarıyla temaşa ve tefekkür etmekle vazifeli olduğu anlaşılıyordu.

Bu mümtaz mahlûk, sadece cemal tecellilerine muhatap olmayacak, Cenab-ı Hakk'ın hem cemal, hem de celal tecellileri ile ayrı ayrı imtihanlara tabi tutulacaktı.

Nitekim öyle oldu ve öylece devam ediyor. Nimetler, ihsanlar, ikramlar, güzellikler, sıhhat, afiyet, ferah, gibi haller hep cemal tecellileridir. Ve insanoğlu bunlara karşı şükredip etmeme şıklarından birini tercihle karşı karşıya. Maalesef, nefis ve şeytanın galebesiyle çoğu insan, cemal tecellileriyle sarhoş olup bu imtihanı kazanamıyorlar.

İmtihanın diğer yönü, hastalık, musibet, bela, afet, ölüm gibi celal tecellileri Ve neticede sabır, tevekkül, teslim, rıza, imtihanına tabi tutulma. Akıl aksini düşünse de gerçek şu ki, bu imtihanı kazananlar, birincilere nispetle çok daha fazla.

Bundaki hikmet şu olsa gerek: Musibet ve hastalıklar, insana kul olduğunu, aciz bir varlık olduğunu çok iyi hatırlatıyor, ders veriyorlar. Konumuza ışık tutacak bir Nur cümlesi:

"Fâtır-ı Hakîm, insanın mahiyet-i maneviyesinde nihayetsiz azîm bir acz ve hadsiz cesîm bir fakr dercetmiştir. Tâ ki, kudreti nihayetsiz bir Kadîr-i Rahîm ve gınası nihayetsiz bir Ganiyy-i Kerim bir zâtın hadsiz tecelliyatına câmi' geniş bir âyine olsun." (Sözler, Yirmi Üçüncü Söz)

İbadet ve marifet için yaratılan insan, bu vadide mertebe kat edebilmek için aczini ve fakrını hissedecek, sürekli olarak Rabbine sığınacak ve Ondan medet dileyecektir. Duadan geri durmayacak, huzuru yakalamaya çalışacaktır. Bunlar ise başta nefis ve şeytan olmak üzere, dünya hayatında insanı, medet dilemeye ve sığınmaya götüren her türlü musibet, hastalık, çaresizlik ve sıkıntılarla mümkün.

Çaresizlik içinde kalıp Rabbine sığınan ruhlar, bu dünya imtihanını kazanma noktasında müsbet bir puan almış oluyorlar. Ama, refah, sıhhat ve saadet gibi tecellilerde insanoğlu, aczini anlamak yerine, bunlara meftun olup, kul olduğunu unutup, gaflete dalabiliyor.

Konunun çok önemli bir yanı da şu: Marifetullah, yani Allah'ı tanıma denilince, bütün isim ve sıfatları dikkate almak gerekiyor; sadece cemalî isimleri değil.

Allah, Rahman olduğu gibi Kahhar'dır da. İzzeti tattıran da Odur zilleti çektiren de. Bu dünyada sadece cemalî isimler tecelli etse ve insan sadece bunlara muhatap olsa idi marifeti noksan kalırdı. Bu imtihan meydanında, insanoğlu Allah'ı hem celal, hem de cemal sıfatlarıyla tanımak durumunda. Ahirette ise, yollar ayrılacak. İnsanların bir kısmı ibadet, ihlas, salih amel ve güzel ahlâklarına mükâfat olarak, cennete girecek ve lütuf, kerem, ihsan gibi nice cemal tecellilerine, azamî ölçüde ve ebediyen muhatap olacaklar. Küfür ve şirk yolunu tutarak dalalet ve sefahate düşenler ise celal, izzet ve kahır tecellileriyle karşılaşacaklar. Böylece, ahiret yurdunda, Allah'ın hem cemalî hem de celalî isimleri en ileri mânâda tecelli etmiş olacak.

Nur Külliyat'ında bir dua cümlesi var:

"Bize gösterdiğin nümûnelerin ve gölgelerin asıllarını, menbalarını göster." (Sözler, Onuncu Söz)

Bu dünyadaki varlıklar, ahirete nispetle, gölge kadar zayıf bir tecelliye muhatap oluyorlar. Ve bu gölge hayatın gereğini yapan ve hakkını vermeye çalışan insanlar asıla kavuşuyorlar.

Şunu da unutmamak gerekiyor: Lütuf gibi kahrın da aslı ahirette.

Cevap 2:

Kaderi ikiye ayırabiliriz: Izdırari kader, ihtiyari kader.

"Izdırari kader"de bizim hiçbir tesirimiz yok. O, tamamen irademiz dışında yazılmış. Dünyaya geleceğimiz yer, annemiz, babamız, şeklimiz, kabiliyetlerimiz ızdırari kaderimizin konusu. Bunlara kendimiz karar veremeyiz. Bu nevi kaderimizden dolayı mesuliyetimiz de yok.

İkinci kısım kader ise, irademize bağlıdır. Biz neye karar vereceksek ve ne yapacaksak, Allah ezeli ilmiyle bilmiş, öyle takdir etmiştir. Sizin sorduğunuz soruda bu alanda müzakere edilmektedir. Yani siz bir aday tipi belirliyorsunuz ve arıyorsunuz. Allah da sizin istediğiniz vasıflara sahip birkaç kişiyi önünüze çıkarıyor. Sizde bunlardan birini iradenizle beğenip kabul ediyorsunuz. Allah'ın seçtiğiniz eşin kim olduğunu ezelde bilmesikader, fakat sizin iradenizle seçmeniz cüz'i iradedediğimiz insanın mesuliyet sınırlarıdır.

Kalbimiz çarpıyor, kanımız temizleniyor, hücrelerimiz büyüyor, çoğalıyor, ölüyor. Vücudumuzda, bizim bilmediğimiz birçok işler yapılıyor. Bunların hiçbirini yapan biz değiliz. Uyuduğumuz zaman bile bu tür faaliyetler devam ediyor.

Ama şunu da çok iyi biliyoruz ki, kendi isteğimizle yaptığımız işler de var. Yemek, içmek, konuşmak, yürümek gibi fiillerde karar veren biziz. Zayıf da olsa bir irademiz, az da olsa bir ilmimiz, cılız da olsa bir gücümüz var.

Yol kavşağında hangi yoldan gideceğimize kendimiz karar veriyoruz. Hayat ise, yol kavşaklarıyla dolu.

Şu halde, bilerek tercih ettiğimiz, hiçbir zorlamaya maruz kalmaksızın karar verip işlediğimiz bir suçu, kendimizden başka kime yükleyebiliriz?

İnsanın cüz-i ihtiyari adı verilen iradesi, önemsiz gibi görülmekle beraber, kainatta geçerli olan kanunlardan istifade ederek büyük işlerin meydana gelmesine sebep olmaktadır.

Bir apartmanın üst katının lütuflarla, bodrum katının ise işkence aletleriyle dolu olduğunu ve bir şahsın bu apartmanın asansörü içerisinde bulunduğunu farz ediniz. Kendisine, apartmanın bu keyfiyeti daha önce anlatılmış bulunan bu zat, üst katın düğmesine bastığında lütfa mazhar olacak, alt katın düğmesine bastığında ise azaba duçar olacaktır.

Burada iradenin yaptığı tek şey, sadece hangi düğmeye basılacağına karar vermesi ve teşebbüse geçmesidir. Asansör ise, o zatın kudret ve iradesiyle değil, belirli fizik ve mekanik kanunlarla hareket etmektedir. Yani, insan üst kata kendi iktidarıyla çıkmadığı gibi, alt kata da kendi iktidarıyla inmemektedir. Bununla beraber asansörün nereye gideceğinin tayini, içindeki şahsın iradesine bırakılmıştır.

İnsanın kendi iradesiyle yaptığı bütün işler, bu ölçüyle değerlendirilebilir. Mesela; Cenab-ı Hak, meyhaneye gitmenin haram, camiye gitmenin ise faziletli olduğunu insanlara bildirmiş bulunmaktadır. İnsan bedeni ise kendi iradesiyle, misaldeki asansör gibi her iki yere de gitmeye müsait bir yapıdadır.

Kainattaki faaliyetlerde olduğu gibi, beden içindeki faaliyetlerde de insanın iradesi söz konusu olmamakta ve insan bedeni, kanun-u külli adı verilen ilahi kanunlarla hareket etmektedir. Fakat onun nereye gideceğinin tayini, insanın irade ve ihtiyarına bırakılmıştır. O hangi düğmeye basarsa, yani nereye gitmek isterse, beden oraya doğru hareket etmekte, dolayısıyla da gideceği yerin mükafatı veya cezası o insana ait olmaktadır.

Dikkat edilirse, kaderi bahane ederek,"benim ne suçum var" diyen kişinin, iradeyi yok saydığı görülür.

Eğer insan,"rüzgarın önünde sürüklenen bir yaprak"ise, seçme kabiliyeti yoksa, yaptığından mesul değilse, o zaman suçun ne manası kalır? Böyle diyen kişi, bir haksızlığa uğradığı zaman mahkemeye müracaat etmiyor mu?

Halbuki, anlayışına göre şöyle düşünmesi gerekirdi: "Bu adam benim evimi yaktı, namusuma dil uzattı, çocuğumu öldürdü, ama mazurdur. Kaderinde bu fiilleri işlemek varmış, ne yapsın, başka türlü davranmak elinden gelmezdi ki."

Hakkı çiğnenenler gerçekten böyle mi düşünüyorlar?

İnsan yaptığından sorumlu olmasaydı, "iyi" ve "kötü" kelimeleri manasız olurdu. Kahramanları takdire, hainleri aşağılamaya gerek kalmazdı. Çünkü, her ikisi de yaptığını isteyerek yapmamış olurlardı. Halbuki hiç kimse böyle iddialarda bulunmaz. Vicdanen her insan, yaptıklarından sorumlu olduğunu ve rüzgarın önünde bir yaprak gibi olmadığını kabul eder.

İlave bilgi için tıklayınız: 

- İnsana, yaratılmayı ve imtihan olmayı isteyip istemediği sorulur mu?..

13 Her şeyde bir hayır vardır, sözü doğru mudur?

Cevap 1:

Konuyla ilgili bazı ayetlerin mealleri şöyledir:

“Olur ki siz bir şeyden hoşlanmazsınız, hâlbuki hakkınızda o bir hayırdır. Ve olur ki bir şeyi seversiniz, hâlbuki hakkınızda o bir şerdir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Bakara,  2/).

“Yerde ve göklerde olan her şeyi bilir.” (Âl-i İmran, 3/29). 

“Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın. (Allah) Onun durduğu ve emanet bırakıldığı yeri bilir. Bunların hepsi apaçık bir kitaptadır.”(Hûd, 11/6).

“Allah, onların geçmişlerini de, geleceklerini de bilir; onlar ise O’nu ilmen ihata edemez.” (Tâhâ, 20/). 

“Allah, insana bilmediklerini öğretti.”(Alak, 96/5).

“Gaybın anahtarları O’nun katındadır; onları ancak O bilir. O, karada ve denizde olan her şeyi bilir.” (En’am, 6/59).

“Rabbimin sözlerini yazmak için denizler mürekkep olsa, bir o kadarını da katsak, Rabbimin sözleri tükenmeden denizler tükenirdi.”(Kehf, 18/).

“Her şey”de hayır olup olmaması bundan ne kastedildiğine bağlıdır. Mesela günah işlemeyi de bu sözün içerisine dâhil edersek mesele değişir. Zira günah işlemenin bir hayır içermesi söz konusu değildir. Fakat günah bile eğer insana tövbe etmeyi öğretiyor ve tövbe etmekte daha başka günahlara girmemeyi netice veriyorsa, sonuçları itibarıyla günah işlemekte bile bir hayır olduğu söylenebilir. Bunu “Günah işlemek hayırlıdır.” diye anlamamak gerekir.

Diğer bir örnek, şeytana uymakta da bir hayır olduğu söylenemez. Zira o insanı cehennemin gayyalarına yuvarlamaya and içmiştir. Şeytanın yaratılması şer değil, şeytana uymak şerdir. Ateş örneğinde olduğu gibi. Ateşi iyi işlerimizde kullanır onunla yemek pişirir ve daha birçok ihtiyacımızı gideririz. Ateş elimizi yaktığında “Ateş şerdir." diyebilir miyiz? Örnekler çoğaltılabilir.

Hatın akışı içerisinde gerçekleşen olaylarda bazen bizim hiçbir müdahalemizin olmadığı işler olur. İşte insanlar bu tür durumlarda “Vardır bu işte de bir hayır.”sözünü kullanırlar. Bu manada "Elhayru fî mahtârahullah" sözünü esas alabiliriz. Bu söz, "Hayır, Allah Teâlâ'nın ihtiyar buyurduğu (seçtiği) husustadır." manasına gelir; Cenâb-ı Hak kullarını neye sevk ederse etsin ve nasıl bir neticeye ulaştırırsa ulaştırsın, O'nun takdîrinin her zaman en isabetli, bereketli, faydalı, sevaplı ve akıbet itibarıyla da en hayırlı tercih olduğunu hatırlatır.

Evet, insan şart-ı âdi planında bir irade sahibidir; yani, Allah (azze ve celle) kuluna, iki şeyden herhangi birini seçme söz konusu olduğunda bir cehd ve gayret ortaya koyma, bir çeşit eğilim veya eğilimde tasarruf ile bir hususu tercih etme, bir şeyi isteme ve dileme kâbiliyeti vermiştir. Bu irade kâbiliyetinden dolayıdır ki, insan bazı hususları iyi ya da kötü, güzel veya çirkin, faydalı yahut zararlı görebilir ve birkaç şey arasından birini seçebilir. Fakat bazen insan seçiminde isabetli olamaz ve beklemediği, istemediği bir netice ile karşılaşabilir. İşte, "Elhayru fî mahtârahullah" hakikati, insanın kendi arzularına başkaldırmasını, her meselede Hakk'ın rızâ ve hoşnutluğunu kendi istek ve dileklerine tercih ederek her yerde ve her durumda O'nun takdîrine razı olmasını ifade eder.

Bu sözün Peygamber Efendimiz (asm)'in mübarek dudaklarından döküldüğünü söyleyenler ve onu hadis olarak rivayet edenler de olmuştur; fakat muhaddisler bu şekilde bir hadis-i şerife rastlamadıklarını belirtmişlerdir. Öyle de olsa, bu cümle çok şümullü bir hakikatin ifadesidir. Bazı âlimlerin, değişik ilâhî ve nebevî emirlerden süzerek bu türlü disiplinler ve genel kaideler ortaya koydukları malumdur. Bu açıdan, kelimesi kelimesine Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (asm)'den rivayet edildiğine dair sağlam bir bilgi mevcut olmasa bile, bu söz, manası ve mefhumu itibarıyla Allah Rasûlü (asm)'ne nispet edilebilir.

Allah Teâlâ'nın takdirinin her zaman kul için en hayırlı seçim olduğunu vurgulayan bu câmi' beyan, bazı kitaplarda küçük kelime farklılıklarıyla zikredile gelmiştir. Genellikle,

"Bazen hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için hayırlı olur. Kimi zaman da sevip arzu ettiğiniz bir şey sizin için şerli olabilir. Netice itibarıyla neyin hayır ve neyin şer getireceğini sadece Allah bilir, siz bilmezsiniz." (Bakara, 2/)

meâlindeki ayet-i kerimenin bir meyvesi olarak değerlendirilmiştir.

Bu açıdan, insan, hoşuna gitsin gitmesin, her meseleyi dini ölçülere göre ele almalı; her hadiseyi "Hayır, Allah Teâlâ'nın ihtiyar buyurduğu şeydedir." hakikati zaviyesinden değerlendirmeli ve her zaman Cenâb-ı Hakk'ın tercihi istikametinde tercihte bulunmaya çalışmalıdır. Sebeplere riâyet ettikten sonra neticeyi Allah'ın takdirine bırakmalı; kendisiyle alâkalı tasarruflarında Rahmeti Sonsuz'a inanıp O'na güvenmeli ve O'nun yaptığı her şeyden hoşnut olmalıdır. Evet, kader rüzgârları ne yandan eserse essin, gönül rahatlığıyla karşılamak ve her hadiseye "Bunda da bir hayır vardır; bu da geçer!" inancıyla yaklaşmak mü'min olmanın gereğidir.

Cevap 2:

Müslüman, her zaman iyilik için çalışır, iyiliklerle karşılaşmayı ümit eder. Başına gelen her hadisenin güzel tarafından bakar. Dünyada, bazı hadiseler dış görünüşlerinin tersiyle neticelenirler. Görünüşte hayırlı olan çok şey, arkasından bazı şerleri getirebilir, şer gibi görünen hadiseler de pek çok hayırları içinde barındırabilir. Nitekim yukarıda mealini verdiğimiz ayette geçen,

“Olur ki hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlı olur.”(Bakara, 2/)

Başka bir ifade ile

“Olabilir ki bir şey sizin hoşunuza gitmez de Allah onda birçok hayır takdir etmiş bulunur.”(Nisa, 4/19)

mealindeki ayetten bunu açıkça anlayabiliriz.

İşin bir diğer yönü de şudur: Biz Allah hakkında suizanda değil hüsnüzanda bulunuruz. Zaten Allah da kullarının kötülüğünü istemez. Bilakis Allah (c.c.), kullarını affetmek, onları güzelliklerle buluşturmak için fırsatlar yaratır. Öyleyse Allah hakkında her zaman hüsnüzanda bulunmalıyız ki Allah da (c.c.), kullarına düşündükleri gibi muamelede bulunsun. Bu hakikat bir kudsî hadiste şöyle buyrulur:

“Allah Teâlâ Hazretleri şöyle buyuruyor: Benim kulumla maiyyet ve muamelem, onun benim hakkımdaki düşüncesine bağlıdır (Ona rahmetimle muamelede bulunacağımı umarsa onu bulur).”(Buhârî, Tevhîd 15; Müslim, Zikir 2, 19)

Peygamber Efendimiz (asm) de şöyle buyururlar:

“Sizden her biriniz başka değil ancak Azîz ve Celîl olan Allah tarafından bağışlanacağı ümidiyle ölsün.”(Müslim, Cennet 81, 82)

Evet, Allah (c.c.), bizim hakkımızda hayır murad ettiğine ve bizim de Allah hakkında iyi düşünceler içinde olmamız gerektiğine göre, meydana gelen hadiselerin ekşi olan dış yönüne bakarak olumsuz düşünüp hayatımızı karartmaktansa, her hadisenin iyi yönlerine bakıp, güzel düşünüp ömrümüzü hep güzellikler içerisinde geçiririz.  

Dolayısıyla kötü gibi görünen her hadisenin hayır tarafını araştırmamız, nefsimizi sorgulamamız, istiğfar etmemiz, yapılan hataları tespit ederek gelecekte aynı hatalara düşmemeye çalışmamız, her mümine yakışan bir davranış olacaktır. 

İlave bilgi için tıklayınız:

- Şerri de Allah mı Yaratıyor?

14 "Madem Cenâb-ı Hak ezelî ilmiyle benim ne yapacağımı biliyor, öyleyse benim ne kabahatim var?" sorusuna nasıl cevap vermeliyiz?

Bu soruyu soranlardan bazıları, hem samimi değil hem de Türkçe bilmiyor Bu iki hususu açıkladıktan sonra sorunun cevabına geçmek istiyorum.

Soru sahibi niçin samimi değil, önce onu açıklayayım:

Her insan vicdanen bilir ki, kendisinde iki ayrı hareket, iki ayrı fiil söz konusu. Bir kısmı ihtiyarî, yani kendi isteğiyle, iradesiyle ortaya çıkıyor. Diğer kısmı ise ızdırarî; yani tamamen onun arzusu, iradesi dışında cereyan ediyor.

Meselâ; konuşması, susması, oturması, kalkması birinci gruba; kalbinin çarpması, boyunun uzaması, saçının ağarması da ikinci gruba giren fiillerden. O birinci grup işlerde, istemek bizden, yaratmak ise Allah'tan. Yâni, biz cüzi irademizle neyi tercih ediyor, neye karar veriyorsak Cenâb-ı Hak mutlak iradesiyle onu yaratıyor.

İkinci tip fiillerde ise bizim irademizin söz hakkı yok. Dileyen de yaratan da Cenâb-ı Hak. Biz bu ikinci gruba giren işlerden sorumlu değiliz. Yâni, âhirette boyumuzdan, rengimizden, ırkımızdan, cinsiyetimizden yahut dünyaya geldiğimiz asırdan sorguya çekilmeyeceğiz.

İşte soru sahibi bu iki fiili bir sayma gafleti içinde.

Gelelim asıl büyük hataya: Adam, yaptığı bütün müspet işlere sahip çıkıyor, “Ben yaptım, ben kazandım” diye göğsünü gere gere anlatıyor bunları Ama, sıra işlediği günahlara, yaptığı hatalara, ettiği zulümlere gelince kadere yapışıyor: "Kaderimde bu varmış!.." diye işin içinden çıkmaya çalışıyor. Evine giren hırsızı mahkemeye verirken kaderi unutuyor.

“Bu adam” diyor, “Benim evime girdi, şuyumu çaldı, buyumu gasp etti.” Hırsızın: “Ben masumum. Benim kaderimde soymak, bu zatın kaderinde de soyulmak varmış.” şeklindeki müdafaasına kızıyor, köpürüyor, çıldıracak hâle geliyor!.. Ama, sıra kendi işlediği günahlara gelince, utanmadan ve sıkılmadan o hırsızın müdafaasına sarılabiliyor!..

Böyle birisiyle, kader konusunu ciddî mânâda konuşmak mümkün mü? Gerçek şu: Biz her türlü işimizde, fiilimizde kaderin mahkûmu değiliz. İhtiyarî fiillerde, yani kendi irademizle yaptığımız işlerde serbest bırakılmışız. Bunu vicdanen biliyoruz. Bu işlerde isteyen biziz, yaratan ise Cenâb-ı Hak

Zaten dünyaya imtihan için gönderilmiş olmamız da bunu gerektirmiyor mu? İmtihana giren bir aday dilediği salonda imtihan olamaz. İmtihanı istediği saatte başlatamaz ve sona erdiremez. Soruların puanlamasını kendi tayin edemez. Bütün bunlar, onu imtihan eden kimsenin tayini ve tespiti iledir. Fakat, imtihan başladıktan sonra, cevapları dilediği gibi verir. İmtihan süresince kendisine müdahale edilmez. Aksi hâlde buna imtihan denmez.

Şimdi, şu sorunun cevabını arayalım:İnsanlar bu dünyada kendi amel defterlerini diledikleri gibi doldurmuyorlar mı?İlâhî emir ve yasaklara uyup uymama konusunda serbest değiller mi?

O hâlde, bu adamlar neyin davasını görüyorlar?!.. Bir yandan, işledikleri günahların sorumluluğundan kurtulmak için iradelerini inkâra kalkışıyor; diğer yandan, meselâ, pencerelerini taşlayan ve Allah'ın sorumlu bile tutmadığı, küçük bir çocuğu dövmekten de geri durmuyorlar. Bu sahne onları sorumlu kılmaya ve utandırmaya yetmiyor mu?

Bu soruyu soranlardan bazılarının Türkçe bilmediğinden söz etmiştik. Geliniz bu soruyu dilbilgisi yönünden inceleyelim:

“Mâdem Cenâb-ı Hak, ezelî ilmiyle benim ne yapacağımı biliyor, öyleyse benim kabahatim ne?”

Bu cümlede iki tane fiil geçiyor: biri, “yapmak”, diğeri “bilmek”. Yapmak fiilinin öznesi: ben. Bilmek fiilinin öznesi: Cenâb-ı Hak. Yâni soru sahibi, “Ben yapıyorum, Allah da biliyor.” diyor. Ve sonra bize soruyor: Benim kabahatim ne? Ona nazikane şu cevabı veriyoruz: “Senin kabahatin o işi yapmak.”

Bu konuda Nur Risalelerinden Sözler adlı eserde şu tespit yapılır:

“Kader, ilim nevindendir. İlim, malûma tâbidir. Yani nasıl olacak, öyle taallûk ediyor. Yoksa malûm, ilme tâbi değil.”

İlim, “bilmek” ya da “bilgi” mânâsına geliyor. Malûm, “bilinen”, âlim ise “bilen” yahut “bilgin”demektir. Bu kaideyi bir misâl ile açıklamaya çalışalım. Meselâ, ben bir gencin fen fakültesinde okuduğunu bilmiş olayım. Bu bilgim ilimdir. Malûm ise, o gencin o fakültede öğrenci olduğu. İşte, benim ilmim bu malûma tâbidir. Yani o genç fen fakültesinde okuduğu için, ben de onu öylece bilirim.

Misâller çoğaltılabilir.

“Madem Cenâb-ı Hak benim ne yapacağımı biliyor,” denilmekle, Allahın âlim olduğu, soru sahibinin ise, o fiili yapacağı peşinen kabul edilmiştir. İşte o adamın, söz konusu fiili işlemesi malûm, Allah'ın, bunu ezelî ilmiyle bilmesi ise ilimdir. Ve bu ilim, malûma tâbidir.

Yukarıda, Sözlerden naklettiğimiz cümlelerin devamında da şöyle buyurulur:

“Yani ilim desâtiri; malûmu, haricî vücut noktasında idare etmek için esas değil. Çünkü malûmun zâtı ve vücud-u haricîsi, iradeye bakar ve kudrete istinat eder.”

Bilindiği gibi, bir şeyi, bir hâdiseyi yahut bir fiili bilmek, onun fâili olmak için yeterli değildir. Bir misâl: Konuşmayı herkes bilir. Ama, bir insan bu işe teşebbüs etmedikçe ve konuşma fiilini işlemedikçe onun konuştuğundan söz edebilir miyiz?

Bir başka misâl: Allah Resulü (a.s.m.) İstanbul'un fethini müjdelemiştir. Ama, “fetih” fiilini Sultan Mehmet işlediği için “fatih” unvanını o padişaha veririz. İstanbulu, Peygamber Efendimiz (a.s.m.)'in fethettiği gibi bir iddiada bulunmayız.

Demek ki, fâil olmak için fiili bilmek yetmiyor. Onu irade etmek, bizzat teşebbüs etmek ve işlemek gerekiyor. İşte Allah, insanın bütün amellerini, bütün fiillerini bilir. Ama, iradesini ve kuvvetini sarf ederek o işi yapan insandır ve her türlü sorumluluk da ona aittir.

Daha önce de belirttiğimiz gibi; kul, kendi cüzi iradesini, -hayır olsun, şer olsun- hangi işe sarf ederse, Cenâb-ı Hak onu yaratır. İstemek kuldan, yaratmak Allah'tandır. Fakat, bütün fiilleri Allah'ın yaratması, insanı sorumluluktan kurtarmaz İnsana kuvvet ihsan eden, her türlü imkânı bağışlayan Allah'tır. Kul bu imkânı, bu kuvveti onun rızasına aykırı olarak kullanırsa elbette sorumlu olur, suçlu olur.

Şöyle bir düşünelim: Bir emniyet mensubu, yetkisini ve silâhını kötüye kullanarak birisini haksız yere vursa, devlete mi katil denilecektir, yoksa o görevliye mi? Şüphesiz, katil o görevlidir!.. Şimdi bu görevli, “Ben o suçu devletin imkânlarıyla işledim. Ne kendi silâhımı kullandım ne de kendi mermimi.” şeklinde bir özür beyan edebilir mi?

15 "Hayır ve şer Allah'tandır." sözünü nasıl anlamalıyız?

Hayır: Meşru iş. Faydalı amel. İyilik.  Şer: Zararlı iş. Kötülük.

Hayır ve şer Allah'tandır. Hayrı da, şerri de yaratan ancak Odur. Lâkin hayra rızası var, şerre ise yok. Kaldı ki hayır ve şer dediğimiz, yapılan işin, işlenen fiilin Allah'ın emir ve rızasına uygun olup olmamasıyla ilgili. Yâni, fiilin kendisiyle değil, sıfatıyla alâkalı.

Şöyle ki, konuşma, görme, işitme, yürüme,.. hepsi birer fiil. Hayır olsun şer olsun, bütün bu fiilleri yaratan Allah'tır. İşlenen fiil, İslâm'a uygun ise hayır, aksi halde şer olur. Zaten Allah'ın birliğine iman eden bir insan, Onu bütün bu işlerin, bu fiillerin tek yaratıcısı olarak bilmiş olmuyor mu?

İnsan bir işi yapmayı sadece arzu eder ve cüzî iradesini o işi yapmaya sarf eder. Neticeyi yaratan ise Allah'tır. Hakikat böylece bilinmezse ortaya şöyle bir tezat çıkar: Aynı fiil hayır olunca Allah tarafından yaratılır, aksi halde Evet aksi halde Cümlenin sonunu nasıl getireceğiz?

Bir tek misâl verelim: Görme fiilinin yaratıcısı Allah'tır. Göz fabrikası Onun. Işık Onun Görülen bütün eşya da Onun. O halde bir insan neye bakarsa baksın, görmeyi yaratan Allah'tır. Baktığı helâl ise bu bakış “hayır”, haramsa “şer" olur.

Hayrı da O yaratır, şerri de 

16 Genç yaşta ölümün hikmeti nedir; yaşasaydı daha hayırlı olmaz mıydı?

Sorunuzda açıkladığınız noktalar, aynı zamanda cevabını da vermektedir.

1. Bu ölüm de bize gösteriyorki ne zaman, nerede, ve nasıl öleceğimiz belli olmadığından, her an ölecekmiş gibi kendimizi hazırlamamız gerekir.

2. İnsan ne zaman ölürse, onun için en hayırlısının o zaman olduğunu düşünmek gerekir. İstakbali bilemediğimizden geleceğin onun için daha hayırlı olup olmadığını da bilemeyiz. Hatta daha kötü olma ihtimali de olduğundan sabır ve şükürle karşılamak gerekir.

3. Her türlü meyvenin bulunduğu bir bahçe düşünelim. Bazı meyveler erken olgunlaşmasına rağmen bazıları çok geç olgunlaşır. Erken olgunlaşanları bekletmeden toplamak gerekir. Bunları da geç olgunlaşanların zamanına kadar bekletelim demek doğru olmaz. Ayrıca bu erken toplandı biraz daha kalsın denilmez. Bunun gibi bir insanın ahirete toplanma zamanı geldiyse o bekletilmez. Erken gitti biraz daha kalsaydı da olgunlaşsaydı denilmez. Yeter ki akıl baliğ olduktan sonra istkametle yaşamış olsun.

Bu vesile ile ölüm hakkında bazı soru ve cevapları da gönderiyoruz:

- Ölüm nedir?

Sonsuz ilâhî fiillerden birisi, İmate; yani, ölümü tattırma; ruhun bedendeki tasarrufuna son verme. Ruh, Allah’ın en mükemmel, en harika ve en bilinmez eseri. Muhyi (hayat verici) isminin tecellisiyle hayat nimetine kavuşmuş. Bu nimet ve şeref artık ondan ebediyen geri alınmayacak. Kabirde de, mahşerde de, cennet veya cehennemde de devam edecektir.

Ruhu yaratmak gibi, her ruha uygun bir beden inşa etmek de Allah’ın en hikmetli ve rahmetli bir icraatı. İşte ölüm kanunuyla o misafir ruh, bedenden soyuluyor, süzülüyor ve kendine mahsus bir başka âleme göç ediyor.

Nur Külliyatı'nda ölüm için getirilen birbirinden güzel tariflerden birisi:

“Mevt, vazife-i hayattan bir terhistir, bir paydostur, bir tebdil-i mekândır, bir tahvil-i vücuttur” (Mektûbat)

Ve yine ölüm hakkında ince bir tespit: 

Nasıl ki hayatın dünyaya gelmesi bir halk ve takdir iledir. Öyle de dünyadan gitmesi de bir halk ve takdir ile, bir hikmet ve tedbir iledir.” (Mektûbat)

Bir asker adayı için hem kıtasına teslim olduğunda, hem de terhis edildiğinde birtakım kayıtlar tutulur, işlemler yapılır. Askere kayıt da bir fiil, askerden terhis de İşte yukarıdaki ifadelerde bu incelik nazarımıza sunuluyor. Hayat, ihya fiiline dayandığı gibi, ölüm de imate fiiline dayanıyor. İkisi de ayrı birer ilâhî ismin tecellisine hizmet ediyorlar.

İhya fiiliyle cansız elementler hayata kavuşurken, imate fiiliyle de bu beraberliğe son veriliyor. Canlı hücreler, yerlerini kademeli olarak yeni elementlere bırakıyorlar.

Nur Külliyatı'nda, çekirdeklerin ölümleriyle sümbül hayatına geçtikleri, ölümün de hayat kadar bir nimet olduğu güzelce izah edilir. Biz de bu müjdeli haberi hayalimizde genişletiyor ve görüyoruz ki, her ölümü bir diriliş takip ediyor ve ikinci safhalar birincilerden daha mükemmel. “Nutfe” safhası biterken “alâka” yani kan pıhtısı devreye giriyor. “Alâka”nın işi bitince sıra “mudga”ya yani et parçası geliyor.

Kâinatın yaratılış safhalarında da bunu görüyoruz, bir sonraki safha öncekinden daha mükemmel.

Bütün bu rahmet ve hikmet tecellileri bize, kabir âleminin dünyadan, âhiretin de kabir âleminden daha güzel ve daha mükemmel olduğunu ders veriyorlar.

O halde ölümyeni bir mükemmele atılan adımın adı. Onu kabir âlemi takip edecek ve diriliş hadisesiyle, insan yeniden beden-ruh beraberliğine kavuşacak.

Ölümü ve imateyi böylece değerlendiren insan, “Ölümü gülerek karşılar.”

- Ölmek yok olmak mıdır?

Solmuş ve dalından kopmuş bir yaprak Araba altında kalmış bir kedi Yıkımına başlanılmış bir eski bina Kütüphanede tozlanmaya terkedilmiş bir şaheser Miras masasına oturtulmuş bir ömür Ve daha niceleri

İşin garibi, bu dünyaya yeni ayak basanlar, mâzinin bu değişken manzarasını görmez, göremez, yahut görmezlikten gelirler. Ve yeni bir devranı sürmeye başlarlar Bu kervan da böylece gider durur.

Çiçekler, öncekilerin solduğunu bilmez, yine açar. Bebekler, evvelkilerin öldüğünden habersiz, yine doğar. Gençler, bir gün ayrılacaklarını düşünmez, yine evlenir. Müellifler, günün birinde unutulacaklarını dikkate almaz, yine yazar. Kazananlar, sonunda bırakıp gideceklerinden gafil, yine çalışır

Bir kudret, kâinatı böyle çevirir; bir hikmet, canlıları böyle sevk eder ve bir sır insanları böyle çalıştırır

Arz küresi.. Misafir öğüten sofra. Hem misafirler, hem de rızıkları o sofradan çıkıyor.. Sonunda her ikisi de ona dönüyorlar. Toprak ana, meyveleriyle beslediği insanoğlunu sonunda bağrına basıyor. Ve onu element hâline getirinceye kadar öğütüyor.

İnsan, daha dün sofrasının başındayken, bugün bir sofra olarak toprağa gömülüyor ve yeraltı dünyasının istifadesine sunuluyor

Dün, koyunlar onun için otluyordu, ağaçlar meyvelerini ona uzatıyorlardı. Güneş onun için doğuyor, dünya onun için dönüyordu. Toprak onun için mahsûl veriyor, sular onun için akıyordu Ama şimdi o aziz misafir, hayattayken tırnağının ucuyla ezebildiği küçük hayvanların esiri olmuş. Onların önünde bir sofra gibi serilmiş. Bugün onunla beslenen böcekler de, bir süre sonra, ölümü tadıyorlar ve sonunda insan, tâ ilk noktasına, toprağa varıyor. Toprakta başlayan hayat, yine onda son buluyor

Garip bir sır, acip bir muamma İnsan bu bilmeceyi çözemedikçe, neden zevk alabilir? Onu ne tatmin edebilir? Madem ki öğütüleceğiz, ilk hâlimize döneceğiz; o halde bu âleme niçin geldik? İnsan bu sorunun cevabını bulamadan doyasıya yiyememeli, gönlünce giyememeli, keyfince gülüp eğlenememeli Bütün bu düşünceler, mâzide, bir ahbabımın vefatı ile iç âlemime hücum eden ve beni kararsız kılan suallerden bir kısmı

Ben bu düşüncelerle, çaresizlik içinde kıvranırken, aradığımı bir şaheserin şu cümlesinde buldum. Dünya hayatı için: “başka bir âlemin mahsûlâtının tezgâhı hükmünde çarkları dönüyor” deniliyordu.

Dünya bir tezgâha benzetilmişti. Bu tezgâhta dokunan mahsûller bir başka âlem hesabınaydı. Ama görünüşte, mahsuller yine tezgâhın içinde yok oluyor, öğütülüp gidiyorlardı. Öyleyse bu mahsûl manevî olmalıydı Maddî olsa, o da öğütülür giderdi.

İnsan ruhunu düşündüm. Onu zaman yıpratabiliyor muydu? Dünya onu eskitebilmiş miydi?.. Hayır! Tam aksine o, zaman geçtikçe olgunlaşıyor, bilmediklerini öğreniyor, daha da terakki ediyordu Yıpranan beden idi. Toprağın öğüttüğü de beden idi. Ruh bu tezgâhta dokunmamıştı ki onda öğütülebilsin. O, Allah’ın şuurlu bir kanunuydu Sahifeler kanunu eskitebilir miydi? Onlar ancak yazıyı misafir edebilir, dolayısıyla onlardan ancak yazılar silinebilirdi. Yazıda ifadesini bulan ve kendisini okutturan kanun ise, yazının silinmesiyle yürürlükten kalkmazdı. Onu ancak koyan kaldırabilirdi

Öğretmenleri düşündüm.. Onlar imtihan evrakını belli bir dönem beklettikten sonra imha etmiyorlar mıydı?.. Çünkü geçen geçmiş, kalan kalmıştı. Mezun olanlar ayrı bir âlemde, yâni okul ötesi bir başka hayat devresinde görev almış, hayatlarını saadetle sürdürmeye devam etmekteydiler. Mezun olamayanlar ise, ya işsizlikle sokaklarda, kahve köşelerinde perişan olmuşlardı, yahut çok güç şartlar altında hayatlarını sürdürmeye çalışıyorlardı

Artık her iki gurubun da okuldan alacakları bir şey yoktu. İmtihan evrâkının parçalanması, imhâ edilmesi, onlar için bir mânâ ifade etmiyordu İnsan da, bu dünya imtihanında, ruhuna iyi veya kötü neyi mal etmişse, onlarla bu dünyadan göçüp gidiyordu. Bu değirmenin taşları, ruhu ve ona mal olanları öğütecek güce sahip değildi

Bu düşüncelerle ruhum rahatladı, gönlüm sürurla doldu. İyiden iyiye anladım ki: bu dünyaya Allah’ın iradesiyle gelen, o’nun lütfuyle hayat süren insan, yine o’nun sevkiyle ölümü tadacak, mahşere çıkacak, o’na rücû edecektir

O’na mü’min, mutî, salih olarak rücû edenler, ebedî saadet menzili olan cennete sevk edilecekler..

Cennet güzeller ve güzellikler diyarı Âmirin de güzeli oraya girecek, memurun da; zenginin de güzeli oraya gidecek, fakirin de İçeriye sadece güzelliklerini götürecekler. Dünyevî makamları, rütbeleri ise dışarıda kalacak.

Hz. Ebu Bekir’in (r.a.), Hz. Bilâl’ı azat etmek üzere, efendisinden satın alırken yaptığı pazarlık, cennetin en güzel bir çiçeğinin, bir başka çiçeğe müşteri olmasından başka bir şey miydi?..

- Ölüler bize neyi haykırıyor?

Dünyaya gelmeden önce, bilemezdik, hangi erkeğin sulbüne geçeceğimizi, hangi hanımın rahminde büyüyeceğimizi. Şimdi de bir başka cehalet tablosuyla karşı karşıyayız. Üzerinde seyahat ettiğimiz bu arz küresinden, berzah âlemine hangi vasıta ile göç edeceğiz? Bu yolculukta trafik kazasına mı bineceğiz, kalp sektesine mi? Hangi hastalık bizi ölümün eşiğine getirip, ölüm meleğine teslim edecek? Beşer olarak bu sorumuza cevap vermekten son derece âciziz.

Azrail (a.s.) her gün beş yüz bini aşkın insanın ruhunu kabz ediyor. Her gün bir deste insan, bir bağ beşer kaldırıyor bu dünyadan. İçinde ihtiyarı da var genci de Zengini de var fakiri de Hepsinden önemlisi; içinde salihi de var, fasıkı da. Mü’mini de var kâfiri de

Bu bağ ve desteler bize şunları haykırıyorlar: “ölümde herkes eşit Bir gün de siz biçileceksiniz. Dikkat edin de gafil yakalanmayın. Ölüm meleği sizi isyan üzere bulmasın.

Kendinizi sefâhate değil, ibadete kaptırın. Gözünüzü başkasının şusuna busuna değil, kendi ebedî hayatınıza dikin; onu düşünün, onun için bir şeyler yapmaya gayret edin. Ölümünüz, vazifesini hakkıyla yapan bir askerin, kışlasını terk etmesi gibi olsun; yahut, imtihan kâğıdını doğru cevaplarla dolduran bir öğrencinin sınıftan çıkışına benzesin.

İhtiyarladığınızda sizi artık taşıyamayan ayaklarınıza eskimiş ayakkabılar nazarıyla bakın. Ağrılı sızılı bedeninizi yırtık elbise gibi değerlendirin. Bunlara fazla önem vermeyin. Yeter ki siz eskimeyin; ruhunuz dinç kalsın; bedeniniz yıprandıkça gönlünüze güç gelsin, kalbiniz kuvvetlensin

Gönlünüz iman ve ibadet ile güçlü olursa, elbisenizden tamamen soyunacağınız o son günde sıkıntınız az olur. Kalbinizi ne kadar az şeye bağlarsanız, dünyadan kopmanız da o kadar kolay olur. Bu sizin elinizde Lâkin tatbikatınız bu yolda değil. Ölümü düşündükçe dünyaya daha fazla sarılıyorsunuz. Ondan ayrılmanız, ruhunuza her geçen gün biraz daha zor geliyor. Bilmeden kendi kuyunuzu kendi elinizle kazıyorsunuz.

Halbuki bu kabir âlemi, öyle pek korkulacak gibi değil. Aksine dünyadan daha güzel. O âlemden bu âleme sağlam doğabiliyor musunuz, gerisini hiç düşünmeyin. Buraya “berzah âlemi“ demeleri boşuna mı? Berzah, yâni perde Dünya ile âhiret arasında bir geçit, bir köprü Müminler için dünyadan daha güzel, cennetten daha geri İnanmayanlar için ise tam tersi; dünyadan daha elim, cehennemden daha ferah. Bir bakıma ilkbahar ve sonbahar gibi. Bu mevsimler de birer perde değil mi? Birisi kış ile yaz arasında, diğeri yaz ile kış arasında

Fırsat elinizde iken, kabrinizi orada güzelleştirmeye bakın. Öyle çalışın ki, bu âlem sizin için seher vakti gibi olsun, akşamın alaca karanlığına benzemesin.

Biz bütün fırsatları kaybettik. Artık ne elimiz bizim, ne de dilimiz Gafletinizi gördükçe, size bir şeyler söylemek, ondan da öte, bir şeyler haykırmak istiyoruz. Ama artık ne dudaklarımızla, ne dilimizle, ne ses tellerimizle ve ne de hava tabakasıyla bir alâkamız kaldı Şimdi bedenimiz, aslına rücû etmek üzere çürümeye terkedilmiş durumda. Artık istesek de ayaklarımızı hak yola bir adım olsun attıramıyoruz. Bir gün siz de bizim gibi olacak ve ömrünüzü daha iyi değerlendiremediğiniz için, “ah”lar çekeceksiniz.

Ölüm, insana verilen cüz’i iradenin son sınırı. Ömür, nefis ve cüz’i irade... Üçünün cenazesi birlikte kalkıyor. Artık bizim için bu üçü de çok gerilerde kaldı. Şimdi yaptıklarımızın karşılığını görmenin ilk durağındayız. Cüz’i irademizin acı ve tatlı meyvelerini burada tadıyoruz. Bize tanınan bütün fırsatlar şimdi son bulmuş durumda. Allah’ın mutlak iradesinin tam hükmü altındayız. O’nun lütfettiği kadar zevk alabiliyor, yahut o’nun irade buyurduğu kadar azap çekiyoruz. Bu âlemden mahşere yine o’nun iradesiyle çıkacak ve kendi keyfimizce değil, Allah’ın hâkimiyeti altında hesabımızı vereceğiz.

Biz mahşeri bekliyoruz, siz ölümden kaçıyorsunuz; ne garip değil mi? Ölüm sizin önünüzde duruyor, bizim ise çok gerilerimizde kaldı. Yine de siz bize acıyor, bizim için elem çekiyorsunuz.

“Kabir, cennet bahçelerinden bir bahçe, yahut cehennem çukurlarından bir çukurdur.” (Tirmizî, Kıyamet, 26).

hadis-i şerifi’ni duymuşsunuzdur. Bizler bu âlemde o hadis-i şerif’in mânâsını yaşıyoruz. Size ilk ve son tavsiyemiz: "Ömrünüzü öyle geçiriniz ki, kabriniz sizin için bir küçük cennet olsun.”

- “Ölmeden önce ölünüz.” ne demektir?

Ölümle ilgili bir hadis-i şerif:

“İnsanlar uykudadırlar, ölünce uyanırlar.”

İnsan, kendisinin âciz ve zelil, dünyanın aldatıcı ve fâni; âhiretin ise çok yakın olduğunu, tam olarak, ancak ölünce anlar. Bu hadis-i şerif ile, ölmeden önce uyanmamız, hayatımıza çeki düzen vermemiz ihtar edilmekte

Ve nihayet, ölümün hakikatine ermemizi ders veren:

“Ölmeden evvel ölünüz!..”

hadis-i şerifi Hayatta iken ölmek Bu ölüm seçkin insanlara mahsus. Bizlere düşen, elden geldiğince onlara benzemeye gayret etmek Bu emri dinleyen insan, vücudunu ve onu kuşatan kâinatı birer yardımcı olarak görür.. Dünyayı misafirhane, bedeni emanet bilir. Ruhunu ve kalbini onlarda boğmaz. Bu hal ile hallenen insan, ölmeden evvel ölmüş demektir.

İnsan ölümle birlikte hayatının hesabını da vermeye başlar. Öyle ise; ömür muhasebesini dünyada yapan insan, ölmeden evvel ölmüş demektir. Dünya hayatının bitimiyle yeni bir hayata geçilir. O halde, bu dünyada iken âhiretine hazırlanan insan ölmeden evvel ölmüş demektir.

Ölümle, insanın elinden, diğer azaları gibi, gözü ve dili de alınır. O artık okuma, anlatma nimetlerinden mahrumdur. Bunu düşünerek, orada yarayacakları burada öğrenen ve orada konuşulacakları burada dinleyen insan, ölmeden evvel ölmüş demektir.

Ölümle birlikte mahlûkatın sevgisi de biter, korkusu da.. Ölü için, yaşayanlar tarafından övülmekle yerilmek eşit olduğu gibi, yazla kış arasında da fark yoktur. İnsanların teveccühlerine ve yermelerine dünyada ehemmiyet vermeyen, “varlığa sevinmeyip, yokluğa üzülmeyen” insan da ölmeden evvel ölmüş demektir.

Ve en önemlisi; ölümle insan hakk’a rücu eder, rabbine döner. Ölmeden evvel ölenler, hakk’a bu dünyada rücu ederler; hayatlarını ilâhî emirler dairesinde geçirirler; Allah’ın rahmetine dünyada iltica eder, gazabından da yine dünyada korkarlar. İşte bu bahtiyar insanlar âhirette de hakk’a rücu ederler, ama bu rücu onlar için Allah’a vâsıl olma ve lütfuna erme şeklinde tezahür eder.

Ölümle, cüz’i iradenin hükmü son bulur. Öyle ise, ölmeden evvel ölenler, kendi şahsî isteklerini ve nefsî arzularını hayatta iken bir tarafa atmayı başarıp, Allah’ın küllî iradesine tâbi olurlar. Nefis hesabına bir şey talep etmezler. Bütün arzuları helâl dairesinde olur. Böylece cüz’i iradelerini bir bakıma terk eder ve ölmeden evvel ölmenin zevkine ererler.

Düşünüyorum da; dünya döndükçe insan halden hâle giriyor. Hücreleri, yaprak dökümü gibi, durmadan ölüyor. Ve çiçek açımı gibi bir yandan da bedeninde yeni hücreler yaratılıyor. Ve insan bütün bu olup bitenlere seyirci kalmaktan öte bir şey yapacak halde değil.. Yarını hakkında ne bir bilgisi var, ne de bir garantisi.. Madem ki bütün bunlarda cüz’i iradenin bir hükmü yok; onu, irademize hitap eden işlerde de bir tarafa bırakmayı başarabilsek, yâni Allah’ın rızasına muhalif hiçbir şeyi irade etmesek, çok bahtiyar olacağız.

Ölmeden evvel ölmek; gerçekten, bu dünyada büyük bir lütuf, büyük bir saadet. Bilindiği gibi, insan, yerde iken gök gürültüsünden ürker, şimşekten korkar, yıldırımdan kaçar Ama uçakla bulutları yarıp onların üstüne çıktı mı, artık güneşi bulmuş ve önceki korkularından kurtulmuştur. Ölmeden evvel ölmenin sırrına erenler de, ölümü hayatta iken geçmiş, mahşere bu dünyada çıkmış, hesaplarını burada vermiş ve mutî bir kul olarak hakk’a rücu etmişlerdir. Artık onları benlik duygusu boğamaz, çünkü ölünün benliği olmaz. Tabiat onları kendine celp edemez, zira ölünün tabiatla bir alış verişi kalmamıştır

Onlar, peygamber efendimiz’in (a.s.m.) Bir emrine uyarak, dünyada “garip ve yolcu” gibi yaşamışlardır. Dünyayı kalben terk etmiş, fâniye heves ve iştiha hususunda ölü gibi olmuşlardır.

Cüz’i iradelerini, Allah’ın rızası istikametinde sarf etmiş, kadere râzı olmuşlardır. Dalgaya karşı yüzmemiş, sahile yorulmadan varmışlardır.

- Ölüme karşı gelmek çözüm mü?

Dişimi çektiriyordum. Doktor, dişimi çekmeye zorlanırken, o da damaktan kopmamak için âdetâ direniyordu. Ben, morfinin verdiği rahatlıkla, acı çekmek yerine, bu ibretli manzarayı hayalen seyrediyordum. Bu hal bana ölümü hatırlatmıştı.

Şöyle düşünmüştüm: bu diş, çekilmeden az önce damakla, ağızla, beyinle, kısacası bütün bir bedenle alâkalı idi. Ama, çekilir çekilmez, bütün bu alâkaları kaybetti. Artık o, diş değil bir kemikti. Ölen insan da öyle değil miydi? Ölmeden az önce onun bedeni, hava ile, gıda ile, yer küresinin dönüşü, güneşin doğuşu, baharın gelişi gibi nice hâdiselerle alâkalı idi. Ama, ölüm hâdisesiyle, ruhu bedeninden çekilince, artık onun için ne havanın, ne suyun, ne baharın, ne de gözün bir mânâsı kalmıştı. Artık, dünya dönmüş veya dönmemiş, güneş doğmuş veya batmış, hava ısınmış veya soğumuş, bütün bunlar onu ilgilendirmiyordu.

İşte hepimiz bir gün ölümü tadacak, yâni ruhun bedenden sıyrılıp çıkmasına şahit olacağız. Artık ne gözümüz görecek, ne kulağımız işitecek. Ne midemizde açlık, ne alnımızda ter Hepsi bitecek. Ve bedenimiz gömülecek toprağa

Kurtlanan balıkları bilirsiniz; onun bir benzeri de bizim bedenimizde gerçekleşecek. Daha düne kadar, yiyen beslenen beden, bu defa başka mahlûklara gıda olacak. Yıldızları seyreden gözlerimiz, içlerine dolan karıncaları bile göremeyecekler. Eğlence âlemlerinin birini bırakıp diğerine koşan bacaklarımız, artık böcekler âleminin istifadesi için cansız olarak uzanmaktan başka bir şey yapamayacak.

Bir tarihî eseri gezen turistler gibi, ağzımızdan, burnumuzdan, kulaklarımızdan içeri giren karıncalara, o tarihî eser sessizliği ile, bir şey diyemeyeceğiz. Bir tarafta erkek, beride kadın, ayrı ayrı böceklerin istifadelerine sunulmuş olarak cansız yatarlarken, onların ruhları, yaptıkları isyanların ilk sorgusuna tâbi tutulacaklar; çekecekleri azapların ilk numunelerini tadacaklar.

Bu da nasıl olur, demeyiniz. Bunun küçük bir misâlini rüyada yaşamıyor muyuz? Bedenimiz yatakta uzanırken, ruhumuz hapishanede işkenceye tâbi tutulmuyor mu? Kan ter içinde uyandığımızda, kendimizi sapa sağlam yatakta bulunca nasıl seviniyoruz!

Hayatımızı, bir mahşer yolcusu olarak, güzelce tanzim edebilsek, kabir bizim için “cennet bahçelerinden bir bahçe” olacak ve biz bu bahçeye girdiğimizde dünya hayatını geride bıraktığımız için sevineceğiz.

- Müminler hiç ölümü tatmadan, doğrudan cennete gitselerdi daha iyi olmaz mıydı?

“Bize gösterdiğin numûnelerin ve gölgelerin asıllarını, memba’larını göster.” (Sözler)

Tattığımız nimetler cennet nimetlerine göre gölge gibi. Varlık ve hayat şerefine mazhariyette aralarında gölge ile asıl arasındaki fark kadar fark var. Bunun bir misâlini rüyada yaşamıyor muyuz? Rüyada yediğimiz yemekler de birer gölge. Dünyadaki varlığımız da gölge bir varlık. Rüyada yediğimiz nimetler dünyadakilere göre gölge makamında kaldığı gibi, dünya nimetleri de cennet nimetlerinin yanında öyle

Yukarıdaki vecize ile bize cennetteki nimetlerin cennete layık bir üstünlük taşıdıkları ders verildiği gibi, bu dünyadaki vücudumuzun da cennettekine nispetle bir gölge olduğuna işaret ediliyor. Dünyada da, rüyada olduğu gibi yine gölge, gölge ile besleniyor. İşte insanın o ebed yurduna lâyık bir şekilde yeniden yaratılışına “neş’e-i uhra” diyoruz.

Bazen şöyle bir soruyla karşılaşıyoruz: Ben bu soruya vesvese diyeceğim. “Acaba müminler hiç ölümü tatmadan, doğrudan o saadet yurduna gitselerdi daha iyi olmaz mıydı?” Daha iyi olmak bir tarafa, hiç iyi olmazdı.

Bu sorunun sahibi asıl ile gölgeyi fark edememiş. Bu faraziyeye göre, gölge asıldan istifade etmek durumunda kalacaktı. Buna da bilmem, istifade denilebilir miydi? Rüyadaki adamın, uyanık âlemde yemek yemesini farz etmek gibi bir şey.

Bu vesileyle bir hatıramı nakletmek isterim: şehrin bir ucundan ötesine yaya gitmek mecburiyetinde kalmıştım. Eve vardığımda hayli yorulmuştum. Birden kalbime geldi:

“Bu ayaklarla cennete gidilmez. O uçsuz bucaksız menziller, böyle birkaç kilometrede takatten düşen ayaklarla gezilmez.”

Daha sonra, zihnimin bir konuyu ancak doksan dakika dikkatle izleyebildiğini düşündüm. “Bu beyinle de cennete gidilmez.” dedim. Okumaktan yorulan ve çareyi uykuda bulan gözlerim hatırıma geldi; “bu gözlerle de cennete gidilmez” diye söylendim.

Misâlleri çoğalttıkça çoğalttım ve şu hakikat ruhuma tam hükmetti: “Bu gölge varlıkla âhirete gidilmez.”

İnsan, ölüm denilen büyük bir rahmet tecellisiyle bu gölge varlıktan kurtulacak ve yeniden dirilmekle âhirete uygun bir varlığa kavuşacak..

17 Sadaka ile ömrün uzaması ecelin değişmesi anlamına mı gelir?

Ecel birdir değişmez. Bazı kimseler, Resul-i Ekrem (asm) Efendimizin:

"Sadaka belâyı def eder ve ömrü uzatır." (bk. Heysemi, Mecmaü’z-Zevaid, III/63)

hadîs-i şerifini ileri sürerek, ömrün uzayabileceğini ve dolayısıyla da ecelin değişebileceğini iddia ederler. Evvelâ şunu belirtelim ki, sadakanın ömrü uzatmasının hakikati ne olursa olsun, neticede insanın ölümü söz konusudur ve bu ise ezelî ilmiyle Allah'ın malûmudur. Bu noktadan, onun ölüm vakti ve dolayısıyla da ömür müddeti Allah tarafından takdir edilmiş olup bunun değişmesi mümkün değildir. Meselâ, bir kimsenin verdiği bir sadaka ile ömrünün iki yıl uzadığını farzedelim. Bu şahsın, ecel-i muallâk dediğimiz, şarta bağlı eceli, eğer sadakayı verirse ömrü elli sene, vermezse kırk sekiz sene, şeklinde olsun. Cenâb-ı Hak o şahsın söz konusu sadakayı vereceğini bildiği için, ömrünü elli sene olarak takdir etmiştir. İşte bu ecel değişmez.

Yukarıda takdim ettiğimiz hâdîs-i şerif ile Peygamber Efendimiz (asm) mü'minleri hayra teşvik etmekte ve aralarındaki sevgi bağlarını sadaka ile perçinlemektedir. Sadakanın belâyı def etmesi, Allahü Zülcelâl'in lütfü ve atâsıdır. Verdiğimiz sadakaların ne gibi belâların define vesile olduğu ise, bizim meçhûlümüzdür. Verdiğimiz sadakalarla ve yaptığımız hayırlı hizmetlerle başımıza gelecek birçok belâların define sebeb olmaktayız. Vücuda gelmediği için bilemediğimiz bu belâların defi, bizim için ayrı bir nimettir ve bu nimet menfî nimet şeklinde ifâde edilmektedir. Sadakanın müsbet nimet olması ciheti ise, mü'minlere hayır ve hasenat kazandırmasıdır.

Sadakanın ömrü uzatmasını kelâm ilminin büyük âlimlerinden Teftazânî Hazretleri, "Şerh-i Akaid" adlı eserinde çeşitli yönleriyle izah etmiştir. Teftazânî Hazretleri'ne göre:

"Ömrün uzamasından maksat, ömrün bereketlenmesidir. Âhirete hayır ve hasenat için verilmiş bir sermaye olan insan ömrünün uzaması, bu sermaye ile daha çok kâr elde etmek manasınadır. Buna göre ömrün müddetinde bir değişme olmasa da, sadaka yoluyla mahsulünde bir artma olması ömrün uzaması demektir. Bunu bir misâl ile açıklamaya çalışalım. Bir ağacın her baharda dört bin meyve verdiğini ve ömrünün on sene olduğunu farzediniz. Cenâb-ı Hakk'ın ağaca lütuf ve insanıyla baharlardan birinde dört bin yerine sekiz bin meyve verdirmesi halinde, ağacın ömrü manen bir yıl uzamış, demektir. İşte sadaka da insan ömrünün verimini artıran güzel bir vasıtasıdır. Ve bu mânâda ömrü uzatmaktadır."

Yukarıdaki hakikati Teftazânî Hazretleri şu şekilde ifâde etmiştir:

"Sadaka, ömürden maksûd-u ehem (en önemli gaye) olan şeyi ziyade ediyor (artırıyor). O da amel-i sâliha ile kemâle ermektir. Çünkü insanlar nefislerini kemâle ve iki dünya saadetine, salih ameller ile getirebilirler."

Sadakanın ömrü uzatmasının diğer bir mânâsı, rızıkta berekete ve ömrün huzur ve sürür ile geçmesine vesile olmasıdır.

Başka bir mânâ da ömrün uzaması, ölümden sonra hayır ve hasenat defterinin kapanmamasıdır. Bilindiği gibi, sadaka mal yanında ilim ve irfan ile de olmaktadır. Mü'minlere faydalı bir eser neşreden bir âlimin sevap defteri ölümüyle kapanmaz. Bu ise onun ömrünün uzaması demektir. Zira, ömrü uzadıkça hayır ve hasenatına devam edecek olan o zât, aynı işi ölümden sonra da yapabildiğine göre manen hayattadır demektir.

İlave bilgi için tıklayınız: 

- Sadaka nedir, nelerden verilir ve nasıl yapılır? Sadaka bela ve

18 Kısmete razı olmak ne demektir ve bunun ölçüsü nedir?

Kısmete rıza, ilâhî taktirden kendisine düşen paydan memnun olmak demektir. İnsan, hem şu anne ve babadan dünyaya gelmesi, şu asırda yaratılması, cinsiyeti, rengi, ırkı gibi kendi iradesi dışında takdir edilmiş sonuçları rıza ve memnuniyetle karşılamalı hem de ulaşmak istediği bir hedef için iradesini, güç ve kuvvetini sarf ettikten sonra, ortaya çıkan sonuca razı olmalıdır.

Nur Külliyatı'ndan konuyla ilgili bir tespit ve değerlendirme:

“Evet mevcudatın hiçbir cihette Vâcib-ül Vücud’a karşı hakları yoktur ve hak dava edemezler; belki hakları, daima şükür ve hamd ile verdiği vücud mertebelerinin hakkını eda etmektir. Çünki verilen bütün vücud mertebeleri vukuattır, birer illet ister. Fakat verilmeyen mertebeler imkânattır. İmkânat ise ademdir, hem nihayetsizdir. Ademler ise, illet istemezler. Nihayetsize illet olamaz."

"Meselâ madenler diyemezler: 'Niçin nebatî olmadık?' Şekva edemezler; belki vücud-u madenîye mazhar oldukları için hakları fâtırına şükrandır. Nebatat 'Niçin hayvan olmadım?' deyip şekva edemez, belki vücud ile beraber hayata mazhar olduğu için hakkı şükrandır. Hayvan ise 'Niçin insan olmadım?' diye şikayet edemez, belki hayat ve vücud ile beraber kıymetdar bir ruh cevheri ona verildiği için, onun üstündeki hakkı, şükrandır. Ve hâkeza kıyas et."

“Ey insan-ı müştekî! Sen madum kalmadın, vücud nimetini giydin, hayatı tattın, camid kalmadın, hayvan olmadın, İslâmiyet nimetini buldun, dalalette kalmadın, sıhhat ve selâmet nimetini gördün ve hâkeza”(Mektûbat, Yirmi Dördüncü Mektup)

Vücut, varlık mânâsına geliyor; zıddı ise adem, yani yokluk. Vücut mertebeleri denilince hatırımıza öncelikle cansızlar, yarı canlılar, hayvanlar ve insanlar gelir. Varlıkla yokluk arasındaki mesafe sonsuz. Var olan, büyük bir şerefe kavuşmuştur, isterse taş olsun, ateş olsun, yıldız olsun.

Cansızla yarı canlı arasındaki mesafe de sonsuz. Bitki olan, büyük bir nimete ermiştir; isterse yonca olsun, geven olsun, kavak olsun. Bitkiyle hayvan arasındaki mesafe yine sonsuz. Canlı olmak büyük şeref; isterse böcek olsun, tavuk olsun, tavşan olsun.

İnsana gelince, onunla hayvan arasında o kadar büyük bir mesafe var ki, bir insana “hayvan” demek hakaret telâkki ediliyor; isterse o hayvan bülbül olsun, kanarya olsun, ceylan olsun. Varlık nimetinden kendisine düşen büyük paya razı olmayan ve kadere âdeta küsen nefislere şu soruyu soralım: Küçük bir bahçesi olmayan insan ve ormana hükmeden aslan. Bu iki şıktan hangisini seçersiniz?

Şıklara devam edelim: Çoğu zaman denize girme imkânı bulamayan insan ve denizden hiç çıkmayan balık. Senede birkaç kez uçak yolculuğu yapamayan insan ve havada her gün saatlerce uçan kuş. Yüzde yüz yünlü kumaş giymeye güç yetiremeyen insan ve bir ömür boyu yün giyen koyun. Kısacası, bütün yoksullukların kıskacında kıvranan bir insan ve hiçbir sıkıntısı, derdi, çilesi olmayan herhangi bir hayvan.

Her nefis, böyle bir tercih sorusunu saçma bulur ve “İnsanlık olmayınca dünyanın hiçbir zevkini, sefasını istemem.” der. Sunduğumuz parçada çok güzel vurgulandığı gibi, hiç kimse varlık nimetinden eline geçen hisseyi az bulup şikayet etme hakkına sahip değil. Ancak nâil olduğu ihsanlara karşı şükretmekle sorumlu.

Gerçekten de öyle değil mi? Bir hayvanın, “Niçin insan olmadım?” diye şikayet edebilmesi için, şöyle bir varsayımdan yola çıkılması gerekiyor: Daha dünya kurulmadan insanla hayvan bir imtihana tâbi tutulmuş olacaklar. Hayvan o imtihanda geçer not aldığı hâlde insan olamayacak. Buna rağmen insanlık şerefi buna verilecek, o ise hayvanlıkta kalacak.

Böyle bir imtihana kimse girmiş değil. Ne bitkiler böyle bir tecrübede cansızları gerilerde bırakmışlar, ne hayvanlar bitkileri ne de insanlar hayvanları. Her şey ve herkes, yoktan var edilmişler; yani yokluktan kurtulup varlığa kavuşmuşlar. Ve yine, herkes ve her şey kazandıkları varlık mertebeleri için şükürle mükellef bulunuyorlar.

19 Allah'ın bizim ne yapacağımızı bilmesi ve kader konusunda bilgi verir misiniz?

Şöyle düşünebiliriz: Mesela, biz güneşin ne zaman doğup batacağını seafoodplus.infoe de yazıyoruz, yarın şu saatte güneş doğacaktır. Gerçekten de yarın o saatte güneş doğuyor. Güneşin bu doğuşuna bizim yazmamızın bir etkisi olmadığı gibi, "Biz yarın güneşin doğuşunu biliyoruz, öyleyse güneş doğmasa da olur." gibi bir söylem de bulunmamız da hata olur. Güneşin doğmasıyla oluşacak bütün faydalar da olmamış olur.

Allah’ın insanı yaratmasının çok hikmetlerinden birisi de ibadettir.

1.Allah insanı imtihan için yarattı. Bu hikmet insanın yaratılmadan olamayacağı kesindir.

2. Allah kâinatta tecelli ettiği cemal ve kemalini hem kendisi –kendine mahsus bir şekilde– görmek hem de başkalarının gözüyle görmek istiyor. Başkasının görmesi derken bunların başında insan gelmektedir. Bu hikmet de yine insanın yaratılmasını gerekli kılıyor.

3.İbadet için yarattı. Bu hikmetin yerine gelmesi için var olan birisi gerektir. Yaratılmadan ibadetin yerine gelmesi mümkün değildir. Burada yaptığımız ibadetin miktarına göre cennetteki yerimiz hazırlanıyor.

4. Allah’ın her şeyden daha büyük olduğunu ilan etmek ve Allah’ın emirlerini yaymak. Bu hikmetin yerine gelebilmesi için, hem tebliğ edenin hem de tebliğ edilenin yaratılması icap eder.

5. Bir çekirdeğin ağaç olması için toprağa girmesi gerektiği gibi, insanın da yetişip olgunlaşmsı ve terakkisi için dünya tarlasına gönderilmiştir.

6. Eğer başka âlemde yaratılsaydık, o zaman da "Neden bu âlemde yaratıldık?" diye sormamız gerekecekti. "İnsan için en mükemmel imtihan salonu bu olduğu için buraya gönderildik." denilebilir.

7. Bilmekle yapmanın çok farklı şeyler olduğunu vurgulamak gerekir. Bir misal vermiştik. Bizlerin bir çekirdeğin ağaç olacağını bilmemiz onun ağaç olmasına gerek olmadığı anlamına gelmez

8. Allah'ın insanı imtihana tabi tutmasının bir hikmeti, insanların kendi yaptıklarını bilmesi için de önemlidir. Nitekim mahşer meydanında insanın bütün yaptıkları kendisine gösterilecek ve Allah'ın adaleti karşısında insan söyleyecek söz bulamayacaktır. Şayet imtihan etmeden cennet veya cehenneme atsaydı o zaman nefis beni imtihan etmeden Cehenneme atman adalet olmaz diye şekvada bulunabilirdi.

Bir öğretmen düşünün. Kimin ne not alacağını bilsin. Sınıfa girince öğrencilere ben sizin ne alacağınızı biliyordum. Ona göre notlarınızı yazdım. İmtihana gerek yoktur. Elbette öğrencilerin hocalarına itimadı tam bile olsa nefisleri itiraz etmeye yeltenecektir. İşte Rabbimiz nefsin bu itirazını önlemek için bu imtihanı yapmaktadır.

Ayrıca bir makine veya bina için bir plan yapılsa,"Madem ki plan var öyleyse binaya ve makinaya ne gerek var?" denilebilir mi?..

Yarın bir yere gideceğimizi ve şunları yiyeceğimizi planlıyalım. Buna göre madem ne yapacağımız belli öyleyse ne gerek var gitmeye ve yemek yemeye diyor muyuz?

Biz bile gündelik basit şeyler için bunu diyemezsek, Allah'ın sayısız hikmetlerle yarattığı insanı,"Madem ne yapacağını biliyordu öyleyse neden imtihan ediyor?" denilemez.

Cenab-ı Hak Hakim'dir veAdil'dir. Hikmetsiz ve abes iş yapmaz ve Adildir, kullarına da zulmetmez.

Kaderin bir manası Allah Teala'nın yarattığı varlıkların hayat programlarını ezeli ilmi ile bilmesidir. Yani insanın anne rahmine düştüğü andan tutun dünyaya gelmesi ve aldığı nefese kadar kaderinde vardır ve Allah Teala tarafından bilinmektedir.

Kader, ilim ve iradeyle düzenlenmiş bir programdır. Kaza ise, bu programın uygulanma safhasının adıdır.

Kaza, Allah’ın kudretinin ortaya çıkmasıdır. Kader ise, Allah’ın ilminin bir yansımasıdır. Bu açıdan bakıldığında kader denildiği zaman ilim akla gelir. Nitekim

“Hiçbir şey yoktur ki, hazineleri bizim yanımızda olmasın. Her şeyi biz bilinen bir kader ile indiririz.”(Hicr, 15/21)

ayeti Kader’in Allah’ın bilmesi anlamına geldiğini gösterir.

Kader ilimden çıkmış bir program olduğundan, insanın fiilleri üzerinde zorlayıcı bir yönü bulunmamaktadır. Nitekim ilm-i kelamın kader mevzusunda bir kaidesi olan “İlim maluma tabidir.” sözü meseleyi daha açık bir şekilde ifade edecektir. Bunu bir misalle açıklarsak mesela, yarın güneşin ne zaman doğup batacağını bilmemiz onun doğması ve batmasına bir etkisi yoktur. Bizler o şekilde bildiğimiz için güneş doğup batmamakta, aksine güneş o dakikada doğup batacağı için bizler bilmekteyiz.

Allah’ın, kimin cehenneme, kimin cennete gideceğini ezelî ilmiyle bilmesi onun ilah olmasının bir vasfıdır. İnsanda cennet veya cehennem ehli olmayı gerektirecek amelleri işlemeye müsait özellikler vardır. İnsana verilen cüz-i irade ile cennetliklerin veya cehennemliklerin amellerini işleyebilirler. Bunda da tüm mesuliyet ona aittir.

Kaderin iki yönü vardır: İnsanın iradesi dışında olanı ki; dünyaya gelmesi, anne ve babasının kim olacağı, eceli vs. (örnekler çoğaltılabilir) gibi hususlardır. Bunda insanın iradesi ile karar vermesi söz konusu olmadığından, bunlardan mesul de değildir.

Kendi iradesi ile yapmaya karar verdiği fiillerinden de mesuldür. Her insan vicdanen bilir ki camiye gitmesi de meyhaneye gitmesi de kendi istemesi ile olur. Burada bir zorlama yoktur.

Bir hadis-i Nebevi (asm) de “her insanın İslam fıtratı üzerine doğduğu" ifade edilmiştir. "İslam" ifadesinin hadislerde geçen manalarından birisi de temiz ve güzel ahlaktır. Yani her insan özünde temiz ve güzel ahlak üzerine, imanın esaslarını tasdik edebilme özelliğinde yaratılmıştır. Ancak kul kendi iradesi ile bu vasfını değiştirip cehennemliklere mahsus inanç içine girer ve cehennemliklere mahsus fiiller işlerse, bundan da elbette mesul olacaktır.

İlave bilgi için tıklayınız:

- Kader konusunda detaylı bilgi verir misiniz?  

20 Rabbimize hakkıyla nasıl teslim olalım?

Din, hem erkekler hem kadınlar için bir imtihandır. Bu imtihan, insanların nefislerine ağır gelse de, hikmetini bilmeseler de, Müslüman olmak istiyorlarsa, Allah’ın hükmüne teslim olmak zorundadırlar. İslam, teslimiyeti, teslimiyet Allah’a güvenmeyi / ona tevekkül etmeyi gerektirir. Tevekkül ise dünya ve ahiret saadetini netice verir. Bediüzzaman’ın ifadesiyle,

 “İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dareyni iktiza eder.” (Sözler, Yirmi Üçüncü Söz, Üçüncü Nokta).

Demek ki, Allah’a iman eden O’na teslim olmak durumundadır. Çünkü, Allah’a iman etmek, O’nun isim ve sıfatlarına ve bu isim ve sıfatlarının hepsinin güzel olduğuna iman etmek demektir. Kur’an surelerinin başında kendini Rahman ve Rahîm olarak takdim eden Allah’a hüsnüzan etmek, O’nun yaptığı her şeyin güzel olduğunu düşünmek, “Görelim Mevla neyler, neylerse güzel eyler” düşüncesini kalbine yerleştirmek gerekir.

Bir şeyin başta hayırlı, sonunda kötü olması muhtemel olduğu gibi, başta kötü sonunda güzel olma ihtimali de her zaman vardır. Bu husus Kur’an’da açıkça ifade edilmiştir:

“Hoşlanmazsanız da savaş size farz kılındı. Olur ki, hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlı olur. Ve olur ki, sevip arzu ettiğiniz bir şey sizin için şerli / kötü olur. İşin sonucunu, gerçeğini Allah bilir, ama siz bilemezsiniz.” (Bakara, 2/).

İman ettiğimiz Allah, mademki hakîmdir, öyleyse abes iş yapmaz; mademki âdildir öyleyse zulüm etmez; mademki rahîmdir öyleyse kullarına karşı son derece şefkatlidir, öyleyse başa gelen sıkıntılar şefkat tokadı türünden birer uyarıdır.

İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dareyni iktiza eder.

Bu manaları biraz açacak olursak, imanla teslimiyet birbirlerini tamamlayan kavramlardır. Teslimiyeti olmayan mümin tam mümin olamayacağı gibi, imanı olmayanın da zaten teslimiyeti söz konusu değildir. İman edene mümin, teslim olana Müslüman denir.

İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi, kâinatın yaratıcısını tanımak ve ona iman edip ibadet etmektir. Zira Yüce Allah, "Cinleri ve insanları yalnızca (Beni tanımaları ve) bana kulluk etmeleri için yarattım." (Zariyat, 51/56) buyurmaktadır. Demek ki insanın yaratılış gayesi, Allah'ı tanımak, ona iman edip kuvvetli iman ile varlığını ve birliğini tasdik etmektir.

"O'nu tanıyan ve itaat eden zindanda dahi olsa bahtiyardır. Onu unutan saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır." (Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, s. )

Dünya ve ahirette gerçek kurtuluşa erişmek için sağlam bir imana sahip olmak gerekir. Çünkü, İman, insanı insan eder, dünyada sultan eder. Dünya ve ahiret saadeti yalnız İslâmiyet'te ve imandadır. Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı iman ile hayatlandırınız, farzları yaparak süsleyiniz ve günahlardan çekinerek korununuz. (bk. Sözler, s) Peygamberimiz (asv) bir hadislerinde şöyle buyurmaktadır:

"Ölümden önce hayatın, yaşlılıktan önce gençliğin, çok işten önce boş zamanın değerini biliniz." (Fethu'l-barî, 14/9)

Demek ki hayat, anlamsız bir var oluş olmadığı gibi, ölüm de sonu hiçlik olan bir yok oluş değildir. Aksine hayat, adeta hayırlı amellerde yarışma alanı, bir imtihan salonu; ölüm ise bu dünyada yaptığımız amellerin karşılığını alacağımız, ebedi varlık sahasına geçişi sağlayan bir dönüm noktasıdır.

Huzur İmandadır

Bu dünya hayatı geçicidir; baki olan ahiret hayatıdır. Eğer bu dünya hayatı, Allah'ın buyurduğu istikamette geçirilirse, hem dünya hem ahiret adına büyük bir fidelik olma fonksiyonu görecektir. O bakımdan insan, hayatını, dinimize uygun, iffet ve namuslu olarak yaşamalı ve böylece ebedi hayatı kazanmalıdır. Ahirete göre çok kısa olan bu dünya hayatını yiyip-içip safa sürmekle gayrimeşru bir şekilde geçirenler, bu dünyada çok sıkıntılar ve üzüntüler çekecek, kabirde ve ahirette de elbette cezalarını göreceklerdir. Yüce Allah;

"Kim ki benim zikrimden yüz çevirirse kitabımı dinlemez ve beni anmaktan gaflet ederse, ona dar bir geçim vardır ve biz onu Kıyamet Günü kör olarak diriltir, duruşmaya getiririz." (Taha, 20/) buyurur.

Hakiki mutluluk ve huzur, yalnız imanda ve iman hakikatleri içerisinde bulunur. Hayatlarını Allah'ın emirleri doğrultusunda geçirenler, hem ailelerine hem de içinde yaşadıkları topluma faydalı birer kişi olurlar.

İnsanın dünyada ve ahiretteki tek kurtuluşu imandadır. Eğer bir insan Allah'a gereği gibi kulluk eder, ibadetlerini ihlâsla yerine getirir ve bu yolda ciddi bir çaba gösterirse, Allah Teala'nın rahmetini umabilir. Nitekim Allah salih olan kullarının günahlarını bağışlayacağını, onların kötülüklerini iyiliklere çevireceğini ve nimetlerle dolu cennetine varisçi kılacağını şöyle müjdelemektedir:

"Allah'a ve ahiret gününe iman eden hiçbir milletin, Allah ve Resulünün karşısına çıkan kimseleri, isterse o kimseler babaları, evlatları, kardeşleri ve sülaleleri olsun, sevip dost edindiklerini göremezsin. İşte Allah, onların kalplerine imanı nakşetmiş ve kendi tarafından bir ruhla onları desteklemiştir. Onları, içlerinden ırmaklar akan cennetlere, hem de ebedi kalmak üzere yerleştirecektir. Allah onlardan, onlar da ondan razıdırlar. İşte onlar, Allah'ın tarafında olanlardır. Ve iyi bilin ki, felaha erenler, Allah'ın tarafında yer alanlar olacaklardır."(Mücadele, 58/22)

Bunun aksini seçen bir kul için rahatlık ve ferahlık içinde yaşamak adeta bir hayaldir. Dünya hayatı, imansız bir insana taşıyamayacağı kadar ağır zorluklar yükler. Bir insan tevekkül etmedikçe, Allah'a dayanıp güvenmedikçe o insanın zorlukların altından kalkması, bunlardan ruhen etkilenmeden kurtulması imkânsızdır.

Mümin için ise durum tam tersidir. Taşıdığı iman mümine iç huzuru ve rahatlığı sağlar. Allah, bu kullarını kendisine varan doğru yola iletir ve yaptıkları iyiliklerin karşılığını kat kat artırarak verir. En önemlisi onları hüsrana uğrayan bir topluluk olmaktan kurtarır ve felaha ulaştırır. Şüphesiz bu Allah Teala'nın iman edenlere rahmetinin ve sevgisinin en açık göstergelerinden biridir.

"İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre, hâdiselerin baskısından kurtulabilir."(Bediüzzaman, Sözler, s. )       

İman, Tevhidi Gerektirir

Tevhid, Allah'ın varlığını ve birliğini kabul etmek demektir. Bu da "La ilahe illallah" olan kelime-i tevhidle ifade edilmektedir. Bu sözle insan, Allah'ın bir olduğunu, eşi ve benzeri bulunmadığını, Allah'tan başka ibadet edilmeyi hak eden, gerçekte hiçbir ilah olmadığını ikrar etmiş oluyor.

"Muhammedun Rasulullah" şahadeti de Hz. Muhammed (sav)'in Allah katından gönderilmiş bir peygamber olduğunu kabul etmek anlamını taşımaktadır. Allah Teala, Resulünü tebliği ile görevli olduğu risaletinde hataya düşmek ve yanılmaktan korumuştur. Ona itaati de kendisine itaat saymıştır:

"Kim Resul'e itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur." (Nisa, 4/80)

 Kim O'na itaat ederse Cennet'e girer, kim de O'na isyan ederse Cehennem'e girer. Allah Teala, bizi O'nun emrine karşı çıkmaktan sakındırıp bizleri bundan şöyle yasaklamıştır:

"Rabbin adına yemin olsun ki, onlar, aralarında ihtilaf ettikleri şeylerde seni hakem kılmadıkça, sonra da içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan senin verdiğin hükme tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe, asla iman etmiş olmazlar." (Nisa, 4/65)

Yüce Allah, bu ayette şu üç noktaya dikkatimizi çekiyor:

1. Her meselede Resulullah'ın hakemliğine başvurmak. (Bugün için alimlerin farklı görüşleri karşısında Resulullah’ı hakem tutmak.)

2. Onun verdiği hükümden dolayı içimizde hiçbir sıkıntı ve rahatsızlık duymamak.

3. Tam bir teslimiyetle ona boyun eğmek.

"Kim Allah'a ve Resûlüne karşı isyan eder ve sınırlarını aşarsa Allah onu, devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azap vardır."(Nisa, 4/14)

Allah'ın varlığını ve tek olduğunu kabul eden, Hz. Muhammed (asm)'in Yüce Allah'tan getirip haber verdiği her şeyin doğru olduğunu tasdik eden kişi iman etmiş sayılır.

Tevhid de Teslimiyeti Gerektirir

Allah'a ve Resulüne iman eden kişi, Allah ve Resulünün emir ve buyruklarını kabul edip teslim olarak itaat etmesi gerekir. Nisa suresi ayette bu hususa şöyle dikkat çekilmiştir:

"Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Resulüne ve sizden olan ulü'l-emre de itaat edin. Eğer Allah'a ve ahirete iman ediyorsanız, hakkında ihtilafa düştüğünüz meseleyi Allah'a ve Resulüne arz edin. Böyle yapmanız hem daha hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir."

Allah'a ve Resulüne iman eden kişi, Allah ve Resulünün emrine teslim olmalıdır. Nitekim Kur'an-ı Kerim, müminlerin mutlak teslimiyetten başka bir tercih haklarının da olmadığını kesin bir ifade ile şöyle haber veriyor:

"Mü'min bir erkek ve kadın için Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, artık onlar için teslimiyetten başka hiçbir tercih hakkı yoktur."(Ahzab, 33/36)

Teslimiyet İse Tevekkülü Gerektirir

Teslim ise tevekkülü, Allah'ı vekil kılmayı gerektirir. İnanan insanın, acziyet ve (manevi) fakirliğini bilip "Hasbunallâhu ve ni'mel vekil" (Allah bize kâfidir. O ne güzel vekildir.) demekten başka çaresi yoktur. Allah'ı vekil kılmak, O'na tevekkül etmek, hem dünya hem de ahiret saadetini kazanmanın zaruri şartıdır. Allah ve Resulüne iman edip itaat eden ve buyruklarına teslim olan müminin, Allah'a tevekkül etmesi en sağlam sığınaktır.

Tevekkül, Allah'a güvenmektir. Tevekkül, Allah'ın takdir ettiği mukadderatın mutlaka gerçekleşeceğine inanmaktır. Tevekkül, işlerinin tedbirini aldıktan sonra takatinin üzerindeki hususları Allah'a havale etmektir. Tevekkül, en güzel vekil olan Allah'a dayanmaktır. Tevekkül, sadece Allah'tan yardım beklemektir. Tevekkül, yerine getirilmesi gereken durumları yerine getirmek hususunda, Allah Resulü (sav)in sünnetine tabi olmaktır.

Burada şunu da belirtmeliyiz ki, tevekkül, sebepleri tamamen reddetmek değildir. Aksine, sebepleri, kudret elinin perdesi bilip riayet ederek; sebeplere teşebbüsü ise bir nevi fiilî dua telâkki ederek, sonuçları yalnız Cenâb-ı Haktan istemek ve neticeleri O'ndan bilmek ve O'na minnettar olmaktan ibarettir.

İnsan, başına gelen bela ve musibetlerin baskısından, sıkıntısından, ancak Allah'a teslimiyet ve tevekkülle kurtulabilir. Sebeplere tevessül ederek üzerine düşeni tam olarak yaptıktan sonra, Allah'a tevekkül eden insan, hem bu dünyada hem de ahirette mutluluk ve saadete erişir.(bk. Prof. Dr. Mehmet Soysaldı, Gülistan Dergisi, Sayı Mart )

Sonuç:

Sadet-i dareynin / iki cihanın mutluluğu adresinde ilk basamak imandır

İman eden; “Bir köy muhtarsız olmaz. Bir iğne ustasız olmaz, sahipsiz olamaz. Bir harf kâtipsiz olamaz. Öyleyse nihâyet derecede muntazam olan şu memleket de hâkimsiz olamaz.” der. Ve devam eder, “Allah vardır. Yer, gök ve içinde ne varsa onundur. Ben de onunum.” Bu ifadelerle artık, kul ile Rabbi arasında bir bağlılık oluşmuştur.

Tevhid; kuvvetli bir iman akabinde, sebepler perdesinin şeffaflaşması ve Allah’ın isim ve sıfatlarıyla buluşmaktır. Yani, yaşamımızda karşımıza çıkan maddî-manevî her şeyde Allah’ı görebilmek ve sebeplere takılmayıp her şeyde Allah’ı müşâhede edebilmektir. Her şeyde rahmetin izini ve özünü görmek be ona sonsuz hamdetmektir.

Saadet-i dareynin üçüncü basamağı; teslim olmak. Kendini Allah’a bırakmak, ona boyun eğmek. Teslimiyet; kaderin tecellisi demek olan kazaya rızadır. Ve Allah’ın kaderden bize ayırdığını -bu bir bela ve musibet bile olsa- gönül rızasıyla kabul edebilmektir.

Tevekkül; âsûde bahar ülkesinin adresindeki son basamak. Yani işini Allah’a ısmarlamak. Ona sığınmaktır tevekkül. Gerekeni yapmak demek olan, sebeplere teşebbüsten sonra ağırlıklarını O’nun kudret eline bırakmak.

Mümin ve Müslüman, bir takım sebeplerle kıymetlisini kaybettiğinde hüsrana uğramaz.. Çünkü iman eden bilir:

Madem o var her şey var!

Teslimiyeti varsa ona, dünya yükü hafiftir artık.

Ve tevekkülü varsa, o mutlaka bizimledir.

Yerlerin ve göklerin ilahı olan Allah’ın yanında olduğu kişi ise, dünyadan ebede kadar âsûde bahar ülkesindedir.

21 Yapılan dualar kaderi nasıl etkiliyor; dua ile kader değişir mi?

Bir şey hakkında verilen karar, kader demektir. O kararın infazı, kaza demektir. O kararın ibtaliyle hükmü kazadan afvetmek, atâ demektir.

"Evet, yumuşak bir otun damarları katı taşı deldiği gibi, atâ da kaza kanununun kat'iyyetini deler. Kaza da ok gibi kader kararlarını deler. Demek atânın kazaya nisbeti, kazanın kadere nisbeti gibidir. Atâ, kaza kanununun şümulünden ihraçtır. Kaza da kader kanununun külliyetinden ihracıdır. Bu hakikate vâkıf olan ârif: 'Ya İlahî! Hasenatım senin atândandır. Seyyiatım da senin kazandandır. Eğer atân olmasa idi, helâk olurdum.' der." (Mesnevi-i Nuriye, )

Yani, ata, bir şey hakkında verilen kararın iptali ve hükmün kaza edilmekten afvedilmesi, şeklinde tarif edilmektedir. Ata denilince, o Rahîm-i Kerim'in ve Gafûru'r-Rahîm'in af ve ihsanı anlaşılır.

Atanın kaza kanununu, kazanın da kaderi bozmasını şöyle açıklayabiliriz:

Bir padişahın umumî kanunları yanında bir de belli günlerde tatbik ettiği af ve ata kanunu vardır. Padişah o günlerde, suçlulardan bir kısmını afveder, diğer bir kısmının cezalarını hafifleştirir, bir kısım raiyetinin ise rütbelerini yükseltir ve maaşlarını artırır. İşte, daha önce umumî kanunla takdir edilen ceza, rütbe ve maaşlar bu ata kanunuyla yürürlükten kaldırılmış olur. Meselâ, bir şakinin işlediği bir suça karşılık on yıl hapis yatması takdir edilmiş olsun. Ata kanunuyla bu cezanın afvedilmesi halinde artık ceza infaz edilmez ve ata, kaza kanununu bozmuş olur. Cezanın kaza edilmemesiyle de kader kanunu, yâni onun suçuna mukabil takdir edilen on yıllık hapis cezası bozulmuş olmaktadır.

İşte, bu misâl gibi, insanların işledikleri günahlara karşılık, kendilerine takdir edilen uhrevî cezalar Cenâb-ı Hakk'ın ata kanunuyla, yâni O'nun af ve ihsanıyla kaza edilmekten alıkonmakta ve böylece ata kanunu kaza kanununu bozmaktadır. Aynı şekilde, kazanın bozulmasıyla kader kanunu da bozulmuş, takdir edilen ceza değişikliğe uğramış olmaktadır.

Bir başka misal; kul bir günah yerine gitmek niyet ve meyliyle evden çıkar. O bu niyetle irâde düğmesine dokunduğu için, Allah da meylinin neticesini yaratacak ve onu irâde ettiği yere götürecektir. Fakat, o kulun güzel bir hali, Allah (c.c)’ın hoşuna gidecek bir tarafı, söz gelimi gecesinin zülüfünde iki damla gözyaşı ya da arabasıyla bir-iki arkadaşını bir sohbete götürüşü vardır da, bunlar Rahmet-i İlâhî'yi ihtizaza getirmiştir ve Allah (c.c) da yolda o kulun karşısına kendisini günah mahalline değil de gülzâra götürecek bir arkadaş çıkarır ve kulun iradesiyle hak ettiği hükmü değiştirir. İşte, Allah (c.c)’ın sebepli sebepsiz kulu hakkındaki bir hükmü veya bir kazâyı onun lehinde değiştirmesi, O’na ait bir atâdır.

Diğer taraftan,"Ata, kaza kanununun şümulünden ihraçtır." denmektedir. Şöyle ki, bir günah için takdir edilen ceza külli bir kanun iledir. Yâni, şu suçu işleyene şu ceza verilir, şeklindeki takdir, küllidir. Söz konusu suçu işleyen bir kimsenin tövbe etmesi halinde, günahının afvedilmesi ile kaza kanununun şümulünden bir ihraç durumu hâsıl olmaktadır. Bu ise aynı zamanda, kader kanununu külliyetinden bir ihraç mânâsındadır.

Yukarıda açıklamaya çalıştığımız kaide, kaderin değişip değişmediği sorusunu hatıra getirmektedir. Bu nokta da şunu ifâde edelim ki, İlm-i İlâhî'nin değişmesi muhaldir. Ezelden ebede kadar olmuş ve olacak bütün hâdiseler gibi, ata kanununun tatbikatı da o ilmin şümûlündedir. Bu kader değişmez. Değişiklikler sabit ve derin olan Levh-i Mahfûz'un daire-i mümkinatta bir defteri ve yazar bozar tahtası hükmündeki Levh-i Mahv ve İsbat'ta olmaktadır. Önce takdir edilen nice cezalar, daha sonra tövbe vesilesiyle ve ata kanunu ile afvedilmekte, Levh-i Mahv ve İsbat'tan silinmekte ve kaza edilmemektedir. Nitekim bir âyet-i kerîmede şöyle buyurulmaktadir:

"Allah dilediği şeyi mahveder ve dilediğini isbat eder. Nezdinde kitabın aslı olan Levh-i Mahfuz vardır." (Ra'd, 13/39)

İlave bilgi için tıklayınız:

- Ata ve Levh-i Mahv ve İsbat nedir? Levh-i Mahv ve İsbat levhasının hikmeti nedir? Kader dua ve sadaka gibi bazı şeylerle değişir mi?..

22 Kadere imanın Kur'an'da olmadığı, hadislere sonradan karıştırıldığı, iddiasında olanlar var. Kadere imanın kaynağı nedir?

Kaderin varlığı Kur’an, sünnet ve icma-ı ümmetle sabittir.

Aşağıda yer alan ayetlerde kader konusuna işaret edilmiştir.

“Allah’ın, kendisine takdir edip helâl kıldığı bir hususu yerine getirmekte Peygambere herhangi bir güçlük yoktur. Sizden önce gelip geçen peygamberler hakkında da Allah’ın kanunu böyle cari olmuştur. Allah’ın emri, mutlaka yerini bulan bir kaderdir.”(Ahzab, 33/38; bk. Taberî, Maverdî, İbn Kesir,  İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri)

“Hani Bedir savaşı günü ey Müslümanlar, siz vadinin yakın kenarında idiniz, onlar da uzak tarafında idiler! Kervan ise sizden daha aşağıda (deniz sahilinde) idi. Eğer sözleşmiş olsaydınız dahi, sözleştiğiniz vakitte öyle buluşamazdınız. Fakat Allah, takdir ettiği bir işi yerine getirmek için, sizi böyle buluşturdu ki helâk olan, bir delile göre helâk olsun, yaşayan da bir delile göre yaşasın. Çünkü Allah her şeyi hakkıyla işitir ve bilir.”(Enfal, 8/42; bk. Ebu’s-suud, Alusî, İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri)

“Muhakkak ki Biz her şeyi bir kaderle, bir ölçü ile yarattık.” (Kamer, 54/49)

mealindeki ayette yer alan kader, alimler tarafından “kader / takdir” manasında algılanmıştır. Aynı surenin 52 ve ayetinde bu kaderin yazılı olduğuna şöyle vurgu yapılmıştır; “Onların yaptıkları her şey, defterlerde kayıtlıdır. Küçük, büyük her şey, satır satır yazılıdır.” (bk. Şevkânî, ilgili ayetin tefsiri)

İbn Kesir’in bildirdiğine göre, ehlisünnet alimleri, “Furkan, 25/2; Kamer, 54/49; Â’lâ, 87/” ayetleri ve benzerlerini, her şeyin olmadan önce Allah’ın ilminde var olduğu ve Levh-i Mahfuz'da yazılı  bulunduğu manasına gelen “kader”in varlığına delil getirmişlerdir. (İbn Kesir, Kamer, ayetin tefsiri).

Gerek şahısların gerek ümmetlerin hayat sürelerinin belirlendiğini ifade eden “ecel” sözcüğü, çok açık olarak kadere işaret etmektedir. (bk. Ali İmran, 3/; Araf, 7/34; Yunus, 10/49, Hicr, 15/5; Muminûn, 23/43; Şura, 42/14).

Buharî ve Müslim’deki hadislerde yer alan kaderin, Emevîler tarafından daha sonra eklendiği iddiası, hiçbir ilmî dayanağı olmayan bir spekülasyondur.

Aynı kaynakların “kader”e yer vermeyen rivayetleri doğru kabul edip, “kader”e yer veren rivayetlerini kabul etmemek indî, keyfî, nefsanî heva ve hevesin bir tasarrufundan başka bir şey değildir.

Çünkü, hadis usulünü bilenlerce malum olduğu üzere, sika/güvenilir ravilerin -diğer rivayetlerden farklı olarak- bir ziyadeliğe yer vermeleri makbuldür. Örneğin, İmam Nevevî’ye göre, Hanefî alimlerinin namazdaki teşehhüd konusunda kabul ettikleri İbn Mesud’dan gelen hadis rivayeti, bu konuda en sahihtir. Ancak, Şafiilerin bu konuda kabul ettikleri hadis rivayetinde yer alan “el-Mübarekat” kelimesinin fazladan zikredilmesi, bu rivayetin tercih edilmesine neden olmuştur. Çünkü, bu rivayet de sağlamdır ve “sikanın ziyadesi” makbuldür. (bk. Nevevî, el-Mecmu’, 3/)

Cibril hadisinde de “KADER”den söz edilmektedir:

Yahya İbnu Ya'mer haber veriyor:

"Basra'da kader üzerine (kaderin olmadığına dair) (Hattabî, ilgili hadisin şerhi) ilk söz eden kimse Ma'bed el-Cühenî idi. Ben ve Humeyd İbnu Abdirrahmân el-Himyerî, hac veya umre vesîlesiyle beraberce yola çıktık. Aramızda konuşarak, Ashab'tan biriyle karşılaşmayı temenni ettik. Maksadımız, ondan kader hakkında şu heriflerin ettikleri laflar hususunda soru sormaktı. Cenâb-ı Hak, bizzat Mescid-i Nebevî'nin içinde Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anh)'la karşılaşmayı nasib etti. Birimiz sağ, öbürümüz sol tarafından olmak üzere ikimiz de Abdullah (radıyallahu anh)'a sokuldu. Arkadaşımın sözü bana bıraktığını tahmîn ederek, konuşmaya başladım:

"Ey Ebu Abdirrahmân, bizim taraflarda bazı kimseler zuhur etti. Bunlar Kur'ân-ı Kerîm'i okuyorlar. Ve çok ince meseleler bulup çıkarmaya çalışıyorlar." Onların durumlarını beyan sadedinde şunu da ilâve ettim: "Bunlar, "kader yoktur, her şey hâdistir ve Allah önceden bunları bilmez" iddiasındalar." [Abdullah (radıyallahu anh)]:

"Onlarla tekrar karşılaşırsan, haber ver ki ben onlardan uzağım, onlar da benden uzak olsunlar." Abdullah İbnu Ömer sözünü yeminle de te'kîd ederek şöyle tamamladı: "Allah'a kasem olsun, onlardan birinin Uhud dağı kadar altını olsa ve hepsini de hayır yolunda harcasa kadere inanmadıkça, Allah onun hayrını kabul etmez."

Sonra Abdullah dedi ki: Babam Ömer İbnu'l-Hattâb (radıyallahu anh) bana şunu anlattı, diyerek Cibrîl hadisi diye bilinen rivayeti aktarmıştır. Bu hadiste geçtiğine göre Cebrâil (a.s.) Peygamberimiz (asm)'e:

- "İman nedir?" diye sormuş, o da:

- "Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, hayır ve şerriyle kadere inanmandır." cevabını vermiştir.(bk. Müslim, "Îmân", 1; Ebû Dâvûd, "Sünnet", 15; İbn Mâce, "Mukaddime", 9).

Buharî bizzat kitabına “Kader” babını yazmıştır. Bu bapta değişik rivayetlerle kaderin varlığını ispat etmiştir. Misal olarak şu hadis-i şerifi verebiliriz:

“Abdullah ibn Umer anlatıyor: “Peygamberimiz (s.a.m) bir şeyi adamaktan nehyetti ve: "Adamak (kaderden) hiçbir şeyi (şerri ve zararı) geri çevirmez. Ancak yapılan adama sebebiyle, cimri kimseden mal çıkarılmış olur." buyurdu. (Buharî, Kader, 6)

İman şuurunu almış bir akıl da kaderin varlığına şahadet etmektedir. Çünkü, Allah’a iman, onun isim ve sıfatlarına iman etmeyi de içine alır. Sıfatlarından biri de, Allah’ın sonsuz olan ezelî ilmidir. Bu sıfatın varlığı, daha önce olan, olmakta olan ve olacak olan her şeyi kuşatmasını gerektirir. Kader ise ilmin bir nevidir. Öyleyse Allah’ın ezelî ve sonsuz ilmine iman etmek, aynı zamanda kadere iman anlamına gelir. Müslümanlar, bize göre geçmişte olan, şu anda bulunan ve gelecekte olacak her şeyi Allah’ın bildiğine iman ederler.

Kazâ ve Kaderin Anlamları

Kader sözlükte "ölçü, miktar, bir şeyi belirli ölçüye göre yapmak ve belirlemek" anlamlarına gelir. Terim olarak "yüce Allah'ın, ezelden ebede kadar olacak bütün şeylerin zaman ve yerini, özellik ve niteliklerini, ezelî ilmiyle bilip sınırlaması ve takdir etmesi" demektir. Allah'ın ilim ve irade sıfatlarıyla ilgili bir kavram olan kader, evreni, evrendeki tüm varlık ve olayları belli bir nizam ve ölçüye göre düzenleyen ilâhî kanunu ifade eder.

Sözlükte "emir, hüküm, bitirme ve yaratma" anlamlarına gelen kazâ, Cenâb-ı Hakk'ın ezelde irade ettiği ve takdir buyurduğu şeyleri zamanı gelince, her birisini ezelî ilim, irade ve takdirine uygun biçimde meydana getirmesi ve yaratmasıdır. Kazâ, Allah'ın tekvîn sıfatı ile ilgili bir kavramdır.

Kazâ ve Kadere İman

Kader ve kazâya iman, yüce Allah'ın ilim, irade, kudret ve tekvîn sıfatlarına inanmak demektir. Bir başka deyişle bu sıfatlara inanan kimse, kader ve kazâya da inanmış olur. Bu durumda kader ve kazâya inanmak demek, hayır ve şer, iyi ve kötü, acı ve tatlı, canlı ve cansız, faydalı ve faydasız her ne varsa hepsinin Allah'ın bilmesi, dilemesi, kudreti, takdiri ve yaratması ile olduğuna, Allah'tan başka yaratıcı bulunmadığına inanmak demektir.

Dünyada meydana gelmiş ve gelecek olan her şey, Allah'ın ilmi, dilemesi, takdiri ve yaratması ile olur. Her şeyin bir kaderi vardır. Bunun anlamı ise şudur: Yüce Allah, insanları hür iradeleriyle seçecekleri şeylerin nerede ve ne şekilde seçileceğini ezelî, yani zamanla sınırlı olmayan mutlak ilmiyle bilir ve bu bilgisine göre diler; yine Allah bu dilemesine göre takdir buyurup zamanı gelince kulun seçimi doğrultusunda yaratır. Bu durumda Allah'ın ilmi, kulun seçimine bağlı olup, Allah'ın ezelî mânada bir şeyi bilmesinin, kulun irade ve seçimi üzerinde zorlayıcı bir etkisi yoktur.

Aslında insanlar, Allah'ın kendileri hakkında sahip olduğu bilgiden habersizdirler ve pratik hayatta bu bilginin etkisi altında kalmaksızın kendi iradeleriyle davranmaktadırlar. Bir başka ifadeyle söylersek biz, yüce Allah bildiği için belli işleri yapmıyoruz. Bizim bu işleri yapacağımız, O'nun tarafından ezelî ve mutlak anlamda bilinmektedir. Allah, kulu seçen ve seçtiklerinden sorumlu olan bir varlık olarak yaratmış, onu emir ve yasaklarla sorumlu ve yükümlü tutmuştur. Ayrıca Allahuteâlâ, kulun seçimine göre fiilin yaratılacağı noktasında bir ilâhî kanun da belirlemiştir.

Kader konusunda bilinmesi gereken bir başka husus da şudur: Kader, iç yüzünü ancak Allah'ın bilebileceği, mutlak ve kesin bir biçimde çözümlenmesi mümkün olmayan bir ilâhî sırdır. Zaman ve mekân kavramlarıyla yoğrulmuş bulunan insan aklı, zaman ve mekân boyutlarının söz konusu olmadığı bir ilâhî ilmi, irade ve kudreti kavrayabilme güç ve yeteneğinde değildir. Kader konusunu kesin biçimde çözmeye girişmek, insanın kapasitesini zorlaması ve imkânsıza tâlip olması demektir.

Kader ve kazâya inanmak, iman esaslarındandır. Ancak insanlar kaderi bahane ederek, kendilerini sorumluluktan kurtaramazlar. Bir insan "Allah böyle yazmış, alın yazım buymuş, bu şekilde takdir etmiş, ben ne yapayım?" diyerek günah işleyemeyeceği gibi, günah işledikten sonra da kendisini suçsuz gösteremez, kaderi mazeret olarak ileri süremez. Çünkü bu fiiller, insanlar böyle tercih ettikleri için, bu seçime uygun olarak Allah tarafından yaratılmışlardır. Ayrıca sır olan kaderin iç yüzü Allah'tan başkası tarafından bilinemez.

O halde kader ve kazâya güvenip çalışmayı bırakmak, olumlu sonucun sağlanması ya da olumsuz sonuçların önlenmesi için gerekli sebeplere sarılmamak ve tedbirleri almamak, İslâm'ın kader anlayışı ile bağdaşmaz. Allah her şeyi birtakım sebeplere bağlamıştır. İnsan bu sebepleri yerine getirirse Allah da o sebeplerin sonucunu yaratacaktır. Bu da bir ilâhî kanundur ve bir kaderdir.

İnsanın İradeli Fiilleri ve Fiillerinin Yaratılması

a) Allah'ın ve İnsanın İradesi

Sözlükte "seçmek, istemek, yönelmek, tercih etmek ve karar vermek" anlamlarına gelen irade, terim olarak, "Allah'ın veya insanın ilgili seçeneklerden birini seçip belirlemesi, tayin ve tahsis etmesi" diye tanımlanır.

Allah'ın iradesi ezelîdir, sonsuzdur, sınırsızdır, herhangi bir şeyle bağlantılı değildir ve mutlaktır. İnsanın iradesi ise sonlu, sınırlı, zaman, mekân vb. şeylerle bağlantılıdır. Evrende meydana gelen her olay ve varlık, Allah'ın tekvînî (oluşumla ilgili) iradesi ile meydana gelir. Kul da Allah'ın kendisine tanıdığı sınırlar içinde fiilini seçer. Kulun fiilinde hür olması demek, hürriyetine inanması, fiili yaparken herhangi bir baskı altında olmadığını kabullenmesi demektir.

Ehlisünnetin önemli iki kolu olan Eş`arîler ve Mâtürîdîler, insanın iradesi ve bu iradenin fiildeki rolü konusunda temelde görüş birliği içinde olmuşlardır. Ancak Eş`arîler, Allah'ın iradesinin her şeyi kuşattığını dikkate alarak, bu iradeye küllî (genel) irade adını vermişler ve böyle bir nitelendirme ile onu, kulun iradesinden ayırt etmek istemişlerdir. Mâtürîdîler ise, Allah'ın iradesine ilâhî ve ezelî irade demişler, küllî ve cüz'î irade terimlerini kulun iradesinin iki yönünü belirtmekte kullanmışlardır. Küllî irade, Allah tarafından kula verilmiş olan, yapma veya yapmamayı tercihte aracı kabul edilen seçme yeteneğidir. Cüz'î irade ise küllî iradenin, iki taraftan birine aktif biçimde yönelmesinden ibarettir. Mâtürîdîler bu sebeple cüz'î iradeye, azm-i musammem (kesinleşmiş karar), ihtiyâr (seçim) ve kasıt (yönelme) adını da verirler.

b) İnsan İradesi ve Fiildeki Rolü

İnsanlar fiillerde gerçek bir irade hürriyetine sahiptirler. Çünkü insan bu gerçeği kendi içinde her an duymakta, yaptığı işlerde hür olduğunu hissetmektedir.

Yüce Allah, insanların irade sahibi, dilediğini yapabilir bir varlık olmasını irade ve takdir buyurmuş ve onları bu güç ve kudrette yaratmıştır. Bu sebeple insanlar kendi istek ve iradeleriyle bir şey yapıp yapmamak gücündedirler, iki yönden birini tercih edip seçebilirler. İnsanın sevabı ve cezayı hak etmesi, belli işlerden sorumlu olması bu hür iradesi sebebiyledir.

Fiilin meydana gelişinde kulun hür iradesinin etkisi vardır. Fakat fiillerin yaratıcısı Allahuteâlâ'dır. Allah kulların iradeli fiillerini, onların iradeleri doğrultusunda yaratır. Bu, Allah'ın buna mecbur ve zorunlu olmasından değil, âdetullah ve sünnetullah adı verilen ilâhî kanununu, yani kaderi bu şekilde düzenlemesindendir. Bu durumda fiili tercih ve seçmek (kesb) kuldan, yaratmak (halk) Allah'tandır. Kul iyi veya kötü yönden hangisini seçer ve iradesini hangisine yöneltirse Allah onu yaratır. Fiilde seçme serbestisi olduğu için de kul sorumludur. Hayır işlemişse mükâfatını, şer işlemişse cezasını görecektir.

İnsanın hür bir iradeye sahip olduğunu ve bu iradesinden dolayı sorumlu ve yükümlü bulunduğunu gösteren âyetler vardır:

"Nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilham edene yemin ederim." (Şems, 91/).

"Şüphesiz biz ona doğru yolu gösterdik. İster şükredici olsun, ister nankör." (İnsân, 76/3).

"Kim iyi bir iş yaparsa lehine, kim de kötülük yaparsa aleyhinedir. Rabbin kullara asla zulmedici değildir."(Fussilet, 41/46).

O halde insanlar, Allah'ın kulları olarak sorumluluklarını bilip doğru, iyi, güzel, hayırlı şeyler işleyip, yanlış, kötü, çirkin ve şer davranışlardan uzaklaşmalılar; böylelikle âhirette güzel karşılıklara ve mükâfatlara ulaşmaya çalışmalıdırlar.

c) İnsanın Fiillerinin Yaratılması

İnsanın fiilleri, zorunlu (ıztırarî) fiiller ve ihtiyarî (iradeli) fiiller olmak üzere ikiye ayrılır. Nefes alışımız, kalp atışımız, midemizin sindirimi gibi zorunlu ve refleks hareketlerimizin oluşturduğu fiillere ıztırarî fiiller adı verilir. Bunların oluşumunda insan iradesinin herhangi bir rolü yoktur. Dolayısıyla da insan bu fiillerden sorumlu değildir.

Yazı yazmak, oturup kalkmak, namaz kılmak veya kılmamak, hayır veya şer, iyi veya kötü bir şey işlemek gibi hür irademizle seçerek yaptığımız fiiller ise iradeli fiillerimizdir. İradeli fiillerimizin oluşumunda herhangi bir baskı ve zorlama altında değilizdir. Her ne şekilde olursa olsun, bizi ve yaptıklarımızı yaratan Allahuteâlâ olduğu için, bizim her iki çeşit fiilimizi yaratan da Allahuteâlâ'dır.

Ehlisünnet'e göre kulların fiillerini onların iradeleri doğrultusunda yaratan Allah olduğu için, yaratma sıfatı Allah'tan başka bir varlığa verilemez. Bu sebeple kulun, fiilini kendisinin yarattığı ileri sürülemez. Çünkü bir âyette "Allah her şeyin yaratıcısıdır" (Zümer, 39/62) buyurulmuştur. İnsanın fiili de "şey" kapsamındadır. "Şey" somut varlığı olan demektir. O halde insan fiilinin yaratıcısı da Allahuteâlâ'dır.

Buna göre insan, hür iradesi ile fiili seçer, gerekli gücü sarfeder, Allah da onun neyi seçeceğini ezelî ilmi ile bilir, bu ilmine göre irade ve takdir buyurur ve bu iradesi doğrultusunda yaratır.

d) Tevekkül

Sözlükte "güvenmek, dayanmak, işi başkasına havale etmek" anlamlarına gelen tevekkül, terim olarak, "hedefe ulaşmak için gerekli olan maddî ve mânevî sebeplerin hepsine başvurduktan ve yapacak başka bir şey kalmadıktan sonra Allah'a dayanıp güvenmek ve ondan ötesini Allah'a bırakmak" demektir.

Meselâ bir çiftçi önce zamanında tarlasını sürüp ekime hazırlayacak, tohumu atacak, sulayacak, zararlı bitkilerden arındırıp ilâçlayacak, gerekirse gübresini de verecek, ondan sonra iyi ürün vermesi için Allah'a güvenip dayanacak ve sonucu O'ndan bekleyecektir. Bunların hiçbirisini yapmadan "Kader ne ise o olur" tarzında bir anlayış, tembellikten başka bir şey değildir ve İslâm'ın tevekkül anlayışıyla bağdaşmaz.

Tevekkül, Müslümanların kadere olan inançlarının tabii bir sonucudur. Tevekkül eden kimse Allah'a kayıtsız şartsız teslim olmuş, kaderine razı bir kimsedir. Fakat kadere inanmak da tevekkül etmek de tembellik, gerilik ve miskinlik demek olmadığı gibi, çalışma ve ilerlemeye mâni de değildir. Çünkü her Müslüman olayların, ilâhî düzenin ve kanunların çerçevesinde, sebep-sonuç ilişkisi içerisinde olup bittiğinin bilincindedir. Yani tohum ekilmeden ürün elde edilmez. İlâç kullanılmadan, tedavi olunmaz.Sâlih ameller işlenmedikçe Allah'ın rızâsı kazanılmaz ve dolayısıyla cennete girilmez. Öyleyse tevekkül, çalışıp çabalamak, çalışıp çabalarken Allah'ın bizimle olduğunu hatırdan çıkarmamak ve sonucu Allah'a bırakmaktır.

Yüce Allah bir âyette,

 "Kararını verdiğin zaman artık Allah'a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever."(Âl-i İmrân, 3/)

buyurmuş, müminlerin bir başka varlığa değil, yalnızca kendisine güvenmelerini emretmiş, çünkü tevekkül edene kendisinin yeteceğini bildirmiştir. (bk. Âl-i İmrân, 3/, ; Mâide, 5/11; Tevbe, 9/51; İbrâhim, 14/11; Tegabün, 64/13; Talâk, 65/3). Hz. Peygamber (asm) de devesini salarak tevekkül ettiğini söyleyen bedevîye,

 "Önce deveni bağla, Allah'a öyle tevekkül et."(Tirmizî, "Kıyamet", 60)

buyurarak, tevekkülden önce tedbirin alınması için uyarıda bulunmuştur.

İlave bilgiler için tıklayınız:

- Madem Cenâb-ı Hak ezelî ilmiyle benim ne yapacağımı biliyor, öyleyse benim ne kabahatim var?

- Bizim ne yapacağımız kaderimizde yazılmış ise bizim ne suçumuz var?

- İnsan niçin yaratılmıştır? Gayesi ve hedefi ne olmalıdır?

- Kur'an'da pekçok ayette geçen "kalplerin mühürlenmesi" ne demektir?

23 İnsan kendi kaderini kendi mi belirler, yoksa Allah tarafından mı belirlenir?

1. Kader konusunda aklınıza takılan her şeyi sorabilirsiniz. Bu durum inkar ettiğiniz anlamına gelmez. Nitekim Kur'an'dan öğrendiğimize göre Hz. İbrahim aleyhisselam ölülerin nasıl diriltileceğini sormuş, sonra da"Allah'ım, inanmadığımdan değil, kalbim tatmin olsun diye soruyorum." demiştir. Bu nedenle bizler de aklımıza takılan sorularımızı sorabiliriz. Biz de elimizden geldiği kadar cevap vermeye çalışırız.

2. Kaderin esas anlamı"Allah’ın, olmuş olacak her şeyi bilmesi"demektir. Dikkat edersek insan iradesini yok saymıyor. Bilmek ayrı yapmak ayrıdır. Bilen Allah’tır, yapan kuldur. Bu konuya bir misal verelim:

Peygamberimiz İstanbul'un fethini ve komutanını yüz yıllar önce müjdelemiş ve haber vermiştir. Zamanı gelince de dediği gibi çıkmış. Şimdi, İstanbul Peygamberimiz (asm) dediği için mi fethedildi, yoksa fethedileceğini bildiği için mi söyledi. O zaman Fatih Sultan yatsaydı, çalışmasaydı, ordular hazırlatıp savaşmasaydı, yine olacak mıydı? Demek ki Allah Fatih'in çalışıp İstanbul’u fethedeceğini biliyordu ve bunu elçisi Hz. Peygambere (asm) bildirdi.

Buradaki ince nokta: Allah bildiği için yapmıyoruz, biz yapacağımız için Allah biliyor. Zaten Allah’ın geleceği bilmemesi düşünülemez. Bilmese veya bilemese yaratıcı olamaz.

Buna bir örnek verelim; Allah dostu evliyadan bir öğretmen düşünelim. Öğrencilerinden birisine “Yarın seni şu kitaptan imtihan edeceğim.” diyor. Fakat öğretmen Allah’ın izniyle onun filim, maç, oyun, eğlence, derken sabah okula çalışmadan geleceğini bilerek, akşamdan karnesine “0” yazıyor. Ertesi sabah öğrenci sorulan sorulara cevap veremiyor ve sıfırı hak ettiğini bildiği anda, öğretmen cebinden not defterini çıkarıp “Senin çalışmayıp sıfır alacağını bildiğim için, önceden deftere sıfır yazmıştım.” diyor. Buna karşı öğrenci “Hocam, sen sıfır yazdığın için ben sıfır aldım. Yoksa geçer puan yazsaydın geçerdim.” diyebilir mi?

Demek ki Allah yazdığı için biz yapmıyoruz, bizim yapacağımız şeyleri bilerek Allah yazıyor. İşte buna "kader" diyoruz.

3. Kaderi ikiye ayırabiliriz: Izdırari kader, ihtiyari kader.

"Izdırari kader"de bizim hiçbir tesirimiz yok. O, tamamen irademiz dışında yazılmış. Dünyaya geleceğimiz yer, annemiz, babamız, şeklimiz, kabiliyetlerimiz ızdırari kaderimizin konusu. Bunlara kendimiz karar veremeyiz. Bu nevi kaderimizden dolayı mesuliyetimiz de yok.

İkinci kısım kader ise, irademize bağlıdır. Biz neye karar vereceksek ve ne yapacaksak, Allah ezeli ilmiyle bilmiş, öyle takdir etmiştir.

Kalbimiz çarpıyor, kanımız temizleniyor, hücrelerimiz büyüyor, çoğalıyor, ölüyor. Vücudumuzda, bizim bilmediğimiz birçok işler yapılıyor. Bunların hiçbirini yapan biz değiliz. Uyuduğumuz zaman bile bu tür faaliyetler devam ediyor.

Ama şunu da çok iyi biliyoruz ki, kendi isteğimizle yaptığımız işler de var. Yemek, içmek, konuşmak, yürümek gibi fiillerde karar veren biziz. Zayıf da olsa bir irademiz, az da olsa bir ilmimiz, cılız da olsa bir gücümüz var.

Yol kavşağında hangi yoldan gideceğimize kendimiz karar veriyoruz. Hayat ise, yol kavşaklarıyla dolu.

Şu hâlde, bilerek tercih ettiğimiz, hiçbir zorlamaya maruz kalmaksızın karar verip işlediğimiz bir suçu, kendimizden başka kime yükleyebiliriz?

İnsanın "cüz-i ihtiyari" adı verilen iradesi, önemsiz gibi görülmekle beraber, kâinatta geçerli olan kanunlardan istifade ederek, büyük işlerin meydana gelmesine sebep olmaktadır.

Bir apartmanın üst katının lütuflarla, bodrum katının ise işkence aletleriyle dolu olduğunu ve bir şahsın bu apartmanın asansörü içerisinde bulunduğunu farz ediniz. Kendisine, apartmanın bu keyfiyeti daha önce anlatılmış bulunan bu zat, üst katın düğmesine bastığında lütfa mazhar olacak, alt katın düğmesine bastığında ise azaba duçar olacaktır.

Burada iradenin yaptığı tek şey, sadece hangi düğmeye basılacağına karar vermesi ve teşebbüse geçmesidir. Asansör ise, o zatın kudret ve iradesiyle değil, belirli fizik ve mekanik kanunlarla hareket etmektedir. Yani, insan üst kata kendi iktidarıyla çıkmadığı gibi, alt kata da kendi iktidarıyla inmemektedir. Bununla beraber asansörün nereye gideceğinin tayini, içindeki şahsın iradesine bırakılmıştır.

İnsanın kendi iradesiyle yaptığı bütün işler, bu ölçüyle değerlendirilebilir. Mesela; Cenab-ı Hak, meyhaneye gitmenin haram, camiye gitmenin ise faziletli olduğunu insanlara bildirmiş bulunmaktadır. İnsan bedeni ise kendi iradesiyle, misaldeki asansör gibi her iki yere de gitmeye müsait bir yapıdadır.

Kâinattaki faaliyetlerde olduğu gibi, beden içindeki faaliyetlerde de insanın iradesi söz konusu olmamakta ve insan bedeni, kanun-u külli adı verilen ilahi kanunlarla hareket etmektedir. Fakat onun nereye gideceğinin tayini, insanın irade ve ihtiyarına bırakılmıştır. O hangi düğmeye basarsa, yani nereye gitmek isterse, beden oraya doğru hareket etmekte, dolayısıyla da gideceği yerin mükafatı veya cezası o insana ait olmaktadır.

Dikkat edilirse, kaderi bahane ederek, “benim ne suçum var” diyen kişinin, iradeyi yok saydığı görülür.

Eğer insan, “rüzgarın önünde sürüklenen bir yaprak” ise, seçme kabiliyeti yoksa, yaptığından mesul değilse, o zaman suçun ne manası kalır? Böyle diyen kişi, bir haksızlığa uğradığı zaman mahkemeye müracaat etmiyor mu?

Halbuki, anlayışına göre şöyle düşünmesi gerekirdi:

“Bu adam benim evimi yaktı, namusuma dil uzattı, çocuğumu öldürdü, ama mazurdur. Kaderinde bu fiilleri işlemek varmış, ne yapsın, başka türlü davranmak elinden gelmezdi ki.”

Hakkı çiğnenenler gerçekten böyle mi düşünüyorlar?

İnsan yaptığından sorumlu olmasaydı, “iyi” ve “kötü” kelimeleri manasız olurdu. Kahramanları takdire, hainleri aşağılamaya gerek kalmazdı. Çünkü, her ikisi de yaptığını isteyerek yapmamış olurlardı. Halbuki hiç kimse böyle iddialarda bulunmaz. Vicdanen her insan, yaptıklarından sorumlu olduğunu ve rüzgârın önünde bir yaprak gibi olmadığını kabul eder.

24 "Zalim Allah'ın kılıcıdır, onunla önce intikam alır, sonra da ondan intikam alınır." sözünden ne anlamalıyız?

Öncelikle şunu ifade edelim ki, aynı olay üstünde beşer zulmederken kader adalet edebilir. Örneğin, bir adam geçmişte bir cinayet işler ve bunu saklar, ceza almaktan da kurtulur. İnsanlar onun katil olduğunu bilmez. Bir zaman sonra bu adam hiç karışmadığı ve tamamen suçsuz olduğu bir olay yüzünden hapse atılır. Halbuki adamın bu olay ile hiçbir ilgi ve irtibatı yoktur.

İşte kader, bu adamın geçmişte işlediği cinayetine ceza olarak bu olayda onu mahkum eder, bu adalet olur. Aynı olayda ona iftira atıp hapse girmesini temin edenler ise, ona zulmetmiş ve iftira etmiş olurlar. Yani kader onu eski ve gizli kusurundan dolayı mahkum ederken, insanlar ise haksız ve iftira ile onu içeri atıyorlar.

Öyle ise bu adamın hapse düşmesinde kader adil iken beşer ise zalimdir. Hayatımız başımıza gelen musibet ve sıkıntılara bu nazarla bakabiliriz.

İşte soruda geçen konuyu da bu açıdan değerlendirdiğimizde, zalim kendi iradesiyle diğer bir zalime zulmederken, Allah adalet etmektedir.

Soruda geçen konuyla ilgili bir rivayet şöyledir:

“Zâlim, yeryüzünde Allah’ın adâletidir. Allah onunla (başkalarından) intikâm alır. Sonra (döner), ondan da intikâmını alır.”(bk. Keşfu’l-Hafâ, 2/64)

Bu rivayetin zayıf olduğu başka ifadelerle de rivayet edildiği, ancak bu anlamı destekleyen sahih rivayetler bulunduğu ve "İşte kazandıkları (günahları)ndan ötürü zâlimlerden bir kısmını diğer bir kısmının peşine böyle takarız." (Enâm  6/) mealindeki ayetin, bu rivayetin anlamını desteklediği ifade edilmiştir. (bk. Keşfu’l-Hafâ, a.y.)

Bu anlamı destekleyen bir hadîs-i kudsî’de şöyle buyurulmuştur:

“Azîz ve celîl olan Allah şöyle buyurdu; 'Buğzettiklerimle buğzettiklerimden intikâm alırım. Sonra da döner, hepsini cehenneme döker, sürer, atarım.' ”(Mecmeu’z-Zevâid, 7/)

Allah’ın Elçisi Hz. Muhammed aleyhissalatü vesselam, ümmetiyle çok alâkadar olduğundan, bu gibi haberlerle onların dikkatini çekiyor ve adetâ şunu demek istiyor:

“Ümmet-i Muhammed cezalandırılmayı hak ettiğinde Allah, onları terbiye etmek için zalimleri onlara musallat eder."

Evet, zalim Allah’ın kılıcıdır. Önce onunla intikam alır; sonra da döner ondan intikam alır. Yani zalim de zulmünde payidar olmaz; ancak Allah, önce bu zalimleri Müslümanların üzerine musallat eder. Sonra da tutar onları sarsar ve yerin dibine batırır. İşte böyle kötü bir sonuçtan sakınmaları için, o şefkat ve rahmet Peygamberi (asm), ümmetini ikaz ediyor, Allah’ın gazabını celbedecek hareketlerden kaçınmalarını tavsiye ederek, başlarına gelecek bela ve musibetleri haber verdiği gibi, o olayın nedenlerini de açıklayarak bunlardan sakınmalarını istiyor.

Demek ki, Allah bazen bir zâlimi diğer bir zâlimin üzerine musallat ederek o zalimi cezalandırıyor. Allah, zulmün cezâsı olarak  zâlimi zâlime musallat kılar, o da onları zillet ve felâkete götürür.

Nefsine zulmeden günahkâr zâlim, halkına zulmeden zâlim yönetici ve ticaretinde insanlara zulmeden hilekâr tüccar gibi bütün zâlimler, bu âyetin tehdit kapsamına girmektedir. Halk ne zaman zâlim durumda olurlarsa, Allah onlara başka bir zâlimi musallat eder. (bk. Razi, Mefatih, ilgili ayetin tefsiri)

Sonuç olarak bunlar, zâlimler için bir tehdittir. Eğer zulmünden vazgeçmezse  Allah ona diğer bir zâlimi musallat eder. Nitekim bu durum, şu ayet mealinde belirtilmiştir:

"De ki: 'Allah'ın azâbı size ansızın veya açıkça gelirse, zâlimlerden başkası mı yok olur!" (En'âm  6/47)

Allah, zalime tövbe etmesi için mühlet verse bile, asla ihmal etmez. Bir Müslüman, mazlum olsa bile asla zalim olmaz ve olmamalıdır.

25 Kadere iman eden kederden emin olur, sözünü açıklar mısınız?

Kadere iman, insan için, en büyük huzur kaynağıdır. Mümin olan insan, gerek kendi nefsinde gerek dış âlemde gördüğü bütün tanzim ve takdirlerin nice hikmetlerle dolup taştığını ve hepsinin de rahmeti netice verdiğini düşünür. “Kaderin her şeyi güzeldir.” diyerek, başına gelen her türlü hâdisenin altında rahmet ve hikmeti arar.

Dünya ve âhiret saadeti için gerekli her teşebbüsü yapar ve sonunda Allah'ın rahmet ve keremine itimat eder, huzur bulur! Kaybettiğine gam çekmez. Geçmişte kaçırdığı fırsatlara "Ah!.." etmez. "Şöyle olsaydı böyle olmazdı!" yahut, "Böyle olmasaydı şöyle olurdu!" gibi lâfların ruha sıkıntı vermekten öte bir fayda sağlamadığını bilir. Mazinin yükünü sırtından atar. Allah'a güvenerek istikbale doğru yol almaya koyulur, huzur bulur!..

Allah'ın kendisine lütfettiği nimetlerle, servetlerle, kabiliyetlerle övünmez, gururlanmaz. Her hayrı ondan bilir, huzur bulur!..

- Kadere inanmayanlar insanlığa neyi takdim ediyorlar?
- Çalışmayıp, tembelce oturmayı mı?
- Yoksa, sebeplere teşebbüs etmekle birlikte, sonra neticeyi rıza ile karşılamayıp üzülmeyi, dövünmeyi mi?
- Bunda insanlığı ıstıraba sürüklemenin ötesinde ne fayda umuyorlar?
- Hassas ruhu ve tahammülsüz bedeni ile şu aciz insanı, nasıl bu ağır yükün altına sokuyorlar!..
- Yoksa huzursuz, asabi ve isyankâr ruhlardan, kendi yıkıcı emelleri hesabına bekledikleri bir şeyler mi var?

Zaten kaderin iman esasları arasına girmesinin bir diğer hikmeti de insanı hayatın ağır yüklerinden kurtarıp ruhuna bir rahatlık ve hafiflik vermesidir.

İnsan,kâinatla alâkalı bir varlıktır; nihayetsiz maksatları ve arzuları vardır. İnsanın kudreti ve iradesi ise ihtiyaçlarının milyonda birisine dahi kâfi gelmez. Ayrıca insan, çevresinde görüp hikmetini anlayamadığı bazı hâdiselerin tesirinden kendisini çoğu kere kurtaramaz, huzursuz olur. Meselâ, acıklı bir sahne görse bir zaman kendisini onun tesirinden alamaz ve hayatı acılaşır.

Bu noktada insanın imdadına yetişebilen tek yardımcı, hakkındaki ilahî takdire imandır. Kadere hakiki mânâda iman eden bir kişi, ihtiyaçlarının ve korkularının hasıl ettiği manevi baskıları ve ağır yükü zihninden çıkarıp -tabir yerindeyse- kaderin gemisine kor/bırakır. Böylece hem zihni, hem de kalbi/ruhu sükun ve rahata kavuşur. Şöyle ki:

Kâinatta meydana gelen bütün işlerin bir ilâhî kanun nizamıyla cereyan ettiğine, yani her şeyin engin bir rahmet ve sonsuz bir kudretin kontrolünde hikmetle yürüdüğüne inanan bir kimse, yaşadığı âlemin lezzet ve güzelliklerinden, helal dairesinde, emniyet içinde istifade etmeye bakar. Diğer bir ifadeyle, O’nun merhametine, icraat ve kanunlarının güzelliğine istinaden her şeyi güzel tarafından görür ve buna bağlı olarak hayatını elemsiz bir lezzet ve saadetle geçirir. Bu açıdan da kadere iman o kadar huzur vericidir ki, tarif edilemez. Bu mânâda kadere iman eden birisi, kederden ve üzüntüden emin olur. Nitekim Peygamber Efendimiz (asm) bir hadis-i şerifinde bu gerçeğe dikkat sadedinde

“Kadere iman, kaygı ve üzüntüyü giderir.”(Münavî, Feyzu’l-Kadîr, 3/) buyurmuşlardır.

Netice olarak, "İlâhî takdirin / kaderin her şeyi güzeldir." hakikatini kavrayıp ona teslim olan bir insan, her şeyde ilâhî kaderin hikmet ve adaletini görür.

26 Kur'an-ı Kerim'de; "Allah kime hidâyet verirse doğru yolda olan odur; kimi de hidâyetten mahrum…" deniliyor. Burada Allah'ın insanı zorlaması söz konusu mu?

Bu soruda iki şık var: BirincisiCenâb-ı Hak külli irâdesiyle nasıl diliyorsa, öyle mi oluyor; yoksa insan kendi iradesiyle mi yapıyor? Bu sorudaki âyet şöyledir:

"Men yehdillâhu felâ mudille leh. Ve men yud'lil felâ hâdiye leh /AIlah (C.C) bir kimseyi hidayete erdirirse, kimse onu saptıramaz. O kimi de dalâlete iterse, kimse onu hidayete getiremez." (Kehf, 18/17)

Mânâ olarak,hidayet; doğru yol, rüşd, peygamberlerin gittiği istikâmetli olandır. Dalâlet ise, sapıkların yolu; doğru yolu kaybetme ve istikametten ayrılma demektir.

Dikkat edilirse, bunların her ikisi de birer iş, birer fiildir. Ve insana ait yönü ile birer ufûle, birer fonksiyondur. Bu îtibarla, bunların her ikisini de Allah'a vermek gereklidir. Arzettiğimiz gibi, her fiil Allah tarafından yaratılmaktadır. Allah`ın tasarrufu dışında olan hiçbir fiil gösterilemez. Dalâleti (yoldan çıkmayı), "Mudil" isminin gerekçesiyle yaratan, hidâyeti (doğru yola ulaşmayı),"Hâdi"isminin tecellisine bağlayan ancak Allah (C.C)'dir. Evet, ikisini veren de Hak'tır.

Ama, bu demek değildir ki; kulun hiçbir müdahalesi, alakası olmadan, Allah tarafından zorla yoldan çıkarılıyor veya hidâyete, yani doğru yola sevk ediliyor da, o da ya dâll (sapık) veya râşid (dürüst) bir insan oluyor.

Bu meseleyi kısaca şöyle anlamak da mümkündür: Hidâyete ermede veya dalâlete düşmede, işlenen bir fiil ne kadarsa; meselâ, bu iş on ton ağırlığında bir iş ise, bunun onda birini dahi insana vermek hatadır. Hakiki mülk sahibi Allah'tır ve o iş mutlaka mülk sahibine verilmelidir.

Bunu bir örnekle izah edecek olursak:

Allah hidayet eder ve hidayetinin vesileleri vardır. Camiye gelmek, nasihat dinlemek, fikirlerini nurlandırmak, hidayetin birer yoludur. Kur'ân-ı Kerim'i dinlemek, mânâsını araştırıp derinliklerine nüfuz etmek de hidâyet yollarındandır. Resûl-i Ekrem (asm)'in huzuruna gitmek, ders verirken önünde oturmak, onu can kulağı ile dinlemek; veyahut, bir İslam aliminin dersini dinlemek, onun cenneti andıran iklimine girmek, onun gönülden ifâde edilen sözlerine kulak vermek ve ondan gelen tecellîlere gönlünü ayna yapmak, hidâyet yollarından birer yoldur. İnsan bu yollarla, hidâyete yakınlamış olur. Evet, câmiye geliş küçük bir yakınlaşma olsa da Allah (C.C) camiye gelişi hidâyete vesile kılabilir. Hidâyet eden Allah'tır; fakat, bu hidâyete ermede Allah'ın kapısını, "kesb" ile yani istemek fiiliyle döven/çalan kuldur.

İnsan, meyhâneye, puthâneye gider; böylece "Mudill" isminin kapısının tokmağına dokunmuş ve "Beni saptır" demiş olur. Allah da isterse onu saptırır. Ama dilerse engel çıkarır, saptırmaz. Dikkat buyurulursa, insanın elinde o kadar cüzi bir şey vardır ki, bu ne o hidâyete ne de dalâlete hakiki sebep olacak mahiyette değildir.

Şöyle bir misâl arz edeyim:

Siz, Kur'ân-ı Kerim'i ve vâz u nasihatı dinlediğiniz, keza, ilmî bir eser okuduğunuz zaman, içiniz nûra gark olur. Halbuki bir başkası minarenin gölgesinde ezân-ı Muhammedi'yi duyarken, vâz u nasihati işitirken, hatta en içten dualara kulak verirken rahatsız ve tedirgin olur da;"Bu çatlak sesler de ne?" diye ezanlar hakkında şikayette bulunur.

Demek oluyor ki; hidâyet eden de dalâleti veren de Allah'tır (C.C). Ama bir kimse delâletin yoluna girdiyse, Allah (C.C) da, binde ,9 ötesi kendisine ait işi yaratır; -tıpkı düğmeye dokunma gibi- sonra da insanı, dalâlete meyil ve arzusundan ötürü ya cezalandırır veya affeder.

İlave bilgi için tıklayınız:

- Kur'an ayetlerinde geçen "Allah'ın dilediğini hidayete erdirmesi" konusunda çelişki olduğu iddiasına ne dersiniz?

27 İnsan kendi kaderini kendisi mi çiziyor?

Kaderin esas anlamıAllah’ın, olmuş olacak her şeyi bilmesi demektir. Dikkat edersek insan iradesini yok saymıyor. Bilmek ayrı yapmak ayrıdır. Bilen Allah’tır, yapan kuldur.

Bizim kaderimiz geçmişte yazılıdır. Buradaki ince nokta, Allah öyle yazdığı için yapmıyoruz; biz yapacağımız için Allah biliyor.Zaten Allah’ın geleceği bilmemesi düşünülemez. Bilmese veya bilemese yaratıcı olamaz. Bu konuya bir misal verelim:

Peygamberimiz (asm) İstanbul'un fethini ve komutanını yüz yıllar önce müjdelemiş ve haber vermiştir. Zamanı gelince de dediği gibi çıkmış. Şimdi, "İstanbul Peygamberimiz (asm) dediği için mi fethedildi, yoksa fethedileceğini bildiği için mi söyledi?" O zaman Fatih Sultan yatsaydı, çalışmasaydı, ordular hazırlatıp savaşmasaydı yine olacak mıydı? Demek ki Allah Fatih'in çalışıp İstanbul’u fethedeceğini biliyordu ve bunu elçisi Hz. Peygambere (asm) bildirdi.

Mesela Allah dostu evliyadan bir öğretmen düşünelim. Öğrencilerinden birisine “Yarın seni şu kitaptan imtihan edeceğim.” diyor. Fakat öğretmen Allah’ın izniyle onun film, maç, oyun, eğlence, derken sabah okula çalışmadan geleceğini bilerek, akşamdan karnesine “0” yazıyor. Ertesi sabah öğrenci sorulan sorulara cevap veremiyor ve sıfırı hak ettiğini bildiği anda, öğretmen cebinden not defterini çıkarıp “Senin çalışmayıp sıfır alacağını bildiğim için önceden deftere sıfır yazmıştım.”diyor. Buna karşı öğrenci “Hocam sen sıfır yazdığın için ben sıfır aldım. Yoksa geçer puan yazsaydın geçerdim.”diyebilir mi?

Demek ki Allah geçmişte kaderimizi yazdığı için biz yapmıyoruz, bizim yapacağımız şeyleri bilerek Allah yazıyor. İşte buna kader diyoruz.

Kader ikiye ayrılmaktadır; insan iradesiyle ilgili olmayanlar ve insan iradesiyle ilgisi olanlar. Mesela, insanın göz rengi, erkek mi dişi mi olacağı vs. birinci kısma girer ve hiçbir kimse bunlardan sorumlu değildir. Diğeri ise, bu dünyada imtihan için gönderildiğimizden dolayı bizler ne istiyorsak Cenab-ı Hak ona göre bazı şeyleri halk ediyor, yaratıyor. Mesela, ezan okununca nefsini gemlemiş olan birisi camiye gider. Diğeri, nefsinin peşinden giden ise meyhaneye doğru gitmektedir. İşte bunu isteyen insanlardır, yaratan ise Rabbimiz Halıkımızdır.

Dünyaya gelen her insan bir kader programına tabidir. İnsanın ne yapacağını, başına ne geleceğini Yüce Allah ezeli ilminde biliyor. Ancak Allah’ın bilmiş olması, insanın o işi yapmasını zorlamaz. Çünkü Allah, insanın önüne seçenekler koymuştur. İnsan kendi iradesini kullanarak, hangi yolu tercih ederse, Allah onu yaratır. Dolayısıyla sorumlu olan insanın kendisidir. Bu meselede şöyle bir örnek verilir:

Bir apartmanın üst katının nimetlerle, bodrum katının ise işkence aletleriyle dolu olduğunu ve bir kişinin bu apartmanın asansörü içerisinde bulunduğunu farz edelim. Kendisine, apartmanın bu durumu daha önce anlatılmış bulunan bu kişi, üst katın düğmesine bastığında nimetlere kavuşacak, alt katın düğmesine bastığında ise azaba uğrayacaktır. Burada iradenin yaptığı tek şey, sadece hangi düğmeye basılacağına karar vermesi ve teşebbüse geçmesidir. Asansör ise, o kişinin gücü ve iradesiyle değil, belirli fizik ve mekanik kanunlarla hareket etmektedir. Yani, insan üst kata kendi gücüyle çıkmadığı gibi, alt kata da kendi gücüyle inmemektedir. Bununla beraber asansörün nereye gideceğinin belirlenmesi, içindeki kişinin iradesine bırakılmıştır.

Ayrıca Allah'ın her şeyi ezeli ilmiyle bilmesi, onu yapan kimseyi sorumluluktan kurtarmaz. Çünkü bimek ile yapmak farklı şeylerdir. Bir suçluyu bilen ve gören değil, o suçu işleyenin kendisi sorumludur.

28 Şerri de Allah mı yaratıyor?

İslam'a göre hayrı, iyiyi, güzeli yaratan da Allah'tır; şerri, kötüyü, çirkini yaratan da.

"Allah şerri nasıl yaratır?" diyenler var. Güya bunlar şerri yaratma fiilini Rabbimize yakıştıramıyorlar. Oysa, sanılanın aksine bu O’nun yüceliğinin alametidir.

Güzel cisimlerin resmini gayet iyi yapan bir ressam, çirkin suretleri de aynı başarıyla resmedebiliyorsa, bu onun sanattaki mükemmelliğini gösterir. Çirkin varlıkların resmini yapamasaydı, bu bir noksanlık olurdu. Kötülükleri yaratma konusuna da bu misalle bakılabilir.

Kaldı ki, şerri yaratmak değil, işlemek şerdir.

"Şerri Allah yaratmıyor." diyenlere hemen soralım: Allah yaratmıyorsa, kim yaratıyor?

Bu soruya verilecek her cevapta şirk kokusu var. Yaratmak Allah'a hastır ve O’nun eşi, benzeri, yardımcısı, ortağı yoktur. Bu meselenin bir yüzü.

Bir de konunun imtihan yönü var. Eğer Allah, sadece hayrı yaratsaydı, kötülükler hiç olmazdı. O zaman imtihanın da bir manası kalmazdı. Harama girmek, günah işlemek, inkâr etmek mümkün olmazdı. Herkes mecburen melek gibi olurdu. Oysa Rabbimizin muradı bu değil. O, kulun kendi isteğiyle hayra yönelmesini arzu ediyor. Bu sebeple, kulun iradesi neyi tercih ederse onu yaratıyor.

Mesela, ayaklarla camiye de gidilir, meyhaneye de. Birincisi hayır, ikincisi şerdir. Allah, kulun dilediğine göre yaratır. Meyhaneye yönelen ayaklar taş kesilseydi, harama meyleden gözler kör olsaydı, ibadet etmeyenler belli bir hastalığa yakalansaydı, kulun iradesi kalmazdı.

Şu hâlde, iyilerle kötüleri ayırmak için, hayrın yanında şerri de yaratmak hikmetin ta kendisidir. Sanıyorum, bu açıklama, "Allah, şerre niye mani olmuyor?" sorusunun da cevabıdır.

29 İmam-ı Mübin ve Kitab-ı Mübin hakkında bilgi verir misiniz?

İmam-ı Mübîn ve Kitab-ı Mübîn, Levh-i Mahfuz'un birer defteri, İlâhî ilmin birer unvanıdırlar. İmam-ı Mübîn, Kitab-ı Mübîn ve Levh-i Mahfuz, her üçü de Bediüzzaman Said Nursi'nin tabiriyle “ilm-i İlâhînin ünvanlarıdırlar.

Mektûbat’ta “İlm-i ezelînin ünvanları olan İmam-ı Mübîn, Kitab-ı Mübîn, Levh-i Mahfuz gibi vücud-u ilmî daireleri”nden söz edilir.

Şualarda ise, “Levh-i Mahfuz’un defterleri olan İmam-ı Mübîn ve Kitab-ı Mübîn’de bütün mevcudatın bütün sergüzeştlerini kaydedip yazen” şeklinde bir ifade yer alır.

Bu ifadeler birlikte değerlendirildiğinde, her üçünün de birer kayıt levhası oldukları anlaşılır. Üçü de İlâhî ilme unvan olmuşlar. Onlardan söz edildiğinde akla hemen İlâhî ilim gelir; yoksa onlar bu ilmin kendisi değildirler.

Bediüzzaman Hazretleri, tefsir âlimlerinin İmam-ı Mübîn ve Kitab-ı Mübîn hakkında değişik görüşler ileri sürdüklerini, bir kısmının bunları aynı kabul ettiğini beyandan sonra kendi kanaatini şu şekilde ortaya koyar:

“İmam-ı Mübîn”, ilim ve emr-i İlahînin bir nev’ine bir ünvandır ki; âlem-i şehadetten ziyade âlem-i gayba bakıyor. Yani zaman-ı hâlden ziyade, mazi ve müstakbele nazar eder."

“Kitab-ı Mübîn” ise, âlem-i gaybdan ziyade, âlem-i şehadete bakar. Yani, mazi ve müstakbelden ziyade, zaman-ı hazıra nazar eder ve ilim ve emirden ziyade, kudret ve irade-i İlâhîyenin bir ünvanı, bir defteri, bir kitabıdır. İmam-ı Mübîn, kader defteri ise; Kitab-ı Mübîn, kudret defteridir.”(Nursi, Sözler)

İmam-ı Mübîn de Kitab-ı Mübîn de Levh-i Mahfuz’un defterleri, ama aralarında fark var.

Bu ince farkı, şu ifadelerde bir derece hissedebiliyoruz:

"Evet, bir çekirdekte, hem bedihî olarak, irade ve evamir-i tekviniyenin ünvanı olan 'Kitab-ı Mübîn'den haber veren ve işaret eden, hem nazarî olarak emir ve ilm-i İlahînin bir ünvanı olan 'İmam-ı Mübîn'den haber veren ve remz eden iki kader tecellisi var: Bedihî kader ise, o çekirdeğin tazammun ettiği ağacın, maddî keyfiyat ve vaziyetleri ve heyetleridir ki, sonra göz ile görünecek. Nazarî ise, o çekirdekte, ondan halk olunacak ağacın müddet-i hayatındaki geçireceği tavırlar, vaziyetler, şekiller, hareketler, tesbihatlardır ki, tarihçe-i hayat namıyla tabir edilen vakit-bevakit değişen tavırlar, vaziyetler, şekiller, fiiller; o ağacın dalları, yaprakları gibi intizamlı birer kaderî miktarı vardır.”(Nursi, Sözler)

Kitab-ı Mübîn şu varlık âleminde boy gösteren her şeyin yaratılış plânını ve programını ifade ediyor. Meyvelerin çekirdeklerinde, canlıların yumurtalarında yahut nutfelerinde kendilerinden çıkacak varlıkların bütün özellikleri yazılı. Demek ki tabiattaki her varlığın bir plân ve programa göre vücut bulduğunu insanoğlu anlamış, ama bir kısmı bu programı o varlığın kendi tabiatına vererek İlâhî ilmi ve onun bir levhası olan Kitab-ı Mübîn’i düşünememişler.

Çekirdekler parçalanıyor, filizleniyor, fidan haline geliyor, bir süre uzuyor, sonra değişik yönlerden dallar çıkmaya başlıyor. Daha sonra çiçekler ve yapraklar boy gösteriyorlar. Bütün bunlar “genetik şifre” denilen o ilk programda yer alıyorlar. Kısacası ağacın her şeyi o çekirdekte yazılı. Ve bu kayıt Kitab-ı Mübîn'den haber veriyor.

Öte yandan, bir çekirdek hangi bahçeye ekilecek, ne zaman bir haylaz çocuk bir dalını koparacak, hangi tarihte nasıl bir fırtınaya maruz kalacak, ne gibi zararlar görecek, sonunda ne olacak, kesildikten sonra nereye götürülecek ve ne yapılacak? Bütün bunları o genetik şifrede bulmak mümkün değil. Bunlar da yine İlâhî ilim dairesinde meydana geldiğine göre, bütün bu safhalar da yine bir ilme ve onun mazharı olan bir kitaba göre vücut bulmalı. İşte bu kitap, İmam-ı Mübîn’dir.

Bir insan için de benzer şeyler düşünebiliriz: Nutfe denilen tohumunda bütün fizikî özellikleri yazılmış. İki gözü olması ve bunların yüzde simetrik olarak yerleşmeleri, parmaklarının sayısı ve dizilişi, al ve akyuvarlarının özellikleri, ciğerinin, böbreğinin, kalbinin, beyninin şekilleri, vazifeleri, büyüklükleri kısacası her şeyi o nutfede şifre olarak yazılı.

Genlerdeki bazların muhtelif dizilişlerinden değişik özellikler ortaya çıkıyor.

Bununla birlikte, hangi ilkokula gideceği, ne zaman mezun olacağı, lise ve üniversite tahsillerini nerelerde yapacağı, kimlerle arkadaş olacağı, onlarla nerelere gideceği, neler yapacağı, hayat imtihanında nelerle karşılaşacağı, ne zaman hangi hastalığa tutulacağı ve yine nerede ve ne zaman öleceği, kabir âleminde nasıl bir muamele göreceği ve ötesi Bütün bunlar her insan için ayrı bir kitap, ayrı bir eser gibidir.

Bu kitabın nutfedeki programla bir ilgisi yoktur. Nutfe ile başlayan rahim yolculuğunun bütün safhaları Kitab-ı Mübîn’de yazıldığı gibi, bedeni ve ruhuyla insanoğlunun hayat yolculuğunun tamamının kaydedildiği bir ezelî defterin bulunmasını akıl zarurî görüyor. İşte Üstad Bediüzzaman, bu defterin İmam-ı Mübîn olduğunu beyan ediyor.

Şu noktanın gözden uzak tutulmaması gerekiyor: “Yazma” denilince harf harf kaleme almayı anlamak eksik olur. Genlerin dizilişi yazı yazmadan çok farklıdır. Hafızanın bir şeyi kaydetmesi de daktiloyla yazmaya benzemez. Bir teyp bandında yahut video kasetinde de sözler ve olaylar kalemle kaydedilmiyorlar.

İşte her şeyin ve her hadisenin, Levh-i Mahfuz’un defterleri olan İmam-ı Mübîn ve Kitab-ı Mübîn’de yazılması bunların çok ötesinde bir keyfiyetledir. Bu kaydın da harflerle, kelimelerle alakası yoktur.

Son olarak Kitab-ı Mübîn’in bir başka mânâsı üzerinde de kısaca duralım. Birçok müfessirlerimiz Kitab-ı Mübîn’in bir cihetinin Kur’an-ı Kerim olduğunu beyan ederler. Özellikle, En’am Suresindeki, “Yaş ve kuru ne varsa hepsi Kitab-ı Mübîn’dedir (apaçık bir kitaptadır) âyetini, Kur’an olarak izah ederler.

Bediüzzaman Hazretleri de Sözler adlı eserinde, “Bir kavle göre Kitab-ı Mübîn, Kur’an’dan ibarettir. Yaş ve kuru, her şey içinde bulunduğunu, şu âyet-i kerime beyan ediyor.” cümlesiyle bu manaya iştirak eder. Ve şu açıklamayı getirir:

“Evet, her şey içinde bulunur. Fakat herkes her şeyi içinde göremez. Zira muhtelif derecelerde bulunur. Bazen çekirdekleri, bazen nüveleri, bazen icmâlleri, bazen düsturları, bazen alâmetleri; ya sarahaten, ya işareten, ya remzen, ya ibhamen, ya ihtar tarzında bulunurlar.”

30 Olumlu düşünmenin dinimizdeki yeri nedir; hayatımızda nasıl bir etki yapar?

İyi düşündüğümüz her zaman mutlaka iyilikle, güzellikle karşılaşacağımızı, kötü düşündüğümüz her zaman da mutlaka kötülükle karşılaşacağımızı düşünmek doğru değildir. Bu husus hayatın tasdik ettiği bir realitedir.

Ancak, gelecekte olabilecek, başımıza gelebilecek kötü olayları şimdiden düşünmek son derece yanlıştır. Çünkü, başımıza gelip gelmeyeceğini kesin olarak bilmediğimiz bir kötülüğü düşünerek huzursuz olmak, akıl ve mantık açısından da yanlıştır. Ayrıca, gelecek zaman şimdi yoktur, dolayısıyla gelecekte olabilecek bir kötülük de yoktur. Yok olan bir zamanda, yok olan bir sıkıntıyı düşünmek, iki yokluğa varlık rengini vermek ve olmaması gereken bir ıstıraba düşmek manasına gelir. İster o sıkıntı ileride olsun, ister hiç olmasın her iki durumda da şimdiden olmuşçasına düşünce alanına alıp acı ve üzüntü duymak akıllıca bir tavır değildir.

Halbuki bunun aksine, gelecekte olabilecek bir güzelliği şimdiden düşünmekte hiçbir zarar olmadığı gibi, hayata huzur katan bir sinerji görevini görür. İleride gerçekleşmese bile fazla bir yan etkisi olmaz.  Yeter ki ciddi bir hayal kırıklığı meydana getiren safdilane, aşırı bir iyimserlik olmasın.

İslam,  hep iyi düşünmemizi isterken, sıkıntılı bir durumda kalmaktan, ümitsiz bir süreçte yaşamaktan, hayatı cehenneme çeviren ve bizi demoralize eden hayal ve tasavvurlardan uzak tutmayı hedeflemiştir.

İşin diğer bir boyutu vardır ki o çok daha önemlidir; özeti şudur:

Zihninde hep kötü şeyleri düşünen, başına kötü şeylerin geleceğini tasavvur eden kimse, bununla Allah’a karşı haksız yere suizan yapmış olur. İyi düşünen kimse ise, Allah’a karşı hüsnüzan etmiş olur. Çünkü her şey ancak Allah’ın yaratmasıyla olur. Allah’ın kendisine suizanda bulunan kimseye ceza olarak düşündüğü kötü şeyleri başına getirmesi, kendisine hüsnüzan eden kimseye de bu güzel düşüncesine bir mükâfat olarak iyiliği kısmet etmesi, adalet ölçüsü açısından önem arzetmektedir.

Kutsî bir hadis-i şerifte “Ben kulumun bana olan zannı yanındayım.” (Buharî, Tevhit,15; Müslim, Tevbe, 1) ifadesine yer verilmiştir. Yani kulum beni nasıl düşünüyorsa, benden neler ümit ediyorsa, bana nasıl bir ümit bağlamışsa, onunla öyle muamele görürüm. Demek ki, büyük bir ümitle yüceler yücesi Yaratıcının rahmet kapısına gelenler -genellikle- boş elle dönmezler.

Bazı alimlere göre bu hadis hususi olarak kulun şu konularda Allah’a hüsnüzan etmesinin gereğine işaret edilmiştir. Şöyle ki;

Kul dua ettiği zaman, Allah’ın duasını kabul edeceğine inanır. Samimi olarak tövbe ettiğinde Allah’ın tövbesini kabul edip affedeceğine inanır. Samimi bir şekilde yaptığı ibadetlerinin Allah tarafından kabul edileceğine inanır. Bu müspet düşünceler, Allah’a karşı hüsnüzan olduğu gibi, aksini düşünmek de Allah’a karşı su-i zandır, ümitsizlik anlamına gelir ki, çok büyük bir günahtır.(bk. İbn Hacer, ilgili hadisin şerhi)

Olumlu düşünmenin hayatımız üzerindeki etkisi gayet büyüktür. Olumlu düşünme sadece kişinin kendisinde değil, başkalarında bile olumlu etkisi söz konusu olmaktadır.

Güzel düşünme, güzel görme ile ilgilidir. Zira, güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır.

İyi düşünce, insanın iç dünyasının duru ve saflığını gösterirken; kötü düşünce de iç dünyanın bulanıklığını ve kişinin net ve somut bir kişiliğinin oluşmamasının nedeni olabilir.

31

nest...

batman iftar saati 2021 viranşehir kaç kilometre seferberlik ne demek namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur özel jimer anlamlı bayram mesajı maxoak 50.000 mah powerbank cin tırnağı nedir