felsefesiz yaşamak gözü kapalı yaşamaktır sözü kime aittir / coniwalker • Fernando Pessoa - Huzursuzluğun Kitabı’ndan...

Felsefesiz Yaşamak Gözü Kapalı Yaşamaktır Sözü Kime Aittir

felsefesiz yaşamak gözü kapalı yaşamaktır sözü kime aittir

1. Felsefe ve din için aşağıdakilerden hangisi söylenebilir?

A) Öznelliğin ürünü bilgiler oldukları

B) İnsan hayatını anlamlandırma amacında oldukları

C) Eleştirisel düşünceye açık oldukları

D) Dogmatik oldukları

E) Aklın ürünü oldukları

 

2. "Felsefe, daima yolda olmaktır." sözüyle Jaspers,felsefenin hangi yönünü vurgulamıştır?

A) Süreklilik arzeden deneysel çalışmaların ürünü

olması

B) Devamlı, aynı etkinlikte ısrar etmesi

C) Hakikat arayışında nihayetsiz bir çaba içinde bulunması

D) Sorgulayıcı çabasından her zaman faydalanılması

E) Evrensel değerlere ulaşabilmesi

 

3. İnsan için hayatın anlamını disiplinli bir düşünüş biçimiyle ve sistemli, tutarlı bir faaliyet sonucunda ortaya koyma amacını taşıyan bir disiplin olarak .............. oldukça büyük bir mesafe kat etmemiştir.Buna göre boşluğu dolduracak kavram aşağıdakilerden hangisidir?

A) Felsefe B) Din C) Bilim

D) Sanat E) Teknoloji

 

4. "Bilinen, obje" anlamındaki kavram aşağıdakilerden hangisidir?

A) Arkhe B) Akt C) Sûje

D) Nesne E) A priori

 

5. Aşağıdakilerden hangisi felsefe ve bilim için

ortak bir özellik olamaz?

A) Eleştiriye açık olmak

B) Amaçlılık

C) Evrensellik

D) Genel – geçerlik

E) Bilgiye ulaşma arzusuna sahip olmak

 

6. "Değerleri inceleyen ve değerler bilimi olarak da bilinen,"bilim dalı aşağıdakilerden hangisidir?

A) Antropoloji B) Morfoloji C) Ekoloji

D) Arkeoloji E) Aksiyoloji

 

7. Aşağıdaki disiplinlerden hangisinin konusu "değerlerle ilgili olamaz?

A) Etik B) Aksiyoloji C) Sanat

D) Din E) Siyaset

8. Aşağıdaki eşleştirmelerden hangisi yanlıştır?

A) Felsefe ve akıl B) Din ve dogma

C) Bilim ve olguD) Ahlak ve davranış

E) Sanat ve bilgi

 

9. Aşağıdaki bilgi türlerinden hangisi üretiliş yönüyle diğerlerinden farklıdır?

A) Felsefi B) Gündelik C) Sanatsal

D) Empirik E) Bilimsel

 

10. Sanatsal bilgide temel alınan kavram aşağıdakilerden hangisidir?

A) Doğruluk B) Temellendirme

C) Güzellik D) Doğa E) Taklit

 

11. Aşağıdakilerden hangisi felsefi bilginin özelliklerindendir?

A) Nesnellik B) Objektiflik

C) Genel geçerlik D) Yöntemlilik E) Olgusallık

 

12. Suje ile obje arasındaki ilişki sonucu ortaya çıkan ürüne ne ad verilir?

A) Deney B) Sanat C) Akt

D) Bilgi E) Doğru

 

13. Dogmatiklik aşağıdaki ifadelerden hangisi için örnek oluşturmaz?

A) Ölümden sonraki hayata inanmak

B) Allah'ın varlığına inanmak

C) Herşeyin Allah tarafından yaratıldığını kabul etmek

D) Kutsal kitapta geçen ifadelerin doğruluğuna inanmak

E) Atılan her cismin yere düşeceğine inanmak

14. Aşağıdakilerden hangisi evrensel değildir?

A) Empirik bilgi B) Bilimsel bilgiler

C) Felsefi sorunlar D) Matematiksel bilgi

E) Sanatsal ürünler

 

15. Aşağıdakilerden hangisi dini bilgiye ait bir özellik olamaz?

A) Dogmatiklik   B) İnanca dayalılık

C) Hayatı anlamlandırmayı amaçlamak

D) Normatiflik     E) Olgusallık

 

16Bir eylemi, durumu, düşünceyi, olayı, kavramı, niyeti, duyguyu, bilimsel bir bulguyu, felsefi bir eseri, bir sanateserini... anlamak; üzerine düşünme ihtiyacı duymadan,aracısız, doğrudan doğruya bilmek ve kavramaktır.Anlamanın hareket noktası, real varlıktır.Buna göre aşağıdakilerden hangisi söylenebilir?

A) Somut olmayan varlıkların anlaşılmasının mümkünolmadığı

B) Düşünmenin, anlamayı geciktirdiği

C) Herhangi bir aracı olmaksızın, doğrudan kavramanınanlamak olduğu

D) Düşünmeden ortaya konulan herşeyin, bir tür anlamaolduğu

E) Düşünme ihtiyacı duymadan, bilgilerin zihne gelmesinibeklemenin anlamak olduğu

 

17Felsefe bilgisi, bilimlerde olduğu gibi, önermelerin deneyle doğrulanması ölçütüne dayanmaz. Felsefe bilgisi,varlığı bütünlüğü içinde açıklamak isterken, oluşturduğudüşünsel yapının mantıkça tutarlı ve akıl yürütmelerininmantıkça sağlam olmasına dayanır.Buna göre felsefi bilginin doğrulanması aşağıdakilerden hangisine bağlıdır?

A) Varlığı, bütün olarak ele almasına

B) Somut bir düşünsel yapının oluşturulmasına

C) Mantık kuralları üzerine, akıl yürütmelerde bulunmasına

D) Düşünsel yapının, mantık kurallarını belli bir bütünlükiçinde değerlendirmesine

E) Mantıkça tutarlı bir düşünsel yapıya ve sağlam akılyürütmelerine dayanmasına

 

18"Felsefe; sadece doğayı, toplumu, insanı ve yaşamıdeğil, bunları bilmeye çalışan insan zihnini de konuedinir. Bu anlamda felsefe, evreni kavramaya çalışandüşünceler üzerine de düşünme etkinliğidir."Bu parçada felsefeyle ilgili düşüncelerden hangisineyer verilmemiştir?

A) Varlığı anlamaya çalışan insan zihnini de, araştırmakonusu edindiğine

B) Çalışmalarını sadece insan zihni üzerine yoğunlaştırdığına

C) Araştırmalarında doğayı ve toplumu ele aldığına

D) İnsan ve yaşama dair bilinmeyenleri açıklamaya

çalıştığına

E) Evreni kavrama çabasındaki düşünceler üzerine

de, düşündüğüne

 

19 Aşağıdaki bilgi türlerinden hangisinin amaçlarıarasında "uygulamaya dönük olmak" özelliği daha açıktır?

A) Sanatsal B) Bilimsel C) Teknik

D) Empirik E) Felsefi

 

20 Değer içeren, olması gerekeni ele alan disiplinlerinözelliği olarak aşağıdaki kavramlardan hangisi kullanılır?

A) Nesnellik B) Olgusallık C) Mutlaklık

D) Eleştirellik E) Normatiflik

 

21. "İnsan, algıladığı ve bildiği bütün nesnelerin var olduğunukabul eder, ama yine de onların varlığını sorgulamakihtiyacı duyar. Bu nedenle, "varlık nedir?" sorusufelsefenin daima temel konusu olmuştur."Buna göre aşağıdaki düşüncelerden hangisine ulaşılabilir?

A) İnsanın, var olduğuna inandığı tüm varlıklar vardır.

B) Felsefe, kişisel düşünceleri ispatlamak amacıyla

var olmuştur.

C) Felsefe, varlıkla ilgili bilinmeyenleri açıklamaya çalışır.

D) İnsan, kesinliğinden emin olmadığı bilgileri sorgulamaz.

E) Sorgulanma konusu olmak, bir varlığın "var olması"

için yeterlidir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

22. "Varlığı, dünyayı, insanı ve hayatı açıklarken, hem felsefe hem de bilim hiçbir fayda ve çıkar gözetmeden doğru bilgiye ulaşmak isterler. Felsefe bu doğruluğu,varlık hakkında geliştirdiği akıl yürütmelerin mantıksal tutarlılığında bulur, bilim ise doğruluğu olgusal dünyada temellendirmek ister."Buna göre aşağıdakilerden hangisi bilimi felsefeden farklı kılan özelliklerden biridir?

A) Varlığı açıklamaya çalışması

B) Hayatı açıklamaya çalışırken, herhangi bir çıkar

gözetmemesi

C) Bilimsel doğrularla, olgusal dünyanın temellerini

atması

D) Ulaştığı doğruları olgusal dünyada temellendirmeye

çalışması

E) Araştırmalarında kişisel çıkarları gözardı etmesi

 

23. "Bilim, genel geçerliliği olan, herkes tarafından  özlenipdoğrulanabilen olgulara dayanır.  Hem olguların hemde değerlerin ele alındığı felsefede ise, ulaşılan sonuçlarındoğruluğu ya da yanlışlığı, bilimlerde olduğu gibi,olgulara dayanılarak inceleme konusu yapılamaz."Buna göre aşağıdaki özelliklerden hangisi felsefeyeaittir?

A) Hiç kimse tarafından gözlenemeyen olgulara dayanması

B) Ulaştığı sonuçların hiçbir şekilde doğrulanamaması

C) Sonuçlarını olgular aracılığıyla doğrulayamaması

D) Olgulara belli bir değer kazandırması

E) Yalnızca gözlem dışı varlıklarla ilgilenmesi

 

24. "Din ve felsefe farklı alanlar haline geldikten sonra dadinler, özellikle tek tanrılı olanlar, dünyayı, varlığı, insanıaçıklamaya devam ederler. Din, bu anlamda felsefi özünden tamamen kopmaz, sorularını cevaplarken dinin dogmalarına ve kutsal kitabın emir ve yasaklarına uygun davranır. Felsefe ise varlığı akla ve aklın yasalarına uygun kavramlarla açıklamaya çalışır.Bu parçaya dayanarak aşağıdaki düşüncelerden hangisine ulaşılamaz?

A) Başlangıçta din ve felsefe bir aradaydı.

B) Dinlerin amacı; varlığı, dünyayı ve insanı açıklamaktır.

C) Aklın yasalarına uygun olan her açıklama, felsefidir.

D) Dini açıklamalarda kutsal kitabın emir ve yasakları

dikkate alınır.

E) Felsefe, varlığı akla uygun kavramlarla açıklamaya

çalışır.

 

25. "Belli bir dini kabul eden bir kimse, o dinin dogmalarının ortaya koyduğu varlık ve dünya görüşlerini de kabul eder. Bu kabul akla değil, inanca dayanır. Bu nedenle dinde kuşkuya, eleştiriye hiçbir şekilde yer yoktur.İnsan ve insan aklına dayanan felsefe alanında ise, tüm önermeler tartışmaya açıktır, eleştirilir akıl ve mantık ilkeleriyle temellendirilir."Bu parçaya dayanarak aşağıdakilerden hangisi söylenemez?

A) Felsefi bilginin insani çabalarla ortaya konulduğu

B) Dini bilginin Tanrısal kaynaklı olduğu

C) İnsanların, sahip oldukları dinin verdiği bilgilerden

kuşku duymadıkları

D) Dinin ilettiği bilgide, mantıki olan hiçbir şeyin olmadığı

E) Felsefi bilginin eleştiriye açık olduğu

 

26. Aşağıdakilerden hangisi bir akt örneği değildir?

A) Anlamak B) Duygulanmak C) İnanmak

D) Düşünmek E) Ezberlemek

 

27. Aşağıdaki bilgilerden hangisi nesnel değildir?

A) Deneysel bilgi

B) Bilimsel bilgi

C) Suyun kaynama ısısının kaç derece olduğu bilgisi

D) Kainatın yaratılışında tanrının rolünü anlamak

E) Doğal bilimlerdeki araştırmalar

 

28. Aşağıdakilerden hangisi subjektif bilginin özelliklerinden değildir?

A) Öznellik

B) Görecelilik

C) Eleştiriye açık olmak

D) Kesinlik

E) Kişisellik

29. "Bir felsefe sistemi, varlığı açıklamada tutarlı ise daima geçerlidir. Bilimde ise eskiyen bir teori atılır. Bir Descartes ya da Platon sisteminin günümüzde de geçerli olması gibi. Felsefe, birikimsel bir bilgidir. Filozoflar, bir problem üzerinde düşünürlerken, kendilerinden önceki filozofların düşüncelerini dikkate almak zorundadırlar." Buna göre aşağıdakilerden hangisi felsefeyi bilimden

farklı kılan özelliklerden biridir?

A) Kendi içinde tutarlı bilgilerden oluşması

B) Diğer araştırmacıların kaynaklarından yararlanması

C) Daima, güncel bilgiler içermesi

D) Farklı alanlarda ortaya konulan bilgileri bir araya

getirmesi

E) Felsefi sistemlerin zaman içinde eskimemesi

 

30. Felsefe, mantık ilkelerine uygun düşünmeyi amaçlar ve doğru olana yönelir. İnsan aklından hareket ederek yine insan aklına hitap eden felsefe, insana doğru ve disiplinli düşünme alışkanlığı kazandırır. İnsanın düşünme ve eleştirme gücünü geliştirir. Sanat ise, güzel olana ulaşma, onu ifade etme, yani güzellikleri ortaya koyma amacındadır. Sanat, insanın güzellik ve beğeni duygularını geliştirir.Buna göre aşağıdakilerden hangisi felsefeyi sanattan farklı kılan özelliklerden biridir?

A) Mantığa yeni ilkeler kazandırması

B) İnsanın aklına hitap etmesi

C) İnsandaki güzellik ve beğeni duygularını köreltmesi

D) Doğru olan her şeyi açığa çıkartması

E) Akıl ve düşünceyle ilgili tüm bulguları eleştirmesi

 

31. Sanata bilgi açısından bakıldığında, her ciddi ve büyük sanat eserinde bir düşünsel bildirinin bulunduğu görülür. Sanat, bu bildiriyi sanatsal bir dille, hayal gücü ve imgelerle, öznel olarak yapar. Felsefe ise akla dayalı, kavram dilini kullanır, sanatın varlık alanını; güzellik, yüce, hoş gibi estetik değerleri inceler.Aşağıdakilerden hangisi bu parçada yer verilen düşüncelerden biri değildir?

A) Her sanatsal eserde, düşünsel bir bildiri vardır.

B) Sanatçı, eserlerindeki bildiriyi sanatsal bir dille ortaya koyar.

C) Her sanat eseri özneldir.

D) Akla dayalı kavram dilini kullanan felsefe; yüce,

hoş gibi estetik değerleri araştırır.

E) Felsefe, sanatın varlık alanını inceler.

 

32. Sanatsal bilgi aşağıdakilerden hangisini vermeyiamaçlamaz?

A) Ürün B) Bilgi C) Duygu

D) Haz E) Coşku

 

33. Suje ile obje arasındaki ilgiyi, aralarında bir bağ oluşmasına zemin hazırlayarak bilginin oluşmasını sağlayan kavram aşağıdakilerden hangisidir?

A) Aksiyon B) Aktüerya C) Akt

D) Akü E) Akıl

 

34. Geçen yüzyıldan beri felsefenin bilgi işlevini yitirdiği,bilim çağında felsefenin gereksiz bir bilgi olduğu iddia edilmiştir. Böylesi salt pozitivist bir anlayışa göre dünya,nedenselliğe göre işleyen bir makine sistemidir. Yapılması gereken, bu işleyişin yasalarını araştırmaktır. Buna göre aşağıdaki düşüncelerden hangisi pozitivistlerin savunduğu düşünceleri desteklemektedir?

A) Felsefe, hiçbir dönemde bilgisel bir işleve sahip

olmamıştır.

B) Her makine, kendi içinde bir dünyadır.

C) Dünya, belli yasalar dahilinde varlığını devam ettirmelidir.

D) Felsefe, bilim çağında herhangi bir role sahip olamaz.

E) Neden-sonuç ilişkisi içerisinde olan her varlık bir

tür makinedir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

1)Bir şeyi anlamamız, onu açıklayabileceğimiz anlamına gelmez. Bilimsel bir çalışmayı anlayabiliriz, fakat açıklayamayabiliriz.Herkes telefonla ilgili bilgileri anlayabilir ancak, telefonla ilgili açıklamalarda bulunamaz.Bu parçadan hareketle aşağıdaki düşüncelerden hangisine ulaşılabilir?

A) Açıklaması yapılan her şey, herkes tarafından anlaşılabilir.

B) Anladığımız bir şeyi açıklamamız mümkün değildir.

C) İnsanların anlayamayacağı herhangi bir bilimsel

çalışma yoktur.

D) Anlaşılması kolay olan herşeyin, açıklanması da

kolaydır.

E) Bir şeyi anlamak, onu açıklamak için yeterli değildir

 

2).Bilimlerin formel bilimler, doğa bilimleri ve insan bilimleri şeklinde sınıflandırılmalarında aşağıdaki etkenlerden hangisinin rolü diğerlerinden fazladır ?
A) Ortaya çıkış sebepleriB) AmaçlarıC) Kullandıkları metotlar
D) İnsanla olan ilişkileriE) İlgilendikleri konular

3.Bugün fizikte bir ortaokul öğrencisi, Newton’un kendisinden daha fazla şey bilmektedir. Bu durum, bilimin hangi özelliğinin varlığını kanıtlar ?
A) Bilim ilerleme özelliğine sahiptir. B) Bilim olgulara dayalıdır.
C) Bilimin uygulanabilir teknolojisi vardır.D) Bilimin sonuçları kesindir.
E) Bilim evrenseldir.

4. "Bir çağın genel entellektüel karakterini, yani, evrensel dünya görüşü, özel düşünce yöntemleri, temel savları ve düşünce ortamını belirleyen düşünce sistemlerine genellikle "bu çağın felsefesi" olarak adlandırırız." Bu parçada belirtilen durumun nedeni aşağıdakilerden

hangisi olabilir?

A) Filozofların entellektüel olmaları

B) Evrensel dünya görüşlerinin, tüm kültürlerin birleşimiyle

oluşması

C) Felsefenin kültürel yapı üzerinde etkili olması

D) Kültürel ortama, felsefi düşüncenin müdahale etmemesi

E) Felsefi çalışmaların, özel düşünce yöntemleriyle

ortaya konulması

 

5. Randal'a göre "Felsefe, dinin her zaman pratik ve

duygusal olarak yaptığı şeyi, yani insan hayatını, insanın içinde bulunduğu evrenle belli ölçüde doyurucu ve anlamlı bir ilişkiye sokma ve insani işlerin yürütülmesinde birazcık bilgelik sağlama çabasını, entelektüel planda gerçekleştirme girişimidir."Buna göre aşağıdakilerden hangisi Randal'ın savunduğu düşüncelerden biri olabilir?

A) Entellektüel plandaki her girişim, felsefedir.

B) İnsanla ilgili en doyurucu bilgiler din tarafından verilir.

C) Din, pratik hayata duygusallık kazandırır.

D) Felsefe ve din aynı amacı, farklı yöntemlerle gerçekleştirirler.

E) Dinin pratik hayata müdahalesi söz konusu değildir.

 

6. Buckler, tarihsel olarak felsefenin, dinsel ve ahlaksal inançların derin eleştirisi olarak ortaya çıktığını iddia eder. O'na göre felsefe, bu eleştirici tavrını hiçbir zaman terk etmemiştir. Ancak belli bir zamanda egemen olan bilimsel sav ve sonuçları en çok eleştirdiği zaman bile o, yöntemleri bakımından en çok bilimle işbirliği yapmıştır. Bu parçada aşağıdaki düşüncelerden hangisine

yer verilmemiştir?

A) Felsefenin temel amacı, dini eleştirmektir.

B) Felsefe, yöntemsel anlamda en çok bilimle işbirliği

içine girmiştir.

C) Bilimsel sonuçlar bazı dönemlerde felsefe tarafından

çok eleştirilmiştir.

D) Dini ve ahlaki inançların derin eleştirisi, felsefeyi

ortaya çıkarmıştır.

E) Felsefe, dine karşı daima eleştirel bir tavır sergilemiştir.

 

7. "Felsefe, varlığı araştırırken, varlığın anlamını kavramak ister. Bu anlamı da; doğruluk, iyi ve güzel gibi değerlerin oluşturduğuna inanır. Bu değerleri araştırma isteği, insanın özünde vardır. İnsan, sadece var olmanın '76e hayatın anlamını sorgulamaz, varlık hakkında sahip olduğumuz bilginin ve bilimin de anlam ve değerini sorgular.Bu parçada anlatılanlara dayanarak aşağıdakidüşüncelerden hangisine ulaşılamaz?

A) İnsan, var olmanın anlamını sorgular.

B) Felsefi çalışmanın amacı, varlığın anlamını kavramaktır.

C) İnsan, bilimin sahip olduğu değerleri de araştırır.

D) İnsanın özünde; iyi, güzel gibi değerleri araştırma

isteği vardır.

E) Bilgi, varlığa çeşitli değerler yükler.

 

8. "Kurgusal düşüncenin ürünü büyük felsefi sistemler olarak, kendilerine çok değer verdiğimiz, insan yaşamına ve evrene ilişkin geniş kapsamlı görüşler; hiç kuşkusuz, insan zihninin ortaya koyduğu en etkileyici sanatsal başarılardandır. Büyük filozoflar, şiirsel hayal gücüne eleştirel kavrayışa, doğal dindarlığa ve tinsel sezişe sahip insanlardır." Bu parçada aşağıdaki düşüncelerden hangisine değinilmiştir?

A) Felsefi yapıtlar, sanat eserlerinden daha etkileyicidirler.

B) İnsan zihni, felsefeden daha önemli bir yapıt ortaya koymamıştır.

C) Büyük filozoflar, aynı zamanda birer şairdirler.

D) Her büyük felsefi sistem, kurgusal düşüncenin ürünüdür.

E) Felsefi ürünler, filozofların kişisel kaprislerinin birer yansımasıdır.

 

9. Küyel, "felsefede yapılan akıl yürütmeler ve elde edilen sonuçlar birbirlerine eklenerek, bir bütün elde edilmeye çalışılır" der. Bu bilgi, elde edilecek olan yeni bilgilerle zenginleştirilmeye hazır ve açıktır. Bundan dolayı felsefeyi, kendi tarihi akışı içinde ve çoğu zaman farklı sistemlerin karşılıklı etkileri çerçevesinde ele almak gerekir.Buna göre aşağıdaki düşüncelerden hangisine ulaşılabilir?

A) Farklı sistemler, birbirleriyle sürekli etkileşim halindedirler.

B) Felsefe, yığılan bir bilgi türüdür.

C) Bir araya getirilen her parça, felsefi bir bütün oluşturur.

D) Yeni bilgilerle bütünleştiği ölçüde felsefi bilgi, değer kazanır.

E) Kendi tarihi içinde felsefe farklı sistemler ortaya

koymuştur.

 

10. "Bilim adamı" diye adlandırdığımız kişiler de, kuşkusuz "derin ve bilinçli" düşünürlerdir. Ne var ki biz gene de felsefe ile özel bilimler arasında bir ayrım yaparız. Öte yandan zanaatkâr, sanayici, ev kadını, avukat da zaman zaman "derin ve bilinçli düşünür, ama onlar bundan ötürü ne filozof ne de bilim adamıdırlar."Bu parçada aşağıdaki düşüncelerden hangisivurgulanmaktadır?

A) Filozoflar, bilim adamlarından daha bilgilidirler.

B) Derin düşünme gücü, yalnızca filozoflara has bir

özellik olmalıdır.

C) Felsefe ve özel bilimler, hiçbir konuda benzerlik

göstermezler.

D) Filozof olmak, derin düşünmekten daha fazlasını

gerektirir.

E) Sanatçılar ve avukatlar, isteseler de filozof olamazlar.

 

11. "Her insan, kendi toplumundan, belli bir felsefe almıştır. Ancak bundan ötürü, her insan filozoftur denemez. Gerçek anlamda felsefi düşünce için zorunlu olan eleştirisel veya derin bilinçli tavra ancak, sınırlı bir insan grubu sahiptir. Bu özellik ve yöntem o kadar önemlidir ki, felsefe bazen bu deyimlerle yani "eleştirisel ve derin bilinçli düşünce" olarak tanımlanmıştır."Buna göre bir filozofta bulunması gereken temel özellik aşağıdakilerden hangisidir?

A) İçinde bulunduğu toplumdan, belli bir felsefi birikim

almış olması

B) Eleştiriyi, hayatının amacı edinmesi

C) Çalışmalarında, eleştiri dışında herhangi bir yöntem

kullanmaması

D) Sınırlı sayıdan oluşan bir insan grubuna dahil olması

E) Eleştirisel, derin ve bilinçli bir tavra sahip olması

 

12. "Stoacı Epiktetos'a göre: "felsefenin kaynağı, kendi yetersizliğini ve güçsüzlüğünü bilmektir." İnsan güçsüzlük içinde kendi kendine nasıl yardımcı olabilir? Yanıt şudur: Benim erkim içinde bulunmayan her nesneyi, kendi gereksinimi içinde pek de ilgi duymadan gözlemlerim; buna karşın içimde olanı, örneğin; bilgeliği ve tasarımlarımın içeriğini düşünceyle açıklığa ve özgürlüğe kavuştururum." Buna göre insanın kendi kendine yardımcı olabilmesiaşağıdakilerden hangisine bağlıdır?

A) Kendi yetersizliğinin farkına varmasına

B) Hiçbir nesneye yeterince ilgi duymamasına

C) Kendi içinde olanı, düşünceyle açıklığa kavuşturmasına

D) Yetersiz ve güçsüz yönlerini, felsefeye mal etmesine

E) Erki içinde bulunmayan hiçbir nesneyi düşünmemesine

 

 

 

13 "Tüm insanlar bu dünyanın ve varlığın evrensel bir nedeninin olması gerektiğini düşünür. Buradan da, "Tanrı

nedir?", "Tanrı ile varlık arasında nasıl bir ilgi vardır?" soruları doğar. Bu sorular din felsefesi tarafından incelenmektedir."Buna göre din felsefesiyle ilgili olarak aşağıdakilerden

hangisi vurgulanmaktadır?

A) Tüm insanları, aynı inanç altında topladığı

B) Her varlığa, evrensel bir nitelik kazandırdığı

C) Tanrı'ya dair bilinmeyen her şeyi açıkladığı

D) İnsanla Tanrı arasında bağlantı kurduğu

E) Varlık ve Tanrı arasındaki ilgiyi açıklamaya çalıştığı

 

14Bütün varlık alanlarını içine alabilen bilgi aktı, "düşünme" aktıdır. Algı aktı ile yalnızca suje ile dış dünyadakisomut varlıklar arasında ilişki kurulabiliyorken; düşünme aktı, daha geniş bir varlık alanını; geometrik şekiller,kavramlar, sayılar gibi soyut varlıkları da kapsamı içine almıştır.Buna göre algı aktını düşünme aktından farklı kılan özellik aşağıdakilerden hangisi olabilir?

A) Geometrik şekillerle ifade edilememesi

B) Bütün varlık alanlarıyla ilişki içinde olması

C) Soyut olan hiçbir şeyin varlığını kabul etmemesi

D) Sınırlı bir varlık alanını kapsaması

E) Somut olan tüm varlıkları kavramsallaştırması

 

15).İlk bilim adamı bir nesneye "acaba bu bana yiyecek, giyecek, barınak, araç, oyuncak veya silah sağlar mı ?" diye değil, sadece öğrenme, bilme merakını doyurma amacı ile yaklaşmıştır. Buna göre aşağıdaki yargılardan hangisine ulaşılamaz ?
A) Bilimin başlangıcında manevi çıkar maddi çıkardan önce gelmiştir.
B) Bilimde esas olan bilim adamlarının araştırma meraklarıdır.
C) Bilimsel araştırmaların temelinde merak ve öğrenme ihtiyacı vardır.
D) Bilim adamına değil onun uğraştığı projelere destek verilmelidir.
E) Bilim adamının düşünce yapısının merakla oluşmadığı düşünülemez.

 

16)."Yüzyılımızda analitik felsefenin bütün iddia ve isteklerine rağmen felsefenin kendisini onların hapsetmek istedikleri alanla sınırlanması ve bir çok düşünürün analitik felsefenin içine girilmesini yasaklamış olduğu alanlarda felsefi düşünme etkinliklerini hala sürdürmeleri, felsefeyi bilim felsefesine indirgemek isteyenlerin haksızlığını göstermektedir."
Paragrafta felsefeyle ilgili aşağıdakilerden hangisi iddia edilmektedir ?
A) Felsefe bilimin bir kolu değildir.B) Felsefenin en temel konusu bilgidir.
C) Her yüzyılda felsefe daha ileriye gider.D) Felsefenin yegane konusu bilim değildir.
E) Her düşünür ahlak, sanat, bilgi konularını ele almıştır

 

17.Felsefe, insanı geçmişin düşünce koridorlarında dolaştırmakla kalmaz, aynı zamanda insanın bugünü anlamasına da olanak sağlar. Geçmişi ve bugünü bir noktada buluşturan felsefe, birçok düşüncenin sergilendiği bir ortamda, ayaklarımızı yere sağlam basmamızı sağlar. Yoksa fırtınaya tutulmuş bir dal parçası gibi her yere savrulabiliriz ve savrulduğumuz yer hiç de istemediğimiz bir yer olabilir. Bu durum, felsefenin hangi özelliğine örnek oluşturmaktadır?

A)Yol gösterici olmasına

B)Anlamsız bir etkinlik olmasına

C)İnsana olumlu yaklaşan bir etkinlik olmasına

D)Sıra dışı etkinlik olmasına

E)Varlığa eleştirel yaklaşmasına

  

18.Philosophia, Grekçe kökenli bir kelime olarak,”bilgiyi ve bilgeliği sevmek” tir. Bu sevme karşılıksız, bilgiyi sadece bilgi için isteyen, çıkar gözetmeyen bir sevmedir. Bu düşünüş şekli, insanın bilgiyle ilişkisinde sözü edilen bilme eylemine, gerekli ve yeterli koşulları hazırlamaya çalışır. İnsanı yaşama ilişkin soru sorma davranışını, sorun düzeyinde sorgulamaya dönüştürür. Bu parçada, felsefeyle ilgili olarak aşağıdakilerden hangisi vurgulamaktadır?

A)Bilgiyi hiçbir fayda gözetmeden istemesi

B)Varlık dünyasını bir bütün olarak ele almak

C)Bilgi ve insan arasındaki ilişkide sadece çıkara yönelmesi

D)Bilimin ilerleyişini geriye doğru çevirebilmesi

E)İnsanın psikolojik sorunlarına ilgi duyması

 

19.Platon der ki “…hayret etmek; çünkü felsefenin bundan başka başlatıcısı yoktur.” Aynı şeyi Aristoteles şöyle söyler: “Zira insanlar, hayret etmenin içinden geçerek hem şimdi, hem de ilk olarak felsefenin başlangıcına vardılar. Fakat felsefe hep “hayret etme” noktasında kaldıysa, bu felsefe için yeterli değildir. O, evreni, doğayı ve insanı zihinsen olarak yeniden inşa etme faaliyetidir.” Bu parçada, felsefenin hangi özelliği vurgulanmaktadır?

A)Akılsal ve kurgusal olma

B)Deney ve gözleme dayanma

C)İnsan için gerekli bir etkinlik olmama

D)Varlığı sorgulayıcı bir tarzda ele alma

E)Teoride kalmayıp pratiğe de yönelme

 

20. Filozof dünyayı ve hayatı iş adamının, sanatçının ya da bilim adamının yaptığı gibi tek bir yönden görmek istemez. O, varlığı ve yaşamı tüm yönleriyle görmek ister. Bu parçada, filozofun hangi özelliği vurgulanmaktadır?

A)Eleştiriye dayalı düşünmesi

B)İçinde yaşadığı toplumu etkilemesi

C)Varlığa bütünsel yaklaşması

D)Dünce tarihine katkıda bulunması

E)Bilgeliğe ulaşma çabası içinde olması

 

21..Felsefede, aynı konudaki farklı görüşlerden birinin, diğerine göre daha doğru olduğu söylenemez. Filozoflar bakış açılarının farklılığından dolayı aynı konuda farklı sonuçlara ulaşabilirler. Mizaçlarındaki, yaratıcılıklarındaki ve koşullarındaki farklılıklar sebebiyle filozofların söylemlerinde farklılıklar olması kaçınılmazdır. Buna göre, aşağıdakilerden hangisi filozoflar için kesinlikle söylenemez?

A)Mutlak bilgilere ulaştıkları

B) Eleştirel bir bakışa sahip olduklarına

C)  Varlığı subjektif olarak ele aldıkları

D)Kişisel farklılıklarını felsefelerine yansıttıkları

E)Yaratıcı düşünüşe sahip oldukları

 

 22. Geçmişte filozof, gerçekliği bir bütün olarak sadece akıl ve sezgiyle kavramaya çalışmıştır. Ancak bilimin gelişmesiyle bu tutum gerçekliliğini yitirmiştir. Filozof artık kapsamlı bir dünya görüşü sunmaktan çok bilim, sanat ve ahlak alanlarındaki kavramları açıklığa kavuşturmak çabasındadır. Bu alanlarda ileri sürülen tez ve der yargılarını eleştirel bir yaklaşımla ele almaktadır.Bu paragraftan hareketle aşağıdakilerden hangisine ulaşılabilir?

A)Felsefe varlığı parçalara ayırarak inceler

B) Bilim, filozofun varlığa bakışını etkiler

C) Felsefe ele aldığı kavramları eleştirir

D)Bilimin felsefeyle ilişkisi kalmamıştır

E)Filozofun amacı evreni nesnel olarak açıklamaktır

 

23 Güneşin batışının güzelliğinden ya da bir kuşun güzelliğinden söz ettiğimiz gibi, bir şiirin, bir bestenin güzelliğinden de söz ederiz. Bu ve benzeri birçok şeyi güzel yada çirkin olarak değerlendiririz. Bu durumda estetik açıdan sorulması gereken, "Acaba doğadaki güzellikle sanattaki güzellik birbiriyle örtüşür mü? sorusudur. Bu­nunla, doğada güzel olan herhangi bir nesnenin bir sa­nat yapıtı haline getirildiğinde güzelliğinin devam edip etmeyeceği sorgulanır. Kuşkusuz bu soruya olumlu yanıt veremeyiz. Çünkü, doğada güzel olan bir nesne, bir sanatçının elinde çirkin bir nesneye dönüşebileceği gibi, çirkin olan bir nesne de bir başka sanatçının elin­de çok güzel bir nesneye dönüşebilir.Bu parçaya dayanarak aşağıda verilenlerden han­gisine ulaşılabilir?

A) Doğal olanla sanatın örtüşmesi, zamanla gerçek­leşir.

B) Estetik nesneler üzerinde genel bir ilkeye varıla­maz.

C) Güzellik, matematiksel olarak orantılı olandır.

D) Güzele, çıkar gözetmeyen bir beğeni ile yaklaşıl-malıdır.

E) Güzelin sorgulanması için nesnel bir bakış olmalıdır.  

 

24.Platona göre güzellik, bir ideadır; değişmez ve mut­laktır. İçinde yaşadığımız dünyada gördüğümüz ve gü­zel diye nitelediğimiz şeyler de bu ideadan pay aldık­ları ölçüde güzel görünürler. Bunlar asıl güzelliğin kop­yalarıdır.Platon'un bu görüşünden aşağıdakilerden hangi­sine ulaşılabilir?

A)Sanat, kendine özgü özelliği olan bir insan yara­tışıdır.

B)Güzel, hiçbir çıkar gözetmeksizin hoşlanmanın nes­nesidir.

C)Sanatsal etkinlik, Tanrısal aklın evrendeki ışıması-dır.

D)Sanat, idealardan yansıyanı taklit eder.

E)Sanat, yetkinliği arayan bir etkinliktir.

 

 

 

 

 

1. Felsefe tarihinde hiçbir filozof, bütün insanların doğru kabul edip benimseyeceği görüşler ortaya koyamamıştır. Her filozof kendi sistemini kurmuş ve insanlığın problemlerine yönelik çözümler üretmiştir. Kimi insanlar için Kant, kimileri için Hegel, kimilerine de Platon daha inandırıcı gelmiş olabilir ama felsefe tarihinde bir filozofun diğerine yeğlenmesi durumu hiçbir zaman ortak bir kabul olarak karşımıza çıkmaz. Bu parçada sözü edilen “bir filozofun diğerine yeğlenmesi” durumunu temel nedeniaşağıdakilerden hangisidir?

A)Filozofların öznel bilgiler sunması

B)Felsefenin olması gerekene yönelmesi

C)Filozoflar arasında kültürel farklılıklar olması

D)Felsefenin konularının değişken olması

E)Tüm filozofların ortak sonuçlara ulaşması

 

2. Filozof öne sürdüğü ilkeleri eleştirmeden benimseyen bir düşünce yapısına sahip değildir. O, mantıklı gerekçeler bulamadığı hiçbir bilginin peşinden gitmez. Onun tek rehberi akıldır. Buna göre, filozofun bilgiye yönelmesinde hangi tavrı takınmaması gerekir?

A)        Sorgulayıcı B)  Eleştirel

                  C)Mantıksal     D) Dogmatik    E)Rasyonel

 

3. Bir filozofun, en büyük gayesi, kolayca anlaşılmak olmalıdır. İşte bu nedenle, Berkeley “Herkes tarafından anlaşılmak istiyorum.”diyor ve herkes tarafından zor anlaşılan bir filozof olan Kant bile, “Sadece anlaşılmak istiyorum.”demek ihtiyacını hissediyor.Buna göre, filozoflar aşağıdakilerden hangisini amaçlar?

A)        Toplum içinde olmayı

B)        Varlığın özüne ilişkin bilgiler sunmayı

C)       Doğayı denetim altına almayı

D)        Tutarlı bir yaşamın yollarını göstermeyi

E)        Fikirlerini herkese kabul ettirmeyi

 

4. Filozof : - Bir şey sormak istiyorum.

      Bilgiç : - Sorsana.

      Filozof : - Sen bu ilmi nereden aldın?

      Bilgiç : - Güvenilir kimselerden.

      Filozof : - O güvenilir kimseler, kimlerden almış?

      Bilgiç : - Güvenilir kişilerden.

      Filozof : - Peki sen onların güvenilir ve sağlam bir ilme sahip olduğunu nereden

                       Biliyorsun?

      Bilgiç : - ?

5. Filozofu filozof yapan şey, insan yaşamının anlamıyla ilgili sorulara yanıt vermekten çok, bu konulardaki problemleri görebilmesidir. İnsan için önemli olan, yalnızca felsefeyi okumak ve felsefeyi bilmek değil, insan aklını zorlayan sorular sormaktır. Bu parçada, filozofun hangi özelliğine değinilmiştir? Olanı olduğu gibi kabul eden

A)        Toplumsal olaylardan etkilenen

B)        Anlamsız ve saçma düşünen

C)       Değer yargılarına uygun davranan

D)        Eleştiren ve sorgulayan

 

6. Filozof denildiğinde çoğunlukla her şey hakkında bilgi sahibi olan kişi anlaşılır. Aslında filozof, her şeyi bilen değil, bilgiyi seven, erdemli ve mutlu yaşam sürebilen kişidir. Buna göre, aşağıdakilerden hangisi filozofu en doğru anlatan ifadedir?

A)Filozof, düşüncelerini akla dayandırarak bilgiye ulaşandır

B)Filozof, sezgilerine dayalı düşünen mutlu insandır

C)Filozof, bilgeliğe ulaşma çabası içinde olan insandır

D)Filozof, düşünceleriyle toplumu etkileyen kişidir

E)Filozof, mutlak bilgiye ulaşmayı amaçlayan insandır

 

7. Vizyona yeni giren bir filmi izleyenlere filmin güzel olup olmadığı sorulabilir. Oysa filozof güzelin ne olduğunu sorgular. Ya da günlük hayatımızda “Saat kaç” diye sorduğumuzda filozof “Zaman nedir? “ sorusuyla ilgilenir. Buna göre, aşağıdakilerden hangisi söylenebilir?

A)Filozofun soruları varlığın genelini anlamaya yöneliktir

B)Her filozofun yaklaşımı kendine özgüdür

C) Felsefede sorular cevaplardan daha önemlidir

D) Her soru, yen bir cevabı beraberinde getirir

E)Şüphe bilgiye ulaşmada amaçtır

 

8. Felsefe dogmatizme dönüştüğünde kendi kendisine ihanet etmiş olur. Felsefe yapmak yolda olmaktır. Felsefede sorular yanıtlardan daha önemlidir. Her yanıt yeni bir soru olarak çıkar karşımıza. Buna göre, felsefi düşünüşte kesinlikle bulunmaması gereken özellik aşağıdakilerden hangisidir?

A)        Eleştiri temeline dayanması

B)         Aklı rehber edinmesi

C)       Akıl ve mantık ilkelerine dayanması

D)        Belirli bir yönteme sahip olması

E)        Var olan bilgilerle yetinmesi

 

9. Felsefe ilk Çağ’dan beri farklı şekillerde karşımıza çıkmıştır. Bazen “insanın kendini tanıması”, bazen “sade bir düşünme sistemi” bazen de “varlığı tanıma uğraşı” olarak tanımlanmıştır. Sokrates’e göre felsefe: “Neleri bilmediğini bilmektir.” İbn Sina’ya göre:” Nesnelerin hakikatlerini insanın kavrayabileceği kadar kavramasıdır.” Kant’a göre:” Bilginin nasıl mümkün olabileceğini öğretmektir.”Buna dayanarak, aşağıdaki düşüncelerden hangisine ulaşılamaz?

A)Felsefenin genel-geçer bir tanımı yapılamaz

B)Felsefi düşüncenin temelinde kişinin kendi bakış açısı vardır

C)Felsefi düşünce İlk Çağ’dan bu yana insanları ilgilendirmiştir

D)Felsefenin tam olarak tanımlanamaması onun varlığını gereksizleştirmiştir

E)Her filozofun düşüncesi kendi felsefesini oluşturur

 

10. “Felsefe tarihini anlatırken mümkün olduğunca şahsi görüşlerimi öğrencilerime aktarmamaya çalışırım. Kanımca filozofun yaşam şeklini, hayatı nasıl anlamlandırdığını ve yaşadığı dönemin özelliklerini objektif olarak değerlendirmek dinleyicinin işini kolaylaştırıyor. Aksi taktirde hem anlatılan kişinin düşüncelerini aktaran kişinin görüşlerini bir anda yorumlamak, öğrenci için kafa karışıklığı yaratabilir.”Bu parçada, aşağıdakilerden hangisi vurgulanmaktadır?

A)Felsefenin hayatla iç içe olduğu

B)Felsefenin farklı görüşlerin sentezi olduğu

C)Felsefe tarihini bilmenin önemli olduğunu

D)Felsefeyi anlatırken nesnel olmak gerektiği

E)Felsefenin sistemli ve tutarlı olduğu

 

11. Felsefe doğa bilimlerinde olduğu gibi doğrusal bir şekilde ilerleme göstermez. Çünkü her filozof kendi yöntemiyle, kendi bakışıyla, kendine özgü düşünce biçimiyle bilgiler üretir. Bu bilgilerin doğruluğu ve yanlışlığı, doğa bilimlerinde olduğu gibi test edebilme olanağına açık değildir.Bu bilgiye dayanarak, felsefenin nasıl bir özellik taşıdığı söylenebilir?

A)        Sistemli ve tutarlı olduğu

B)        Eleştirel olmadığı

C)       Deneysel olmadığı

D)        Genellenebilir olduğu

E)        Birikerek ilerlediği

 

12. Bir insanın yalnızlığı nasıl aşabileceği, nasıl mutlu olabileceğini bilim hiçbir şekilde açıklayamaz. Felsefenin ise bu konuda söyleyeceği çok şey vardır. İnsanın bu dünyadaki amacını, anlam arayışını, kendini tanımasını, kendi acılarına kendince çareler bulmasını anlatacak bir disiplin gerekmektedir ki bu da felsefedir.Buna göre, aşağıdakilerden hangisi felsefenin işlevleri arasında gösterilemez?

A)İnsan hayatını anlamlandırma

B)Olması gerekenle ilgili bilgiler üretme

C)Bireyin kendisini tanımasını sağlama

D)İnsan davranışlarını neden-sonuç ilişkisine indirgeme

E)İnsanın mutluluğunu, kendisinde aramasını sağlama

 

13. Felsefede söylenmemiş söz, savunulmamış düşünce kalmamıştır aslında. Bugü ortaya atılan her türlü felsefi düşünce kendisinden öncekinin izinin taşır. Felsefi düşünce kartopu gibi başlar, büyüyerek çığa dönüşür. Her yeni bilgi etkilenmeye, değiştirilmeye ve çoğaltılmaya açıktır.

Buna göre, aşağıdakilerden hangisine ulaşılabilir?

A)Felsefi düşünce, birikerek yığılır

B)Felsefe, varlığı bir bütün olarak ele alır

C)Felsefe olması gerekene yönelir

D)Felsefede sorular cevaplardan daha önemlidir

E)Felsefe varlığın akılla bilinmesidir

 

 

 

 

 

 

 

 14. Olayların genel gidişine bakarak yüzeysel sorunlarla ilgilenmek yerine, fikirlerin ve tutumların altında yatan nedenleri inceleyerek sorular soran herkesin filozof olduğunu söylemek mümkündür. Bu parçaya dayanarak, ulaşılabilecek en kapsamlı yargı aşağıdakilerden hangisidir?  

A)Olayların genel gidişatı üzerinde fazla durulmamalıdır

B)Her insan aslında birer filozoftur

C)Sorgulama etkinliği içinde olanlar filozof olma niteliği taşırlar

D)Filozoflar toplumda bazen anormal olarak tanımlanabilirler

E)Felsefi düşünceyi eğitim ile geliştirmek gereklidir

 

15. Felsefe tarihine bir göz attığımızda, aynı konu hakkında bile farklı görüşlerin öne sürüldüğüne şahit oluruz. Örneğin “Nasıl erdemli olunur?” sorusunun; Sokrates’te “bilgili olmakla “, Kyniklerde “her türlü zevkten uzak sade bir yaşamla”, Kyrenelilerde ise “her türlü hazza yakın olmakla “ biçiminde cevaplandırdığını görürüz.Bu durum, felsefenin hangi özelliği ile açıklanabilir?

A)        Öznellik

B)        Eleştirellik

C)         Sistemlilik

D)        Tümellik

E)        Mantıksallık

16).Filozof her türlü söze açıktı. O her zaman diğerinin deneyimlerini paylaşabilen kişidir. Ne zaman iki filozof birbiriyle zıt fikirlere sahipse, birbirinden öğrenecek çok şeyi var demektir. Bu parçada, filozofun hangi özelliğe sahip olması gerektiğinden söz edilmektedir?

A)        Olayları önceden tahmin etme

B)        İnsanlara gerçeği göstermeye çalışma

C)       Açık görüşlü ve hoşgörülü olma

D)        Bilgeliğe ulaşma çabasında olma

E)        Olaylara şüphe ile yaklaşma

 

17).İnsanlar kendilerini anlamak için kendilerine yönelik sorular sormak zorundadırlar. İşte bu noktada felsefe, insana, mutlu olabilmesi için kendini bilmesi gerektiğini söyler. Bu çağrı bütün ırkları, milletleri ve dinleri aşan, saf bir sorgulamayı içerir. Kendimizi anlamak varlığın ilk halkasını anlamaktır. Bu ilk halkanın ne olduğunu anladığımızda dünya, doğa ve evren gibi diğer halkaları da anlamanın ilk adımını atmış oluruz.Bu parçada, felsefenin hangi özelliğine değinilmiştir?

A)        Birikerek yığılma

B)         Dogmatik bir yapıda olma

C)       Genel- geçer sonuçlara ulaşma

D)        Deneylenebilir olma

E)         Yaşamı sorgulayarak yaşanır kılma

 

18). Nerede insan varsa orada filozof vardır. Çünkü filozof aklın ve kalbin olduğu yerde yaşayabilir. Peki, neden geri kalmış toplumlarda felsefi düşünme etkinliği başlamaktadır? Bu durumun en temel nedeni, o toplumların farkında olma durumundan yoksun olmalarıdır. Filozof ise insanın farkındalık ve sorgulama seviyesini artıran insandır. Felsefe ancak bu farkında olma mekanizma sı üzerine inşa edilebilir.Bu parçada, felsefenin hangi özelliği vurgulanmaktadır?

A)        Bilinçli ve eleştirel bir etkinlik olma

B)        Zaman ve mekân dışı olma

C)        Belirli insanlara özgü olma

D)        Sistemli bir etkinlik olma

E)        Dogmatik düşünme

 

19). “ Felsefe insan aklının ve yüreğinin her şeyi sorgulamasını ve anlamasını sağlayan en anlamlı etkinliğidir.”diyen bir filozof, insanın içinde yaşadığı evrenle olan ilişkisinde neyi kaldırmayı hedeflemektedir?

A)        Dogmatikliği

B)        Sorgulamayı

C)       Somut düşünmeyi

D)        Sistemli olmayı

E)        Akılcı davranmayı

 

20). Felsefi düşünce, günlük düşünceden ayrılı. Felsefi düşünce, derin anlamları ve insanın anlama çabasına eşlik eden simgesel anlamları öne çıkartır. Tüm dikkatini bu dünyanın olay ve yaşantılarına yöneltmek yerine, kavramlara dayalı düşünce sürecini incelemeye yönelir.

Buna göre, felsefi düşünüşü, gündelik düşünüşten ayıran özellik aşağıdakilerden hangisidir?

A)        Kavramsal ve soyut olması

B)        İnsan hayatını kolaylaştırması

C)       Olguları açıklamaya çalışması

D)         Eleştirel düşünceye dayanması

E)         Sistemli ve tutarlı olması

F)         

21.Bilim, olgular arasındaki neden-sonuç ilişkisini açıklama amacındadır. İnsandan bağımsız, nesnel bir tavırla her türlü “nasıl” sorusunu cevaplama eğilimindedir. Felsefede ise varlığın özü ve kaynağını bulmaya çalışma gibi iddialı ve bir o kadar da zor bir amaç ve bu doğrultuda da her türlü “neden” sorusunu sorma eğilimi vardır.Bu görüşler doğrultusunda, aşağıdakilerden hangisine ulaşılamaz?

A)        Bilimin olgusallığına

B)       Felsefe ve bilimin sorgulayıcı olduğuna

C)       Bilim adamlarının metafizik konularla ilgilenmediğine

D)       Felsefede gerçekliğin amaçlandığına

E)        Felsefenin varlığın görünen kısmını açıkladığına

 

22).Felsefe çözümlerin geçerli olmasıyla değil, problemlerin karşı konulmaz özelliğiyle vardır. Herkesin gözünde çözüm olan, filozof için yeniden bir problem olur. Filozof bir bakıma yığının kesin doğrularını problem haline getiren kişidir.Buna göre, aşağıdakilerden hangisineulaşılamaz?

A)Filozof, daima yolda olan kişi demektir

B)Filozof tüm sorunları aydınlığa kavuşturan kişidir

C)Filozof, eleştirel bir bakış açısına sahiptir

D)Filozofun mutlak doğruları yoktur

E)Filozof için önemli olan problemleri çözmek değil, belirlemektir.

 

23).Felsefenin olmadığı her yer ve zamanda dinsel-geleneksel öğretiler, insan yaşamını belirlemede etkilidir. Sorgulayıcı düşünüşle birlikte, bu türden öğretilerin etkisi azalmaya başlar. Fakat felsefenin kesin sonuçlara ulaşması, sonuca ulaşılan konumun bilimin alanına devredilmesi anlamına gelir. Bilimin tıkandığı noktalar olduğunda da, “yeni yollar” üretmek yine felsefenin görevidir. Bu görüşe dayanarak, aşağıdaki sonuçlardan hangisine ulaşılamaz?

A)Bilimin her sorunu çözemediğine

B)Felsefenin olanı olduğu gibi aktardığına

C)Sorgulayıcı düşünüşün dogmatik yapıyı ortadan kaldırdığına

D)Felsefenin eleştirel bir düşünceye dayandığına

E)Bilimin çözemediği sorunlara felsefenin yöneldiği

 

24).Sofistler ve Sokrates gelenekten gelen ölçüleri eleştirirler. Ancak Sofistler, herkesin üzerinde birleşebileceği bir doğru ve bir ölçü olduğunu kabul etmezler. Sokrates ise genel-geçer doğrunun bulunduğuna inanır. Sokrates’e göre bu doğrular doğuştandır. Ruhta uyku halinde bulunurlar, hatırlatma ile bilinç düzeyine çıkarlar. Buna göre aşağıdakilerden hangisine ulaşılabilir?

A)Her filozof çağının ürünüdür

B)Filozofların araştırmaları çözüme yöneliktir

C)Filozoflar aynı konuda farklı düşünebilirler

D)Filozoflar daha çok nesnel konulara yönelir

E)Filozof kendine sunulan bilgileri doğru kabul eden kişidir

 

25). – Locke’a göre, bütün bilgiler ve fikirler duyulardan gelir. Zihin başlangıçta “ boş bir levha “ gibidir.  Sokrates’e göre ise insan zihninde doğuştan her şeyin bilgisi vardır.Bu farklı yaklaşımların nedeni olarak, aşağıdakilerden hangisi gösterilebilir?

A)Felsefenin öznel olması

B)Felsefenin varlığı bütün olarak ele alması

C)Filozofların farklı yöntemler kullanması

D)Felsefenin bilimsel gelişimlerden etkilenmesi

E)Filozofların çağının koşullarından etkilenmeleri

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

1.Siyaset felsefesinde tartışılan yönetim biçimleri siyaset bilimine katkı sağlarken, fiziğin madde ve enerji konusundaki gelişmeleri de felsefeye yepyeni bir düşünce ufku açmıştır. Bu açıklamada, felsefeyle bilimin hangi özelliği vurgulanmıştır?

A)İşbirliği halinde olmaları

B) Farklı yöntemlere sahip olmaları

C)Birbirine zıt olmaları

D)Zaman içinde ilerleme göstermeleri

E)İnsan yaşamını olumlu etkilemeleri

 

 2. Felsefe insanın her konuda akıl yürütmesi için gerekli temelleri hazırlayarak onun bakış açısını genişletir. İnsana eleştirel düşünme yollarını öğreterek, onun toplum içinde söz söyleyebilme cesaretini kazandırır. İşte insanın kendi kendini yönetebilmesini sağlayan bu cesarettir. Bir toplumda sağlam akıl yürütmeler yapılamadığında, o toplumda düzenli bir işleyişte ortaya çıkamaz.

Buna göre felsefe, aşağıdakilerden hangisinin gelişimine zemin hazırlar?

A)        Demokratik bir yönetimin

B)        Sanatsal gelişimin

C)       Tarihsel bilincin

D)        Bilimsel gelişmelerin

E)        Mantık biliminin

 

3. Bazı insanlar felsefenin,”hayatın anlamı nedir?”türünden sorularla ilgilenilmesini gereksiz bulur. Bu türden soruları, boş oldukları karın doyurmadıkları ve somut bir sorunu çözemedikleri gerekçesiyle eleştirirler.

Bu düşüncedeki bir insanın felsefeyi eleştirme nedeni aşağıdakilerden hangisi olabilir?

A)        Felsefenin bilimlerin yöntemleriyle ilgilenmemesi

B)        Felsefenin hayret ve merakı gidermeye yönelik olması

C)       Felsefenin yaşamı olması gerektiği doğrultuda değerlendirmesi

D)        Felsefenin evreni tümel olarak ele alması

E)        Felsefenin gündelik problemlerin çözümüne yönelik düşünmemesi

 

4. Ne yazık ki felsefe, birçok soruya yanıt bulabilmiş olmasına rağmen, en güç soruya yani “felsefe nedir?”sorusuna tam yanıt verememiştir.”Felsefe” sözcüğü kadar anlam genişliği olan bir başka sözcük daha yoktur. Bugün herkes felsefeden söz ediyor; ama herkes felsefeden tamamen farklı şeyleri anlıyor.Bu durum, felsefenin hangi özelliğinden kaynaklanmaktadır?

A)        Varlığa bütün olarak yönelmesinden

B)        Akla dayalı olmasından

C)       Öznel bir etkinlik olmasından

D)        Sistemli olmasından

E)        Olması gerekene yönelmesinden

 

5.Nietzsche, insanı maymun ile üstün insan arasında bir köprü olarak görür. Zayıfların değil, güçlülerin yaşama hakkı olduğunu savunur. Acıma duygusunu reddeder ve merhametin, üstün insanda bulunmaması gereken bir duygu olduğunu savunur. Nietzsche’nin felsefesi Hitler’i etkilemiş ve Hitler bu etkilenmeyle dünyayı kana boyayan bir ideoloji üretmiştir. Buradan çıkarılacak sonuç aşağıdakilerden hangisidir?

A)        Filozoflar felsefelerine önyargısız ve eskimiş düşüncelerden arınarak başlarlar.

B)        Filozoflar düşünceleriyle tarihi ve toplumsal olayları etkilerler.

C)       Toplumda ortak kabul gören duygu ve düşünceler, filozofların düşüncelerini etkiler.

D)        Filozoflar, aynı konu üzerinde farklı zamanlarda, farklı düşünceler üretirler.

E)        Filozoflar için önemli olan problemleri çözmek değil, problemleri belirlemektir.

 

6.Filozof her şeyi bilen değil, bilgiyi ve bilgeliği seven, onu geçirmek için uğraşan kişidir. Filozof için başka bir amaç söz konusu değildir.Yukarıda filozofta bulunması gereken hangi özellik üzerinde durulmaktadır?

A)Faydayı amaçlamak

B)Varlığa tümel olarak yaklaşmak

C) Her şeye nesnel yaklaşmak

D) Salt bilgiyi aramak

E) Objektif davranmak

6. İnsan aklı öyle sorular tarafından rahatsız edilmektedir ki, akıl onları ne çözebiliyor ne de yatsıyabiliyor. Bu problemlerin özelliği tam olarak çözülememelerine rağmen bir türlü düşünceden atılamamalarıdır.

Bu durum aşağıdakilerden hangisini zorunlu kılmaktadır?

A)        Hayal gücüne yönelmeyi

B)        Akılcı düşünmeyi

C)       Deney ve gözlem yapmayı

D)        Metafiziğe dayalı düşünceyi

E)        Sezgilere güvenmeyi

 

7. Felsefe çözüm diye getirdiği sonuçlardan çok, evrenle ve insanla ilgili olarak ele aldığı sorunlarla ve bu sorunlara yaklaşım biçimi ile bir kimlik kazanır. Aranılan çözümleri versin ya da vermesin önemli olan felsefenin bize düşüncelerimizi zenginleştirmemizi sağlayan yeni ufuklar açmasıdır. Bu parçada felsefenin hangi özelliği vurgulanmaktadır?

A)        Evrensel konulara yönelmesi

B)        Soru sormayı daha fazla önemsemesi

C)       Mutlak bir bilgi sağlaması

D)        Geleceğe ilişkin öndeyide bulunması

E)        Aklın ilkelerince ortaya konması

 

8. Bir bilim adamının, doğruluğunu iddia ettiği bilimsel bilgiyi insanlara anlatması ve göstermesi mümkündür çünkü bu bilgi deneysel koşullarda sınanma imkânına sahiptir. Ancak filozofların ortaya koydukları sistemleri, insanlara gösterebilme ve doğruluğunu kanıtlayabilme gibi imkânları yoktur. Bu parçada sözü edilen durum felsefenin bilimden farklı olan hangi özelliğinden kaynaklanmaktadır?

A)        Bağımsız düşünceye dayalı olması

B)        Önermelerinin doğrulanamaması

C)        Varlığı bütün olarak ele alması

D)        Tarihsel gelişiminden soyutlanamaması

E)        Eleştirel bir yönteme sahip olması

 

9. Bir filozofun başka bir filozofun düşüncelerini kabul etmek bir zorunluluğu yoktur. Ancak bu durum filozofa başka hiçbir düşünceyi kabul etmeden diğer bütün düşünceleri yargılama hakkını vermez.Bu parçada filozofun hangi özelliği vurgulanmaktadır?

A)        Akla ve mantığa dayanması

B)        Evrensel olması

C)        Farklılığa açık ve hoşgörülü olması

D)        Objektif olması

E)          Varlığa tümel yaklaşması

 

10.Felsefe merakla başlar insanın evrendeki yerini anlamaya çalışması sonucunda ortaya çıkan merak, hayret ve şüphe insanı felsefe yapmaya yöneltmiştir. Peki, ama insan neyi merak eder? Bilimin tek tek varlık alanlarına yöneldiği yerde felsefe bütün varlık alanı ile ilgilenir. Bu nedenle bir “insan felsefesi “ “ varlık felsefesi “ “ değer felsefesi “ nin yanında bilim felsefesi dediğimiz bir alan da vardır. Öyleyse felsefenin çıkış noktası insan ve onun bu dünyadaki yeri ise varlığa ait her türlü bilgi bizim alanımıza dâhildir. Bu parçaya göre, felsefenin konusu nedir?

A)        İnsanın yaşayış şekli

B)        Bilimsel bilginin verileri

C)       Metafizik varlıklar

D)        Somut varlık alanı

E)        İnsana dair her şey

 

11. Felsefe ile din uzlaştırılamaz iki alan değildir ama çok da fazla ortak paydalarının olduğu söylenemez. Sorgulayıcı ve eleştirel olması felsefenin temel özelliği iken; dinin dogmatik olduğunu görüyoruz. Din, dogmatiktir çünkü dinden yana tavır koyan kişi Tanrı’nın varlığını kanıtlamaya çalışır. Bu nedenle tartışılamaz olan din, felsefeden farklı bir özellik gösterir. Ancak felsefe evreni ve insanı anlama çabası ise felsefeyle dini, amaçları açısından çok farklı alanlar olarak değerlendirmek de yanlış olur. Paragraftan çıkarılabilecek sonuç aşağıdakilerden hangisidir?

A)Felsefeyle din uzlaşamaz iki alandır

B)Felsefe dini bilgiyi temellendiren araçtır

C)Felsefenin konusu metafizik konular olamaz

D) Felsefe ve din evreni ve insanı anlama çabası içindedirler

E)Din, Tanrının varlığını eleştirel bir üslupla kanıtlamaya çalışır

 

 

 

 

 

12. Galileo’nun serbest düşünme yasasını doğrulamak mümkündür. Ancak; Platon’un felsefesindeki, içinde yaşadığımız dünyanın dışında değişmeyen, ezeli-ebedi varlıklardan meydana gelen idealar dünyasını ispat etmek imkânsızdır .Buna göre, felsefeyi bilimden ayıran temel fark nedir?

A)        Olgusal olarak doğrulanamaz olması

B)        Evrensel konulara yönelmesi

C)       Somut kavramlarla ilgilenmesi

D)        Yalnızca olanı ele alması

E)        Sistemli olması

 

13. Felsefenin yüksek bir refah düzeyine sahip ve merak duygusunu tatmin etmeye çalışan bir toplumsal ortamda oluştuğunu görmek tesadüf değildir. Kişinin kendisine sunulanla yetinmemesi ve geleneksel düşüncelerden farklı düşünmeye başlaması felsefenin doğmasının ön koşuludur. İlk felsefi çabalarla Mitolojinin sunduğu bilgiler eleştirilmiş ve varlıklarla ilgili “ neden “ sorusu anlaşılmaya ve açıklanmaya çalışılmıştır.

Buna göre, felsefenin doğmasında,

I.                      Ekonomik düzeyin iyi olması

II.                     Yaşamı kolaylaştırma çabası

III.                    Geleneksel görüşlerin sorgulanması

Özelliklerinden hangilerinin etkili olduğu söylenebilir?

A) Yalnız I     B) Yalnız III      C) I ve II   

D) I ve III      E) II ve III

 

14.Felsefenin “neyim ben?” sorusuna Platon, Aristotales’ten çok başka bir yanıt verecektir. Platon’un felsefesi ruh kavramına odaklanırken, Aristotales’in felsefesi de bir o kadar doğa kavramına yönelecektir.

Bu parçada, felsefi sorulara verilen cevapların hangi niteliği vurgulanmaktadır?

A)        Tutarlı olma

B)        Öznel olma

C)       Belirsiz olma

D)        Sistemli olma

E)        Evrensel olma

 

15).Kimilerine göre düşünmek dünyanın en saçma işidir. Hatta soru sormak gereksiz sıkıntılara sahip olmamıza bile neden olur. İnançları, değer yargılarını ve eylemleri sorgulamak boş bir uğraştan daha fazla bir anlam ifade etmez. Oysa hayatı olduğu gibi kabullenirsek iç huzura ulaşmış oluruz. O halde bu bakış açısına sahip olan insanlara şu soruyu sormak gerekir: İnsanlığı en ilkel dönemden günümüze kadar getiren düşünce değil de nedir?Paragrafta aşağıdakilerden hangisi eleştirilmektedir?

A)Düşünmenin insanın en temel eylemi olduğu inancı

B)İnsanın soru sorarak hayatını anlamlandıracağı düşüncesi

C)İnsanların düşüncelerini eyleme yansıtamamaları

D)Düşünmenin toplumsal farklılıklar göstermesi

E)Sorgulamanın gereksiz bir eylem olduğu düşüncesi

 

16).Felsefenin doğum gününü kutlayamayacağınız ne yazık ki. Çünkü felsefenin insan hayatına ne zaman girdiğini kesin olarak bilen birisi yok. Onun Thales’le başladığını söylemek ise Thales’ten önce yaşayan insanların düşünmediğini, merak etmekmediğini söylemek anlamına gelir ki bu da onlara haksızlık olur. Felsefenin başlangıcı eski zamanların karanlığında bir yerlerde olsa gerek.Buna göre, felsefenin başlaması neyle açıklanabilir?

A)        Merakla başlayan düşünceyle

B)        Coğrafi koşulların değişmesiyle

C)       Mitoslara duyulan güvenin artmasıyla

D)        Ekonomik zenginliğin artmasıyla

E)        Tarihsel birikimin olgunlaşmasıyla

 

17).Yeni Çağ’da Galilei ve Newton, doğa felsefesinin fiziğe; Kopernik ve Kepler yine doğa felsefesinin astronomiye dönüşmesine öncülük ederler.19. yy.da ise bilimlerin felsefeden kesin olarak ayrılma süreci başlamıştır. Bu yüzyılda sadece doğa bilimleri değil insan bilimlerden felsefeden ayrılmıştır.Buna göre, aşağıdakilerden hangisine ulaşılabilir?

A)Bilim, felsefeyi etkilemektedir

B)Felsefe ve bilimin herhangi bir ilişkisi yoktur

C)Felsefe hiçbir zaman bilim olmamıştır

D)Bütün bilimlerin kaynağı felsefedir

E)Felsefe ve bilimin ilişkisi sürekli değişmektedir

 

18). Felsefe sadece herhangi bir alana ilişkin düşünmez aynı zamanda, o alana ilişkin ürettiği düşünceler üstüne de düşünür.Burada özellikle felsefenin hangi özelliği vurgulanmaktadır?

A)        Eleştirel bir düşünme etkinliği olduğu

B)        Kendi etkinliği üzerinde düşündüğü

C)       Evrensel konuları ele aldığı

D)        Bilimsel sonuçlar üzerine düşündüğü

E)        Soyut konuları ele alan bir etkinlik olduğu

 

19. Filozof, yaşamı içerisinde belli bir duruşa sahip olan, kendi yaşamını sorguladığı gibi içinde bulunduğu geleneksel düşünce ve inançları da sorgulayabilen insandır.Yukarıda, filozofun hangi özelliği vurgulanmaktadır? 

A)        Gerçeğin bilgisine ulaşmaya çalışır

B)        Akıl ilkeleri çerçevesinde düşünür

C)       Konularına eleştirel yaklaşır

D)        Yaşadığı koşullardan etkilenir

E)        Varlığa bütünsel yaklaşır

 

20). Felsefeci olduğunuzu söylemek, intihardan farksızdır. Birisi size mesleğinizi sormuşsa, felsefe okuduğunuzu ve öğrettiğinizi beyan etmeniz genellikle konuşmayı sona erdirir. Çoğu insanın gözünde canlanan felsefeci imgesi, meraklı, hayatın somut gerçekleriyle ilgisi olmayan fikirlerin ve ideallerin peşinden giden, sorulara anlaşılmaz cevaplar veren, fildişi kulesine çekilmiş biridir.Bu durum, felsefenin hangi özelliğinden kaynaklanmaktadır?

A)        Öznel ve deneysel olmasından

B)        Soyut ve teorik olmasından

C)       Anlamsız olmasından

D)        Cevaplarının değişmemesinden

E)        Varlığı ele almasından

 

21. Felsefi tartışmalarda büyük filozofların düşüncelerinden söz açılar ama kimse bu sistemlerden birisi ya da ötekini paylaşmak ya da kabul etmek zorunda değildir. Zaten hiçbir felsefe sistemi üzerinde de tamamıyla bir anlaşma olmamıştır. Çünkü bu sistemler çoğu zaman birbirini tutmayan Hatta karşı karşıya olan sistemdir. Bu durum, felsefenin hangi özelliğinden kaynaklanmaktadır?

A)        Bireysel olması

B)        Tutarsız olması

C)       Evrensel olması

D)        Yöntemsel olması

E)        Bütünsel olması

 

22. Bilim dünyasında, herhangi bir bilim adamı bir buluşu gerçekleştirememişse, bir başka bilim adamı o buluşu er ya da geç o buluşu gerçekleştirecektir. Ancak felsefe dünyasında durum farklıdır. Örneğin, Locke, “ insan anlığı üzerine bir deneme “ kitabını yazmasaydı bir başka filozof yazardı diyemeyiz.Bu durum, felsefenin hangi özelliğinden kaynaklanmaktadır?

A)        Nesnel olma

B)        Öznel olma

C)       Akla dayalı olma

D)        Bütünleştirici olma

E)        Soyut olma

 

23. Olayları anlamak isteyen birey, olayların bilgisini akılsal bir sistem içerisinde yorumladığı zaman felsefi bilgi üretmiş olur. O halde felsefi bilgi, akıl yürütmeler sonucunda elde edilmiş sistemli bir bilgidir. Bu parçada felsefenin hangi özelliği vurgulanmıştır?

A)        Kuşatıcı bir faaliyet olması

B)        Zihinsel bir faaliyet olması

C)       Evrensel konuları ele alması

D)        Merak ve hayret duygusunu gidermesi

E)        Eleştirel tavra sahip olması

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

1-. Felsefi bilgiler, ele alınan bir konudaki düşüncelerin, çelişki taşımayan akıl yürütmeler halinde, mantık ilkele­rine uygun olarak bir araya getirilmesiyle ortaya konur.

 Yukarıda felsefenin hangi özelliği vurgulanmıştır?

A) Genelliği B) Evrenselliği C) Yaratıcılığı D) Tutarlılığı   E) Sorgulayıcılığı

 

2-insanların çoğu, temel inançlarını sorgulamaz. insan öldürmenin niçin yanlış olduğunu, yalan söylemenin ni­çin olumsuz bir davranış olduğunu, temel hakların niçin korunması gerektiğini sorgulamadan, genel, toplumsal kurallara göre değerlendirir. Oysa felsefe, ele aldığı tüm konulara eleştirel bakış açısıyla yaklaşır, sorular sorar. Onları verili kurallarla değil, temel değerlerle sor­gular. Parçada felsefenin hangi özelliği vurgulanmıştır?

A)   Felsefe, toplumsal kurallara dayanır.

B)   Felsefe, eleştirel, sorgulayıcı ve düşünsel bir etkinlik­tir.

C)   Toplumsal kurallar, sorgulanmadan kabul edilmeli­dir.

D)   Felsefe, olumsuz davranışlara ilişkin kurallar koyar.

E)   Felsefe, toplumsal değer yargılarını belirler.

 

3-Felsefe, özel bir araştırma alanı olarak, diğer araştırma alanlarından, sorduğu sorularsn niteliği ile ayrılır. Felsefe sorularının hangi özelliği onu diğer alanlar­dan ayırır?

A)   İnanç alanına yönelik olması

B)   Olaylar arasındaki neden - sonuç ilişkilerini açıkla-

C) En genel kavramları sorgulaması

D)   Eleştirel ve sorgulayıcı olması

E)   Kesinlik bildiren yargılara ulaşması

 

4-

Bakış Felsefi Aforizmalar

Öztürk Aydın

2015 – 2020

Yaşayan açık kitaplar “Ücretsiz” Online Okunur.

Bir din, ne kadar çok karanlık olursa, kadar tanrısal olur.”

“Hukuk en üstün değer olarak kabul edilmezse,başka alanlarda ki başarılar

pek fayda vermez.”

“Ey insan! Milyonlarca yıl önce ne idiysen, o olacaksın.” Jean Meslier

“Aydınlanmış bir insanın, tekrar karanlığa dönmesi onu övüp inanması asla

düşünülemez!”

Ben Kimim?

"Ben bir Ateistim. Doğayı severim, hayvanları severim, insanlar arasında

ayrımcılık yapmam, Dünyaya değer veririm. Savaşlara karşıyım, aç insanları

doyurmak isterim. Hayatı anlamaya, evreni de incelemeye çalışırım.

Kimsenin canını sırf benim gibi düşünmediği için yakmadım yakmam da.

Kimseye, sırf benim gibi inanmadığı için sonsuza dek işkence göreceğini

söylemedim söylemem de. Ben iyilik yaparım, ve iyilik yapmak için herhangi

bir kitaba ihtiyaç duymuyorum.Tek derdim, Cennete gitmek değil, cenneti,

Dünya'da yaşatmaktır. Bunu kabullen yada kabullenme. Ben bir Ateistim."

“Ben sıradan insanlar için düşünüpte yazmadım. Felsefem yaşadığı çağın

içinde ender rastlanan istisna olarak düşünebilecek çocuklara bir miras


birakıyorum.”

Pusula sözlerden seçmeler:

Bazen insanlara bakıyorum da hoşlanmaya değer bir şey görmüyorum. There Will Be

Blood (2007)

İnsanların öldüğü hiçbir dava haklı değildir. Piyanist

Sizin yarattığınız tanrıdan korkuyorum, tıpkı size benziyor sizin Tanrınız da... Küçük, yalancı,

yozlaşmış, zenginlerin yanında fakirlerden uzakta...

Yarattığınız sahte Tanrıyı yok edin. (PK-2014)

Din insan icadı ve hayalidir. Allah insanı değil, insan allahı yaratmıştır. dinin ahkam ve

evamiri insanın idealleşen kendi fikirleridir. Bilmin ilerlemesi sayesinde insan uyanacak ve

dini değil bilmin sesine kulak verecektir. Ludwig Andreas Feuerbach

Gerçeği söylemek ve yalanları gözler önüne sermek aydınların sorumluluğudur. Noam

Chomsky

Yüksek fikirler, yüksek dağlara benzer, alışık olmayanları ürkütür. Cenap Şahabettin

Dünya, aklı olup dini olmayan adamlarla, dini olup aklı olmayan insanlar olarak ayrılmıştır.

İbni Sina

Filozofların aydınlatmadığı toplumu, şarlatanlar aldatır. Marquis de Condorcet

Bir yerlere giden insan, asla aynı kişi olarak dönmez. DupaDealuri

Yazıyorum çünkü içimde susturamadığım bir ses var. Sylvia Plath

Çoktanrıcı ya da tek tanrıcı bütün dinler gereksizdir, insanların mutluluğu için doğanın ve

aklın yasaları yeter. Jean Bodin

Aranmadan ansızın akla gelen düşünceler çoğunlukla en değerli olanlardır ve bu yüzden

korunmalıdırlar; çünkü nadiren tekrar gelirler. John Locke

Hayatı arzular değil, düşünceler belirler. Marianne Williamson

Yalnızlık, en büyük servettir. Goethe

Deli, aklını yitirmiş insan değildir. Deli, aklından başka herşeyini yitirmiş insandır. Gilbert
Keith Chesterton

Yaşamındaki sınırlar yalnızca senin belirlediklerindir. Epiktetos

Sadece eğitimli olanlar özgürdür. Epiktetos

İbrahim kaynaklı 3 din arasındaki farklar; Yahudiler -Duvara doğru mırıldanırlar.

Hristiyanlar -Tavana doğru mırıldanırlar. Müslümanlar -Yere doğru mırıldanırlar. Bill

Maher

Aslında öldürmek mantıksız, biraz beklesek insanlar zaten ölüyor. Cesare Pavese

Korkunun en iyi ilacı bilgidir. Robin Sharma

İnsanı olgunlaştıran yaşı değil, yaşadıklarıdır. Bernard Shaw

Din milyar dolarlarla oynar, hiç vergi ödemez ve hep daha fazlasını ister. George Carlin

İşler zorlaşınca insanların niteliği ortaya çıkar; Kimisi kollarını sıvar, kimisi burun kıvırır,

kimisi de toz olur. Sam Ewing

Sadece her şeyi kaybettikten sonra özgür kalabilirsin. Tyler Durden

Her şeyden önce korkmayı bırakıp, bir gün öleceğini kabul etmek zorundasın. Tyler

Durden

Ya ırk, din, para gibi sosyal ayraçların hükmünü ortadan kaldıracağız, ya da bunların

hükümleriyle birbirimizi ortadan kaldıracağız. Quaris Quarty

Savaşları zenginler çıkarır, fakirler ölür. Jean Paul Sartre

Bütün erkekler tecavüzcüdür ve bu hepsi için geçerlidir. Marilyn French

Ah, siz erkekler. Fareden farkınız yok. Bir delik gördünüz mü hemen dalarsınız. Erica Jong

Korku kültüründe vicdan değil yalakalık zekası gelişir. Kunter Kurt

Artık iyi olanların değil, iyi olmayanların dünyası burası! William Shakespeare

Boyun eğmektense, umutsuzluğa düşün daha iyi! Friedrich Nietszche

Bazen insanlar gerçeği duymak istemezler çünkü sanrıları yıkılsın istemezler. Friedrich

Nietzsche

İnanç; gerçeği bilmek istememektir. Friedrich Nietzsche


Köleler zincirler içinde her şeyi; hatta onlardan kurtulma isteğini bile yitirirler. Jean Jacques

Acı duyabiliyorsan, canlısın. Başkalarının acısını duyabiliyorsan, insansın. Tolstoy

Mezbahalar var oldukça savaşlar sürecektir. Tolstoy

İnsan et yemeden yaşayıp sağlıklı olabilir; o nedenle et yerse, sırf iştah için hayvanların

öldürülmesinde payı olur. Ve böyle davranmak ahlaksızlıktır. Tolstoy

Cehalet hep aynı şeyi söyler; Bilmediği bir şey varsa, onun saçma olduğunu söyler... Tolstoy

En büyük felaket ölümdür. Miguel de Cervantes

Korkmayı reddedersen, seni korkutacak bir şey kalmaz. Mahatma Gandhi

Sana yapılmasını istemediğin bir şeyi başkasına yapma! Thomas Hobbes

Kendi ışığına güvenen, başkasının parlamasından rahatsızlık duymaz.Victor Hugo

Korku mantıktan daha kuvvetlidir. Yunan Atasözü

İnanmadığım bir yolda herkesle yürümek yerine; İnandığım yolda tek başıma yürümeyi

tercih ederim... Icarus

Dar yerden çıkanlar geniş yerlere sığmazlar. Aziz Nesin

Kapitalizm dindir.Bankalar kilise, bankacılar rahip, zenginlik cennet, fakirlik cehennem,

zenginler aziz, fakirler günahkar, mülkiyet kutsaldır, PARA İSE TANRIDIR..!!! Miguel D

Lewis

Üçüncü bir yolda ilerlemek istiyorum. Sana ya da ona değil, yalnızlığa çıkan yolda... Franz

Kafka

Kimse ışığı hayal ederek aydınlanmaz. İnsanı aydınlatan karanlığı idrak etmektir. Carl

Gustav Jung

Dışarı bakan hayal görür; içeri bakan uyanır. Carl Gustav Jung

İyi matematik bilmeyen toplumlarda adalet yoktur. John Nash

Her gün aynı elbiseyle dışarı çıkmaktan utanan insanlar neden her gün aynı düşüncelerle sokağa
çıkmaktan utanmazlar ki? Fahrian Berotti

Arapların milli dini olan İslam nereye gittiyse savaş, vahşet, gerilik,
yobazlık, zulüm götürmüştür. Yüksek bir insan topluluğu olan Türk Ulusu,

müslüman olduğu bin yıl içindezamanla köklerinden koparılmış, araplaştırılmıştır.

TÜRK ULUSUNUN ÖZÜNE DÖNEBİLMESİ,

GELİŞEBİLMESİ İÇİN MUTLAKA “İSLAM"I ULUSAL BÜNYEDEN SİLİP ATMASI GEREKİR.

Eski Türk geleneklerine göre: Tek eşlilik esastır yani babalarımız kimsenin namusuna göz

dikmezdi.

Kendi aklını kullanmayan insan, kitapların en güzeline, en yücesine de inansa özgür

düşünemiyor demektir.

Unutma, sana ışık tutanlara sırtını dönersen; göreceğin tek şey kendi karanlığındır.

Filozofların aydınlatmadığı toplumu, şarlatanlar aldatır.

Cehalet, taklit intihardır.

Taklit etmek, hayatı ıskalamaktır.

Taklit aptalca olmaya mahkumdur…

Şimdiye kadar kimse taklit yoluyla büyüklüğe ulaşamamıştır.

Korku çok büyük bir silahtır, Karar verme özgürlüğünü elinden alır..!

Din terörden,Terör dinden beslenir. Dinlerin, tarihsel süreçten bu yana adı koulmamış

gerçek anlamdaki manası terörizmdir ve bu korkunç ve karanlık idoloji, insanlığın sonunu

getirecek en büyük kitlesel aygıttır.”

Sadeleşmek bomboş bir hayat yaşamak demek değildir. Yaşanacakalan yaratmak

demektir.

Yaşadığın yeri; cennet yapamadığın müddetçe, kaçtığın her yer cehennemdir."

Akıl kendine boyun eğer. Cehalet ise kendine dayatılan her şeye.

Gerçekleri gizlemek için çiltler dolusu yalan uydurulmuş.

Korku ile doldurulmuş bir zihinde akıl bulunmaz!

Rahat ölmek için ne çok uğraşıyoruz !

Bütün uyuyanları uyandırmaya, Bir tek uyanık yeter.


Uyuyanları uyandırmak kolay da, ölüleri diriltmek zor.

En tehlikeli insanlar; büyük makamlara gelmiş küçük “İNSANLARDIR.

Bütün uyuyanları uyandırmaya, Bir tek uyanık yeter.

Yalnızca başkaları için yaşanan bir hayat yaşanmaya değerdir.

İnsanlar seni çözemedikleri zaman, ön yargılarını kullanır...

Dünya seyirci kalıp hiçbirşey yapmayanlar yüzünden tehlikeli bir yerdir..!

Yüksek fikirler, herzaman sıradan yobazın şiddetli muhalefetleriyle karşılaşırlar.

Bazen akıllı olabilmenin tek yolu biraz delirmektir.

Korkudan daha güçlü olan tek duygu umuttur.

Kimileri varlık içinde yokluğu, kimileri ise yokluk içinde varlığı tartışır!

İnsanlar seni çözemedikleri zaman, ön yargılarını kullanır.

Savaşı öven insanları savaşın tam içine, en ön cepheye; saldırının, şiddetin tam ortasına

yollayın.

Sorunu değil Çözümü düşün. Soruna odaklanmak yerine çözüme odaklanmalısın.

Göreceksin ki çözüme odaklanıncasorun küçülecektir...

Geçmişi hatıralar, geleceği ise umutlar kapsar.

Geçmiş yaşadığımız günü kemiren ve öldüren bir hatıradır.

Geçmiş, yaşayışımızın kemirilmiş ve ölmüş bir ucudur, gelecek ise canlılık verimlilik doludur.

Geçmişe takılı kalmak, geleceğinizdeki güzel günleri çalar. “Geçmişe değil, geleceğe

odaklanın.

Her şey geçicidir; Olaylar, insanlar, duygular. Bunların parçası olma, sadece izle ve geçmişi

geride bırak.

Geleceği geliştirmeye çalışan birinin önüne geçmişi getirmeyin.

Dünün güneşi ile bugünün çamaşırlarını kurutamazsınız.

Dünü toprağa gömmedikçe yarınlar yeşermiyor.

Kim geçmişinden kurtulursa, Korkusunu da yener.


Geçmişiniz aradığında telefonu açmayın. Söyleyecek yeni hiçbir şeyi yok.

Geçmişinize bakmayı bırakın.O yöne gitmiyorsunuz...

Size geçmişinizi unutturan kişi, sizin geleceğinizdir.

Hep geçmişi yaşarsan, Bulunduğun zamanda Yavaş yavaş çökersin.

Geçmişe ağlama, geleceğini bulandırır. Geçmişte bir ümit yoktur; “Geçmiş olan çoktan

bitti. Gerçek olan şey ise ‘şimdi’dir.

Madem dininden o kadar eminsin, Benim inanmamam seni neden bu kadar rahatsız

ediyor?

Eğer insanları, düşündüklerine inandırırsanız, sizi severler. Gerçekten düşündürürseniz,

sizden nefret ederler.

Şiddet ahlak seviyesi düşük erkeklere her zaman çekici gelmiştir.

Tanrı’nın merhametsizliğinin en büyük kanıtı; Yaratma Becerisi’ni yalnızca kendisine

alması, fakat Öldürme becerisi’ni her isteyene sınırsız ve koşulsuzca vermesidir.

Dünya çok acı çekiyor. Ama kötü insanların şiddetinden değil, iyi insanların sessizliğinden.

Aydınlar her zaman sıradan inançlı insanların şiddetli muhalefetine maruz kalırlar.

Dünya yaşamak için tehlikeli bir yer, ama kötü insanlar yüzünden değil, bununla ilgili hiçbir

şey yapmayan insanlar yüzünden.

Otoriteye körü körüne inanmak gerçeğin en büyük düşmanıdır.

Dünyada ki kötülükler ona seyirci kalanların yüzünden yayılıyor.

Kötülerin kazanması için iyilerin seyirci kalması yeterlidir.

Kötülükler gidince, her yer cennet olur.

Bir insanı çok büyük görmek “KORKAKLIKTIR”.

Cehalet, kibir, öfke, kıskançlık ve açgözlülük, “CAHİL BİR KİŞİDEN KAYNAKLANIR”.

Yükün dürüstlükse; Gücün düşer belki ama “BAŞIN DÜŞMEZ”.

Başkalarının canlarını incitmekten kaçın. Verdiğin “ACININ ZEHİRİ” sana geri döner.

En tehlikeli insanlar büyük makamlara gelmiş küçük "İNSANLARDIR"


Paraya zaafı olan kadından, kadına zaafı olan adamdan, uzak duracaksın.

İyi insanları cezalandıran bir tanrıya beni inandıramazsınız.

Bilginin amacı; insanı bilgisizlik ve boş inançlardan tanrı ve ölüm korkusundan

kurtarmaktır. Ve bu olmadan mutlu olmaya imkan yoktur.

Aydınlanma; Kişinin kendi aklını kullanmaya cüret etmesidir.

Bütün dinler zalimdir, hepsi kan üzerine kurulmuştur.

Unutma; insanlar bilgi değil, avuntu isterler!

İyiler kaybetmez, kaybedilir.

Dünyada iki farklıinsan türü vardır: Bilmek isteyenler ve inanmak isteyenler.

Sürekli güçlünün yanında yer almak adamı yalaka, dalkavuk yapar.

Hangi iktidar din sömürüsüne sığınmışsa, mutlaka yıkılmıştır.

Bilgi sahibi olmadan, fikir sahibi olunmaz.

Her dönemde karanlıkları aydınlatan bir ışık olacaktır.

Bir kişiye yapılan haksızlık, bütün topluma karşı işlenen bir suçtur.

Kimi ölüler bize ne kadar yakın; Yaşayanların birçoğu ne kadar da ölü.

Eğer, demokrasiden yanaysak, özgürlükleri, toplumun her kesimi için savunalım.

Kaplanın sırtında hüküm sürenler, bir gün o kaplana yem olmaktan kurtulamazlar.

Hayatta korkulacak hiçbir şey yoktur. Sadece anlaşılacak şeyler vardır.

İnsanlar konusunda daha az, fikirler konusunda daha fazla meraklı olun.

Korku, karanlık tarafa giden yoldur. Korku öfkeye; öfke nefrete; nefret ise acıya yol açar.

Ölümden korkmuyorum çünkü ben varken o yok, o varken de ben yokum.

Diktatörler, kendilerine itaat edildiği için iktidarda kalırlar. Onlardan korkulmaz ve itaat

edilmezse zorda kalırlar.

Düşük zekâlı cahil toplumlarda akıllılar aşağılanır, aptallar yüceltilir; zekiler taşlanır,

ahmaklar baş tacı edilir!!

Eğer bir ülkede kendi insanlarını kandıran bir medya varsa, o ülkenin başka bir düşmana
ihtiyacı yoktur.

Dünyanın her yerinde milyonlarca aç insan varken, her ülkede binlerce evsiz insan varken,

bazı kıtalar korkunç bir sefalet içerisindeyken, bütün

Dünyada yeterli sayıda okullar, yeterli sayıda hastaneler yokken, kiliseler, camiler,

sinagoglar veya tapınaklar inşa etmek veya silahlara, savaş endüstrisine para harcamak

insanlığa yapılan en büyük ihanetlerdir!

Aptallara alerjisi olmayanın, aptallığı kronikleşmiştir.

Yenilenlerin tarihini, yenenler yazmıştır.

Acı çekmeyenler, başkalarının acı çekebileceğini akıllarını bile getirmezler.

Hayvanları yemeyi reddediyorum; çünkü, başka canlıların çektiği acı ve ölümle

beslenemem. Böyle yapmayı reddediyorum.

O kadar çok acı çektim ki, kendi acılarımı hatırlayarak başka canlıların acılarını

hissedebiliyorum.

Hayvanların Tamamının Yaşama hakkı vardır:

Ayrım yapmaksızın hepsinin canı aynıdır.

"Kim bir canlıyı incitirse onun acısının zehri geri o kişilere döner". Hayavansal gıda diye bir

şey yoktur. Bugün ortaya çıktı ki; İnsanlara çeşitli hastalıklar bulaşmaktadır. Kanser

bunların başında gelir. Bir hayvan severin iki yüzlü olmaması esastır. Sadece kedi, köpeği

sevip koyun, keçi, kuzu etini yemek görenlerden hayvan savuncusu sevgisi olamaz

yokturda. Bizler nasıl aslanların, zebraların, kedilerin, yılların etini sütünü içmiyor!

yemiyorsak! koyunun,keçinin, tavuğun, kuzuların, ineklerinde etini! sütünü! içemeyiz!

yiyemeyiz! Doğa ile uyum içinde huzurlu mutlu vicdanımızın rahat olmasını istiyorsak

yapmamız gereken budur. Her türlü hayvan sümürüsü yanlıştır. Derilerini yüzüp çeşitli

giyecek filan yapmak doğru degildir.

Boğa güreşleri at yarışları yanlıştır. Hayvan savuncuları meseleye bu şekilde geniş

bakmıyorsa onlara boş yere itibar edip paranızı kaptırmayın! bir çok dernek vakıf var ama
bir işe yaramıyor. Hayvan deneyleri onlara zulümdür. Hayavan öldürmek etini yemekde

büyük bir vahşilik ve cinayettir.

İnsanoğlu hayvanları evcilleştirmeden, ateşi keşfetmeden önce sadece doğada

meyvalarla bitkilerle sebzelerle gerekli yeterli gidasını alıyordu. vede daha sağlıklıydı

vicdanlıydı, Savaşların kazaların hastalıkların nedeni budur. Bunu yüzyıllar önce gören

düşünürlerde vardı çıkmıştırda. Ama insan alışkanlıklarından damak tadından

geleneklerinden vaz geçmeyerek bu yanlış alışkanlığını bakış acısını terk edememiştir.

Kişiliği oturmuş olanlar vicdanen daha huzurlu sağlıklı mutlu hayat yaşıyorlar. Şöyle

pazara dezgahlarına bak yüzlerce meyva sebze görürsün bütün bunlar insana yeterlidir

yiyecek olarak. Bizler martıların, yılanların, kartalların, yumurtalarını nasıl yemiyorsak,

tavuklarında yumurtasını aynı şekilde yememeliyiz. aynıdır. Her canlı yumurtasın üremek

için birakır. Her canlı sütü kendi yavrusu içindir. Siz çocuğunuza develerin, zebraların,

aslanların, fillerin, sütünü nasıl içirmiyorsanız sizde ineklerin koyunların keçilerin sütünü

içmeyi uyğun görmemelisiniz aynı şeydir. Aralarında bir fark yoktur. Doğru düşünmek,

dürüt olmak, bunu gerektirir.Vicdan bunu gerektirir. İnsan olmak bunu gerektirir.

Yıllar önce bu konuda söz söyleyen fikir üreten filozoflar haklıydılar doğru düşünmüşlerdir.

Ve her dönem onların görüşlerini doğru bulan insanlar çıkacaktır çıkmıştırda. İnsanlar,

hayvanlara ne acı veriyorsa! doğada aynısı kendisine göri döneceğini bilsinler. Seyirci

kalmayın uyğulayın. Canlıların yaşam alanlarına karışmayın onlara zulüm yapmayın,

sömürüyü terk edin. Aksi halde her türlü hastalığı, kazayı, savaşları, zulümleri, sizde

bekleyin.!!!

Yaşar görürsünüz merak etmeyin doğa kanunları işler tabiat yasası affetmez. Vicdanı

insanın doğa ile canlılarla uyum içinde olmayı gerekli kılıyor.

Yeterki insan düşünsün sorgulasın. Aklını başına alsın...

Barışı savunan insanlar Hayvanların cinayetlerinede sesiz kalmaması gerekir. Ağaçların

kesimi nasıl yanlışsa ve buna şiddetli ses çıkaranlar! öğlen, akşam, sabah, kavaltısında
canlı acısını yiyecek görmemelidirler. Her gün kesim hanelerdeki katliyamlarıda görmeniz

gerekir. Bu hafife alınacak bir şey değildir. İnsanlar arası hırsın haksızlıkların asıl temel

nedeni budur. Canlıları sömürmek zulüm etmek onları öldürmek etlerini yemek sütlerini

içmek. Nasıl ki? Akrep, hamam böceklerini yiyenlerden tiksiniyorsunuz ama balıkları

yerkende tiksinmeliyiz onları öldürmemeliyiz düşünmeksizin onları yememelyiz. Yoksa bu

durum ikiyüzlülük olmazmı? Aynıdır ha çekirge yemişsin, ha balık yemişsin, ha yılan

yemişsin, ha balık yemişsin, acı aynıdır. Can aynıdır. Bakış acını oturt! Huzura kavuş! sağlıklı

ol! ama önce hayvanların sağlığını düşün!. Biz ne hissediyorsak onlarda onu hissediyorlar.

Canlılar arası ayrım yanlıştır. Üstünlük yoktur. Sevinclerimiz acılarımız birdir. Hanği

gerekcelerle aslan, fil, yılan, köpek, kedi, eti yemiyorsanız o gerekceyi etini yediğiniz

canlılarada döndürün koyunu, kuzuyu, boğaları, keçileri, tavukları aynı görmeliyin. Aynıdır

da...

İnsanlar buna evrilmezse insanlaşamaz vahşi olduğunu bozuk bir canlı türü olduğunu

bilsinler. Ya adil oluruz ya vahşi doğada ayrım yapmadan egomuzu yenip ve özümüze

gerçeğe dönmeliyiz. Hür, özgür, vicdanlı, olup yüklerimizi atmalıyız vicdanımızı sıkıntı, bela,

hastalık gereksiz hırslardan korumalıyız. Bunun da yolu zor degil yukarıda anlatılmak

istenenlerdir. Cinayetsiz, sömürüsüz, savaşsız, sağlıklı, zulümsüz günlere...

Acı çekmeyenler, başkalarının acı çekebileceğini akıllarını bile getirmezler. Samuel Johnson

Hayvanları yemeyi reddediyorum; çünkü, başka canlıların çektiği acı ve ölümle

beslenemem. Böyle yapmayı reddediyorum; çünkü o kadar çok acı çektim ki, kendi

acılarımı hatırlayarak başka canlıların acılarını hissedebiliyorum. Edgar Kupfer Koberwitz

Hayvanlar, İnsanlar için var olmamıştır; siyahların beyazlar için, kadınların erkekler için var

olmadığı gibi. Alice Paul Walker

Hayvanlar İnsanlardan daha üstündür:

Hayvanlar beslenme ve uyku alışkanlıkları açısından bizden daha üstündür. Şimdi daha

alçak bir güdü olan cinsellik arzusu, tatminiyet isteği, İnekler, mandalar veya aslanlar,
penguenler, kumrular yılda bir kez nesillerinin devamlılığını sağlamak için çiftleşirler. Ayrıca

birçok hayvan kendilerine tek bir eş seçer ve hayatları boyunca ona sadık kalırlar. Aldatma

gibi bir özellikleri de yoktur. Oysa insan, neredeyse tüm hayatını bu tür zevklerini tatmin

etmek için harcar ve böylece bedenini, zihnini, aklını ve canını mahveder. Halbuki hiçbir

hayvan kendi türünü öldürmez ve diğer hayvanları da öldürürse bile, bunu sadece

acıktığında, karnını doyurmak için yapar. Ama insanlar böyle değiliz. Lüzumsuz yere,

sadece zevklerimizi tatmin etmek için diğer canlı varlıkların hayatlarına son veriyoruz.

Buna rağmen, tüm uydurma masal kitapları, oybirliği ile "insanın" ayrıcalığını tüm canlı

varlıkların en yücesi olduğu ilan eder. Ve bu ezber sürer gider! Neden?

Hayvan eti yiyenler insan eti de yiyebilirler. Diyojen

Penguenler ve tek eşli kumrular:

Genelde yılda bir kez çiftleşir ve bir yumurta yumurtlarlar. KUMRU: Eşlerine bağlı kuşlardır.

Kumru; Asla eş değiştirmez. Hiçbirzaman başka bir kuşun yuvasına girmez. Eşlerden biri

ölecek olursa, kalan eş ömür boyu başkasıyla eşleşmez. Aldatma gibi bir özellikleri de

yoktur.

Dal parçalarından basit bir yuva yaparlar. Senede "SADECE" iki yumurta yumurtlarlar.

Edebi, ahlakı, sadakatı, adaleti, hakkı, iktisatı. dengeyi bundan öğrensek işte o zaman

insanlaşırız. özümüze döneriz. "bozulmamış kumrular gibi"!

gözünün önünde zatendeneniyor. Görmez misin?”

Aydın insanın sorumluluğu:

Aydın insan, dogmalardan kurtulmuş ya da kalıtsal olarak bu yapıda olmayan, yeniliklere

açık olan, bir sorunun nedenini araştıran, düşüncelerini özgürce savunan, baskıcı ve çıkarcı

idari sistemlere karşı uygarca ve cesurca karşı koyabilen, edindiği bilgiler ile doğru

varsayımlar yapabilen, yeni bilgilerin ışığı altında elde ettiği kazanımları toplum yararına

kullanabilen insandır. Aydın insan, bulunduğu toplumu, hatta dünyayı olumlu olduğuna

inandığı yönde değiştirmek isteyen ve buna çaba harcayan kimsedir. Öz çıkar önceliği
olmayan, toplumda geniş halk yığınlarının çıkarlarını gözetendir. Aydın insan,

insanlığın geleceğini, kendi düşünceleri çerçevesinde etkilemek, değiştirmek isteyen ve

yarının bugünden daha iyi olmasına çaba harcayan, paylaşımcı kişiliğe sahiptir. Maddi

varlığı çok olmadığından paylaştığı şey bilgi ve genel olarak düşüncelerdir. Aydın, içinde

yaşadığı tarihsel/toplumsal ortamı sağlıklı bir şekilde analiz eder, sorunları ortaya koyar ve

daha iyi, daha güzel, daha yaşanası bir ortamın gerçekleşmesi için savaşım verir. Aydın

insan, doğruluğun, dürüstlüğün, erdemin simgesi olarak görülür. kendi çıkarı ve beklentisi

doğrultusunda, esintiye göre yön değiştiren, tutarlı bir toplumsal görüşü olmayan kişilikleri

aydın insan kişiliği ile karıştırmamak gerekir. Aydınların sorumluluğu halkın

sorumluluğundan çok daha derindir. Bir aydın insanın doğru duruşu, toplumsal bilince

yansır. Diğer bireylerce

örnek alınır. Dünyanın en kötü hali cehaletin örgütlü halidir, daha da kötüsü aydınların

buna seyirci kalmasıdır...Bilgi boya gibidir, uygulama yapılmadıkça hiçbir işe yaramaz. Bir

insan kızıyorsa değil, susuyorsa bitmiştir her şey. Bir yazarın içinde daima iki kişi olmalıdır:

Yazar ve eleştirmen. Kötüler, kendilerine tahammül edildikçe daha çok azarlar.

Bilge insanlara kulak verelim. bu husuta neler söylemişler:

Öğrendiğin şeyin ağırlığını unutma. Bilgi arttıkça onu doğru düzgün kullanma

zorunluluğunda artar. Susan Hubbard

Cehalet ne kadar fazla ise dogmatizm de o kadar büyüktür. Sir William Osler

İnsan yalnızca söylediklerinden değil, sustuklarından da sorumludur. Aziz Nesin

“Bilginin azametinden korkanlar, cehaletin koynunda uyuklamayı tercih ederler. Emine

Supçin

“Eleştiriye kapalı her düşünce, Cehaletle eşdeğerdir. Çünkü yalnızca cehalet,

Gözleri kapalı inanmayı tercih eder.”Emine Supçin

Bilgi ermişleri olmak elinizden gelmiyorsa, hiç değilse bilgi savaşçıları olun. Nietzsche

Bilgi hazinelerine ulaşabilen insanların sayısı ne kadar artarsa, dini inançlardan kopuş da o
kadar yaygınlaşır. Sigmund Freud

Bilgin arttığı oranda, inanç yok olur. Thomas Carlyle Bilgi sonsuza dek cehaleti

yönetecektir. James Madison

Bilirken susmak, bilmezken söylemek kadar çirkindir. Doğru düşünce bilgidir. “Bilginin elde

edilmesi... bizi iyiye ulaştıracaktır.” “Mutluluk bilgi ile kazanılır.” Platon / Eflatun

Düşünce insanı bilgeleştirir, Bilgelik yaşamı kolay kılar. John Patrick

Gerçeği söylemek ve yalanları gözler önüne sermek aydınların sorumluluğudur. Noam

Chomsky

Bilgi bir ışık gibidir. Onu kullanırsanız daha parlak olur, kullanmazsanız söner. Alexander

Everett

Bilgisizlik kolay ve rahat elde edildiği için çoğunluk bilgisizdir. La Bruyere

Bağnazın kafası gözbebeği gibidir; ne kadar aydınlık olursa o kadar küçülür. Oliver

Wendell Holmes Jr.

Yapabilirler, çünkü yapabileceklerini düşünüyorlar. Publius Vergilius Maro

İnsanlara can güvenliği sağlayamamış bir düzene hukuk devleti denilemez. Devrimcilerin

faili meçhul cinayetlere kurban gittiği bir düzene demokrasi denilemez. Yolsuzlukların

devlet yetkililerini sardığı bir düzene Anayasa düzeni denilemez.

Bu, katiller demokrasisidir. Bu, hırsızlar düzenidir. Uğur Mumcu

İnsan diğer varlıkların acımasız yok edicisi olduğu sürece sağlık ya da barış nedir

bilmeyecektir. İnsanlar hayvanları katlettiği sürece birbirlerini öldürecekler. Cinayet ve acı

tohumları eken sevinç ve sevgi biçemez. Pisagor

Cahil İnsanların En Belirgin Özellikleri:

1. Her şeyi bilirler!

2. Menfaat, onlar için birçok şeyden önce gelir.

3. Şiddetle savunurlar.

4. Dünyayı yalnızca kendileri için olarak görürler.


5. Kendilerinden bahsetmeyi severler.

6. 'Cahil' sözcüğü duyarlarsa çok kırılırlar.

7. Az düşünüp çok konuşmak.

8. Sizi cahillikle itham edebilirler.

9. Değişime kapalıdırlar.

10. Din ve milliyet gibi bütünleştirici özelliklere sırtını dayamaları. 11. Kendine dayatılan

düşünceleri size dayatmaya çalışırlar.

12. ve kahramanımızın klasik bitirişi; 'çok düşünme bunları, kurcalama. Boşver!'

Diyanet İşleri ve Milli Eğitim‘e:

Vicdanlı çocuklar yetiştirelim. Çocuklarımıza, başka insanların farklılıklarıyla ya da dış

görünüşüyle alay etmenin yanlış olduğunu öğretelim.

Türkiye'de toplam da 67. bin okul 16 milyon öğrenci 950 bin öğretmen 90. bin cami 90 bin

İmam-Hatip görev yapmakta iken:

Ne var ki toplumsal suç oranları bu rakamlara göre azımsanmayacak kadar fazladır.

Neden dürüst insan sayımızı artıramıyoruz?

Suç oranları nasıl bir yöntem izlersek yok olur?

Yada insanda eksik olan ne var ki; Rahatlıkla suç işlemeye yönelebiliyor?

Eğitimle bilincini verebilsek kişi kendi aklıyla kendisine yeterdi.

Düşünebilen bireylerden müteşekkil bir topluluk düşünün vicanı ona yargıctır… Eksik olan

şudur ki; İnsanların çoğunluğu düşünme yetisinden bilicten uzak yetişiyorlar… Farkında

olmadan hayatı yaşıyorlar… Birey aklını bulabilsin, düşünceyi keşfedebilsin. Toplumlardaki

derin kapanmaz gibi gözüken yaraların çözümü buradan başlanılarak daha küçük

yaşlarda insana felsefeyi vermek öğretmekti.

Felsefe insanın insanca yaşamasını kendini bulması için bir yoldur yöntemdir. Düşünmeyi

öğreten yağane sistemdir.

Düşünen bireyler vicdanlı olurlar ve bu bireylerden oluşan toplumlarda suç oranları yukarı
çıkmaz aşağı iner hatta yok olur. Bu yöntemi uygulayan ülkeler kısa zamanda meyvasını

alıyor gelişiyorlar.

Düşünen insan bilime, akıla, emege, insan,a canlıya, saygı gösterir. Bakarken iyi bakar

yürükten ezmez. Kırmaz incitmez. Hayatını dikkatli geçirir. Vicdanını uyandırmak eğitimci

ögretici insanlara kalmıştır. Bu bir sorumluluktur. Görevli insanların bunu yapmaları

onların görevidir. Eğer bunu bilen insanlar yapmazlarsa toplumlarda işlenen her

olumsuluktan kendilerinede bir pay vardır…

Suça ortak olmamak ve vicdanı sorumluluk gereği aydınların bu konuyu işlemleri onların

boyunlarının borcudur. Yoksa başka türlü nasıl karanlıklardan aydınlığa çıkılabilinirdi ki?

İnsanın özgür iradeli düşünceli özgürlüğüne kavuşması hiç kimseye muhtac olmuyacak

biçimde bu hayatı yaşmasına ona yardımcı olmak kadar daha erdemli bir davranış

olamazdı. Bunun için Öğretmenlere imamlara büyük iş düşmektedir. Her ferde kendi

akıllarını özgürce kullanabilmeleri yönünde düşünce geliştirmeleri felsefeye, bilim

adamlarına, kulak verme yönünde bir eğitim kampanyası başlatabilirler. Top yekün hızlı

bir biçimde bu süreci gecebilirsek uygar toplumları kavuşabiliriz zira onların ilerlemesi bu

yönden olmuştur…

Bizim ülkemizin insanı bundan mahrum birakılması vicdanımızı yaralıyor…

Biz bir ulus olarak bundan uzak olamayız kişinin düşüncesini keşfetmesi ona ne kazandırır.

En azından arta kalan ömrünü mutlu, huzurlu, verimli yaşar.

Hırsını, öfkesini, cehaletini, yener kişi kendisinden bir nevi kendi aşmazlarından uzak

yaşamayı öğrenerek yaşar bu da azımsanacak bir şey değildir.

Bilinçli toplumlar savaşmazlar, öldürmezler!. Yaşatırlar, yardımlaşır, paylaşırlar. Akılını

kullanmak toplumu fert fert kendisine getiren en öncelikli konudur… Düzelmenin suçların

yok olmasının en büyük amili buradan geçiyor…

Yoksa “sadece” güvenlik tedbirleri, silah, savaş, şiddet, kaos, cinayetler kargaşa, ayrımcılık,

düşman üretmek gibi hayatı zehir eden unsurlarla boğuşuruz..


Bir düşüşün mutlaka bir çıkışı acılarla alınan dersler sonucu olsada çok insan heba olup

heder olup gitmektedir.

Şu kısa ömürleri acılar, korkular, içinde yaşamaktansa bilince ulaşarak mutlu huzurlu sevgi

dolu yaşamak tamamen bizim elimizdedir…

Çok değil bu yöntem toplumun bütün katmanlarından aynı anda başlanılsa ben

inanıyorum ki birkaç yılda bu gönül bağını kurabilir erdemli, bilincli, akıllı insana ulaşabiliriz.

Her sorumlu insana görev düşüyor katkı vermek, omuz vermek Devletin Diyanetin bütün

imamlar aracılığıyla camilerden ve özellikle milli eğitimi bu konuya duyarlıklık göstermesi

gelişimi hızlandıracaktır.. Tekrar ediyorum felsefe ile insanoğlunun kendi içine dönüp kendi

aklını vicdanını keşfetmesi öğretisini sağlamak bu konuda yardımcı olmak. Düzelme

kendiliğinden gelecektir.

Saygı, sevgi, biribirimizi anlayabilen, ileşim kurabilen, bir toplum olması yönünde bir temel

atmış olunur.

“Aklını ve vicdanını kullanamayanlar; Özgür düşünceden, özgür iradeden yoksundurlar.”

“Bilinç, bir insanın başına gelebilecek en yüce, en erdemli beladır.” Tolstoy

“En insani davranış, bir insanın utanılacak duruma düşmesini önlemektir.” Friedrich

Nietzsche

“Filozofların aydınlatmadığı toplumu, şarlatanlar aldatır.” Marquis de Condorcet

“Bilgi bir ışık gibidir. Onu kullanırsanız daha parlak olur, kullanmazsanız söner.” Alexander

Everett

“Eğitimin kökleri acı fakat meyveleri tatlıdır.” Aristotle

“En iyi eğitimli kişi, yaşadığı hayat en iyi anlayandır.” Hellen Keller

“Düşünmeden öğrenmek faydasız, öğrenmeden düşünmek tehlikelidir.” Konfüçyüs

“Birini eğitmenin asıl amacı, onu sürekli sorular soran biri haline getirmektir.” Mandell

Creighton

İnsanın doğal besini:


İnsanın vejetaryen olmasını güçlendiren kanıtlar sanıldığından daha açık ve hissedilir

şekildedir. Her şeyden önce doğaya bir göz atacak olursak, bu mahir kimyagerin

yeryüzünde ki her yarlığın yiyeceğini kılı kırk yaran bir bilimsellik içinde onun bünyesine

uygun olarak hazırlayıp sunduğunu görürüz. "Öyle ki bunlar, onun sırları karşısında saygı

ve temkinle başımızıeğmek zorunda bırakır bizi. Mesela bir bitki bataklık için, diğeri çöl için

yaratılırken, bir hayvanın ağzı otlamak, diğerinin dişleri parçalamak için yaratılmıştır. Yani

her biri bünyesine ve bedensel gereksinimlerine yaraşır şekilde ve binlerce yüzyıl sürecinde

bir yiyeceği kabul etmiştir. Bir kamış bataklıktan alınıp çöle dikilirse derhal kurur; meyve

yiyen bir maymuna et yedirilirse çok geçmeden kılları dökülür ve hastalanır. Aynı şekilde

her yiyecek değişikliği daima düzen bozukluğu, rahatsızlık ve ölüm getirir. Çünkü doğanın

değişmez yasalarına aykırıdır.

İnsan, yapısı itibarıyla yasalar dışında kalan ve diğer canlıların yaşamlarını düzenleyen bir

varlık değildir. O da tabiattan doğmuş ve hayvanların evrimi sonucunda ortaya çıkmıştır

Bu nedenle yakından bağlıdır onlara. Her bakımdan diğer canlılarla karşılaştırılacak olursa,

insanın ne yırtıcı, ne de otlayıcı hayvanlara benzediğini görürüz. İnsanın bedeni et yiyecek

şekilde yaratılmış olsaydı, yırtıcı hayvanlar gibi vahşi hayvanların peşinden koşup, canlı avı

pençe ve dişleriyle parçalayarak ham eti, damarı, siniri, derisi ve kemiği ile birlikte

yiyebilmesi gerekirdi. Oysa o kendini, yetiştirilip öldürülen, hazırlanıp pişirilen hayvan

kaslarını yemeye ikna etmiştir. Bunların tümü doğaya aykırıdır.

İnsan, yapay yiyeceğin bedeninin bir parçası olması amacıyla bir hazım cihazı geliştirmeyi

de unutmuştur. Çünkü insanın bünyesi tümüyle meyve yiyen maymunların bünyesine

benzer. Sindirim sistemi, dişler, mide, bağırsak ve tüm iç yapısı tıpkı büyük maymunlarınki

gibidir. Hatta maymunun köpek dişleri insanınkinden daha uzundur. Bununla birlikte

onların yiyecekleri sadece meyve ve bitkilerle sınırlanmıştır. Şu halde insanın kendi

yiyeceğini doğrudan doğruya doğanın elinden alması gerek. Gerçekten doğa, yaşam

kaynağı güneşin ışınları altında olgunlaşan lezzetli meyve şeklinde sunmaktadır besini.
İnsanın öldürülmüş hayvan leşlerini allayıp pullayarak ve doğal yiyecekleri hazırlayarak tat

almaya çalışmasına gerek yoktur (Bu bölüm, bu satırların yazarının La Bete Humaine adlı

eserinden bir parçadır ve Mayıs 1926'da Protection dergisinde basılmıştır).

İnsan bünyesinin etobur olduğu ve her şeyi yiyebilecek şekilde yaratıldığı sanılmış ve

durmadan tekrarlanmış, bütün insanlar da bu konuda biraz olsun düşünmeden,

inanmışlardır. Oysa bu, gerçekle ilgisi olmayan saçma bir masaldır. İnsan yirmi yüzyıl

boyunca yapay ve bozuk besin kullanılmasına, yanılgı ve hata dolu geleneklerine bakıp

besinlere canının istediği gibi güvenemez. Tabii bilimler, fizyoloji vs bilim dallarında yapılan

araştırmalar, sağlıklı ve doğal yiyeceğimizi saptamakta bize yol göstermektedir.

Antropoloji bugünkü doğal olmayan alışkanlıklarımızın tersine, bu konuda bize açık ve

dakik bilgiler vermektedir. Bu da umutlanmamız için bir nedendir. Çünkü veriler eski

geleneksel besinlerimizi onaylasaydı,şimdiki durmumuz asla iyiye gitmez, rahatsızlıklar ve

ahlaki çöküntü yerli yerinde kalırdı.

Ünlü anatomi bilgini Kuviye, Le Cours d'Anatomie Camparee adlı eserinde şöyle der:

"İnsanın doğal besini onun bünyesine uygun olup, genellikle meyveler, kökler ve bitkilerin

sulu kısımlarıdır. Eller bunları rahatça toplamaya yarar. Bir yandan çeneler kısa ve

güçsüzken, öte yandan köpekdişleri diğer dişlerden uzun değildir. Bu dişler jnsanın et

yemesine ya da hayvan etini parçalamasına izin vermez. " Bir başka yerde de şöyle

yazmıştır: "Bir hayvanın bağırsakları taze eti hazmedecek şekilde yaratılmışsa, çene

yapısının da yemi yutacak şekilde olması gerekir. Yani pençeleri yakalayıp parçalamak,

dişleri kesmek ve parçalara ayırmak, bütün hareket organları kovalayıp yakalamak ve

duyuları da avı uzaktan görmek için. Yine gizlenmek ve kurbanını hile ile yakalamak için

doğanın onun beynine gereken istekleri yerleştirmiş olması gerekir. İlk insan büyük

maymunlara benziyor bitki taneleri ve meyvelerle yaşıyordu. Nitekim tırnakları, dişleri,

kasları ve anatomik yapısı bize bunu ispat eder."

Darvin, Hekel, Huksley, Florens gibi büyük tabiat tarihi bilginleri bu konuda görüş birliği
içindedirler ve her biri insanın meyve yiyen bir canlı olduğunu kanıtlamışlardır (Bu satırların

yazarının İnsan u Heyvan (İnsan ile Hayvan], Tahran, birinci baskı, s.47-66 adlı eserine

bakınız).

Şimdi insanın sindirim sistemini etobur, otobur ve her şeyi yiyen hayvanlarla karşılaştırarak

bunlardan hangisine benzediğinigörelim: Her şeyden önce insanın dişleri meyve yiyen iri

maymunların dişlerine benzer.Çünkü yırtıcı hayvanlarda kesici dişler çok kücüktür.

Köpekdişleri ise bunun aksine kalın ve uzundur. Öğütücüdişler sivri ve keskindir. Böylece

avladıkları hayvanları parçalayıp etlerini parça parça ederek yutarlar. Otoburların uzun

kesicidişleri vardır ve köpekdişleri diğer dişlerden uzun değildir. Öğütücüdişler geniş ve

düzdür. Kısaca, meyve yiyenler, maymunlarla aynı seviyede dişe sahiptir ve sadece

köpekdişleri belli belirsiz yükselir, ancak parçalama işlemini gerçekleştiremez.

Öğütücüdişler ne keskindir, ne de yaygın. Yani ne eti parçalamaya ne otu çiğnemeye

yarar. Sadece tane ve meyveleri yemek için kullanılır.

Köpek gibi etobur bir hayvanın dişleri, atın çenesi ve her şeyi yiyebilen domuzun ağzı asla

insanınkine benzemez.. İnsan midesi etobur hayvanların midesinden çok daha ince ve

güçsüzdür. Oysa etobur hayvan, çiğnenmemiş et parçasını derhal yutar ve ezerek

hazmeder. Etoburların dişleri yaygın ve bir sırada olmadığı için çiğ eti

çiğnemeden yutarlar ve bunun hazmını mide kaslarına bırakırlar. İnsan midesindeki salgı

bezi, ette bulunan fazla azotu etoburlarda olduğu gibi amonyağa dönüştüremez. Mide

salgıları ve pankreas bezi eti çözündüremez. İnsan karaciğerinin etteki azotu

uzaklaştıramaması gut, romatizma ve sinir hastalıklarına yol açar.

Öte yandan etoburların bağırsakları kısadır ve bozuşmuş et orada durmaz. İnsan

bağırsaklarının uzunluğu onun etobur olmadığının bir başka delilidir. Çünkü insan

bağırsaklarında kalan et kokuşur ve öldürücü mikroplar üretir. Aynı şekilde bağırsaklarda

bozulmaya yol açar. Nitekim bağırsak rahatsızlıkları ve apandisit bu bozulmanın

sonucunda ortaya çıkar.


Tırnaklarımızı aslan pençesiyle karıştırmamalıdır. İnsanın eti kemiksiz olarak yemesi,

kemiği ayırdıktan sonra yediği kasların doğal bir yiyecek olmadığını gösterir. Çünkü beden

için madensel tuz çok önemlidir ve etoburlar bu gereksinimi kemikten karşılar. Tam olarak

besinimizi etten almak istersek, yırtıcı hayvanlar gibi kemikleri deyemeliyiz ki vücudumuz

fosfat alsın.

Her şey insanın etobur olmadığını göstermektedir. Yalnız iç yapısı meyve yiyici olarak

yaratılmakla kalmadığı gibi, dış yapısı, yaşama tarzı, gelenekleri, davranış ve aklı da etobur

olmadığını kanıtlamaktadır. İnsanın ağzı, avını yutabilmek için etoburların ağzı gibi

açılmaz. Dili yumuşaktır. Suyu yalayarak içmez. Elleri pençesizdir. Köpekdişleri diğer

dişlerden yüksek değildir. Gözü, etoburlarda olduğu gibi alacaranlıkta görmez. Canlı

hayvan kokusunu uzaktan almaz. Bırakılsa, uzayan tırnaklarıyla en küçük bir kuş ya da

hayvanı bile parçalayamaz. Kolayca ağaca tırmanıp meyve toplayabilir. Ama sıçrayarak

vahşi hayvanları koşarken yakalayamaz. Çiğ veya kokmuş eti yiyemez. Öldürmekten ve

kan dökmekten doğal olarak kaçınır.

Yırtıcı hayvanlar avladıkları hayvanı canlı olarak, derisi, damarı, yağı ve sakatatıyla birlikte

yer, dişlerini avın bağırsaklarına geçirirler. Otlayan hayvanlar ona alışırlar. Oysa insan yırtıcı

hayvanlardan kaçar. İnsanın duyguları meyveden tat alır. Gözü görmekten, burnu

kokusundan, tat alma duyusu tadından haz duyar. İnsan içgüdüsel olarak ölüm

görmekten ve kanlı yiyeceklerden nefret eder. Tat alma duygusu henüz bozulmamış

çocuk, eti nefretle uzaklaştırır kendinden. Fırsatını buldu mu, meyveyi aşırır. Yiyecekleri

arasında meyve az olunca, bu tatlı ve sade yiyecek yerine ona benzeyen veya şekerleme,

pasta gibi onun tadını andıran ne varsa hırsla ele geçirip tat alma duygularını aldatır. Bu

istek köpek veya kedi yavrularının bir parça kemik için birbirlerine hırlayıp onu zevkle

yutmaları kadar doğaldır. Ama insan yavrusuna et yedirilirse, o da etobur olur.

Moris Fozi, İnsanlığın Düşüşü adlı kitabında şöyle yazar:

Büyük bir maymunun anatomisi, diş yapısı, içgüdüleri tümüyle bize benzer. İnsan kanıyla
sadeceonun kanı akrabadır. Öte yandan bir etobur, otobur ve tane yiyen bir hayvanın

anatomisi, dişleri, kanı ve içgüdüleri bizimkinden farklıdır. Acaba, en basit mantık bile,

bizim doğal yiyeceğimizin, büyük maymunların yediklerinden, yani çiğ meyvadan

oluştuğunu yadsınamaz şekilde apaçık göstermiyor mu?"

Sadece insanın içgüdüsü onu olgun, çiğ, güzel kokulu, hoş ve leziz meyvelere doğru çeker.

Bunlar onun bedenini daha güçlü ve sağlıklı kıldığı gibi, bedenindeki hücreleri onarıp

kemikleri kuvvetlendirir. Doğa, içinde yaşayan hayvanlar ve insanlar için kurulmuş bir

ziyafet sofrasıdır. İnsan dışında hiçbir varlık kendi besinini hazırlamaya gereksinim duymaz.

Oysa insan doğal olmayan bu gereksinimi icat etmiştir, uydurma ve yapay yiyecekler

yemektedir. İşte bu yüzden sürekli hasta ve zavallı hale gelmiş, yaşamı baştan başa

dayanılmaz kâbus ve korkunç kaygılarla dolmuştur. Bu gerçekler bu kadar açıkken neden

buna göre davranmazlar? Çünkü bu mide meselesidir ve şimdiki insan tüm canlılardan

çok ilgi duymaktadır bu konuya. İlk hayvan, doymak bilmeyen bir oburdu ve hayatını

sindirim sistemi uğruna feda eder de sofrasından bir şey eksilsin istemezdi. Bugünün uygar

insanı ve yine, derbeder vahşiler, mideleri ve şehvetten başka bir şey görmezler. Korku,

ölüm korkusudur ve bünyesinden bir şey eksilip ölüme bir adım daha yaklaşmaktan

korkar. Oysa, büyük bir zahmetle, vaktini hazırlamak için harcadığı yaşlandırmayan

yiyeceklerin(!) onun bedbahtlığının nedeni olacağını bilmez. İnsan, bilgisizlik ve gevşeklik

içinde kendisine hazırladığı yapay zevkten elini çekmek istemez. Sonunda bu, onun kendi

uygarlığına ve üstünlüğüne indirdiği bir darbedir. Her şeyi yemek ister. Bindiği dalı kesse

bile özgür olmak arzusundadır. Bu korkunç uygarlığı, bu zavallı yaşamı gönül kanıyla

kendisi için icat etmiştir ve bu yüzden korkmaktadır. Aslında meyve ve bitki yiyen, ama

hevesleri ve böbürlenmesi nedeniyle her şeyi yiyen bir varlık haline gelen insan ya doğal

besinini yiyecek ya da yok olacaktır.

(Cannes, 22 Aralık 1926 Vejetaryenliğin faydaları Sadık HİDAYET)

Döneklere:
Edemi içine sindirememiş, zaaflarının esiri düşmüş bireyler her dönem olagelmiştir. Yüksek

düzeyde bir bilinçe ulaşamadıkları için, mevcud köle sistemlerinin sözde varlık gücü

karşısında dönerler ve henüz farkında olmadıklarını varoluşun, özgürlüğün tadını alıp

mücadele etmedikleri için, para, kadın, zaafları uğruna bu erdemli yoldan kaçarlar.

Zaaflar insanı korkutur. Aklı köreltir. Kalabalık güc karşısında onlar gerçekmiş zahabına

kapılıp eziklik gösterip, mevcud sürünün carkının dişlileri arasında, zorbaların, zalimlerin,

döktatöryel, kapitalist yönetimlere adeta gönüllü birer nefer gibi canla başla başlarlar o

safda yer almaya. Katkı sunmaya mazeretler gerekçeler sunmaya...

Bunlara aslında dönek bile denmez. Zira olmamışlardı, o özgürlük yolun ne olduğunu dahi

kavramamış zayıf karekterli, içten çıkarlarına yenik düşmüş, zaaflarının kölesi, kuru

görültülerdi...

Hele ki; bunların hiç ama hiç şikayet etme hakları yoktur. Emek vermediler, bedel

ödemediler ancak korkup pısırıkca, aptalca kaçtılar...

İnsanlığa en büyük zararıda bu tipler vermiştir. İleride yine bu tipler verecektir...

Gerçeğin, doğrunun yanında değil gücün, kapitalin, zaafların, menfaatlerinin, çıkarlarının

yanına koşanlardır!!!

Günümüzde Amerika Birle ş ik Devletleri’nden para alanlara pek ho ş bakılmıyor. Buna

karşın, ABD emperyalistlerinden do ğ rudan veya dolaylı olarak (Soros, CIA denetimindeki

baz ı vak ı flar, v.b.) para alanlar hâlâ var. Avrupa Birliği emperyalistlerinden para alanlar

ise her tarafta. Bunlar ı n bir bölümü açıkça dönekler cephesine katıldı ; bir bölümü hâlâ

utanmadan sosyalistlik taslıyor, hatta sosyalistleri temsil ettiğini iddia ediyor. Para alan

emir de alır. Ben yine iyiniyetli davranayım ve emperyalistlere hizmet edenlerin sonunun

Mussolini’nin sonu gibi olmamasını dileyeyim.

Seviyesiz döneklerde ne insan sevgisi, ne ana sevgisi, ne baba saygısı, ne çocuk sevgisi, ne

arkadaş muhabbeti vardır. Ne vefa, ne sadakat!

Sevgiye ve saygıya ilişkin bütün değerlerini terk ettikleri yuvalarındabırakmışlardır. Onlar


için tek ihtiyaç, Efendilerinin merhamet ve şefkati biricik sermayeleridir. Bu

nedenle seviyesiz döneklerin en çok geliştirdikleri organları dilleridir. Dillerini efendileri için

kullanacaklardır. Bu macerada çizme yalayacaklardır; tükürdüklerini yalayacaklardır.

Yapılan gözlemlere göre, döneklik bazılarına kolay geliyor. Çünkü onur dediğimiz, vicdan

dediğimiz kişilik unsurları gelişmemiş. Bu gibiler bütün hafiflikleriyle devrim cephesinden

ihanet konumuna hop diye zıplayıp geçebiliyorlar. Yüzlerine iyi bakınız, bütün değerleri

yitirdikten sonra hâlâ yılışık yılışık gülebilmeleri, vicdanlarının eskiden de yüklü

olmamasından ileri gelir..

Sisteme yaranmak için sadakatsizliği, vefasızlığı, ihaneti bir meslek haline getirmiştir. Öbür

yarısı, aynaya bakınca ona "hain, şerefsiz, alçak" diye bağırır. Döneklikte tutarlılaşmak için,

vicdan kırıntılarına karşı daha acımasız oluyorlar. Ailesine, anasına, babasına, eşine, eski

arkadaşlarına dizginsiz ihanetle ruhsal yarılmadan kurtulmak istiyorlar. Türkiye'de

mafyalaşan hâkim sınıflar, zaptiye ruhlu yılışık döneğe daha çok maaş veriyorlar. Çünkü

sistem oturmuş değil ve çarkı çeviremiyor. Hâkimiyetini ideolojik hegemonyadan çok açık

yalanlarla, kısa vadeli aldatmacalarla, kurnazlıklarla sürdürmeye bakıyor. Tarikatlara

muhtaç olması da buradan geliyor.

“Yüreği para diye çarpanlar, şaşılacak derecede kolay kandırılır. Ciğerleri beş para etmez

onların. Bire yüz getirecek bir iş öner, oltanın ucundaki solucana saldıran çaylak kesilirler.

Bire bin getirenbir iş öner, resmen çılgına dönerler. Jack London

Ateizm de bir "Dindir." !

Ateizm de bir "Dindir." Yanlış bir önermedir.!

Ateizm nedir? Din nedir? Arasında ki farklar nelerdir?

Ateizm nedir? Ateizm,Tanrı inancının reddidir.Tanrı fikrine dayalı “Teist”dünya görüşünü

kabul etmemek demektir. Yani “Tanrı’ya inanmamak,”yada “Tanrı inancının

yokluğu”anlamına geldiği söylenebilir.

Ateist düşünce, bir anda sahip olabileceğiniz bir fikir değil. Okudukça, araştırdıkça,
düşündükçe ulaşmak zorunda kaldığınız bir sonuç.

Dinler mitolojilere dayanır ve belirli kurallar getirir; ödül ve cezalar vaadeder. ateizm,

görüşte ise dayatma yoktur. Bütün dinler, ahlakı itaate dayandırır, yani gönüllü köleliğe

dayanır. Ya Ateizm de bunlar var mıdır?

Ateizm, tapınmayı kökten ret eder.Din ise tapınmayı gerektirir. bu bağlamda ateizm bir

din olamaz.

Ateizm türkçe ye çeviriliş olarak tanrı tanımazlık veya bir tanrının olmadığını savunmaktır.

Ateizm din değildir herhangi bir yaradıcının olmadığını öne süren bir görüştür.

Din kelimesini Türk dil kurumundaki tanımıyla ele alırsak Ateizm'in dinle hiç alakası yoktur.

Ateizm bir din değildir. bir düşünce sistemidir.

"Dinsizlik bir dinse, sağlıklı olmak da bir hastalıktır."

DİN NEDİR ?

*Din insanın ciddiyetine ve saygınlığına bir hakarettir." Steven Weinberg

*Din bir zehirdir. Mao Zedong

*Din insan vahşiliğinin son sığınağıdır. Alfred North Whitehead

*Din, bence, ilk ve temel olarak korku üzerine kuruludur. Bertrand Russell

*Din köleler içindir: Onlara, yaşamın veremediği teselliyi verir. Elbert Green Hubbard

*Din, hükümdarlar için, kavimleri daha sağlam bir şekilde boyunduruk altında tutmanın

özel bir aracından başka bir şey değildir. Din, sözde “erdem"leriyle insanları aldatmaktan

başka bir şey yapmamıştır. Her din bir saçmalıktır. Jean Meslier

*Din, seksten sonra, zihinlerini uçurmak için insanların sahip olduğu belki de en eski ikinci

kaynaktır. Susan Sontag

*Dinler neyi yitirtmiştir? Bana göre dinler insana gözyaşı getirtmiştir, ölümler getirmiştir.

İslam da bunların arasındadır.Turan Dursun

ATEİST, ATEİZM?

*Ateist olmayı ben seçmedim. Ben sadece doğruları arıyorum. Ateist olmak bu çabanın
bir yan etkisi. JD Stockman

*Ateist olmak için gerekli kalp iyiliği ve zihin kudreti, ancak on binde bir insanda görülür.

Samuel Taylor Coleridge

*Ateist hiçbir görünmez desteğe sahip olmayan insandır. John Buchan

*Bir ateist, insanlığı yeniden doğaya, deneyime ve akla yönlendirmek için, insanlığa zarar

veren ejderhaları yok eden kişidir. Baron d'Holbach

*Ateizm peygambersiz bir organizasyondur. George Carlin

*Ateizm, insanları, dışadönük bir ahlaki erdem sağlamada yol gösterebilecek olan sezgiye,

felsefeye, doğaya saygıya, yasalara ve saygınlığa yöneltirken, din bunu yapmaz. Batıl

inanç bütün bunları parçalarına ayırıp insanlığın zihninde mutlak bir monarşi kurar. Francis

Bacon

*Dünyada bilinen tüm tanrısal inançları inceledim ve hepsi masallara ve mitolojilere

dayanıyor. Thomas Jefferson

Ateizm'e din demek, şu iddada bulunmaktır. Onunda masalı mitolojisi, afyonu, zehri,

köleliği, korkutması, cezası, ödülü, var demek anlamına gelir! Bu meseleyi tam

anlıyamamaktan ileri gelen bir yanlış önermedir.!!!

Cahilden ‘Ateist’ olmaz.

Bir ateistin en önemli sorumluluğu kendine karşıdır. Bir ateist kendi kişisel gelişimini

sürdürmeli, donanımını arttırmalıdır. Peki neden? Ateistin karşısında çok büyük güçlükler

vardır; -Zor anlarında sığınacağı bir tanrısı yoktur, dua edemez, yardım bekleyemez -

Ölümden korkmamayı öğrenmesi gerekir. Bunu hazmetmek gerçekten

kolay değildir. -Haksızlıklara karşı beddua edemez. "Allah belalarını verecek nasıl olsa"

diyemez. Eğer bir haksızlık karşısında samimi olarak endişe duyuyorsa bizzat eyleme

geçmek zorundadır. Bu yüzden sorunları iyi analiz edecek bir düşünsel yapıya sahip

olmalıdır. Zira yanlış koyulmuş teşhisler sadece bunalıma yol açar. İnsan kendini çıkmazda

hisseder. -Doğayı tanımak ve kabullenmek zorundadır. Hayat acıdır, acımasızdır. Ölüm,


evrimin vazgeçmediği bir enstrümanıdır. Evrim ölümsüz canlılar tasarlamaz. Evrimin

temeli doğanın seçmesidir. -Sevgi, bağlılık, aşk, tutku ve erdemlerin kaynağını nerede

arayacağını bilmesi gerek. Bu konuda en ufak bir şüphesi olmamalı. Yani insanın evrildiğini

kabul edip sonra sevginin kaynağını ilahi, spiritüel vs. nedenlere bağlayan biri ateist

olamaz.

• Ateizm insanın kendisiyle mücadelesi sonucunda ulaştığı bir noktadır.

Ateistliğini ideolojisinden alan biri ateist olamaz. Bir doktrine inanıp onun gereğince tanrı

kavramını reddeden biri tanım olarak ateist sayılsa da gerçekte ateist değildir. Önce bir

dine bağlı olup sonradan ateist olmak bir iç hesaplaşmanın sonucudur. Bu hesaplaşmayı

herkes kişisel olarak yapmak zorundadır.

• Ateizm bir kabul değildir. "Tanrı'yı bir reddedelim, sonra neden reddettiğimizi

düşünürüz" şeklinde bir düşünce hastalıklıdır.

Tüm bu güçlükleri düşündüğümüzde bir ateistin ayakları yere basar bir hale gelebilmesi

için kendini geliştirmesi gerektiğini görürüz. Kendi düşünce bütünlüğünü oluşturamamış

birinin başkalarına faydası olamaz.

• İdeolojisi emretti diye ateist olanlar -Takdir ettiği, sevdiği bilim adamı ateist diye ateist

olanlar -Umutsuzluktan, psikolojik sarsıntılardan dolayı ateist olanlar -Cool olmak için

ateist olanlar -Ateist bir ortamda büyüyüp ateizmi anlamadan ateist olanlar vs. vs.

• Bu insanlar, -Dayanakları çökünce (ideolojileri çökünce, sevdikleri bilimadamı teist

olunca vs.) çözülürler. -Paranormal deneyim sandıkları birşey karşısında çözülürler -Bir

yakınlarını kaybettiklerinde çözülürler -Ölümle yüzyüze gelince çözülürler vs. vs.

O yüzden ateistim diyen kişi oturup kendi ile adam akıllı hesaplaşmalı. Bu hesaplaşma da

ezber bilgilerle olmaz, kendiniz kandırıp "ben ateistim, çünkü ateist olmalıyım" demeyin.

Kendini kandıran ateist olamaz. Özetle, cahilden ateist olmaz.

Ateist olmak için gerekli kalp iyiliği ve zihin kudreti, ancak on binde bir insanda görülür.

Samuel Taylor Coleridge


Aydınlanma:

Aydınlanma, insanı yaşama, topluma ve doğaya bağlayan bir işleve de sahiptir, çünkü

kendi varlığını aydınlatan birey, kendi dışındaki varlıkları da anlar ve onlarla birlikte var

olduğunun farkına varır. Bu nedenle aydınlanma, bir tür farkındalıktır. Böylece her tür

küreselleşme ve evrenselleştirme projeleri karşısında varlığını korur ve geliştirir. Sonuçta

aydınlanma, insana insan olma olanağını veren bir var olma sürecidir.

Doğruyu gördüğü halde Düşüncelerini değiştirmeyenler Cahillikleriyle mutluymuş gibi

yaşarlar. Albert Einstein

Aklını kendin kullanmak cesaretini göster! Aydınlanmanın ve ilerlemenin özünü eleştiri

kültürü oluşturur.

İstenilen “Demokrasi” nedir? Demokrasidenilince ne anlaşılmalıdır?

Hukukun, adaletin en üstün değer olarak görülmesi, Barış içinde olmak, hiç kimse

farklılığından dolayı dışlanmaması, eşit haklara sahip olmak, her düşüncenin özgürce dile

getirilebilme özgürlüğünün olması,

Canlı hayatının korunma altına alınması, her türlü öldürmenin şiddetin, savaşların

yasaklanması, bütün dillerin serbest olması, devletin her hangi bir dini mezhebi kabul

etmemesi, tüm bireylerin sağlık haklarının eşit olması, insanların doğal yaşamdaki

haklarından üçret alınmaması, iletişim hakkı seyhat etme hakının doğal bir hak olması,

eğitim hakkının özgür eşit tüm insanlara aynı olması, yoldan, köprüden, sağlıktan,

eğitimden, sudan, hizmetlerden üçret alınmaması, herhanği bir üçret ödemeden istifade

edilmesi, tüm hayvanların ayrım yapılmaksızın hayatlarının yaşam haklarının korunma

altına alınması, kadına şiddetin devlet eliyle yasak edilmesi, çocukları her türlü istismardan

uzaklaştırıcı tedbir onların dokunulmaz hakları olması. Çocuk gelinlerin kesinlikle

yasaklanması, tarımın desteklenmesi, ağaç dikmenin yayğınlaştırılması, felsefenin, bilimin,

ve bilim adamlarına saygının eğitiminin ilk okullarda başlatılması, din adına katlıyamların

savaşların yasak edilmesi, din edinme işinin vicdani olup isteyen istediği dini secmede
serbest birakılması, hiçbir dincinin bir başkasına fikrini zorla dayatmaması, devletin insan

ayrımı yapmadan tüm insanlara aynı mesafade olması eşit davranması, devletin

yönetimin herhangi bir dini kabul etmemesi layik olması, Yapılacak yada mevcud

anayasada bunların kanun olması, uygulamaya konurken hakka ögretilmesi, devletin asli

görevi dışına çıkmaması, hatalı olduğunda istifa edebilmesi, yargılanması, kurallara

uyulması halkın bilinçlendirilmesi, cehaletin yok edilim bilinçli bir toplumun dışardan değil

zorlamadan felsefeyle verilebilmesini sağlamak, her türlü çıkar amaçlı din sömürüsünün

şiddetle yasaklanması, halkı aldatan, sömüren, kandıran, gereksiz dernek vakıfların mafya

vari tüm yapıların odakların kapatılması, bu tür faliyetlere ilk başta izin verilmemesi,

1-Halkın aklının korunması,

2-Halkın, can ve mal güvenliğinin korunması,

3-Doğanın ve hayvanların hepsinin korunma altına alınması…

PARA:

Tek başına huzur, sevinç mutluluk olur mu?

Paraya tapmak, sosyal yaraları derinleştirir.

Parayı öpemez, koklayamazsınız, para biriktirmek için var değildir. En iyi para sorun

gideren, bankada tutmayıp ihtiyaç sahipleriyle paylaşmak, huzur, sevinç, mutluluk getirir.

Ayrıca kendinizin hastalıklarına da iyi gelir.

Paran varsa; Her şeyin var, o huzur getirir. Varsa paran her şeyin de var deniliyor. Para

çalınsa her şey yok mu olacak? Bitecek mi? Paranın dışında hayatın olacağınıda hayal

etmelisin… Eğer bilgi ve onu kullanacak aklın yoksa ve nasıl kullanılacağını bilmiyorsan ki;

Paran elden gittiğinde MUTLULUK VE O HER ŞEYİNDE GİTMİŞ Mİ OLUYOR YANİ? Seni

koruyan para değil, bilgidir. Sen ise parayı korursun,

Kadının huyu para yokken, erkeğin huyu para çokken anlaşılır. Eskiden bir insan Bilgi

uğruna para harcardı. Şimdi ise insanlar bilgi sayesinde para kazanıyorlar. Para; İlaçtır

ama sağlık alamaz, Yiyecekler alır ama iştah alamaz, Yataklar alır ama uyku alamaz, Bir
ev alır ama bir yuva alamaz, Lüks şeyler alır ama kültür alamaz, Eğlence alır ama mutluluk

alamaz. Hayatta en iyi şeyler parayla alınmayanlardır... İnsan malı ve parayı üretir.

ardından mal ve para, insanı eşya kılar. Kendisini eşya için satar. Kendisi, eşya için tüketim

eşyası olur. Para bazılarına göre mabut, bankalar ise mabettir. Yaşamımızı para

kazanarak kaybediyoruz.. Kaliteli mekanlara giderek kaliteli insan olamazsınız. Sadece çok

para harcarsınız.Kim bilgiye sahipse, paraya sahip değildir.

Kim paraya sahipse, bilgiye sahip değildir..!

Kapitalist sistemi yıkmanın en iyi yolu “para”yı geçersiz kılmaktır. John Maynard Keynes

Ya ırk, din,para gibi sosyal ayraçların hükmünü ortadan kaldıracağız, ya da bunların

hükümleriyle birbirimizi ortadan kaldıracağız.. Quaris Quarty

Para Mabud ve bankalar mabed. Abdülhak Hamid Tarhan

Kapitalizm dindir.Bankalar kilise, bankacılar rahip, zenginlik cennet, fakirlik cehennem,

zenginler aziz, fakirler günahkar, mülkiyet kutsaldır, PARA İSE TANRIDIR..!!! Miguel D

Lewis

Yeni güç kaynağı çok az kişinin elinde olan para değil, çoğu insanın elinde olan bilgidir.

John Naisbitt

Para insanların kendine biçtiği kıymete haiz değildir. Benim bütün param deneylere

yatırılmıştır. Bunlarla yeni keşiflerde bulunup insanoğlunun yaşamını biraz daha

kolaylaştırmasını sağlıyorum. Nikola Tesla

Üstün adam neyin doğru olduğunu anlar, aşağı adam neyin para edeceğini. Üstün adam

bilinçini sever, aşağı adam malını mülkünü. Konfüçyus

Para sadece bencilliğe hitap eder ve sahiplerini karşı konulamaz bir şekilde suistimal

etmeye kışkırtır. Albert Einstein

Para: bayağılık,baskı ve zulümdür ! Dostoyevski

Parasız düşünür; paralı iki misli düşünür. Dostoyevski

Para konusuna gelindiğinde herkes aynı dindendir. Voltaire


Para hiç bir zaman insanı mutlu etmemiştir ve etmeyecektir, doğasında mutluluk yaratan

hiç bir şey yoktur. Bir insan ne kadar çok para kazanırsa, o kadar fazlasını isteyecektir.

Benjamin Franklin

Paranın öldürdüğü kişilik, kılıcın öldürdüğü bedenden fazladır. Walter Scott

Hiç kimse avucunda para, elinde banka defteri ile doğmamıştır. Dale Carnegie

Hayatı, sadece birkaç ev, araba, bankada yüklüce bir para olarak görüyorsanız eğer,

başarılı olabilirsiniz. Bunun için insanlara sırtınızı dönmeniz ve insan olmamanız yeterli.

Mary Higgins Clark

Para için evlenmek legal fahişeli. Mary Wollstonecraft

Para, gübre gibi etrafa yayılmazsa ise yaramaz. Francis Bacon

Para hayatı satınalamaz. Bob Marley

İnsan mı paraya bağlı, para mı insana bağlı? Bu, insana bağlı. Özdemir Asaf

Para, tarihin ilk aldatmacasıdır. Bu heriflerin ilk dalaverelerinden biri oldu para; onlar bu

para dalaveresiyle canımızı satın aldılar! Bütün paralar sahtedir!

Elsa Morante

'Para her yere sızıyor. Geleneksel bütün bağları koparıyor. Mevcut bütün ilişkileri

değiştiriyor. Her şeyin bir fiyatı vardır. İnsan artık sadece gelirlerine göre değerlendiriliyor.

Para ekonomisinin hakim olmasıyla birlikte genel bir ahlaksızlık başlıyor.' Ernest Mandel

Para asla çoğaltılmayacak, ne paranın ardından koşulacak, ne de para sahibi olmak

istenecek Albert Camus

Bu çağda itibarını para ile koruyamazsın. George Bernard Shaw

Para bir mübadele aracıdır. Adam Smith

Para bir araçtır. Sizi istediği yere götürür ama hiçbir zaman sürücü koltuğuna oturtmaz.

Ayn Rand

Paranın tüm kötülüklerin kaynağı olduğunu söylüyorsunuz. Pek hiç tüm bu paranın

kaynağının ne olduğunu sordunuz mu? Ayn Rand


Para için bir şey yapmayın! Öyle bir şey yapın ki, para etsin... Cem Yılmaz

Sahibi olduğumuz para özgürlüğün; peşinden koştuğumuz para köleliğin aracıdır. Jean

Jacques Rousseau

Cebin para para olacak diye ruhun pare pare olmasın! Nazım Hikmet

Para eroin gibidir. Pazartesi yeten bir doz Cuma yetmez. William Seward Burroughs

Para her şeyi yapar diyen adam, para için her şeyi yapan adamdır. Benjamin Franklin

İnsan, giyinip kuşanmak için para kazanan tek hayvan. Cesare Pavese

Para ile satın alınan sadakat, daha fazla para ile de satılır. Lucius Annaeus Seneca

Şöhret de, para da ölümden öteye geçemez. Hanri Benazus

Para arttıkça para sevgisi de artar. Juvenal

Zenginler para; fakirler çocuk yapar. Francis Scott Key Fitzgerald

Para ve güç, güvensizliğin ürünleridir. Hermann Hesse

Yüreği para diye çarpanlar,

şaşılacak derecede kolay kandırılır. Ciğerleri beş para etmez onların. Jack London

Para ile her şeye sahip olunacağı söylenir.!

Yiyecek satın alabilirsin, ama iştah satın alamazsın.

İlaç alırsın ama sağlık alamazsın.

Bilgi alırsın ama bilgelik alamazsın.

Gösteriş alırsın ama güzellik alamazsın.

Eğlence alırsın ama neşe alamazsın.

Tanıdık alırsın ama dost alamazsın.

Hizmetçi alırsın ama sadakat alamazsın.

Boş vakit alırsın ama huzur alamazsın.

Para ile her şeyin kabuğunu alır ;

Hiçbir şeyin çekirdeğini alamazsın..! Arne Garborg

İnsan. para kazanmak için sağlığını harcıyor. Sonra sağlığını geri kazanmak için para
harcıyor.Sonra bir de gelecek için o kadar endişeli ki; anı yaşayamıyor; sonuç olarak, ne

şimdide yaşıyor ne gelecekte; hiç ölmeyecekmiş gibi yaşıyor, ve aslında hiç yaşamadan

ölüyor. Dalai Lama

Bir budala para kazanabilir, ama onu sarfetmek için akıllı olmak lazımdır. Charles Haddon

Spurgeon

Başlıca üç çeşit insan vardır. Bilgisever, ünsever ve para sever. Platon

Para size arkadaş satın alınamazama daha kaliteli düşmanlar getirebilir. Spike Milligan

Sahip olan değil, bağışlayan zengindir. Erich Fromm

FELSEFİ AFORİZMALAR

2015 -2017

1-Neden insan, düşünceye savaş açar? Bir dine bağlı insan, düşünemez! dolayısıyla

düşünceyi suç saydığı gibi, düşünenide öldürmek ister.

2-Yobazların bütün işleri, cin peri masalları ile gizem oluşturarak, müritlerini korkutmaktır.

3-Dünyada her şey geçiçidir. Acılar bile bazen bir saatlik, bir günlük, bir aylıktır.

4-Kaçarı yok, öleceksin.

5-Bir canlıyı diri diri yakan bir zihniyetten ne beklenir ki?

6-İnsanda duygu-his modu tezahürleri:

Sıradan insan; inanma modunda, cahil olup sürekli tabi olur, ve tapınma içinde kalır.

Vicdanı “baskın çıkan”insan; İyiniyetinden sürekli acı çeker, kendisine zarar verir.

Duygularına, hislerine, akılını iktidar kılan insan; Çözüm odaklıdır. Vicdanınıda

kaybetmeden, gelişen olaylara göre hayır demesinide bilendir.

7-"Eğer din adamları, "Ateist" olsalardı, "din ve allah" için verdikleri mücadelenin, ne

kadar boş ve anlamsız olduğunu anlarlardı.!

8-Siz hiç Örümcek adamın gerçek olduğuna inanırmısınız? HAYIIR, o bir Çizgi Flim

karekteridir. inanmayız dersiniz, öyledir de o bir çizgi filim karekteridir.Peki o halde, neden

bir dizi filim karekteri olan ve her oyununda elinden silah düşmeyen sürekli insan öldüren,
Polat Alemdar'a inanıyor, iman getiriyor, inanç haline getirerek onu putlaştırıyorsunuz?

Müşrikler, münafıklar, kafirler, zındıklar, yobazlar, sizi.

9-Daha ilginç olan nedir biliyormusunuz? İnsanoğlunun; Kendi ürettiği, hayali, sanal,

masal kahramanlarına, ve bu karekterlerin yapıp ettikleri Uçuk Kaçık olaylara! inanıyor

olması. Adamın dizideki, rol adamına inanması varken, gerçekleri biz nasıl anlatırız bu

insanlara? İşte; Cehalet öğretmez, inandırır.

10-Anladım ki, bize 'bizden başka' dost yok.

11-Sözüm söz! Tayyıp erdoğan ölsün, yarım gün aç susuz kalacağım. Ancak bu kadar

iddialıyım.

12-Kendimle başbaşa 'düşündüğümde' mutluyum.

13 -Bu aralar kimseye vakit, ayıramıyorum. Zaten bir 'tek dostumdan başka' kimsem yok.

14 -Yaşadıklarım, benim tarıhimdir. Başkasını niye ilgilendirsin ki?

15-Dindarlar bizi 'anlamazlar' anlasaydılar zaten dindar olmazlardı.

16-Ailem benim için hep 'negatif' güç olmuştur.

17-Dünyada en nefret ettiğim, şöhret ve ünlü olmaktır. sıradan olmak en iyisidir. Kimse

seni övmesede sen kendini översin.

19-Ben Kuran'ın türkçe mealini analiz ederken, hadisler ve mezheplerin gereksiz olduğunu

anladıkdan sonra kitabın kendi çelişkilerini gördüm.

20-İnsanoğlu ateşi keşfettikten sonra, cehennemi hayal edip uydurmuştur.

21-Dinler insanların korkusundan dolayı tasarlanmıştır.

22 -Kabenin duvarını öpmek, el sürmek, ve etrafında defalarca dönerek yüceltmek, o

siyah taşa tapmak değilmidir?

23-Bu günün dünyasında; "para, kabe, dinler" birçok insanın zihninde bu üç büyük put!

kırılmayı beklemektedir.

24-Erkeklerin bir çoğu karısına ve kadına tapmaktadır. Namus adı altında her şeyi göze

alarak ölürler, öldürürler.Kadına şiddetde, bu "aşırı sahiplenme içgüdüsünden" meydana


gelmektedir.

25-Erken yaşlarda, arap masallarıyla beyni yıkanmış, bir kişinin sabit ve bağnaz fikirlerden

kurtulması, hele hele masal kahramanlarına inanmış bu kişinin ömrü hayatında bir sefer

olsun şüpe etmesi aklına dahi gelmez. Böylesi yobaz düşünce sahiplerinin; özgür olması,

aydınlanıp gerçeğe ulaşmaları çok zor nerdeise imkansızdır.Bu kişilerin profosör olması, bir

çok kitap yazması, tv programları paneller vermesi durumu değiştirmez. Hepsi boş.

26-İslamiyet; arapların türklere bulaştırdığı pis bir hastalıktır.

27-Dünyada o kadar çok, iş, meslek, politikaçı, bağnaz düşünceli yobaz, vakıf, dernek,

tapınak, din adamı ritüel, kitap, yazar, var ki; imkanın olaçakta hepsini dünyadan aşağı

ataçaksın.

28-Kadına şiddetin en temeli şudur; Tamamı seneryo yalan olan, uydurulmuş din ve

namus alğısı böylece aşırı sahiplenme içgüdüsünden meydana gelmektedir.

29-Şikayet etme! bir mumda sen yak ki; "Işığından" faydalansın çocuklar.

30-Kuran-a sorup, cevabı kuran'dan alıyoruz! Kuran nasıl bir kitap? El-Kuran: Satır satır

yazılmış bir kitap. (Tur:2)Kuran kimin sözüdür? El-Kuran: Muhakkak ki O kuran

muhammed'in sözüdür. (Hakka:40)Tefsiri: Biz bir şey kattıkmı? yok cevabı veren kim? Elkuran.

Demek ki neymiş? Kuran "Vahiy" kitabı değilmiş.Varmı başka sorusu olan?. (.)

31-Öğrenci ile yobaz'ın konuşması: Öğrenci: Birak hükümetleri, insanların sürekli dünyada

sığınıp, dua ve ibadet ettiği tanrıları onlara varlığını bir sefer olsun hissettirip, ölümlerden,

hastalıklardan, kazalardan, felaketlerden, savaşlardan koruyup yardım etmemiştir.

Böylesi bir tanrıya sadece inanmak neye yarar ki? Yobaz: Dünyada olmasada ahirette

yardım edecek! Öğrenci: Dünyada varlığını bir sefer hissettirmeyen tanrının ahiretinede

inanmıyorum.Yobaz: Vay a.m.k. kafiri. o*çocuğu, şereksiz, sen allahımı inkar ediyorsun?

Öğrenci: Düşünceye düşünceyle cevap veremeyince, tek bildiğiniz ağız dolusu salya sümük

boş kafayla küfredip, saldırganlaşarak, azgınlaşmaktır.

32-Dostumla yaptığım zihinsel yolculukta, daha sonraki günler hatırladığımda yaşadığımı


fark ettim.

33-Doğaya ve canlılara yanlış yaparsak, yarınlar bizi affetmez!

34-Araplaşmış müslümanların tamamı ışid kafalıdır. İslam düşüncesinin zihinlerden

tamamen silinip yok edilmesi gerekir. Başka türlü aydınlanmanın imkanı yoktur.

35-Size birisi; Ben dinlerin ve tanrının uydurma mitoloji olduğunu farkettim, ama daha

sonra bu yalanlara, uydurmalara, tekrar inanmaya başladım derse, bilinki o büyük bir

yalancıdır. Yok böyle bir şey, hiç kimse kustuğu şeyleri tekrar yiyecek olarak görmez. Bu

akla mantığa aykırıdır.

36-Dinin ve tanrının mitoloji olduğunu fark eden bir filozofun, tekrar bunları kabul edip,

övdüğüne tarihde rastlanmamıştır.

38-Aydınlanmış bir insanın, tekrar karanlığa dönmesi onu övüp inanması asla

düşünülemez!

39-Aslında insanoğlu daha uzun yıllar yaşma arzusundan, sıkıntıya düşüp mutsuz

oluyorlar.

40 -Artık; Agnostik, deist, teist olarak Yaşayanların bilgiyle korkularını yenmelerini

evrimlerini tamamlayıp, insan olmalarını beklemekten başka çaremiz yok!

41-Felsefeye önem vermeyenler, cahilliklerinin bedelini ölene kadar cehennemden

korkarak ödeyeceklerdir.!

42-Bana göre felsefenin amacı; İnsanın sonradan edinmiş olduğu bütün korkuları

aşmasını hedefler.

43-Günümüz modern dünyada, "burçlar -Astroloji" falcılık, büyücülük, sihirbazlık,

altarnetif cincilikle şekil almış dinlerdir.Hepsi uydurma yalanlardır.

45-Nice düşünür yazar dünyadan geldi geçti geçiyor, Dini içerikli masallardan bir sefer

dahi şüpe etmediler, Bu teslimiyet içerisinde, onları okuyanlarda bu kurgulara inanarak


malesef tuzaklarına düşmüşlerdir.

46-Benim uyanık olduğum vakitlerde, horozlarda uyumuyorlardı anne...

47-İnsanda korku var olduğu için, bunu fırsat bilen bazı ahmak adamlar mürit toplayarak

onları hep sümürmüşlerdir.

48-Vahiy, ilham, keramet, mucizeler yoktur. Düşünce, korku ve hayeller vardır.

49-Ben yazı yazarken hep (c,ç) yi (g,ğ) karıştırmışımdır. Ama (o,ö)(s,ş) (ı,i) (u,ü) yü hiç

karıştırmam. Artılarım daha çok ne mutlu bana... Bir de (w,Q,q) harfleri çıkmış ne

olaçaksa?

50 -Ben yetkileri elinde bir ülkenin başkanı olsam, Ülkede ne kadar silah varsa toplatırdım

büyük bir meydana, üzerlerine benzin döker tutuşdururdum, Onlar yanarkende, Ne mutlu

"insanım" diyene der arkamı döner giderdim...

51-Öyle şey keşfetmeliyiz, öyle söz söylemeliyiz, öyle yazı yazmalıyız ki, okuyan öğrencinin

zihninde kutsalmitolojilerden iz kalmayıp silinebilsin.

52-Şöyle bakıyorumda, çağlar boyu ve günümüzde ateistlerin çabası, din masalıyla

kandırılmış kalabalıklara bunların yalan uydurma olduğunu kabul ettirme çabası

uğraşısıydı. Onların verdiği tepkiler ise hey haat; Durmadılar, dinlemediler, anlamadılar,

işitmediler, görmediler. duymadılar, Hep avuntunun peşine koştular. Yalanın; yalan

olduğunu kabul ettirmek ne garip şey degilmi?

53-Yalanın; yalan olduğunu kabul ettirmek ne garip şey degilmi?

54-Benim paylaşmaktan korktuğum düşüncelerim var.

55-Zamanın içine doğduk,Yaşıyoruz zamanın içinde,Ölüyoruz zamanla, Madem zamanla

ölecektik, Neden zamanın içine doğduk?

57-50 yıldır Türkiyede doğdum ve yaşıyorum ne zaman devletin dairesine işim düşse

tercübeyle sabittir. Ya ertelendi, ya olmadı, ya git yarın gel dendi, Ben böyle sistemin,

bürokrasinin, keyfiliğin içine tüküreyim.


58 -İnsan kirlettiği yeri "temizledikten" sonra gitmeli.

59-Ateist; Binlerce tanrıların ve bir çok dinin insanlar tarafından uydurulduğunu fark eden,

hayali hiç bir dostu olmadığını bilerek aydınlanmış, bilim insanına ateist denir.

60-İlahiyat çemberi içerisinde, henüz binlerce uydurmaya inanmış bir insana aydın bilim

insanı denmez.

61-Papazdan, imamdan, aydınlanmış bilim adamı çıkmaz iddiası doğru değil! Çıkar

yüzlerce tanrının o kadar da dinin insanlar tarafından kurğulandığını fark ederse neden

olmasın?

62-Sesk'i hayatın "tek amacı" haline getirmek, bir tür tapınma putperestliktir.

63-Bilim adamı bilgisini bir çıkara satmayan kişidir. Sadece para için bilgi üreten insana,

aydın insan denemez!

64-Samimi, düşünen insanların artık eli kalem tutan, ağzı laf yapan şu üç kişiyi birakmaları

gerekir. Yaşar nuri öztürk, İhsan Eliaçık, Edip Yüksel, değilmi ki? Hala arap masallarına

inanıyorlar konu kapanmıştır.

65-Bir tanrı düşün ki; Kendine düşmanlar yaratıyor. Çok güçlü olmasına rağmen kendisi

bunları ortadan kaldırmıyor. Kendine aciz insanlardan askerler edinerek onlara kaldırtmak

istiyor. Bu olaçak şeymidir?

66-Soyut düşünüp bağımsız olamayan insan özgür insan değildir.

67-Niçe insan dünyaya geldi gitti. Kendisi olmadan, yaşamadan öldüler. Onlar yaşayan

ölülerdi.

69 -Ben Levet Kırca'nın ölümüne üzüldüğüm kadar hiç kimsenin ölüsüne üzülmedim.

Olacako kadar bizi sadece güldürmedi, düşündürende bir okuldu. Belki de bundan dolayı

biz onu çok sevdik. Bizi düşündürdüğü için yasaklanmıştı.

70-Kirli bir Dünya birakaçaksan, yapma çocuk birak kalsın arkadaş!

71-Ey cahil, sabit fikirli insan; Bilimi yoksaymanın, aklı inkar etmenin, felsefeyi dışlamanın
bedelini bir ömür boyu "korkular" geçirerek ödeyeceksin.

72-Her yazara, düşünüre filozof denmez. Filozof olmanın ilk şartı inançsızlıktır.

73-İnançlı; Tutsak, bağımsız hiç düşünemeyendir. İnançsız; Kendisi olup bağımsız

düşünebilen aydın insandır.

74-Tanrıları yaratanda insan, tanrılaşanda insandır. İnsanları gütme isteği, tanrılaşma

isteğinden başka bir şey değildir. Değilmi ki; iki büklüm olup tuvalete giden, uyuyan, yiyen,

içen, hayvanlar gibi cifleşen, ve ölecek olan da sensin. Sen neymişsin be abi.

75-Liderlik, kelimelerin evrimi: Bir

zamanlar,Peygamber/Halife/Veliaht/Kral/İmparator/Kraliçe/Prens/Emir/Şah/Aziz/Reis/S

ultan/Padişah/Başbakan/Başkan/ "Buyuruyor/Söylüyor"/"Haziret/Sayın"

76-Günlerdir deli danalar gibi dünya genelinde düşünürlerden, sabırla azimle güzel söz

aradım. Şunu gördüm ki gazeteciden, sinamacı, televizyoncu, oyuncu, yönetmen,

sanaristten, politikacıdan, pek anlamlı derin topluma faydalı bir söz çıkmamıştır.

77-Bana göre dindarların çoğu Narsisizm özellikler taşıyan hasta kişilerdir.

78-Hiç bir canlıya zarar vermemek, iyi insanların karekteridir.

79-İnsan; çocukluk ve gençlik dönemlerinden, edindiği "yanlış alışkanlıklarını" ilerki yıllarda

kolay kolay terk edemiyor.

80-İsim sıfatlar çağlar boyunca hep değişmiş ama, insanın insana zulmü canlılara

hükmetmesi hiç değişmemiş.

81-Gerçek insan, hiç bir canlıya zarar vermez.!

82-Benim dini içerikte, iki yüzden fazla kitabım oldu. Bir çoğunu başkası okusun diye

verdim geri gelmedi. Okuduklarımın altını çizerken bir zaman sonra üstünü çizdim. Bir

çoğunuda kışın ısınmak için yaktım. Şimdilerde dinsiz, imansız, "kitapsızım".!

83-Bir zamanlar çebimdeki tüm harçlığımı kitaba verirdim. Hatta yemek yerken dahi

kitap okurdum. Abartısız bu durum tam otuz yıl sürdü.

84-Yazmak; farklı düşünceli yanlız insanların kendisiyle dertleşmesidir.


85-Hiç kimse boşuna kendisini temize çıkarmasın. Değilmi ki; para bağımlısı, makam

bağımlısı, politik bağımlı, uyduruk din bağımlısı, şöhret bağımlısı, oyun bağımlısı, seks

bağımlısı, iş bağımlısı, kadın bağımlısı, tüketim bağımlısı, her birimizin tapınakları olan,

hasta karekterli hayvanlarız işte.

86-Özlü sözleri okumak, bana yeniden tekrar, tekrar düşünmeyi öğretti.

87-Bütün inançlar korkutmaya dayalı kurulmuştur.

88-Seni anlamayan birisiyle, sohbet edip dertleşemezsin. Öyle rahat.

89-İnsanların en alçağı; Politikacı, ve din adamları insanların evlatlarını en çok katleden

yalanlarla aldatıp sümüren iki kesimdir. Sıkılıp utanmadan şerefsizce, aşağılık adamlar,

milletin gözünün içine baka, baka, yalan söylerler. Ne alçaktır onlar.

90-İslam varlığını, 1-İnsanları ötekiletirerek, 2-Düşman yaratarak, 3-Bölücülük yaparak,

4 -Yetmedi öldürerek sürdürür.

Mümin/Müslüman/Kafir/Müşrik/Münafık/Mürted/Zındık/Ehlikitap/Köle/Esir/Cariye/Zim

mi/Sunni/Şii/Caferi/Hanefi/Maliki/Şafii/Eşari/Maturidi/Muhacir/Ensar,bunlar ne?

Sonrada islamda bölücülük yoktur derler hadi ordan şakirt, zındık, seni!

91-Müslümanlar PEYGAMBERLERİN arasını ayırmazlar!"Allah'ınpeygamberlerinden

hiçbiri arasında ayırım yapmayız." (Bakara suresi 285)Kuran'da 26 Peygamber ismi

geçerken, bir yalana görede 124 bin Peygamber varken, Neden? Günde 5 defa Ezan

okunurken, "Eşhedü enne Muhammede'r-Resullullah" Deniliyor bölcü, şakirt, zındıklar!

92-Canım sıkılınca uydudaki tarikat tv leri tek tek siliyorum. Bitmek bilmiyor. Ne kadar var

öyle "ebe gümeci deve sidiğini karıştır günde iki bardak iç evelallah her derde deva" -

saraçoğlu-din bezirganları sanada tavsiye ederim sıkıldığında öyle yap al kumandayı eline

600 kanalı tara bütün tarikat yayınlarını sil, iyi geliyor.

93-Yoksul insanları, vergi ve zamlarla sömürenler kimlerdir? Cahil milleti, hayali

kahramanlarla oyalayıp, karanlıklarla korkutarak düzenlerinin sürmesini isteyenler

kimlerdir?
95-Din adamları ve siyasilerin toplumu sürekli işle, para kazanma ile, seksle, meşkul

ederek hasta hale düşürerek, beyinlerini uyuşturupfelce uğratırlar. Böylesine sürekli

parayı, işi seksi düşünen insan kalabalığından keşfeden, düşünen bilim adamı, filozof

çıkmasını beklemek imkansızdır.

96-İş yapmak istemeyenler, ya siyasetci ya da din adamı oluyorlar.

97-Benim tavsiyem, geçimini hikaye ve masallarla yazarlık yapan din adamlarına,

ömrünüzde bir defada olsa, tamamı yalan olan iman getirdiğiniz kutsallarınızdan şüpe

edin. Derim.

98-Hiç bir din adamı kız çocuklarının okula gitmesinden razı değildir. Anne öğrenirse

çocuğunada öğretir. İsterler ki cahil kalsın ve küçücük kız çocuklarını kendilerine gelin

yapsınlar.

99-Tayyıp Erdoğan istese Türkiye genelinde halka silahsızlanmayı başlatıp, küçücük kız

coçuklarının gelin olmalarına engel olabilir. Ama istemiyor.

100-Gerçekten Allah olmuş olsaydı; Savaşlara, hayvan katliyamlarına, yalan söyleyen

politikacılara, halkı uyduruk masal hikayelerle sömüren din adamlarına, kadına şiddet

uyğulayıp tecavüz edenlere, kazalarla sakat kalanlara, açlıktan ölenlere, soğuktan

donarak ölenlere, sokak çocuklarına, küçücük kız coçukların gelin olmalarına, sesiz kalıp

seyredermiydi?

101 -Sanal korkular; Ölüm korkusu, Şeytandan korkma, Cehennem korkusu, Kabir

korkusu, Karanlıktan korkma, Cin peri korkusu, Ey Anne ve Babalar çocuklarınızı bu

korkularla büyütmeyin, ileride atması çok zor oluyor.!

102-"Heyhat" Bugün Türkiye toplu halde uyumakta, paranın satın almadığı insan

nerdeyse kalmadı gibi, iş/gönüllü kölelik oldu. Herkes bir şeylere kul köle.

103-Hiçbir şey, canlıların hayatından daha değerli ve de kutsal değildir.

104-Dünyada iki sınıf vardır. İnsan olmuş insanlar, Henüz evrimini tamamlayamayan
insana benzer mahluklar.

105-Sanal korkular; Ölüm korkusu, Şeytandan korkma, Cehennem korkusu, Kabir

korkusu, Karanlıktan korkma, Cin peri korkusu, Ey Anne ve Babalar çocuklarınızı bu

korkularla büyütmeyin, ileride atması çok zor oluyor.!

106-Tutturmuşlar, yeni anayasa illa başkanlık sistemi diye;İçinde neler olaçak anlatta

bilelim.Örneğin;Savaşlar bitecek mi? Gelir dağılımında eşitlik sağlanacak mı? Kadına

şiddet ve tecavüzün önüne geçilecek mi? Kazalar azalaçak mı? Sivil silahsızlanma olaçak

mı? Işid'e kaynak akıtılan dernekler çalışmadan gelir sağlayan vakıflar kapatılacak mı?

Halkı yozlaştıran bağnaz kafalı din bezirganları susturulacak mı? İnsanlara özgür

düşünme yetisi öğretilecek mi? Akla bilime ve düşünen insana saygı gösterilecek mi?

Sokak çocuklarının sonu gelecek mi? Zamlar ve haksız vergiler son bulacak mı? Kız

çocuklarının gelin olması bir son bulacak mı? Eğer bunların hiç birisi olmuyacaksa, o

zaman at çöpe gitsin.

107-Ey insan; Diz çöküp, kendi türün karşısında iki büklüm oluyorsun neden?

108-Duygusal okuryazarlık ve iletişimin ABC'si A : Duygularını tanı ve kabul et

B : Duygularını anla, besle ve geliştir. C : Duygularını yönet.

109-Tanrıları yaratan biziz! Ateşi bulup cehennemi uyduran biz,Parayı çıkaran biz, Tevratı,

incili, kuranı yazan biz,Kabenin duvarlarını taşdan topraktan yapan biz,Aşk -ı uyduran biz,

Hayvanları öldürüp leşlerini yiyen biziz biz.!

110-Düşman kendi içimizde! İnançlı insan, aklını kullanıp düşünmekten korkar kaçar, onu

düşündürene düşman olması kendi sanal korkularıdır. aklını kullanıp

düşünmesine engel olur. Hatta şiddetle kaçar bundan, savaş çıkarmasının nedeni cahaleti,

korkusundandır. Savaşacaksan kendi cehaletinle korkularınla savaş.

111-Gerçeğe ulaşmak öyle kolay olmuyor!Kendini tam olarak vermen lazım, düşünüp

anlaman gerek, sorgulaman sorular sorman lazım,anladım demekle anlamış olmuyor

insan.
112-İnançlı mısın!? Tavuklu mükellef sofraların düşünü kur,aç yalan torbası olan

hatipoğlundan masallar dinle, kütüğün ağladığına, karıncanın konuştuğuna, ayın ikiye

ayrıldığına, bulutsuz yağmurların yağdığına, kanatlı atın uzayda tur attığına inan, canlı

bonba olmayı düşün, otur minderine cennette 70 huri ile seks yapmanın onlarla şarap

içmenin hayali kur, korkular içinde yaşa...

113-Çağlar boyunca; Politikacılar ve din adamları insanlara hep büyük yalanlar

söylemişlerdir.

114-Çekilen acılar oranında, zihinsel gelişim gösteriyor insan,Rahat, günü kurtarma,

dünyalık kırıntılar peşinde koşanlardan pek 'düşünür' çıkmıyor.

115-Gerçeğe ulaşma, korkuları yenme, çelişkileri görmede, "merak, ilgi, sabır, çaba,"

gereklidir.

116-Sistem paraya dönük çalışıyor, Herkes böyle düşünüyor, çözüm bulamıyor bu teslim

olmaktır. Kapitalizmin yıkılışı parayı kullanmamaya bağlıdır.

117-Acı; daha bilge olmamızı sağlamak için gelir.

118-Türk halkı istese, haksız vergi ve zamanların, gelen cenazelerin hesabını devletten

sorabilir. Ama istemiyor.

119-Türk halkına israrla hala yüksek "wolümde" deve sidiğini şifa diye içen arabın

arapçasından okunan "ezanlar" Beşikte hiç dilini anlamayan çocuklara ninni, ninni

yavrum mesabesindedir.!Arapça ezanlara sahip çıkan sözde "Ateist" olan sayın! Prof. Dr.

Celal Şengör'e ithaf olunur.

120-Tayyıp Erdoğan bugün istese, yüzlerce binlerce tarkatı kapatıp ışid'ci kafada vakıf ve

derneklerin kapılarına kilit vurarak din bezirganlarını susturabilir. Ama istemiyor.

121-Düşünmekle o kadar meşgulüm ki; Çalışmaya vakit kalmıyor.

122-Bir adam cennette 104 huri ile sesk'e, orada şarap içmeye imanlar getirirken,

Dünyada yüzlerce korumalarla dolaşması olacak şey değil."Onlardan korkmayın benden

korkun" diye ayet yokmuydu? lan ... Ben iman getirseydim, bir an önce ölür onlara
kavuşurdum. Demekki koruma edinenler gerçekten iyman getirmiyorlar. waay iyansızlar

vay!

123-İyi ve doğru insanı bulmak mı istiyorsun? Nelerin doğru, nelerin iyilik olduğunu anla

yeter! İyi insan; İnançlı ancak, savaşan, kadın döven, taşlayan, insanları kesen,

canlı bomba olan, öldüren, yalan söyleyen, çalan, zorba-zulmeden değil, barış yanlısı

öldürmeyen iyilik yapandır doğru olan!

124-Sıradan inanma modunda olanlar, sürekli gezegen boşluğuna el açar avunur, bu

alışkanlığa dönüşür, kısa süreli hazlar verir, mutlu olaçağı sanısındadır. Uzayın

boşluğunda/ yukarı gezegende değil, yeryüzünde yaşadığınızı ne zaman öğreneceksin?

125-Kendileri hiç çalışmayan, politikacı ve din adamları halkın düşünmemesi için sürekli

çalışmasını isterler. Sürekli çalışmak, düşünmeye engeldir.

126-İnsan olduğu gibidir. Dışardan onu değiştiremezsin, degişim içeriden dışarı doğru

olup, sadece onu düşündürebilir sin.

127-KUR'AN'DA Hiç bir yerinde "mucize" kelimesi geçmediğini, ayetlerin tamamına

"hadis/söz dendiğini, anlatılan hikayelerin daha önceki kitaplardan "araklandığını"

(Ayet/hadis/söz) bükücülerinin gerçekleri sakladığını, toplam sayının 6.666 olmayıp 6.236

olduğunu, BİLİYOR MUYDUNUZ? DÜŞÜN -SORGULA

128-Aklı başında okunsun, "sağduyu" bir çok kitabı çöpe attıracak bir kitapdır.

129-Akıllı insan, savaşmaz.

130-Olumsuzlar, olumlu göründükce ben olumsuzum.

131-İnsan duyğuları olan, vicdanı olan, hisleri olan, ağlayan, üzülen, bir varlıkken,

hayvanları kesenlerden, savaşlarda sürekli insan kanı akıtan askerlerden, bütün bunlar

çıkartılıp alınıyormu?

132-Bu hayatta yaptığım üç şeyden pişman oldum. Daha önce bir tarikata katılmakla,

evlenmekle, büyük şehire göç etmekle.

133-Şeriatçı birisini iş başına getirirseniz, "tehlikeleri" bekleyin.


134-Masal ve hikayelere iman etmiş yobaz bir inançlıdan "hiç bir veri" alınmaz.

135-Adalet Timsali İNSAN! Kendi kızını diri diri toprağa gömen, üzerine toprakları atarken

baba baba diye sesleri duyan, sonra arkasını dönüp giden, kılıçıyla caddelerde dolaşan,

insanlar onu gördüklerinde sokaklarını değişen, sürekli kılıçla boyun vurmaya alışmış

böylesi pis ve kötü alışkanlıkları olan birisini adalet timsali diye takdim edip örnek insan

göstermek ÇOK MANTIKLI!.

136-Belki de başkasının hayalidir, "yaşadıkların"...

137-Bütün dinleri sorgulayıp aşan kişiye "filozof" denir.

139-ÖRNEK İNSAN! Parmağıyla ayı ikiye ayıran, parmak uçlarından sular akıtan, kız

çocuklarını kendine gelin yapan, öz evladıyla evlenen, kılıcıyla savaşlarda insan kanı akıtan,

ganimetleri/malları/servetleri/paraları allahla arasında pay eden, kendine yüzlerce karı

edinen birisi örnek diye sunuluyor. ÇOK MANTIKLI!.

140-BİR BAŞKAN DÜŞÜNÜN! İçki ve sıgara fabrikasının temeline ruhsat versin, bu

işletmelerden vergiler alsın, kapısına maaşlı bekçi diksin,vatandanş içince, içmeyin yasak

diye bağırsın. ÇOK MANTIKLI!

141-Ateist olmak, yeniden doğmaktır.

142-İnsanlar üç sınıftır. Takip edenler, hem takip eden hemde takip edilenler, takip

edilenler.

143-Baş örtürlü olupta, aydın cıkana bugüne kadar rastlanmamıştır.

144-İlahiyatın oluşturulması, iki temel neden de saklıdır! 1-Dünyada varlığımın amacı ne

beni kim var etti? sorularına karşılık hayalı olan var olmayan soyut kavramlar üretildi.

İnsan türünden başka canlıda bu soruları sormadı! Allah, Cin, Melek, Şeytan, Ahiret,

Cennet, Cehennem, Ruh, Dua, Sevapvs. vs. 2-"Korku" İnsanları korkutarak bu soyut

kavramlara inandırma. Ancak kişi bu iki temel nedeni anlayıp aştığından gerçeğe

ulaşabilir.
145-Eleştiri kültürü gelişmemiş birisinden aydın insan olmaz.

146-Toplumun bütün yönlerinin açığa cıkarılması gerekir. Ancak baskıcı toplumlar buna

fırsat vermezler.

147-Kişilerin söylediği bir sözden başka, diğer sözlerinede bakmak o kişiyi tanımamıza bir

vesiledir.

148-Bir zamanlar çok zeki ve akıllı bir kral varmış, elinde çok hünerli sopasıyla düşmandan

kortuğu için denize dürterek ikiye ayırmış oradan yol yapıp kendi canının kaçarak zor

kurtarmıştır. Aynı hünerli sopasını düşmana döndürerek onları işini pek ala bitirebilirdi

ama o zor, ve de imkazsız olanı denedi neden? İşte bu olaylar sadece masallarda olur.

149-Düşünenler her dönem azınlıkta olmuştur.

150-Her canlının sütü, kendi yavrusu içindir.

151-Kuzu eti yemek, çocuk yemekten farkı yoktur.

152-Düşünme bakımından insanlar üç sınıftır. Düşünenler, Düşündüğünü sananlar, Hiç

düşünmeyenler.

153-Menfaat ve sömürülerinin biteceğini çok iyi bildikleri için bazı çevreler, manası

anlaşılmasın diye inatla, zorla, Türk çocuklarına kur'anı arapça okutuyorlar. Sevap

kazanma diye bir şey yoktur. Siz siz olun israrla kur'anı Türkçe anlamını okuyun ta ki;

Anlayana kadar.

154-Bir çıkara, menfaate bilgisini satanlar özgür düşünemez, beklenti kaygısı ayır basan

kişi, akla, bilime uygun fikirler ortaya koyamaz. Bu tip sözde yazarların toplumun menfaati

değil kendi çıkarı önde olur.

155-Bizim bilmem kaç yüz bin yıllık anlı şanlı "kadim" gelenegimiz var;!At sırtında yabancı

ülkelerden haraç toplamak mı dersin,Vicdansızca ahlakı ayaklar altına alarak, oyuncağı

elinden alıp daha yaşları altısında yedisinde küçücük kız çocuklarını gerdeğe götürmek mi

dersin, Savaşlardan arta kalan düzünelerce esir kadınlardan cariye diyerek harem kurmak

mı dersin, Sünnet diye her yıl kız ve erkek çocukların organlarını kesmek mi dersin, Eğitim
diyerek yavruların beyinlerini arap ilkelliğiyle doldurmak mı dersin, Her sene hayvanları

katletmek mi dersin, Farklı düşünüyor diye anne babayı, kadınları av tüfekleriyle namus,

töre cinayetleriyle aydınları infaz etmek mi dersin, Ölülere avucları açıp anlamını

bilmeksizin arapça bir şeyler mırıldanarak yüze sürmek mı dersin, İnşaallah, maşaallah,

alimaallah, mazaallahlı kutsal büyük tapınak mabetler mi dersin, Daha hatırlayamadığım

sıralamakla bitmek bilmeyenleri sen benim adıma hatırla yaz. Bitti mi? bitmez...

Gerçekten de, bizim bilmem kaç yüz bin yıllık anlı ve de şanlı " KADİM" geleneklerimiz var.

Mubarek olsun...!

156-Tanrının var olmadığını acılar içinde olduğunuzda daha iyi anlarsınız.

157-Şu bir gerçek olarak ortaya çıktı ki; Müslümanlar, bilmedikleri, anlamadıkları

düşünüp sorgulamadıkları akıllarını zerre kadar kullanmadıkları şeylere körü körüne

sadece taklid ederek "inanmakla yetiniyorlar." Üstelik bütün dindar inançlıların tamamı

böyle.

158-İnsanlar karanlıklar içerisinde kaldıkları müddetce, gerçeği göremezler. Ancak insan

ışıkta görebilir.

159-Şüpe etmeyi iman bozucu şey olarak gören kafa, ömrü boyunca korkular içinde

kalmaya mahkumdur.

160-Bütün gününü para kazanmaya, çalışmaya mahkumiyet giyidirilmiş birisi ile

hapisteki mahkumun arasında ne fark var?

161-Sunnilik, şiilik, alevilik, hepsi birdir. İçerisinde inanç, paganist tapınmalar, mitler,

ritüeller, ibadet ve ayinler, barındırıyor mu? bitmiştir.

162-Bir adam Profesör olmuş olabilir. Hatta tanınmış çok kitap yazarak paralarda

kazanadabilir. Aynı kişi aynı zamanda cin, peri ve masallara iman ediyorsa konu

kapanmıştır.

163-Müslüman olmak; Araplar gibi düşünmek araplar gibi yaşamaktır. Kör kütük taklid

bataklığına yuvarlanmaktır. Haydıyın deve sidiği içmeye içermisin?


164-Ortadoğu'ya 124 bin peygamber gelmiş bir o kadar da yalancısı cıkmıştır. Yaptıkları

ortada kan gövdeyi götürüyor. bilime, akla, hatta düşünceye savaş acmış bir toplumdan

başka ne beklenebilir ki? Kalkmışlar hala bize islamın faydasından söz ediyorlar.

165-Felsefe, yolda olmayı öğretir.Felsefe, doğru düşünmeyi, sorular sormayı, eleştiriyi,

sorgulamayı öğretir.Felsefe mitolojilerden, kurtulmayı gereksiz korkuları aşmayı

öğretir.Felsefe, karşılıksız iyilik yapmayı öğretir.Felsefe, arayışı, merakı, şüpe etmeyi,

kendini bulmayı aklını başına almayı, insanlaşmayı ögretir insana...

166-İnsandaki avanta aşkı var oldukça, Dünyadaki belalar ortadan kalkmaz.

167-Korkulardan kurtulmanın, kendini bulmanın, insanlaşmanın yolları: BAK;

ARKADAŞIM, DOSTUM, KARDEŞİM! Sana önce kur'an'ı sevap kazanmak için ögretirler,

sonra nağmeli okumaya başlatırlar. Sen bunlarla yetinmeyip merakla büyük bir casaretle,

türkçesiyle anlamak için okumaya başlarsın. Bu anlamalı okuma sana diğer dinleri, ve

incili, tevratı, zeburu okumanı telkin eder. Onları okuduğunda çelişkiyi keşfeder

sorgulamaya başlarsın. UNUTMA! Acılar ve yanlızlık bu arada daha bilge olman için sana

gelirler. Dünyada gelmiş geçmiş filozofların sözlerine kulak verdiğinde, yanlız olmadığını

anlarsın felsefeyle tanıştığında, düşünmeye başlarsın. Savaşın değil barışın tarafında

olumaya başlarsın. Tüm canlıları sevmeye başladığında sömürüyü terk edersin. ve

insanlaşırsın.

168-Eğer meyva ağacı ise vakti gelince meyva vermeye başlar.

169-Bizim düşünce azmimizi, olumsuz yönde, mucadele direncimizi kırmaya baltalamaya

dönük istem içinde olanlar; çıkarcı, menfaatçi, işbirlikci, hırsız, putperest alçaklardır.

170-Aile ve evlilik kurumu gerçeği düşünmede, hayatı sorgulamada insana olumsuz

yönde bir güçtür.

171-Deistlerin temel çelişkileri bir soruda saklıdır:! Deist inancı: İnsanlar uydurduğu için

dinler yalandır. Ama tanrı vardır. Diyorlar! Onlara soruyoruz: Madem dinler insanların

uydurması ise; Peki Dinlerin icad edip uydurduğu ve takdim ettiği tanrıyıda inkar etmeniz
gerekmez mi? Demek ki; Deistlerin tamamı dinleride yalanlamayan dindarlardır.

172-İnsanlar tarafından uydurulan dinleri sorgulayıp aşamayan, Dinin icadı uydurma

olan bize takdim edilen tanrı etkisinde kalan kişilere biz filozof demiyoruz.

173-Ateist: Dinler ve içerisindekilerde hepsi uydurmadır . Dinde tanrıda yalandır. Tanrı; bu

insanlar tarafından "Nereden geldik? sorusuna uydurulmuş bir cevaptır. Agnostik:

Tanrı'mı? bunu asla bilemeyiz, Olabilir de olmayabilir de.... Aradayız yani...

Deist : Dinler insan uydurmasıdır. ama dinin içindeki icat edilmiş tanrıyı uydurma olarak

görmüyen bir yalancıyım işte anla dindarım ben de. Panteist: Her şey tanrıdır. Ben dünya

canlılar domuzda tanrıdır domuzun s***tığı b**da dedim ya abi bizde her şey ama her

şey tanrıdır. Müslüman : Düşünmem, soru sormam, aklımda kullanmam,

sorgulamam, kutsallaştırıp taptığım şeyhim ne derse o gözlerimi kaparım kulaklarımı

tıkarım ben sadece inanırım. ANANI S*** **** ÇOCUĞU İNANMIYORSAN SAYGI DUY

P*C!

174-ET YEMEK! Bir canlıyı katledip ölüsünün leşini yediğinizi, BİLİYOR MUYDUNUZ?

175 -Allah Türkçeyi ve Türkleri hiç sevmedi, sevmiyor! Es Salatu Ve’s-Selamu Aleyke Ya

"Rasulallah!"

Es Salatu Ve’s-Selamu Aleyke Ya "Habiballah!"

Es Salatu Ve’s-Selamu Aleyke Ya Nûre Arşillah! Es Salatu Ve’s-Selamu Aleyke Ya Hayra

Halgillah!

Es Salatu Ve’s-Selamu Aleyke Ya Seyyidel Evveline Vel Ahirin!

Vel Hamdü Lillahi Rabbil Alemin!” "YA RESULALLAH"mış bu kulağınızı hiç tırmalamıyormu

yıllardır? Anlıyanınız var mı? Babanda dedende anlamadı?Allah arapları ve arapçayı

seviyor. Japonca, arapça Çince, Krekçe, biliyor ama Türkçe bilmiyor demek ki!

176-BU GÜN ORTAYA ÇIKTI Kİ! Arap = İslam İslam = Müslüman Müslüman = IŞİD IŞİD =

Bonbalama, katliyamlardır!

177-Bugün Türkler, İslamı ve müslümanlığı terk etmek zorundadırlar. Kim IŞİD'in çarkını
çevirmek ister?

178-Açlık ve cahalet kimde varsa, o kullanışlı hale gelir.

179-Düşünmek, karşılığında ücret almadığın zor bir işciliktir.

180-Bugün Türkiye de ki; anne ve babalar çocuklarını kuran kursuna, imam hatiplere

gönderdiklerinde araplara hizmet ettiklerinin, IŞİD örgütünün çarkını çevirdiklerinin

farkındalar mı?

181-Bir kimse, islamı övücü söz söyleyip yayın yapıyor, kitap çıkarıyor kuran satıyorsa, o

kişi aslında araplara hizmet ediyor. ışid örgütünün çarkını çeviriyor demektir. Farkında

olmaması durumu değiştirmez.

182-İslam öğretisi ışidin yaptıklarına çıkar.

183-Bugün celladına aşık bir toplum aptal olmayacaktıda ne olacaktı?

184-Ben düşüncelerimi, diğer insanlar kabul etsinler diye paylaşırım. Bunun içinde

onlardan hiç bir şey beklemem beyin bedava.

185-Kim ki; Peygamberliğini, tanrılığını ilan etti, onu “un ufak, toprak etmiştir doğa”...

Dersini almayan insan, hala aynı şeyleri yapıp duruyor…

186-BUGÜNÜN DÜNYASININ BAŞLICA BELALARI:

Politik aldatma, ayrıştırma, bölünme, ötekileşrime, düşman yaratma. Din üzerinden

aldatma, din ticareti, dindar cehaleti, din terörü. Eşitsizlik, yoksullaşma zulmü, gelir

dağılımında ayrımcılık.

Doğa talanı, hava kirlenmesi, betonlaşma, ağaç katliamı.

Hayvan sömürüsü, ve katliyamları.

Çocuk gelinler, ve kadına şiddet. Cehalet, ve eğitimsizlik.

Faşist, fanatizmi.

Savaşlar.

187-Tefsir yapanların, yani yorumcuların tamamına "söz bükücüler" denir.

188-Herkes, Dünyada kendi ölümünün "nöbetini" tutuyor.


189-Türkler 90 bin cami yaparak bir çokta arsa tahsis ederek, binlerce vakıf dernek

kurarak, araplara özenti temayülünü gerçekleştirmiştir.

190-Türkiyede ışid terör örğütüne destek vermek suç değil, bu suçu işliyenleri haber

yapmak suç, neyse ki avrupa baskı yaparak bunun yanlış olduğunu hükümete anlattıda

apar topar iktidar habercileri içeriden sağsalim çıkardı. Acaba yanlışın yanlış olduğunu

kabul ettiler mi dersiniz?

191-Türkiyede fark ettiniz mi? birileri israrla işid terör örgütüne işid demekten kendilerini

sakınıyorlar deaş diyerek sütaş demiş gibi gerçeği saklamak istiyorlar. Acaba bir

bağlantılarımı var ?

192-Dinleri ve politikacıları aradan kaldırın, halklar birbirleriyle kaynaşır anlaşırlar.

193-Kendi çıkar ve menfaatti için daima güçlüden yana yer alıp, yalakalıkla yaparak

yazarlık ve gazetecilik yapanların hiç bir fikir ve görüşlerine itibar edilmez zira onlarda bir

parça onur, vicdan, kişilik ve karakter yoktur.

194-Sakın yobaz birisiyle sohbet etme! akıl tanımaz fikir bilmez bir söz söyler üzülürsün.

Halden bilmez, gönülden anlamaz bir söz söyler kırılırsın.

195-Günümüz dünyasının başlıca belaları!

1-İslam artı Müslümanlık artı İşid = Terör

2-................................................................

3-................................................................

4-................................................................

5-................................................................

196-Özellikle Türkler, Hak etmediği teknolojiye, hazır kondu! Hoyratça şımarıkça kullandı!

Emek, vermeden tüketti!

Dolayısıyla kendini ve türünü mahvetti! Şimdi sürekli,bedel ödüyor!

197-Türkiyede insanlar yarı ömürlerini tamamlamadan, askerde, yada kanserden

ölüyorlar. Ve bu durum kimsenin umurunda değil!


198-Allah, Cin, Şeytan, Melek, Ruh, Kıyamet, Ahiret, Cennet , Cehennem, İlahi adalet,

Büyü, Nazar, Şifa yok,YOK,YOK.....

199-Kedi, köpek seven hayvan hakları savunucuları çok merhametli olduklarını

söylüyorlar. Hatta karıncayı dahi incitmezken, kuzuları koyunları kesip leşlerini

yiyebiliyorlar. Sizi severim sizi yerim ama ben hayvan hakları savunucusuyum! ÇOK

MANTIKLI!

200-Edindiği bilgilerin ağırlığı kendisini ezmeyen insan yeni düşünceler üretemez.!

201-Bilği biriktirmek, sorumluluktur. Kullanılmazsa sahibine ağır bir yüktür.

202-Düşünürler yeni fikir ve düşüncelerini sadeliğe ve yanlızlığa borcludurlar.

203-Her sabah "taze ve yeni fikirlerle" güne başla.

204-Aydın insanların tek devleti "düşünmektir".

205-Bazı insanların hastalık boyutunda terk edemediği alışkanlıkları:

1-Düşünmeme cehalet hastalığı ve alışkanlığı.

2-Masallara inanç hastalığı ve alışkanlığı.

3-Gereksiz tüketim, lüks alışkanlığı.

4-Beton bina yığma alışkanlığı.

5-Para ve makama tapma hastalığı ve alışkanlığı.

6-Kabadayı mafya bozuntusu sahte kahraman özentisi hastalığı ve alışkanlığı. 7-Seks

alışkanlığı.

8-Hayvanları kesip ölüsünü yeme alışkanlığı.

9-Deve sidiği içen arapları kazandırma alışkanlığı.

10-Dizi izleme alışkanlığı.

Neyse ki; bunlar çok azınlıkda da bi parça nefes alıyoruz. Çok şükür(!)...

206-Zor olan, çocukları eğitmek değil, büyükleri eğitmek ti!

207-İnsanın ürettiği şey, insandan daha değerli olamaz!

208-Arap Geleneği; Elin üstünü öpüp alnına değdirilmesi, tapınma alğısının bir
yansımasıdır. Doğrusu:Türk geleneği; Sadece tokalaşıp, eli yanağa sürmek daha içten,

sıcak, sevgi içerir.

209-“Delirmiyorsun sadece uyanıyorsun”

210-Işıktan rahatsız olup, hiç mum yapmayanlar, Karanlıktan şikayet etmeye hakları

yoktur.

211-Felsefe insanın düşünceyi keşfetmesi ile kendini bulması, insanlaşmasıdır.

212-Düşünmek, hayatın içinde var olmaktır. Yaşadıklarımız düşüncelerimizdir.

213-Anne baba olarak beyni yıkansın diye çocuğumuzu kuran kursuna imam hatipe

yolluyoruz. Ama işide yardım etmiyoruz. ÇOK MANTIKLI! Oysa islam öğretisi işidin

yaptıklarına çıkar.

215-Oysa; Bu hayat, donanımsız, cahil, üfürükçü, arap taklidcisiyle tartışacak kadar uzun

değil.

217-Doğru oturalım doğru konuşalım; Erkekler cinselliği olmasa kadınlara zerre kadar

değer vermezler. Kadınlar erkeklerin parası olmasa zerre kadar onlara değer vermez.

Erkeklerin cinselliğe kadınların paraya zaafı degişmez temek gerçektir. Bu hepsi için

böyledir. Aşk maşk, sevgi, saygı, sadakat, hepsi hikaye.

219-Çağlar boyu masalları, yalanları açık eden zor şartlarda ışık sacan değerli düşünür,

aydın, filozof, atesitlerin yorulup usandıkları nerede görüldü ki? Adamların tatili dahi yok.

Yatıp kalkıp parasal desdek verseniz dahi azdır.

220-ET YEMEK ! Canlı bir varlığın canını alarak yani onu öldürürdükten sonra onu yemek.

Bu henüz insanlaşmamış olanların yapabileceği büyük bir vahşilik değilmdir?

221-Reklam deyip geçmeyin! AKP haftalardca yol kenarlarında, köprülerde, Reklam

pankartlarını kaldırmayıp, O na bakan vatandaşa şu alğıyı birakıyorlar." Bak abi Akp


sürekli açılış yapıyor adamlar çalışıyor."

222-AKP ne cömert ne aşağılık gazetecilere! Araba ev arsa villa hep onlara, Kendini

iktidara satmıyan yalakaya ekmek yok: Tv, ihale, şirket, ticaret, arazi hep onlara, Sen gel

de yuh çekme böylesi partiye!

223-Cehalet piyasasında "yalanlar" kapış kapış gidiyor.

224-İnsanlar; Karşı cinse duydukları cinsel eğilimin adına, aşk ve sevgi dediler.

225-Aslında müslümanların taptığı Allah bir puttur. tıpkı Kıble(Kıb-el-lah) ve Arap’ın putu

Allah gibi onun da simgesi hilaldir.

226-Dersimiz "Matematik" Türkiyede son durum anketi! Cahil yobazın gördüğü: İslam

islam islam,İşbirlikçinin gördüğü: Bir şey olmaz, Aydın, Filozof ateistlerin gördüğü: Türkiye

100 geriye " YENİ" diyor. Araplar uyanırken iran Türkiyeyi örnek alırken Türkiye hızla

"ARAPLAŞIYOR"

227-Henüz düşünemeyen insanlardan yeni fikir bekleme!

228-Kuranı anlamadan üfüren kişiye müslüman denir.

229-Dünyada çocukluk, delilik, yalnızlık, düşünmek, bilgi, sağlık gibisi yoktur.

230-Sahiplenme içgüdüsü den kaynaklı henüz kişiliği oturmamış insanlar kıskanç olurlar.

231-Değişimi insan kendi içinde başlatmadan, meraklı, ilğili, cesur ve düşünme yetisi

olmadıktan sonra, sen istediğin kadar cami yap, imam ata, okul yap, eğitime zorla, boştur,

boştur boştur. Çünkü kişilerde gelişim ve değişim içten dışa doğru başlar.

232-Ancak ölüler, merak etmez, ilgilenmez, duymaz, görmez, soru sormaz,

sorgulamazlar!

233-İnsanları duyarsız, niteliksiz, karektersiz, atıl, sünepe, varlıksız, meraksız, ilgisiz,

düşüncesiz, bağımlı, güdülgen, sürü, haline getiren nedenler neler olabilir? Alışkanlıklar,

gelenek tapusu, arzular, istekler, zevke düşkünlük, korkular, tenbellik, başlıcaları sayılabilir.

234-Aslında atesitlerin verdikleri mücadele. masalları açık etip, bütün insanların vicdanlı

insan olmalarını sağlama cabasıdır.


235-Ateistler toplumların " VİCDANIDIR"!!! Ateist olmak: Ateist düşünce, bir anda sahip

olabileceğiniz bir fikir değil. Okudukça, araştırdıkça, düşündükçe ulaşmak zorunda

kaldığınız bir sonuç. ÇELİŞKİYİ GÖREBİLEN İNSANDIR "ATEİST"

236-Kendisini geliştirip değiştirmeyen bağnaz kafa sosyal medyaya düşman kesiliyor.

237-Dersimiz Matematik: İmanın şartı "6" dır.

.............Savaşın,

.............Öldürün,

.............Kesin,

.............Dövün,

.............Dostlar edinmeyin,

.............Ganimetler allah muhammedin.

KURAN

Ulan dininiz, imanınız para olmuş.

Bozulduğu zaman, insandan daha korkunç bir yaratık yoktur. Sophokles

238-İNSANLAŞIN Uzmanmış, din adamıymış, politikacıymış, Prof'muş, zır zır ötüp

durmayın tepemde, İlk önce "İNSANLAŞIN"

239-Bu gün ortaya çıktı ki; Kadına şiddet ve kadın cinayetlerin sebepleri şunlardır: 1-

Kendisine güvenmeyen Türk erkeklerin kıskançlığı,

2-Sahiplenme içgüdüsü, kadına tapma hastalığı,

3-Tapulaştırılmış yanlış namus, töre alğısı,

4-Çağ dışı kokuşmuş arap-islam öğretisidir.

240-Bir insanı “bedevilikten medeniyete” yönlendirmek en büyük erdemdir.

241-Ateistler toplumların " VİCDANIDIR"!!! ÇELİŞKİYİ GÖREBİLEN İNSANDIR "ATEİST"

242-Bazen bana yobazlar, neden et yemediğimi soruyorlar? Bende kabul etmiyeceklerini

bildiğim için onlara açıklama yapmıyorum.

243-Yobaz kafanın yeni fikir ve düşünceye, aydınlığa şiddetle karşı çıkmasının sebebleri
şunlardır:

1-Kurulu düzeninin bozulaçağına inanmasından,

2-Korktuğundan,

3-Kıskançlığından,

4-Hastalık boyutunda, kök salmış pis ve adi alışkanlıklarından, 5-Hiç düşünmeyip, aklını

kullanmaya cesaretinin olmayışından.

244-Yaşıyorsun İnsanoğlu takvimi icat edip, bulmasaydı sen kaç yaşında olduğunu

nereden bilecektin? Demek ki; Yaşamını rakamlara hapsedip, takıntılı olmanın hiç bir

manası yoktur. Doğdun doğalı yaşıyorsun o kadar.

246-Unutma! Deli, çocuk ve dürüst insan sadece doğruyu söyler.

247-Et tüketimi kişide bedeni ve duygu-düşünceleri doğrudan etkiler. Şiddete, hırsa, ve

şehvete meyyali arttırır. Etin özü, kan, sinir, liftir. İnsan kan yedikçe savaşlar, ölümcül

hastalıklar bitmeyecek, hayvan cinayetleri sürdükçe, kan akıtlamar sürdükçe, onun zehri

geri dönecek size ulaşacaktır. Et ve kandan oluşan canlılar, et ve kanla beslenmemeli; bu,

kendini zehirlemekten başka bir şey değildir.

248-Düşünceye ve düşünen insanlara savaş açanlar, Bize kendilerinin hiç

düşünmediklerini mi söylüyorlar?

Peki; Hangi düşüncelerle düşünen insanlara savaş ilan ediyorlar? Kendileriyle çelişki içinde

olduklarının farkındalar mı?

249-Yalanlara, masallara inanmayı inatla korumayı sürdürmek, sahtekar ve çıkarcı

tarikat şıhlarına hizmet etmekten başka ne olabilir ki?

250-Ey dünya halkları! Sürekli çalışın ki olup bitenleri unutasınız, kendileri hiç çalışmadan

sizin sırtınızdan avantayla geçinen, kilise papazları, imamlar, dernek-vakıf başkanları,

tarikat şeyhleri, bürokrat, politik-vekiller sizin sağlığınızı zerre kadar düşünmeyen, hatta

ölümleriniz üzerine hesap kitap yapanlar hiç unutmuyorlar ama!


251-Soru şu; Düşünceye savaş acanlar hiç düşünmüyorlar mı?

252-Düşünerek, düşünceyi ortadan kaldıramazsın!

253-Hiç bir fikir yoktur ki; Düşünerek ortaya konmuş olmasın.

254-Düşünerek, düşünceyi yok etmeyi düşünenler var. ÇOK MANTIKLI!

255-İnsan düşünen bir varlıkmıdır? "EVET" Dağılın bu konu kapanmıştır.

256-Ateistler dünyadan ne bekliyorlar? Nasıl bir Dünya gidişatı olsun istiyorlar?

1-Savaşların, son bulmasını barışın hakim olmasını, Her türlü silahın imhaedilmesini,

2-Bütün dinlerin insan hayali, ürünü yapımı, kurğusu, olduğunu fark edip hepsini

çöpe atmayı,

3-Kadın erkek herkesin birey olduğu, eşit olduğunu kabul etmek, kadına şiddetin son

bulmasını, kız çocuklarının gelin olmasının son bulmasını,

4-At yarışlarının, boğa güreşlerinin, her türlü hayvan deneylerinin, son bulmasını hayvan

cinayetlerinin ve sömürüsünün bitmesini,

5-Akla, bilime, felsefeye, önem verilmesini,

6-Sınırların kaldırılmasını, hükümetlerin son bulmasını,

7-Düşünen insanların özgür olmasını, her türlü hırsın, şiddetin bitmesini.

257-Beni tanımak mı istiyorsun? Fikirlerimi 'anla' ben o'yum.

258-Agnostikler deistler aslında dindar insanlardır...Henüz evrim sürecini

tamamlayamamış şüphe içinde olan emin olmayan sınıftırlar... Net kişilikleri oturmayan,

gizli dindarlardır. Ulan dini inkar ediyorsan. dinin icadı ‘tanrı’

uydurmasında neden kuşku, şüpheler içindesin ki ? Din peygamber yalan ama dini

uyduran peygamberin masalı olan ‘tanrı’ olabilir.......ÇOK MANTIKLI Düşün -Sorgula!!!

259-Ey analar; Eğer çocuğunuz, 5 yaşında tecavüze uğrayacak, 20’sinde ölecekse,

dünyaya çocuk doğurmayın!

260-Cahil yobazın gözünde, en tabii ve doğal davranışlar bile suçtur.

261-Kişi iktidar gücünü arkasına alarak konuşuyorsa, o kişi dinleyici ile arasına kalın duvar
örmüş olup, kendisi değildir. İsterse ağzıyla kuş tutsun itibar edilmez.

262-Hayır hiç bir şey karışık değil, aklını kullanıp seçersin, doğruyu yanlıştan, iyi resim, iyi

söz, iyi inan olarak.

263-Son dönem 'Bazı zihniyet'Türkiye'de baskıyı, şiddeti, ölümleri, zorbalığı, diktayı,

düşmanlaştırmayı, bölücülüğü, çok sevdi! Kar topu misali üstüne bütün bunlar geldikçe,

İktidarın, gücün yanında yer alıyorlar, o nu kutsuyorlar, hala onu seçebiliyorlar. Bu neyin

alametidir böyle?Bu gidiş nereye böyle? Neden savaşı şiddeti sever hale geldiniz EY

İNSAN? !!!

264-Kötü insan icadı olan 'duayı' dürüst insan neylesin?

265-'Gerçek insan seksten' daha ilginç bir şeyi keşfeden insandır.

266-Dünyada tam barışın sağlanması için dinlerin ortadan kaldırılması gerekir. Bugün

Bilim şunu ortaya koydu ki; Tanrı yoktur. Dinler insanların uydurduğu, mitolojik

masallardır. Tıpkı cahillerin dikdatör yaratması gibi tanrıları insanlar yaratmıştır.

267-İşidin propagandasını yapmak onun yaptıklarına onay vermektir. Sesiz kalmak,

yada sosyal medyadan onu öven paylaşımlarda bulunmak, televizyonlarında ismini dahi

söylememek için ona deaş, taş, sütaş, demek ona destek vermektir. İşlediği katliamlarına,

cinayetlerine, tecavüzlerine, terörüne, ortak olmaktır.

268-Dünyada ateistler gibi; Onurlu, dürüst, şerefli, vicdanlı, ahlaklı, derin düşünceli,

sorumluluk sahibi, sorgulayan, bilim insanı, aydın, filozof, duyarlı, akıllı, biliçli, farkında, ikinci

bir topluluk yoktur. Bütün toplum, bu kendini aşmış bilge insanlardan daha çok şeyler

öğrenecektir.

269-Dünyayı kurtaracak olan kadınların vicdanıdır.Tecavüzcü sapık erkeklerin yaptıkları

ortada!

270-Kendi ülkesinde can güvenliği sağlıyamayan, sürekli ölümlerin olduğu bir dönemde,

kendisi hiç ölmeyecekmiş gibi, israrla adam en az 3 çocuk yapın demesi çok mantıklı. Sanki

yaşayanlara değer vermiş gibi?!


271-Dünyada 'canlı ölümlerinden' daha büyük suç yoktur.

272-Kötülük ortam bulursa işler. Bulamazsa işlemez.

273-Birbirini tetikleyen, Hükümetler, dinler, hayvan cinayetleri, savaşlar ve ürünleri

kesinlikle Dünyada yasaklanmalıdır.

274-Düşüncelerim çok kalabalık, ama dünyada öyle yalnızım ki!

275-Korkusu olan herkese karşı olur. Korkularımız bize düşman yaratır. O zaman

savunma meydana çıkar. Ardından savaşlar çıkar. İşte o zaman şiddet dolu olursun!

276-YENİ ANA YASA VE BAŞKANLIĞIN ARKA PLANI, TÜRKİYE YOL AYRIMINDA! Ya;

Zorba, Osmanlı eşkıyalığına, bebek boğduran, akıncı, baskıncı, ateşe veren, mil çektiren,

haraç toplayan, ilkelliğine dönecek; Yada; Bilge ataları olan kızıldereliler gibi doğa ile

barışık canlılarla iç içe olarak kardeşliğe dönecek. Akıl ikinciyi seçmesini uygun görür.

Korkarım ki birinciyi secerse! Süper-dünya devletleri Türkiye ye Nükleer savaşı başlatabilir.

Ve Türkiye büyük bedeller ödeye bilir. Ve bu onun "SON" seçimi olacaktır.!

277-Bütün tanrılar öldü! Yaşayan sosyal "TANRI PARADIR"

278-İnsanlar "para için" ciltler dolusu yalan uydurmuşlar.

279-Kendini bulmuş vicdanlı insanda "EGO" olmaz!

280-Kendilerine düşünmek için hiç vakit ayırmayan insanlar, aradan yüzyıllarda geçse,

olgunlaşıp insanlaşamaz!

281-Kendi pis alışkanlıklarıyla savaşmayan insan kolay kolay terk edemez!

282-Hırsızı değil dürüst insanı, Yalan söyleyeni değil doğru söyleyeni, Hayvanları öldüreni

değil öldürmeyeni,Vicdansızı değil vicdanlı olanı, Savaşı değil barışı, ölümü

değil yaşamı savunalım. Rüşvet alanı değil almayanı desteklemek gerekir.

283-İnsanı olumsuz olaylara karşı duyarsızlaştıran nedenler nelerdir?

1. Cehaleti,

2. Korkusu,

3. Güven kaybı,
4. Düşünemediği,

5. Zevklerine düşkünlüğü,

6. Dini inançta beyinin felce uğramasından.!

284-Para; Makam ve iktidar insanı bozar.

285-Özgür olduğumuz vakitlerde, biz hayatı öz suyundan içiyorduk.

286-Aklını kendin kullanmak cesaretini göster! Aydınlanmanın ve ilerlemenin özünü

eleştiri kültürü oluşturur.

287-Herkesin bir gün cinsel şehveti tükendiğinde artık hiç bir kadın şiddet görmeyecek.

288-BİZE DÖNÜK SORULAR?

Zaman zaman özeleştiride yapılması gerekiyor. Yapatığımız "sürekli-sınırsız" karşı tarafı

eleştirmek olmamalıdır. Yok hiç olmasın demiyorum. Elbette oda olacak, onunla sınırlı

kalmamalı bunu diyorum. Artık yeni bir bakış gerekli yeni şeyler gerekli diyorum.

Belgeselle, kısa filimle ya da çok etkilendiğimiz düşünürün hayatını konu alan bir filimle

insanlara mesaj verilip çığır açılabilir mi? Bu gidişattan menun olmayan bizler daha etkin

nasıl örgütlenebiliriz? Yada uzun bir yürürüyüş gerçekleşebilir mi? Acilimiz neler olmaldır?

Dünyanın sorun olan elzem gündemleri nelerdir? Yadafarklı örgütler birleşebilir mi? Yeni

yeni televizyonlar açabilirmiyiz? Her birimiz ayrı ayrı yerlerden zayıf şekilde kalıyoruz.

Gücümüze destek vererek birleştirebilirmiyiz? Gelecek kuşaklara yüzümüzü kara

çıkarmayacak bir eser birakabilir miyiz? *Dünya ne konuştuğunuzla değil, neyi hayata

geçirdiğinizle ilgilenir. *Tüm zamanınızı işinize ayırıyorsanız er ya da geç bunun için pişman

olacaksınız. *Kurtların içinde ceylan masumiyetiyle ömür sürülmez.

289-Balık konuşsa şunu derdi: İnsanoğlu biz balıkları yiyerek midelerini mezara

çeviriyorlar, Oysa kardeşimiz olan yılan yemeye alışmadıkları için onlara gelende tiksinti

duyuyorlar. Bizim canımızda sizin canınız gibi, acı çekiyor. Bizlerde sizin gibi bir topluluğuz.

Hala düşünüp gerçek anlamda insan olma vaktiniz gelmedi mi? Bir canlının ölüsü yiyecek

olamaz bunu neden düşünmüyorsunuz?


290-Hayvanları yiyen her insanın midesi hayvan mezarlığıdır.Hayvanları öldürdükten

sonra leşlerini yiyerek, midenizi hayvan mezarlığına çevirmeyin.

291-İnsanoğlu Şarkıları Şiirleri, Türküleri hangi neden den dolayı yazmış ve söylemiştir?

Ayrılık acısı, kaybediş acısı, ölüm acısından abarttığı duygularının dışa vurumudur.

292-İnsanlar neden ağlar? Kaç türlü ağlama vardır? İnsan sevinçten ağlanmaz. Acılardan

ağlar. İçe doğru ağlar, Ölüsüne ağlar, Yanlızlığına ağlar, bir de timsah gözyaşları rol icabı

ağlar.

293-Eskiden hayal kurmaya vahiy, düşünmeye de ilham diyorlardı.

294-Eskiden insanlar aç olunca yemek yerlerdi, şimdi zevk için alışkanlıktan, sıkıntıdan da

yemek yiyenler var.

295-Eğer bir medeniyetin ihtişamını görmek istiyorsanız, çocuk mezarlıklarına ve mezar

taşlarına bir göz atınız.

296-Dün olaçak güne doğduk, "her birimiz" Yaşıyoruz ölümüne!

297-Kötülük ortam bulursa işler. Bulamazsa işlemez.

299-Son 15 yıldır Türkiye'de cami sayısı, vakıf, dernek, kuran kursları, imam hatiplerin

sayıları binleri, yüzbinleri, aşmış durumda... Ne var ki; Gün geçmiyor ki, buralardan taciz,

tecavüz, hırsızlık, sapıklık,olayları geçmemiş olsun. Demek ki; Dindar olmak bütün bunları

yapmayı engellemiyor. Bu o zaman çözüm değil, Bana göre: İnsanda ahlak, vicdan, bilinç,

olmalıdır. Bunun içinde İnsan olmak insanlaşmak yeterli. Görkeme, şekile, söyleme,

vaazlara, partiye, cemaate, derneğe, vakıflara, kurs evlerine, dindar nesile, camiye

binasına gerek yoktur...

300-Ulan şu Dünyada bizi olduğumuz gibi kabul etmediniz be... Doğduğumuzda

olduğumuz gibi... Mecbur muyum senin ideolojini kabul etmeye...

301-Dinler varlığını sürekli bir "düşman" yaratarak sürdürür.

302-Gerçeğin bilgisi, en çok dinden ve sistemden beslenen çıkar odaklarını rahatsız eder.
303-Gerçeği bilen kişinin korkmasının nedeni, yalnız olması ve güvenmemesi dir.

304-Eğer insanlar, hayvanları öldürüp etlerini yemeyi terk edebilirse! Üç türlü kazancı

olacaktır;

Hem hayvanlar sağlığına kavuşacaklar. Hem insanlar savaşları terk edecek, Hem de hasta

olmayacaklardır.

305-Sizlerden özür dileriz. "SİZ KADINLAR"

Annemdi, kardeşimdi, babaannemdi, anneannemdi, halamdı, teyzemdi, yengemdi,

kızımdı, "siz kadınlar"!

Kıymet bilemedik özür dileriz sizlerden,

Değer bilemedik dövdük, işkence ettik, taşladık, kırbaçladık, dışladık, aşağıladık, hep özür

dileriz sizlerden...!

Bazen oğlumuzun gelini oldunuz.

Ama sizi olduğu gibi kabul edemedi, ne din, ne padişah, ne peygamberi, ne kralı, ne

liderleri.

Değerinizi bilmedik sizlerden özür dileriz. " Siz kadınlar" !

Analar oldunuz ağladınız, üzüldünüz, sizleri tam olarak anlamadı, şu erkek milleti,

zavallı, aciz, cahil, yaratıklar...

Erkekler. Sizi sömüren, satan, kullanan, döven, dışlayan, aşağılayan, işkence eden, öldüren,

taşlayan, kırbaçlar vuran, topraklara gömen, şu aciz erkek milleti.! Sizlerden özür dileriz.

"SİZ KADINLAR"

306-Sadeleşmek bomboş bir hayat yaşamak demek değildir. Yaşanacak alan yaratmak

demektir.

307-Dünya sorunlarına eleştirel bakmayı başaran kişi, Aydınlanmış kişidir.

308-Kutsal varsa, şiddet getirir. Kutsal yoksa, doğallık getirir.

309-Müsaitseniz size 8 soru sorabilir miyim ?

1. Bir "Liderin" ilkeleri nelerdir?


2. Liderlik potansiyeli her insanda varmıdır? Varsa insan bunun ne kadar farkındadır? 3.

Gücü yetkileri elinde bulunduran birisi siz olsaydınız ne yapardınız?

4. Lider olmak için kesinlikle yönetici olmak zorunda mıyız?

5. Lider olmak, her zaman her şeyi kontrol edeceğimiz anlamına mı gelir? 6. Hepimiz

bazen lider bazen de takipçimi oluyoruz?

7. Etrafınızdakilerin liderlik potansiyelini nasıl geliştirelim?

8. Peki herkes lider olabilir mi?

310-İmkânsızla imkân dahilinde olanın arasındaki tek fark, insanın kararlılık derecesidir.

311-Paranın tanrısallaştığı yerde, tapınaklarda insanlık kurban edilir.

312-Ağlayan çocuğu teselli etmeye çalışan, bir dost... Bazen birine hakaret etmek için

“hayvan” diyorsun ya, Deme..!

313-Bugün insan olmanın koşulu, yalnızlık ve parasızlıktan geçer.

314-Maddi ve manevi her türlü baskı, ateşten gömlektir.

315-Bazen kendine gelmen için başkalarından gitmen gerekir.

316-Şu Ateistleri inanmaya çağıranlar yok mu? Çok komikler be dangalak bilmezsin ki? O

adamlar daha önce inanlardandı araştırma okumaları sonucu sorgulamışlar, tüm dinleri

inceleyerek analiz etmişler. Düşünmüşler, Çelişkiyi görmüşler masalı fark

etmişler. Bu bir sonuştur. Onların tekrar bu masallara inanmasını beklemek kadar aptalca

bir şey yoktur.Hiç bir Ateist tekrar yalana, kurguya, masala asla inanmaz, bunu o

beyninize sokun!

317-Bir aptalın hatasını düzeltmeye kalkmayın, sizden nefret edecektir. Bir bilgenin

hatasını düzeltin, size minnettar kalacaktır.

318-Çağımızda "DİN" Emperyalizmi vardır!

319-Ütopya, Haline geldi yıllardır Ateistlerin kadim inancı oldu adeta zihninde, gönlünde,

arzuladığı felsefesi, insan toplumunun o şekilde biçimlenmesinin telaşında olduğu ideal bir

düşünce. Normal olması gereken şeyleri dahi 'cahil yobaz zihinlere' kabul ettiremez
duruma gelindi.

Nedir 'O' ? Yıl olmuş 2016 Bu çağın ütopyaları? Savaşı değil, barışı sağlayın demek, ütopya

oldu.

Çocuk gelin olmaz, kadınlara şiddeti terk edin demek, ütopya oldu. İnsanları öldürmeyi

terk edin, demekütopya oldu.

Çocuklara tacizi, tecavüzü, sömürüyü, istismarı bırakın demek, ütopya oldu. Hayvanları

öldürüp, leşlerini yemeyi terk edin demek, ütopya oldu.

Paraya, insanlara, şeyhlere, liderlere tapmayın demek, ütopya oldu. Hırsızlık kötüdür.

Yapmayın demek, ütopya oldu.

Dinler masal, cin, peri, şeytan, melek, yoktur. Kıbela puttur demek, ütopya oldu. Ahlaklı

olun. Adaleti hukuku uygulayın demek, ütopya oldu.

Merhametli olun, vicdanlı olun, "İNSAN OLUN" demek, ütopya oldu.

320 -Bugün insan 'paranın' kulu kölesidir.

321-Kaç Yaşında Olursan Ol Ağırdır Bir BABA'nın Yokluğu...

322-Tek tek tevhid, vahdet, Vahdet-i Vücûd, birlik, bir olma, dersin bu inançı kabullenip

yayarsın, iman haline sokarsın.

Sonrada kalkıp Türk diyerek, Kürt diyerek, Arap diyerek, Çerkez, Laz, Alevi, Abaza, Gürcü,

Boşnak, Roman diyerek bu milleti adeta dilim dilim parçalara ayırıp bölerek, doğada çok

çeşitlilik çok renk var dersin. ''Yaratılanı severim, Yaradan'dan ötürü '' DER! Sonrada bir

sürü düşman yaratarak ayırırsın... ÇOK MANTIKLI!?

323-Öldükten sonra ne oluyor?

"Aslında öldükten sonra çok şey oluyor da hiçbirinin içinde sen olmuyorsun."

324-Kutsanmış cehaletten daha zararlı ne olabilir?

325-İnsan her türlü tutsaklıktan uzaklaşıp, özgürlüğünü her şeyin üstünde tutmadıkça,

hür düşünceye ulaşamaz…

326-Geceyi seviyorum. Fazla kalabalık olan ne varsa bir kenara çekiliyor sanki.
327-Bazı yazarlar beni, yüreğimden vurdu.

328-Yaşadığım hayat tecrübem bana şunu öğretti ki; Annem dışında hiç kimse güvenilir

değildir. Herkes beni kendisine benzetmeye çalıştı. Annem ise beni olduğum gibi kabul etti.

329-Eleştirinin amacı "GERÇEĞİ" görünür duruma getirmektir.

330-Filozofların söyledikleri sözlerin gerçek değerinin anlaşılacağı dönemler vardır.

331-İNSAN; Her gün bellizaman aralıklarında yarım saat vs. Kendisiyle yüzleşmeli, Kendi

vicdanını dinlemeli, Kendine sorular sormalı, Nerede yanlış yaptığını sorgulamalı, Ne

yapması gerektiğini Düşünmeli “İNSAN” Kendisiyle dertleşmeli…

332-Bazı insanlar var ki; Vakit harcamayadeğmiyor.

333-İnsan vicdanını keşfedene kadar, hayata dair soru sormaya devam eder. Bir dönem

gelir, artık ona cevapları vicdanı verir.

334-Oruç tutmanın bir diğer anlamıda; Tekrar ede ede, krallarına, reislerine, liderlerine,

şeyhlerine, itaati boyuneğmeyi, kullara nasıl kulluk yapılırı ögreten eğitimlerdir.!

335-En güçlü silah eğitimdir.

336-Ezber bozmak iyidir. Sürüden Ayrılmaya Cesaretin var mı?

337-“Düşünüyorum Öyleyse VURUN!”

338-“Kötüler büyür. Sen, çocuk kalmışsın.”

339-İnsanlar paranın peşinden o kadar hızlı koşuyor ki, ahlakın arkadan yetişmesi

mümkün değil ...!

340-Ateist sahip olduklarını paylaşır, İnançlı müslüman ise kendine katmak için savaşır.

341-Cihad nedir? Doğrusu yanlışı

Cihad; Cehaleti ortadan kaldırmak için, verilenbilimsel calışmanın, eğitimin adına denir.

Yoksa ilkel çöl bedevilerinin yaptığı gibi; “Savaşmak, insan başı kesmek, çocuklara tecavüz

etmek, haraç toplamak, hırsızlık, gasp, cebir, şiddet, işkence, öldürme, yağmalama, baskın

yapmak, insanları satırlarla,baltalarla, sopalarla dövmek, kadınları kendine köle etmek,

taşlamak, onları dövemek, hayan kanı akıtmak” değildir!


342-sÖz sende. Özgürlük kendini tanımaktır.

343-En tehlikeli düşünce aklın süzgecinden geçmeyen düşüncedir.

344-Zamanın ve paranın tahakkümünden kurtulmak için kapitalizmi ve devletleri yıkın!

345-Mantığın korkunu yenemiyorsa kendini düşünenden sayma...

346-Tanrıların çarkı, cahillerin çalışmayan kafaları ile hareket eder.

347-Bilgi çağında cahil kalmak bir tercihtir.

348-Senin dinin benim ahlaki değerlerimi dikte edemez, benim ne kadar değerli

olduğumu belirleyemez.

349-İnandığınız şeyler sizi iyi bir insan yapmaz. Davranışlarınız yapar.

350-Hayal gücü kahramanı Tanrı o kadar aptal ki kendi yarattığı domuzdan utanır.

351-Binlerce yıl önce aramızdan birini seçerek onunla gizlice iletişim kuran,

görebileceğmiz hiç bir somut delil sunmadan hepimizin o kişinin sözüne inanmasını

bekleyen ve inanmayanlara sonsuza kadar işkence eden bir tanrı fikri insan aklına

hakarettir.

352-Tanrı, yarattığı canlıyı neden sonradan kendisi için kurban edinmesini ister ki? Tanrı

şizofrenmi?

353-En namuslu sözler, en namussuz insanların dilinde ise, ne söylesek boş!

354-Her imparatorluğun, diktatörün, ve yalanların, Er ya da geç, bir son kullanma tarihi

vardır.

355-Mutlak hak doğru diye birşey yoktur. Boşuna tebliğ etme!

356-Cehalet savaşılması gereken en büyük karanlık olduğu, toplumda işlenen suç

oranlarıyla orantılıdır. Cehalet giderildiğinde, büyük israflara yol açan askere, polise, gerek

kalmayacaktır.

357-İnsanoğlunun en büyük vahşiliği, hayvanları ve doğayı kendine sunulmuş bir nimet

sanıyor.

358-Gerçek devrim, bilinçte olacak devrimdir.


359-İnsan çağlarda yaşamış bilgeliği ararken, dünyaya bir çocuk gözüyle bakmayı

unutmamalı!

360-Dünyada hiçbir şey canlıların yaşam hakkından daha değerli değildir.

361-Evrimini tamamlamış iyi bir ateist; Hayvan sömürüsüne ve cinayetlerine karşı çıktığı

gibi, katledilmiş hayvan cesetlerinide yiyecek olarak görmeyendir.

362-Bir zamanlar orduya kumpas kurulduğunu itiraf edenler, bu suça rağmen hala iş

başında olmaları, ve bu kumpaslara karşı sesiz kalan, orduya, bazı sözde aydına,

gazeteciye, yazara, sanatçıya, düşünüre, duyarlı olduğunu iddia eden halka karşı

düşündükçe kahroluyorum!

363-Bir şehir düşün; Savaşarak, Direnerek, Kan dökerek, Can vererek adı “Gaziantep”

olsun! Sonra ülkesini savunmaktan Kaçan Hainlerle DOLSUN!

364-2 milyon suriyeliye vatandaşlık verilirse fazla değil;

3 yıl sonra Ana dilde eğitim

5 yıl sonra özel haklar

10 yıl sonra Hatay, Antep, Adana, Mersin bizim

15 yıl sonra özerklik istiyoruz.

365-Dinimizi şeriatı yaşayamıyoruz. derken kast ettikleri:

6 yaşındaki çocukla evlenmek,

4 eş ile evlenmek, kafa kesmek,

kadını dövmek, taşlayarak öldürmek, Hayvanları kesmekleşini yemek, Taşa taş atmak,

Araplara para kaptırmak, Odunla dişleri temizlemek, Deve sidiği içmek,

Canlı bomba olmak, Ramazanda insan dövmek,

Karıncanın konuştuğuna inanmak, Lidere, paraya tapmak…

Muhafazakar Sunni islam’ı tam da böyle bir şey!

366-Misafire yemek verirsin, Yatak verirsin, Gerekirse para verirsin... Ama evin tapusu

verilmez... Kendi vatanının haini olan Suriyeliden bize bi bok olmaz ...
367-Sapkın cinsel şehvetten kurtulmanın yolu: Vicdanını keşfedersin, sevdiğin işle meşgul

olursun! O kadar.

368 -Sadece “SİNEKLER “ Ampulün etrafında toplanır!

369-İnsan ne yaparsa; Putperest olur? ‘O’ Şey Putlaştır ve kişi tapıcı olur? İnsan liderine,

şeyhine, başkanına, eğilmesi, boyun eğmesi, itaat etmesi, diz çökmesi, her dediğine

sorgusuz sualsız, düşünmeksizin evet demekle.!

370-İspanyada kedi Köpeklere insan olmayan vatandaş statüsü verilmiş öldürenler

cinayetle yargılanacakmış. Ya ‘O’ bogalar, ızgarada ki kuzular? Onlar canlı değil mi?

371-Akıl, ulaşamadığı bilginin en kısa yolunu buldu ve adını “Tanrı” koydu.

372-Bir zamanlar arap puta tapıyordu; Ona kurban kesip secde ediyordu. Saçma

olduğunu anladılar, putu görünmez yaptılar. İbadetler aynı kaldı.

373-Dini yalanlar da, Cehennem tasvirleri, ceza verilerinin hepsi "KORKUTMAYA "

dönüktü!

374-Çocukları sevin, Para kazanmaya çalışan çocuğu daha çok sevin, Çünkü onun her şeyi

çalınmıştır…

375-Aydınları korkak olan ülkenin, zalimleri cüretkar olur.

376-Halkını aldatıp soyan, zorba diktatörlerin en bilindik yöntemlerinden biri de

mağduriyet oyunudur. Hayali düşmanlar yaratarak, kendi pisliklerini kapatmak için suçu

ona atarlar. Bu bazen şeytandır, bazen örgüt, bazen Gladio, bazen derin devlet, bazen dış

mihraklar, dış güçler, bazen de paralel argümanıdır. Sahi onda hiç suç yok, güçlü ya! Bütün

suçlu ötekidir. Yersen!

377-İnsan; Ne zaman “ideoloji” giydi, işte o zaman bozuldu!

378-Müslümanlığı iyi bir şeymiş gibi gösterenler var; İnsana tapmak, taşa taş atmak,

kadın dövmek, çocuklara tecavüz etmek, insan ölümlerini kutsamak, tapıcı olmak,

putperest olmak, insanları dışlamak, hayali dost edinmek, hayali düşman yaratmak,

olmayacak şeylere masallara inanmak, hayvanları öldürmek, insanlarla ideoloji


dayatmak, Bunlar mı iyi ve güzel olan şeyler?

378-Eğer birisi Atesitlerin de yobazı var diyerek kendisini de “ateist olarak tanıtıyor ise o

kimse bilin ki; Ateist değildir. Cahil insandan ateist olmaz. Ateist yobazlar gibi olmaz. Hiçbir

Ateist kendisi gibi düşünen insanlara yobaz yaftası yakıştırmaz, demez!. Bu yaftalamayı

yapan kişiler ateistlerden içten içe nefret eden deist, teist, panteist, ve dindar kimliksizlerdir.

Bunlar da bitip tükenmeyen bir aşırı bilgi düzleminde kendilerinden ileri insanlara

tahammül edemeyişleri, ve böylesi karalamaya giderek bir nevi dost kazanmaya ve

ateistleri atıl, pasif, edilgen, konumuna düşürmeyi sözde düşünürler. Bu boş bir çabadır.

Sakın böyle dindar yobazlara “sözde” teist, deist, panteistlere aldanmayın itibar da

etmeyin. Bu karekterde ki, henüz evrimini tamamlayamayan ‘kindar inançlı’ mahluklara

pirim vermeyin onların bu karalamalarına sessiz kalmayın…!!!

379-Eğer sen karşındaki insanın “VİCDANI” olursan! ‘O’ kişi; Senden nefret eder, düşman

kesilir. Ve seni cezalandırmak için yalnızlığa terk eder.!

380-Din Beyin için hastalıktır.Tanrı korkak beyinlerin mirasıdır. Peygamber ise aklı -fikiri

zayıf beyinlere hükmeden sinsi birinin ürünüdür.

381-“Panteist” mantık bir nevi kaderiyeci mantıkla eş değerdir. ‘Her şey tanrı’ Her şey

tanrıdan demeye getiriliyor… Basit mantıkla her şey tanrı ise, bir insansenin ananı kesse,

karına tecavüz etse, giderken de elindeki benzini evine döküp sonra bir ateşle tutuştursa

…Bu mantıklı, akıllıca olur mu? Ne diyecez? Her şey tanrı’dan ne yapalım! Adamın yaptığı

şeyi ona Her şey tanrı olan tanrı yaptırdı. Adam edilgen suçsuz masum oluyor öyle mi?

Teslimiyetçi çizgiye gelinir. Kader olgusu da aynı zırvadır. ‘O TANRI’ yazdı oldu… Biz bir şey

yapamayız gibi!!

382-Ateistin ahlakında şu vardır; Kendine yapılmasını istemediği bir şeyi başkasına

yapmamak. Kimsenin namusuna kızına göz dikmez, Her kadını kendi kardeşi gibi görür…!

383-Her fikir tartışmasın da "Gerçekler" meydana çıkar.

384-Kendini kandırmadan yaşa. Bağımlı olmadan sev. Savunmaya geçmeden dinle.


Saldırmadan konuş.

385-Zeka insanda olan bir özelliktir. Kötülerin zekası kurnazlık iken, iyilerin zekası vicdan ve

merhamettir.

386-İnsan midesine su ve yiyecek için çalışmak zorunda mıdır?

387-İnsanoğlu tüm diğer canlılar arasında, doğal olan su ve yiyecek için, yine insanlar

tarafından, çalışmaya zorlanan, itilen, bırakılan tek canlı türüdür!

388-İnsandan başka hiç bir canlı türü “midesine yiyecek için” bütün gün, bir ömür, boyu

çalışmaz!

Kim kurdu ulan bu düzeni?

389-İnsan; Kendi türü olan insanları, yemek için çalışmaya zorlayan tek canlı türüdür..

390-Elma üretmek için insan fabrikamı kurmuş? Yok. Elma nerede yetişiyor bir ağaçta. O

halde insanlar

o elmayı ağaçtan alarak üçret ödemeden yiyebilmelidir ... Bu onların yani insanların

ortak malıdır....

Başka bir şey demiyorum ... İşte o kadar.

391-Bana göre insan; Doğal ihtiyaçları için çalışmaya evcilleştirilmiş ve buna bağımlı hale

getirilmiş bir varlıktır.

392-Bazılarının; Şu Dünyada tek davası: Elde edeceği para ve kadındır. Bazılarınsa

makam, şan, şöhret, egodur.

393-Batılı toplumların gelişmesinin ve medeni olmasının en temel nedenlerinden biri;

Bilime ve bilim insanlarına verdikleri değerdendir.

394-Cellat sevgisi gözünü kör etmiş bir fanatik’e, gerçeklerden hiçbir şey kolay kolay

anlatamazsın! Anlamak istemez!

395-İyi dostlar yıldızlargibidir. Onları her zaman göremezsiniz ancak orada olduklarını hep

bilirsiniz.

396-Biz yetişkinler çocukken yaşadık, büyüdük kirlendik.


397-İnsan; Boyun eğmeden, diz çökmeden hiç kimseye itaat etmeden, kulluk yapmadan

yaşamalıdır. Özgürlük budur.

398-"Kulluk etmemeye karar verdiğinizde, özgürsünüzdür"

399-İstemesek de neden boyun eğmeyi ve isteyerek kulluk etmeyi seçiyoruz? Bu

paradoksu neden yaşıyoruz?

400-Nasıl oluyor da özgürlük çağrısının yerini, gönüllü kulluk etme arzusu alıyor?

401 -Düşünen aydın insanın yapacağı; Hiçbir çıkar gözetmeden yalnız gerçeği

söylemektir.

İnsanları bu gerçeklere inandırmaya, zorla kabul ettirmeye, onlarla savaş ve şiddet içinde

olarak onları öldüremez.! Bu her aydının namusu ahlakı ve vicdanı bir sorumluluğudur.

402-Partiler ve ideolojiler yok iken, insan vardı.

403-Politikacılar ve partiler, çalışmadan kazanç elde eden halkları sömüren mafya yapılı

örgütlerdir.

404-Bir ateist; Hiçbir partiyi tasvip etmez. Hepsine eleştirel bakar, taraf olmaz. Kendi

tarafında olur.

405-Sorunlara; İlgili düşünüyorsan? Yaşıyorsun. İlgisiz susuyorsan, hem korkaksın hem de,

yaşamıyorsun!

406-Milyarlarlık tapınaklar yaptırıp, aç insanlar için tanrıya dua etmek sadece

APTALLIKTIR..

407-Güneşe inanıyormusunuz? Arkadaşlar. Kim inanmazsa güneş onu catır catır yakacak

ısısını daha fazla o inanmayana akıtacak. Kimde güneşe inanırsa güneş rahat edecek,

derin bir nefes alacak, egosunu yüksek tutacak, meger bende iyiymişim diyecek .. Onu

yakmayacak ona gölgeler ihsan edecek. :)) Hadi hurrra inanalım güneşe çocukca ..

408-Dünyada kişi odaklı bir “din baskısı” mevcuddur. Belirleyen, ve tapılan yine insandır!

409-En büyük “düşman” içimizdeki korkudur!

410-Kralların halkını kendine boyun eğdirip, itaat ettirmek, kul köle yaptırmak için
kullandıkları en bilindik yöntemleri nelerdir?

Bir hayali düşman yaratmak ve korkutmakla, bunlar şöyledir:

Bir kral çıkar der ki; Şeytan sizi aldatıyor ondan sakının, korkun der.

Bir kral çıkar der ki; Yahudiler bize düşman her kötülüğü onlar yapıyor. Sizde onları

düşman bilin ve onlardan korkun der.

Bir kral çıkar der ki; Cehennem sizi yakacak bana biat edin itaat edin. Ondan korkun o çok

fena yakar der.

Bir kral çıkar der ki; Batılılar var ya şu batılılar bize hepsi düşman tuzaklar kuruyor onlara

karşı savaşalım, çünkü onlar düşman der.

Bir kral çıkar der ki; Cin diye bir varlık var, görünmez ama sizi çarpar, içinize girer size zarar

verir ondan, sakının, korkun der.

Bir kral çıkar der ki; Falanca zat var ya falanca çok kötü beni yıkmak için planlar kuruyordu,

hadi ona sizde düşman olun ve arkamda durur der.

Bilmez ki; Asıl “düşman” içindeki kendi korkusudur.

411-Gelin anlayışımızı, bakış acımızı normala gerçeğe döndürüp çıkaralım. Ve

zihnimizden putları bir bir kıralım:

Dinden bize bulaşan bazı masalların gerçek sanılmasına dönük …

Her çocuk inançsız doğar; -Camiye bırakılırsa müslüman, -Kiliseye bırakılırsa hristiyan,

-Sinagoga bırakılırsa musevi, olarak büyür. Ve ömürünün geri kalanını, tek doğru dinin

kendi dini olduğunu, diğer dinlerin tamamen uydurma olduğunu düşünerek geçirir…

Hiç bir zaman karıncalar konuşmadı.

Gökten sofra, bildircın, helva, vahy inmedi. (Uzayda gök diye bir yerde yoktur) Rahime

erkek spermi gitmeden hiç bir dişi yavruya hamile kalmaz.

Kutsal kitap, kutsal yer, gün, gece, vakit, toprak, yoktur.

Kuşlar, karıncalar, ağaçlar, ve hiçbir hayvan konuşmadı konuşamaz. Ateş yakar.

Su üzerinde hiç kimse yürümedi. Beşikte hiçbir çocuk konuşmadı. Bulutsuz yağmur
yağmaz.

Hiç bir yılan sopaya dönüşmedi. Hiç bir ölü dirilmedi

Hiç bir insan 950 yıl 300 yıl yaşamadı.

Mucize denilen şey yalandır. Böyle bir şey yoktur. Ay ve deniz hiç bir zaman ikiye bölünüp

ayrılmadı. Karga mezar kazmadı.

Örümçek bekçilik yapmadı.

Hiçbir insan duvarın arkasını görmedi.

Cin, şeytan, melek, tanrı, cennet, cehennem, sevap, günah, azap, helak, kıyamet, ahiret,

yoktur.

Kıyamet kopmuyacak.

Şehitlerde öldüler. Ölümsüzlük yaktur. Ölümün ayrısı gayrısı yoktur hepsi aynıdır. Her canlı

ölecektir. Hayat burada Dünya'dadır. Ötesi hayal.

Nazar, sihir, büyü yoktur.

Kalp akletmez, düşünmez, görmez. Hiç bir dua, beddua geçmez.

İbadetlerin hepsi puta tapma ayinidir. Putperestliktir.

İlk insan topraktan oldu sözü yalandır. Her canlı ciftleşerek çoğalmıştır. Gelmiş geşmiş

binlerce tanrıyı insanlar çıkarmıştır. Hepsi insandı.

Dinlerin tamamı hayaldir, uydurmadır. Kralların ben peygamberim diyerek halklarını

kandırması sonucu yazılmıştır.

Kalpten bir şey geçmez, kan geçer.

Hiç bir öldürme meşru değildir. Suçtur. İnsanlık suçu. Savaşmak doğaya aykırıdır.

İlk savaşı çıkaran halkına karşı kötülük yapmış kralın, korkması sonuçu, kendi çıkarı için

uydurduğu şehit kavramıyla kutsal kılıfı giyidirilmiştir.

Peygamber denilen kişiler halkı aldatan o dönem ki, çobanlardır. Hiç bir at kanatlanıp

uçmadı,

Kutsal denilen kitaplarda ki konular masallardan, hayallerden ibarettir. Gerçek bilgi


paylaşın, etrafınızdakilere öğretiniz.

412-Düşünen insan ile düşünemeyen insan, bir olur mu?

413-Bir kısım insanlar, Varlık ve lüks yaşantı içinde gerçeğe ulaştıklarını sanıyorlar. Oysa;

Yokluk yaşamadan, acılar çekmeden, düşünmeden, okumadan, sorgulamadan,

alışkanlıkları ve inançları terk etmeden, gerçeğe ulaşmak imkansızdı…

414-Öğrencilik evresini tamamlayan, Gerçek öğretmen; Gerçeği olduğu gibi anlatır,

Okulu dünya, Bildiği gerçek,

Öğrencisi, “yanlışta olan” bütün insanlardır.

415-Acı çekmeden, düşünmeden, okumadan, sorgulamadan, alışkanlıkları ve inançları

terk etmeden, gerçeğe ulaşmak imkansızdır.

416-Dünyada ki kötülükler ona seyirci kalanların yüzünden yayılıyor.

417-Yobazın olduğu her yer cehennemdir.

418-Safsata sözler:

A-Doğru söylüyeni dokuz köyden kovarlar.

B-İndirilen din, uydurulan din,

C-Hatalı olan İslam değil, Müslümanlardır.

D-Dindara karşı değilim, dinciliğe karşıyım.

E-Eğri oturalım doğru konuşalım.

F-Sorun dinde değil, din adamındadır.

Not:

A-Doğru söyleyeni kovma, Dokuz köye de davet et.

B-Dinlerin tamamı uydurmadır.

C-Dini hatalı olanın dindarıda müslümanıda hatalıdır.

D-Dindar aynı zamanda dincidirde.

E-Doğru otur doğru konuş, eğride oturma.

F-Sorun dinlerdedir. Din adamı da bu sorunlu olana bağlıdır.


419-Bizim Anadolu kokan, Türkülerimiz vardı. Bizi bir araya getiren, onlarla ağladığımız,

onlarla güldüğümüz, bizi birbirimize bağlıyan, değer bildiren, sevgi dağıtan.

Eğer birisi çay içiyor, Türkü dinliyor söylüyorsa, şiiri seviyorsa, ondan zarar gelmez. Sohbet

edebilirsin..

Bizi birbirimize düşman eden değerlerimizi unutturan, geçiçi menfaatlerdi. İdolojiler,

poltikacılar, din adamları idi.

Savaşı, şiddeti, korkuyu, acıyı, ötekileştirmeyi, hüznü, derdi hakım kılmak istediler…

420-Kendinden olmayana ölüm saçan bir dine ancak aptallar hoşgörü gösterir.

421-Ağır geliyorsa konuştuklarım demek ki boş değilmiş söylediklerim.

422-Duyduğu ilk gerçek karşısında samimi düşünürün tavrı: Yanındaki not defterini

çıkarıp bu konuyu not eder. Dur bu konuya bir de ben bakayım, araştırayım, beklide doğru

bir tesbittir der.

Yobazın bilindik tavrı ise: Ben daha bilgiliyim kibirli edasıyla bir şeyler mırıldanır, hemen

reddeder, yüz çevirir, ve oradan hızlıca uzaklaşır.

422-Ateistlerin din karşısında ara sıra düşmanca takındığı tavır sadece kelimelerle sınırlıdır.

423-Hala ilkelliğini sürdüren insanlar var!

424-İçim Oyun, dışım Savaş, düşüm barış!

425-"Bir 'vahşi' ormanda yaşayan değil ormana zarar verendir."

426-Toplumların gelişmesinin, ilerlemesinin önünde en büyük engel tarikat ve

cemaatlerdir.

427-Ve insan gerçeği örmek için milyarlarca lira propaganda aracını kullandı.

428-Bozulmanın başlangıçı: Savaşların ve kanın ilk çıkışı, insanoğlunun açgözlülüğüne

dayalıdır.

429-Birakın “Aklı başında ki çocuk” kendi yolunu kendisi seçsin!

430-Hiçbir balık uçmaya, hiçbir kuş yüzmeye zorlanamaz.

431-Din sahtekarlar için en kullanışlı maskedir.


432-Müslüman olmak arap gibi düşünmek veyaşamaktır.

433-Düşünceden korkulmaz.

Çoğu zaman düşünceyi “eylemmiş” gibi görüp cezalandırıyoruz. Oysa en aykırı düşünceyi

dahi suç sayamayız. Her insan düşüncesini rahatlıkla dile getirmelidir. Sonuçta sadece bir

görüştür. Katılırsın katılmazsın. Düşünceden korkulmaz. Bu durum düşünene büyük bir

hakarettir. Düşüneni üzer. Düşünene tahammül edebilmeliyiz zira her düşünceyi dinlemek

ve duymak o düşünceyi kabul ettiğimiz anlamınada gelmez!

434-Bazı sözde yazarlar iktidarlardan aldıkları ücret karşılığıgerçekleri örtmekte üstlerine

yoktur!

435-Kulluk kölelik boyunduruğu altında eğitilen insanlar, özgür düşünceden, özgür

iradeden yoksundurlar.

436-İnsanlar düşünceden çok, resme önem verir oldular!

437-Erkeklerde ki kadın zaafı salgın bir tuzaktır!

438-Bir mayıs’ların mantığı: Emeğin, yani paranın değerli olmasının bir haykırışıdır.

Kapitali meşrulaştırma, köleliği bir kabuldür. Dindar ailede doğan bir çocuğun dini

kabullenmesi gibi, bu sınıf bu durumu kendileri seçmedi düşürülmüşlerdir. İşçilerin bu

öteden gelen alışkanlığı aşmaları kendi tüketeceklerini kendilerinin üretmesi gerektiğini

artık görmeleri lazım. Özgürlük tutsak olmadan bağımsız yaşamaktır. İnsan kendisinin

işcisidir. Başkasının kölesi kul değil!

439-Yalanlarla beslenen insana, doğrular zehir gibi gelir.

440-Bazı insanları toplasan da aynı çıkarsan da aynı… Çünkü karakterleri sıfır…

441-Bir inanın Gerçek yüzünü Seninle ilgili Tüm menfaati Bittiğinde görürsün!

442-Bütün yerler aynı, Bütün geceler aynı, Bütün günler aynı,Bütün toprak parçası aynı,

Bütün ölümler aynı...Bütün zulümler aynı, Bütün acılar aynı..... VE BÜTÜN

ACILAR NEDEN EVRENSEL DEĞİL?

443-Kim, bir canlıyı acımayıp o canlıyı öldürürse, bütün canlıları öldürmüş gibi olur. Kim de
bir nefsin yaşamasına sebep olursa, bütün canlıları yaşatmış gibi olur.

444-Haksız yere canlıların hayatına yaşam hakkına kıymayın.

445-Şu bir gerçektir ki; Canlıları öldürmek muhakkak büyük bir suçtur.

446-Ne sebeb olursa olsun, hiçbir canlıyı öldürmeyin.

447-Yeryüzünde canlıları öldürmenin, hiçbir haklı tarafı yoktur.

448-Senin öldürdüğün ölüyor da, sen ölümsüz mü kalıyorsun?

449-Bırakın her canlı kendi eceliyle ölsün. Canlıya ölüm kendiliğinden zaten geliyor.

449-Tapınmayı; Kabul etme reddet.

450-Dünyanın en tehlikeli insanları dini olup beyni olmayanlardır.

451-Onların anlayacağı dilden; Bugün Peygamberleri gelse ve onların şirk içinde

olduğunu yeniden davet etse, Söylüyeceği şeyler onları rahatsız edecektir. Mevcud

yaşantılarını asla değiştirmiyeçeklerdir. İnanın yeminle söylüyorum. İlk gün vallahi, billahi,

tallahi de kendilerini kuran’a nisbet eden ama içerisinden habersiz bu yobaz takımı

tarafından linç edilir. Hemen anında öldürülür. Bir iki mucizede gösterse kimse itibar

etmez, dinlemez, inanmaz. Namazlı, abdestli, camili, cumalı bu sürü tarafından yok edilir.

Adamı hemen katlederler. Hem de bunu din adına, Allah adına, cihad diyerekten yaparlar.

O derece yozlaşmıştır, yobazlaşmıştır. Sözde inananlar, sözde iman edenler, sözde inanç

ehli olanlar!!!

452-Hiç kimse yaşattığını yaşamadan ölmeyecek.

453-Din için “SAVAŞ” dünyayı gerçek bir cehenneme çevirdi.

454-Eğer bir din insan öldürülmesini emrediyorsa, asıl öldürülmesi gereken o dinin ta

kendisidir.!

455-Halife allah’ın yeryüzündeki gölgesi demek/ allah’ın temsilcisi ne demektir? PADİŞAH:

Ben Zillullah’ım, yani allah’ın yeryüzündeki GÖLGESİYİM/ temsilcisiyim demek, ha İsa

allah’ın oğludur demek gibidir.

Osmanlı padişahlarının halife oldukları için kendilerine uygun gördüğü ünvan.


Kişi kendisini bu şekilde kabul ettirmesi. Mutlak itaati gerektirir. Diğer tarafdan itiraz

edemezsin edersen direk allah’a itiraz etmiş gibi olursun!

Bu kişi allah adına her istediğini yapma yetkisine sahip oluyor. Manevi olarak artık o

allah’ın yerine geçirilmiş oluyor.

Yanlışta yapsakimse dur diyemez. Astığı astık, kestiği kestik olacak. Bu zaten islamda;

Şirkin, küfrün, tanrılık iddiasından başkada bir şey değildir.

allah gölgesi dediğin vakit orası artık yüceltilmiş kutsanmış olacaktı, ne yapsa yeridir kişiler

kul olacak itaat edecek köleliğin kullara kulluğun asıl küfrün kapsının ağzına kadar açıldığı

bir alan sağlanmış kişi kutsanmış olacaktır. Kişiye yapılan her yanlış yada eleştiri direk

allaha yapılmış gibi algılanacaktı ve gereği yapılacaktı. Şimdi İslamcı yapı bunu şiddetle

arzu ediyor.! Bu nedir? Kula kulluk kişiyi allah gibi görme fiilinden şikten başkada bir şey

değildir. İslam’a göre bu! Ortak koşma, allah’dan başka tanrı edinme, ilah edinme, rab

edinmektir. allah’ın oğlu demek gibi bir dokunulmaz kılma kılıfından başka bir şey değildir.

Ve bundan farkı yoktur…!!!

456-Ey yobaz, başkan olup dünyayı ele geçirdiğinde, insanların çoluk çocuk kadın

herkesin, senden tir tir titremesini, korkmasını, sana boyun büküp, diz çökmesini, sana kul

köle olmasını mı istiyorsun?

457-Enbüyük ateist çocuklardır tanrı kavramı onlar için bir şey ifade etmez. Hem

doğuştan tanrı bilgiside yoktur.Bir çok şey gibi sonradan ögreniriz.

458-2016 mehdisi Zuhur etti alemlerin sahibi Allah ona destek veriyormuş. Fakat o

insanlardan destek bekliyormuş. Fazla bir şey yapamıyormuş. ÇOK MANTIKLI!

459-Sünnet ehli yobazın değişmez karekteri; Üst bir bilgiyle karşılaşınca, kişinin şahsına

sataşmaya başlar, ağız dolusu salya, sümük küfürler savurur. İftira tehditler eder sonra

kaçar.

460-BİLMİYORUM. AMA BAKABİLİRİM!

461-Bazıları; RTE Repliğinde “YENİ” bir “DÜNYA HAYAL“ ediyorlar”.!


462-Cehalet ile bilgisizlik farklı şeylerdir. Bilmeyene anlatırsın öğrenir

ama cahile anlatamazsın çünkü o zanten biliyor...

463-Senin tanrın bana yapılan bu büyük zulmü hoş görüyorsa, o inandığın tanrı değil.

464-Kesilecek olan hayvanın gözleri öyle şeyler anlatır ki, dil onları telaffuz edemez.

465-Bana bugün yaşattığınız acılar için, acaba sizin, sevinç gününüz olacak mı?

466-Büyük acılar sessizdir.

467-Türkiye’de son 30 yıl içerisinde aydınların ölümlerine bakın hiç birisini düşüncesinden

dolayı ateist, solcu insan öldürmemiştir. Ne kadar faili meçhul varsa arkasından sağcı,

sunni, dindar müslümanlar çıkacaktır. Türkiye’ de solcular düşünceden ya öldürüler, yada

hapsedilirler. Dinciler düşünce düşmanı yobazlar ise ya hırsızlıktan ya tecavüzden, fakat

hiçbir zaman cinayetten içeri alınmazlar. Mafya şeklinde çalışırlar. Dünyanın IŞİD’İ Tehlikeli

görmesi konusunda haklıdır. Ve ne kadar kanlı eylem otel baskını olay varsa Cuma günü

allahu akbar nidalarıyla işlenmiştir. Ortadoğu onların kimliğini ortaya koyan en büyük

sahnedir!

468-Dünya’da ki “Tarikat Şeyh’leri” onların dilinden söyler isek; Tanrı’nın rolünü kapmış

tanrı’çıklar dır. Müritleri onlara ibadet, eden kul ve köleleridir.135135135

469-Din görevi yasaklansın. Dinin görevi mi olur? HATTA DİN YASAKLANSIN!

470-Ben istediğim gibi yaşarım. En fazla beni sevmezsiniz olur biter.

471-Sadece susuyorum. Konuşsam anlamayacaksınız zaten.

472-İslam = Barış olduğu halde; Savaşın dilini konuşanlar, Dünya’ya “HUZUR” değil! Kan,

gözyaşı, acı getirmişlerdir. Ve bütün bu akan kanın, savaşın, sorumlusuda onlardır.

473-Sıradan cahil insan, kendi işini başkası yapsın diye bakar. Bundan dolayı yarattığı

krala tanrı diye tapar.

474-Doğumundan 5 dakika sonra ismine, milletine, dinine ve mezhebine karar verirler ve

sen ömrünün geri kalan kısmını seçmediğin şeyleri savunarak geçirirsin.

475-Yapılan zulümlerin zehiri yıllar sonrada çıkabilir.


476-Düşünenlerin halinden,düşünemeyenler anlamaz! Acı çekenlerin halinden, acı

çekmeyenler anlamaz! Okuyanların halinden, okumayanlar anlamaz!

477-Sana çok şey anlatabilirim, fakat sen beni dinlemiyor ve anlamıyorsun ki!? Oturup

seninle karşılıklı konuşamadık ki!

478-Herkes Dürüst insan arıyor Ama; Kimse Dürüst insanı sevmiyor!

479-Dindar; Vicdansızca elinde biçakla insanı keser. Ama cennete gider! Dinsiz; Vicdanlı

olup, hayvanı dahi kesmez. Ama cehenneme gider! Öylemi? Çok mantıklı!

480-Açık söylemek gerekirse; Henüz düşüncesini keşfedememiş kendisi için

vazgeçilmezmiş gibi gelen ve sürekli seks düşünen bir gençlikten ve insan bozuntusundan

nefret ediyorum.

481-Rahatınız bozulmasın diye, hangi doğrudan vazgeçtiyseniz; o fiyata satıldınız

demektir!

482-Tıpkı insanlar gibi, Her devletin bitme süresi, -ömürleri-vardır.

483-Cahil insan, bilmeyen değildir, Bilmek istemeyendir.!

484-Aslında “ADALET” Ateistlerin vicdanında ortaya çıkar.

485-Akıl süzgecinden geçmeyen, aklın kabul etmediği hiç bir durum doğru kabul

edilemez..!

486-Akıl süzgecinden geçmeyen hiç bir bilgi, yürekte yer bulamaz.

487-İnsanlık vicdanından yoksun, medeniyet gelişimini tamamlayamamış, karanlığın adı

“ Ortadoğu ve İslam” coğrafyasıdır.

488-Savaşı körüklüyenlerin, ölümü kutsuyanların, acıyı yayanların, yüreklerinin yanacağı,

vicdanlarının uyanacağı günler hala gelmedi mi?

489-Padişahım sen çok yaşa! Askerler uğrunda ölsün hep, öyle mi?

BİR GÜN SENDE ÖLECEKSİN BUNU UNUTMA!

490-Eğer gerçekten farklı bir yere gitmek istiyorsan, kendi içine doğru git. Şaşıracaksın.

491-İnsan "ideoloji" giydiği gün bozuldu!


492-İnsan "Bilmediğini" göremez.

493-Varsın; Ve sonra yok olacaksın. Milyarlarca yıl önce neysen o olacaksın.

494-Ölüme çare buldum; Hiç öldürmemek ölümsüzlüktür.

495-İnsan parayı bulmamış olsaydı, açaba yine neyin peşine, ömrünü böyle tüketecekti?

496-Anlatmak istediğini değil de, Anlamak istediğini anlayanlar için söylenen her söz

fazladır…

497-Özünde insan iyidir. Sonra edindiği din, mezhep, ideolojiler onu bozmuştur.

498-Gelecek Nesil…!!! Din Savaşlarına.. CİHATÇI ROBOTLAR Olarak Yetiştirilmekte..

“Zenginler Daha Rahat yaşasın”.. Diye..

499-Ben artık insanları anlamaya çalışmaktan vazgeçtim ve dedim ki anlamak kolaysa

eğer insanlar beni anlasın…

500-Artık Benim Değer Verdiklerim Değil, Bana Değer Verenler Benim İçin Önemli..!

501-Cehalet ve karanlığı savunanların son çığlıkları:

Eyvah İnsanlar; İnternet, fecebook, Twitter bağımlısı olmuşlar!

Satılmış yalaka, İnsanlar sürekli et yiyerek kanserden ölüyorlar. Et yeme bağımlısı oldular

desene!

Peki şunu diyebilir misin? İnsanlar sürekli su içiyorlar, su içme bağımlısı oldular. Japonya’da

insanlar sürekli kitap okuyor bir satılmış orada çıkıp da ya arkadaşlar insanlar kitap okuma

bağımlısı oldular neden demiyor?

Önceden araba yoktu, Şimdi var şunu da diyebilir miyiz? Araba sürme bağımlısı olduk!

Bu iş için bazı birimlerden Türk lirası değil de, milyon dolarlar alan size biz dolar bağımlısı

oldunuz diyor muyuz? İnsanların bilgilenme kaynaklarını elinizden gelse hepsini

keseceksiniz!!!… Amaç “cahil sürü yaratma” çabaları, ÖYLE Mİ?

502-Zenginlik, varlığından mutluluk duyabildiğin her şeydir…

503-Hayatın değişmez kanunu: Basit insanlar hep ilgi alaka görür, kaliteli insanlar hep

yalnızdır.
504-ADALET:

Kendini üstün görmemek. Üstün varlık tanımamak. Canlılarla eşitlenmektir!

505-Ağaç susuz kalırsa kurur. Bilgi bizim yaşam suyudur.

506-Yeri geldiğinde erdemli insan, ölümünü kimseye birakmamalı.

507-Aptalların ne intihar ettikleri ne de delirdikleri görülmüş değildir. Çünkü onlar anlam,

önem, amaç hakkında düşünemezler bile. Onlar basitçe yaşarlar, onlar bitkisel

hayattadırlar.

508-Aptallar düşünemez çünkü onlar basitçe yaşarlar, onlar bitkisel hayattadırlar.

509-Ressamlar, şairler, felsefeciler ya delilirler ya intihar ederler. Aptalların ne intihar

ettikleri ne de delirdikleri görülmüş bir şey değildir.

510-En büyük devrim, insanların aklını kullanma özgürlüğünü keşfettiğinde

gerçekleşecektir.

511-Ancak gaflet içindeki evlilikler yıllar alabilir. Eşlerden biri aklını keşfettiğinde o ilişki

biter.

512-YOBAZ’IN MANTIĞI:

Adam sağken, “yobaz” tarafından her türlü kötülüğe, küfre, tehditlere, hatta işkenceye

maruz kalır. Aynı adam öldüğünde sela çeker, onu yıkar, el üstünde taşır, bir de ona bir

takım manasını bilmediği arapça bir şeyler okur, üzerine üfler. Saygıda kusur etmez! Çok

mantıklı…

513-Bugün biz; “karıncaların konuştuğuna inanan” beyni küflü hiç gelişmemiş, varlıklarla

bir takım gerçekleri konuşuyoruz.

514-Toplumla sorunu olmayan kişi " Konformisttir,sürü uzantısıdır. Toplum dediğimiz şey

cehaletin ve kötülüğün örgütlenmiş halidir..

Toplum benim düşmanımdır! Toplumdan uzaklaştıkca kendime yakınlaştım. Bu yüzden

insanların çoğuyla sorunu olmayan bir insandan şüpheye düşerim.

515-MEMUR: Halkın hizmetinde olan kişiye denir.


516-Birgün her insan filozof olacak.

517-Erkekler kadını sahiplenmeyi terk etmedikçe, kadın erkek arası kavgaların sonu

gelmeyecektir. Kadının doğasında bir kişi tarafından sahiplenilme içgüdüsü yoktur.

518-Tarih; Kan dökenleri, savaşları ve ölümü kutsuyanları, örnek almayacaktır!

519-Türkü dinlemeyen Şiir sevmeyen, Kitap okumayan, Çay içmeyen birine Gönül

vermeyin!

520-Babalar soğuk görünür ama sıcaklığı, göçüp gittikten sonra bile hissedilir.

521-Biz ne zaman uyanırız?Çoğumuz uyumuyor bile!

522-Beynin tamamını kullanmak için, bütün gücünü kullanmazsan, hep ters yöne doğru

düşünürsün, yobazlık da buradan doğar!

523-Paraya, pula, kula tapma!

Para biriktirmek için var değildir! Paylaş, ver, “DAĞIT” sen de birgün çürüyeceksin etini

kurtlar yiyecek!

524-Cahil yobazlar “anlamazlar”!

525-Gördüğün hatada ilk önce kendini yokladın mı?

526-Sahte “din” diyince; Sanki sahicisi var mış gibi algılanıyor.!

Dinlerin tamamı sahte uydurmadır. Otorite insanın insanı gütme güdüsünden doğmuştur

. Tanrılaşma arzusuna bulunmuş bir kılıftır dinler. Kralların, padişahların, halifelerin,

sultanların, başkanların, "Peygamber" adında o dönemlerde meydana çıkmasıdır.

"Dinler"..!

527-Kitap okumak.. Önce cehaletten, Sonra sefaletten, Daha sonra felaketten

kurtarır...

528-Hayatı; “Tevil, takiye” olanların, Her şeyi kocaman bir “YALANDIR”!

529-Doğrular bitmeyecek, öğrenmeye ömrümüz yetmeyecek.

530-Aklın ışığında aydınlatamadığımız insanımızı, karanlıkların efendilerine terkettik. 531-

Elde edemeyeceğin şeyin hayalini kurma, hep kendini kandırırsın. 532-İnsanlara


bakıyorum da, ölülerine uzun uzun ayinler düzenliyorlar. Dirileride hiç düşünmeden

öldürüyorlar.

533-Ölümü kutsayanlar anlamazlar, onlarda vicdan duygusu ölmüştür!

534-İslam, bir dayak kültürüdür!

Temeli küçük yaşta böyle atılır. Korku ölümüne kadar sürer...! küfürler, tehdit, öldürme, ile

yalanlarını sürdürür.!

535-Cahil insan, bilmeyen değildir, Gerçeği Bilmek istemeyendir.!

536-Her cemaat ve tarikat bir mafyadır. Halkı çeşitli uydurma hayali masal ve hikayelerle

boş bir umudun içine hapsederek afyonlayıp, akıllarının gelişim ve dönüşümlerini

engelleyerek, zekat, sadaka, fitre, hayır, hasenat, bağış, kermes, aidat, adı altında

paralarını toplayıp kandırmaktadırlar.

Bunu anlamanız için şeyhlerin altlarındaki arabaların markalarına ve yaşantılarına

bakmanız yeterlidir. Bu engel aşılmadıkca, ne kadınlar şiddete uğramakdan, ne çocuk

tecavüzleri son bulacaktır! Ne de Gettolar ve holdingleşmeler..!!!

537-İnsanlara savaş açanları engellemedikçe, öldürenleri etkisiz kılmadıkça, silahları

gömmedikçe, içinizdeki tanrılaşma güdüsünü yok etmedikçe, dünyadaki insanlık huzura,

güvenliğe kavuşmayacaktır.

538-Para ben tanrıyım demez, din adamları ve politikacıların elinde tehlikeye dönüşür.

Sizide vurur.!

539-Dünyadaki; Ölümlerin tecavüz ve tacizlerin, savaşların, yoksulluğun, açlığın baş

sorumlusu tek sorumlusu cehalet olmakla birlikte, din adamları ve politikacılardır!

540-Barışa giden yol, her türlü canlı ölümlerini engellemektir!

541-Zaten birer birer tükenmiyor muyuz bu neyin telaşı?

542-Din ve politika ihtiyacı, insanlık kendini yönetebilecek kadar akıllı olduğunda sona

erecek.
544-Güce tapmak, sağır, kör, dilsiz yapar. Tıpkı bir din edinmek gibi, akıl tutulması

hastalığından ileri gelir!

545-İnsanlığın evrilmesinin değişiminin önünde en büyük engeller, partiler, tarikatler ve

cemaatlerdir.!

546-İnsanları sömürmenin, onlardan haraç almanın adına hizmet diyorlar. Yoldan,

sudan, köprüden para almak modern eşkiyalıktır.

Bunlara para vermek kölelikliktir. İşte bunun adı kapitalizmdir!

547-Benim için önemli olan, başkası için hiçte önemli değildi. Başkasının önemli gördüğü

benim için hiçte önemli değildi.

548-Kendi çıkarları için “düşünen” iki taraf da anlaşamıyor!

549-Düşündüğünde, kim rahatsız? Düşünmekten, düşünen insan rahatsızlık duymaz. Kim

usanır düşünmekten? Düşünce insana yük değil.

550-Ateistliği savunuyorum. Din olduğu için değil, Dinleri reddettiği için…

551-Şehvetine kapılanlar, kural tanımazlar. Varsa yoksa arzularıdır! İşte kan akıtan, acı

veren bunlardır.

552-Kendisi olamayan insan evcilleştirilir. Para için çalışmaya mahkum edilir. Din seçmeye

zorlanır. Parti tutmaya itilir. Eşya almaya terk edilir.

553-İnsan olarak kendime ev yaptım yetmedi, üstüm başım giyinikti üşüdüm. Yorgana

sarıldım yine dondum.

Dışarıda köpek kaldırımda yatıyor üşümüyor. Ama ben üstünüm öyle mi?

554-Sadece insanları görüyorum. İnsanlık göremiyorum.

555-İyiler var kötüler var; Sen iyilerden ol iyileri koru ki, dünya iyi olsun kötülere destek

olanlar kötüdür.

İyilere destek olanlar iyidir. Felsefe bu, Anlam bu, Amaç bu, Aşk bu, Sevgi bu, Saygı bu,

Deger verme bu, Sevda da bu…

556-Hayata katkı sunmayanlar, pişmanlık içinde yaşar. Ölürken de hasret çekerler!


557-Bazı iktidar yalakaları, çıkar ve şehvetleri için, bile bile kötülüğe bekçilik yaparlar!

558-Yobaza bazıları destek verdikten başka, bazılarıda susarak destek oluyorlar!

559-Dünyadaki bütün din adamlarını bir adaya kapatmadıkça yeryüzü bize

cehennemdir.

560-Kendini İçinde Ara.

561-Ben yaşarken gördüm. Onlar baskıladıkca yaşadığımı fark ediyordum. Mücadeleyi

terk ettik mi öldük! Varlık kötülüğe bir tavırdır, duruştur. Mücadele HAYATTIR

YAŞAMAKTIR!

Hayatın yaşamın belkide gayesi anlamı bu!

Vicdanın sesine göre hareket etmek duyarsız kalmadan yaşadığın evrede kötülüklere net

duruş sergilemek yazıyla, sözle, fiille, yanlışı görmek ve tavır koymak vicdanın itmesi bunu

yapan, belki her insanda bu olmayabilir.Friedrich Nietzsche “Beni öldürmeyen şey beni

güçlendirir.” Derken bunu söylüyordu..

562-Çok şeye inanıyor olmanız, sizin iyi, doğru ve haklı olduğunuzu göstermez!

563-Sıradan insan; Neyin doğru olduğuyla değil, kişiyle ilgilenir!

564-Bugün doğan çocuk neyi hazır bulur? Sıradan insanın hazır buldukları:

Sahiplenmeyi, tüketmeyi, begenmeyi, aşkı, sexsi, savaşmayı, öldürmeyi, yalanı, lükse

düşkünlüğü, insan kutsamayı, et yemeyi, para için ömür tüketmeyi, içkiyi, sıgarayı,

bencilliği, çıkarı, araba sürmeyi, eşya almayı ayrılmayı, acıyı, adına şiir yazıp şarkı söylemeyi

hazır buldu. Hiç birisini kendi keşfetmedi! Bu çember içinde kalmaya, yaşam dedi, hayat

dedi, ötesine geçemedi…

565-İnsan kendi sağlıgı ve mutluluğu için, insanlığa faydalı mutlaka bir hobisi olması

gerekir. Bunun illaki parasal bir iş olması gerekmez. Hasta olanların çoğu bundan

mahrum olanlardır.

566-Felsefe "düşünceye" bizi ulaştırır. Düşünce "vicdana" götürür.

Vicdan "insan" olmamızı sağlar...


Din Tüccarlarının buna neden karşı çıktıklarını anladınız mı?

567-Hayat anlamak ve yapmaktı.

varlık nedeni insan kalabilmekti, bozulmadan… yanlışa yanlış, doğruya doğru

diyebilmekti.

HAYAT; HAYIR DİYENLERİN VİCDANINDA SAKLIDIR!

568-Düşünceye düşman olanlar hep cellatlar ve hırsızlardır. Onlar da din adamından

poltikaçıdan çıkar...

George Bernard Shaw Bunu Diyordu… “Barışı sağlamak isterseniz politikacıları öldürün

yeter, halklar birbirleriyle anlaşır."..

569-Şehvet ve cinsel arzular; Saygıyı, değer vermeyi yok etti.

570-Bireyler ölürler, ölmez olan yalnız insanlıktır. Şimdi söyleyin, insanlık yaşıyor mu?

571-Felsefe bağnaz müslümanlarca hoş karşılanmadı.

572-Akla uygun olmayan hiç bir şey dinsel de olamaz.

573-Fikirlerin kanatları vardır, kimse insanlara ulaşmasını engelleyemez.

574-Kurnazın kurgusu, korkağın inanmasını sağladı!

575-İnsanlık barışa, huzura, özgürlüğe, cahalet ve karalıktan, aydınlığa kavuşsun diye

adeta kendimi bütün gücümle tüketiyor harçıyorum. Üstelik bir karşılık beklemeden!

576-Bilgi ile karanlık cehalete, yanlışlara ve kötülüğe savaş açtık, biz kazanacağız dedik

ama kötülük bir türlü tükenip de bitmedi!

577-Nerede olursak olalım bilim ana yurdumuzdur, cehalet yabancı bir yer.

578-Ne kadar kanıt olursa olsun korku; Cahiller için daha ikna edicidir. Bu da dinin devam

etmesini sağlar.!

579-PARADOSKSAL İNANÇLI:

Yeryüzündeki sözde inançlı olduğunu iddia edenler. Dini, inançı sadece bir tabela olarak

kullanırlar. Aslında inandığı şeyin tersini yaparlar.

Din onlara: Öldürme der, o öldürür. Yalan söyleme der o yalan söyler. Hırsızlık yapma dero
yapar. Ver paylaş der, o hiç vermez paylaşmaz. Mülk tanrının der, o eve arabaya arsaya

sahiplik yapar, onlara tapar. Sadece ona itaat kul ol der, o lidere şeyhine kul olup tapar.

Adalet yap der o zulüm yapar. Merhametli ol der o gider kuzuları danaları keser leşini yer.

Aklını kullan çok düşün der, o hiç düşünmez akletmez, düşünene düşmanlık eder onları

yok sayar. Sadece “inanma modun” da kalır yobazlık yapar böyle ikende kurtulacağını en

üstün varlık kendisi olduğunu sanır, “inanandığı için” hiç “ahlaka, akıla, vicdana” ihtiyaçı

olmadığını düşünerek gider çocuklara dahi tecavüz eder, azar şimarır dünyayı akıllı

düşünenlere dürüst iyi insanlara karşı cehenneme çevirir. Bir de onlara; gavur, dinsiz,

imansız, ateist, kitapsız, kafir, müşrik, münafık, sıfatıtakarak küfür, tehdit, pusu, şiddet

uygular, savaşır kan akıtır…

Hemen hemen bütün inançlı kesimde bunlar var mı? Yok mu?

Kutsal kitaplarında sözde inandıkları Tanrıları da der ki;

/Kur’an Mülk: 2/ “Hanginizin daha “iyi iş işlediğini belirtmek için”, ölümü ve dirimi (hayatı)

yaratan O'dur. O, güçlüdür, bağışlayandır.”

Tanrının olmasını ve cehennemin olmasını çok isterdim...!

Görüyorum ki ikiside fiili olarak zaten var...Bundan ala cehennem bundan ala tanrımı

olur...?!

580-Bakıyorum da, insanların çoğu kadın yüzünden ya şair olmuş, ya deli ya da ayyaş...

Bir abartı, bir sahiplenmeden gelen acı çığlıktır, sonu hep yalnızlık, bunu aşamadık…

583-İki türün kagası abi negatif ve pozitif düşüncenin yansımasını izliyoruz.. Vicdanlı

olanlar ile olmayanlar, aklı olanlar ve olmayanların kavgası,

biri karanlığı temsil ediyor, diğeri aydınlığı gece gündüz gibi, bu yıllarca böyle ola geldi ve

sürüyor... sürecek!

Şu an Türkiye geceye geçti karanlık günlerini yaşıyor.


584-Yalanı ortaya atan, onun yalan olduğunu bildiği için uygulamaz kendisi başkasına

uygulatır.

585-İnsanı uzaktan düşünsel tanımak başka, şeklini görünce yarğımız değişiyor!

586-Dünyada ne kadar kötülük varsa, insanların doyumsuz açgözlü, hırsı, kör inançı ve

“cehaletinden” meydana geliyor!

587-Adını hatırlayan son kişi öldüğünde, hiç doğmamış olacaksın.

588-Ögrenmek “cansuyu” O olmasa zihnen ölürüz. Canlı kalmak yaşamak değildir!

589-Ben sıradan insanlar için düşünüpte yazmadım. Felsefem yaşadığı çağın içinde ender

rastlanan istisna olarak düşünebilecek çocuklara bir miras birakıyorum.

590-İnançlı çocuklar doğar doğmaz yüzyıllardır süre gelen inanma eğitiminden geçiyorlar,

dolayısıyla kendi akıllarını, iradelerini, mantıklarını, muhakeme yeteneklerini,

kullanamıyorlar. İnanç buna engel olmaktadır. Ve böylece gerçekleri anlamayan,

göremeyen, nesiller oluşmaktadır.. İnanma modunda olduklarında, gerçeği arama

gereğide duymuyorlar!

591-Değerlendirme yaparken, konunun bütününe bakmak gerekir. Konuya tek acıdan

bakmak, kişiyi yanıltır.

592-Din; Cahil olanı sever, Cehaletten beslenir.

593-Savaşı öven, ölümü kutsayan, fetvaları verenler, neden savaşın ön cephesinde

kendileri savaşmazlar!?

594-İnsan Hakları, Onurlu, Eşit ve Özgür Yaşamaktır.

595-Ve ne kadar ileri gitsekte, insan savaşmaktan vazgeçmedi!

596-İnsanlar adeta para kazanmaya programlanmış robotlar gibi oldu!

597-Fazla lisan bilmek, dertlerini azaltmaz! Asıl sorun, dertlerini azaltacak oranda insan

bulmaktır.

598-Acaba insanlık konuşmayı keşfetmeseydi, dünya yine böyle olur muydu? Dünya

bana konuşmayı öğrettide beni pişman ettirdi. Keşke hiç konuşmasaydım. Belki daha
mutlu olurdum.

599-Ne kadar kanıt olursa olsun Korku; cehiller için daha ikna edicidir. Bu da dinin devam

etmesini sağlar.!

600-Zaaflarınızın sizi kandırmasına izin vermeyin; Çünkü eğer bugününüzü verirseniz,

yarınınızı çalacaktır.

601-Özgür iradenle aldığın kararlar seni sen yaptığı için . Bu duruşun sıradan insanlara

hep zararlı gibi görünür... Vicdan sana dünyalık hiç bir şey kazandırmaz... O iç sesindir. Onu

dinlersen hep sen kazanırsın düşüncende özgür bagımsız olursun...

Fakat menfaatlerin hep gidecektir. İşte bu yönüyle acı cekeceksin ki ; Yanlızlaşırsın bazıları

bunu kaldıramaz..

603-Bir çok şey bekleyen, bir çok şeye muhtaç tanrılar var dı hayallerin de. Ama cennetin

sahibi O, orayı kazanmak için çok şeyi yapmanı ister senden ama, fakat o aynı zaman da

çok da çömertmiş!

604-Hristiyanlığın tanrı sevgisi mantığı: Hem bizim “günahlarımızı çarmıhta isa üzerine

aldı” diyeceksin, ( 1 Petrus 2:24) hem bizi gören bize seven, bizim her halimizi bilen bir

tanrıdan söz edeceksin, hem de o karşılıksız hiçbir şeyi kabul etmez muamelesi

yapacaksın. Günün belli vakitlerinde ona övgüler, dualar, tövbeler, adaklar, ayinler,

edeceksin. Sonra da tanrı bize değer veriyor, çok seviyor diyeceksin! Tanrı hangi şeyini

karşılıksız kabul etti? Tanrın hani sana değer veriyor, seviyor du? Hani içini, dışını her halini

biliyor du? Seni görüyor du? Seni seven değer veren seni neden kendisine sürekli el

açtırıyor? Egosu mu şişiyor? Sadist midir? Kibirli midir? Çıkarcı mıdır? Rüşvetsiz bir şeyi

karşılıksız hiç bir şey yapmıyor. Hani

81

nerede onun merhameti? Adaleti? Değer vermesi? Seni düşünüyor olması? Böyle bir

tanrının seni sevdiğinden nasıl söz edebilirsiniz? Diğer dinlerin tanrı algısı, mantığı bundan
farklı mı?

605-İnsanın; Doyumsuz hırs sahibi birisi olduğunu, nerden öğrendik? Bulunduğu makamı

hiç terk etmek istemeyişinden…

606-Çözümsüzlükten, çıkar sağlayanlar çözüm aramaz!

607-Doğru şeyler yapan insan, hiçbir şeyden korkmaz!

609-Türkiye’de bazıları kendilerini esnaf zanneder. Oysa yaptığı hep hırsızlıktır.

611-Türkiye’de doğrular sürekli muhalefette kalıyorsa, orada cehalet tavan yapmış,

demagoglar ve şarlatanlar itibar görüyor demektir!

612-İnsan ölüm haberleri sadece rakamlarla ifade edilip, hesabı sorulmadıkça, akıl ve

irade de özgür vicdana ulaşılamaz.

613-“KORKU” gerçeğe ulaşmanın önünde en büyük engeldir.

614-Cahil toplumların öngörüleri; Kıskançlık, aşağılık kompleksi hırsa ve önyargılara

dayalıdır!

615-Sevdiği kadını almayanlar neden bunalımlara girer? Hayatlarına onunla bir anlam

yüklerler, hayatlarının en merkezine onu yerleştirirler. Ve onu kayıp edişlerine o sevdiğini

yok edebilmeyi dahi göze alırlar. Onlar için kadın varsa hayatlarında vardırlar. Eğer kadın

yoksa kendilerini değersiz adlederler. Bu en büyük tapınma putperestlik ve saplantı

örneğidir. Ne yazık ki; Bir çok insan bunu aşamaz. Kadın cinayetlerinin arkasında birde bu

sapık yaklaşım yatmaktadır.

616-Yiyip içmenin, sağlığın, ulaşım, eğitimin, iletişimin bedeli; ömür boyu, sürekli çalışmak

olmamalıydı!

617-Osmanlıya özenenler bu durumu neden göz ardı ederler? Oysa Osmanlıda yoldan,

köprüden geçiyorsun, diye para alınmıyordu. Yolda olana kunaklama doğal ihtiyaçlar

üçretsizdi. Sen kuranı parayla satıyorsun, cami tuvaletine dahi üçret talep ediyorsun
kapital bir kafayla mı Osmanlı olacaksın kimi aldatıyorsun? Bir haremi vardı diye

Osmanlıya özenmek senin zihin düşüklüğünün bir yansıması değil de nedir? Cariyem olsun

diyorsun. Ulan her şeyin para olmuş gırtlağına kadar b*ka batmışsın nasıl Osmanlı

olacaksın? Geri zekalı.

618-İnsan birileri için yaşamamalıdır. Müzik başkası için yapmamalı, Resim, Spor, başkası

için yapmamalı, insan kendisi olup, sadece başkasına karşılıksız iyilik etmeli o kadar.

619-Neyin doğru olduğuna bakan yok, kim söylüyor ona bakılıyor.

620-İktidarları için yapmayacakları yok...

Vicdan hiç yok ..

Akıl tamamen tutulmuş vaziyette!

621-Erkekler kadınların sahibi değildir. Yüzyıllardır erkekler kadınların sahibi kendileri

sanıyor. Kadını, cinsel obje olarak görüyorlar. Erkekler kadını bir birey insan olarak

görmedikleri sürece sahiplenme moduna düşecek, arkasından şiddet, cinayete, varan yola

girecektir…!

622-İnandığın şeyi; Tanıyor Biliyor musun?

623-Bilmek için tanımak için öğren, reddetmek ve inanmak için değil!

624-Bir şeyi tanımak, öğrenmek o şeyi kabul ediyorsun anlamına gelmez!

625-İnanma modunda kalanlar! İnandıklarını şeyleri korumaya alıyorlar sadece şiddet

kullanıyor ama bilmiyor.

626-Ben istedim ki; İnsanlar korkmasın bilsin. Anlamak için öğrensin.

627-Genel anlamda büyük bir sıradanlık hakim dünyaya. Oysa daha farklı olunabilir di.

Farkındalık gibi, anlamak gibi, ama olmadı. Olmuyor..

628-Bir gün sen de “düşünmeye başladığında” bütün “düşünürleri” daha iyi anlarsın.

İktidar yalakaları; muhalefettekilere muhalif eleştiriler getiriyorlar. Ulan geri zekalı, yobaz!

adından belli, adamın işi o iktidara muhalif. Sorumlu onlar değil…

629-Bu Hayat insanların; Kimi öldürdü, kimi vurdurdu, kimini pusuda canını aldı, kimini
zehirledi, kimini patlattı, kimini erken yaşta bir tırın altında canını paramparça etti, kimini

bir savaşta kör kurşuna hedef etti, kimini bebek yaşta tecavüze uğrattı canını aldı, kimini

bir evde alevlerin içinde diri, diri yaktı, Eğer Allah, varsa! Bunlar dan habersiz miydi? Ve

neden hiç birisine yardım etmedi? O Bir katil, cani, zalim, değil midir? Sonra kalkıp bana

merhametten, adaletten, duadan, yardımdan, ödülden şifadan söz etme! Bütün bunları

yapana ne denilir? Madem gücü her şeye yetiyordu neden sadece seyrediyor? Yaprak

onsuz yere düşmezmiş hadi ordan hadii!!!

630-Dünya yı bu hale getirdik

Yediklerimizden tut çalışmaya, yönetime hepsi bünyeye ters...

Kim kurmuşsa bu düzeni yanlış kurmuş…

Keşke bir insan türü değilde başka bir canlı türü olarak doğsaydık diyesi geliyor

insanın bazen...

Sabah erken kalk işe git, yiyecek içecek için...hangi tür bunu yapıyor?

İnsandan başka; Oysa basit bir hayat yaşayabilirdi...

Ego batırdı insanlığı, ve insanı…Büyük binalar, silahlar, savaşlar, araçlar, kazarlar,

hastalıklar, ilaçlar…

Büyük olma sevdası bitiriyordu insanı ve de insanlığı...

Sorun insanda, bunun nedeni “korku ve cehalet” cehalet ve korkunun panzehiri “bilgi

bilinç”...

"Yemek içmek" için Çalışmayı kabul eden insanlık, "hakkını alamayınca", emeğini kutsadı

buradan kominizim, kapitalizm, dinler doğdu.Yani ideolojiler izmler patladı.. Sıkıntı da

buradan geliyor sorun bu! İki dakikada hem illet, hem çözümleme gelde anlat

düşünemeyen “inançlı insanlara” Yahudisi, hristiyanı, müslümanı aynı kafada alıştılar,

evcilleştiler…

631-Kur’an’ın çelişkilerini, masallarını, uydurmalarını, binlerce kez gündeme getiren

ateistler olduğu halde, camide imamların keyiflerini bozduğunu hiç gördünüz mü?
632-Cahillere şaka, espri yaparsanız gülmek yerine size saldırabilirler.

633-Sende olan, bende yok. Bende olan sende yok.

634-İnsanın üç hali; Bir şeye ya değer verir. Ya da vermez. Zararlı ve tehlikeli olanı, bir şeye

değer veriyormuş gibi görünmesidir.

635-İnanlara bakıyorum da, çoğu kendisini kullandırıyor! Özgürlüğünü bir parça çıkara

satıyor. Onursuzluk bu olsa gerek!

636-Kör inat ve menfaat uğruna ne ocaklar söndü! Ne acılar yaşandı!

637-Din adına uydurulan kurallar! İnsanlığın hayrına olmadı. Daha çok yöneticilerin

kurnazlığı içindi!

638-Eğer insanlık, Bilge insanların sözüne kulakvermez ise! Kendi yok oluşlarını yaşarlar!

639-Kırılgan tarafımızı aşmamız lazım..

Bu durum zaaflarımızda daha çok açık eder bizi...

Onsuz olmaz, dediklerin neyse onları tanı bil ve aş.. Alışkanlıktır çoğu, bizim seçmediğimiz

dışarıdan ögretilen.. Bu yüzden ümitsizliğe direnmek lazımdır.

640-Bazılarının ömür boyu zengin, bazılarının hayatlarının sonuna kadar yoksul geçmesi

ne etik! ne vicdanı! nede insanidir!

641-Adamın niyeti yüzmek, ama suya dalmıyor!

642-Yöneticinin işi; kendisine taptıracak sürüye, yalan olan algıyı süslemektir.

643-Anlamak ayrıcalıktır. Sıradan insan sadece konuşur. Dinlemez ki; Anlayabilsin!

644-Bazı insanlar tam bir batakdır. Uzak dur!

645-Kendime dönük sorduğum soruların cevabı, yine kendimde idi!

646-Bak dostum; Bir sen değilsin ayrılık acısı çeken, Nice kadın ayrılırda takmaz bile!

yanan erkektir, ağlayan yine hep erkektir!

647-Bazı erkekler; “kadın bağında”, tam bir bataktır.

648-Gözlerindir gördüğün başka ne var? Senin gözlerini kör etmiş bir cazibe var!

649-Erkeklerin çoğu kadın yüzünden heder oldu. Onu kör eden içindeki arzularıydı.
Menfaat için, çıkar içindi tüm sözde sevgisi!

650-Dünya bazen, “yalnızken” daha güzel anlaşılır.

651-İnsan sevdikçe acı çekecekti! Tek çare Ne? Acılar içinde erimek mi? Çözüm bulmak

mı? Beklide çözüm yine kendi içindedir!

652-Ne yaparsan yap iyisini yap, kolaylaştır emeğe saygı duy.

653-Acının nedeni ulaşamadıklarındı. Bu istekten doğuyor ihtiyaç gibi gözükür yer yer

öyledir de ancak alışkanlık olunca acı dibe vurur..Daha çok karşı cinse dönük eğilimden

çıkar...

654-Kendisine güvenemeyen, hiç kimseye güvenmez. Böylesi güvenlikde sağlayamaz!

655-Tarafgir ve, bir ideolojisi olan, vicdanız bir insandan ahlaki, vicdanı ve insani bir şey

beklenemez. Örnek mi istiyorsun?Dini olduğu halde 4 yaşındaki bebeklere tecavüz eden

sapıklara bak. İnsanı bir biçakla kesen biçenlere bak. Sanırım yeterli!

coniwalker

asla bir geleceğe sahip olmamış olduğum günlerden.. Hissetmek – ne renktir acaba?

Not: Bu mektubumu bir solukta yazdım. Şimdi yeniden okurken görüyorum ki, yarın size göndermeden önce bir kopyasını almam şart. İç dünyamı bu kadar eksiksiz olarak; bütün duygusal ve zihinsel yönlerini, temelinde yatan isteri-nevrasteniyi, en çarpıcı özellikleri olan, özbilincinin içindeki kavşaklarını, kesişme noktalarını ortaya koyarak tasvir edebildiğim pek nadirdir …

OLAYSIZ BİR ÖZYAŞAMÖYKÜSÜ
.. kayıtsızlık da zaten aşırı acı çekmekten olur. Asla sürüye dahil olmamıştı

..böylece ben de bazı insanlar gibi kalabalıkların sınırında, yani halk arasında çöküş diye tabir edilen o her şeye uzak noktada kaldım. Çöküş, bilinçaltının tamamen yitirilmesi demektir, çünkü bilinçaltı yaşamın temelidir. Kalp düşünebilseydi, atmaktan vazgeçerdi.

Yaşamayı bilmeden yaşayan bizlere (benim ender benzerlerime ve bana), her şeyi reddetmekten başka hayat tarzı, dünyayı seyretmekten başka yazgı kalıyor muydu?
Dinle yaşamanın ne olduğunu bilemiyorduk, inanca akıl yoluyla ulaşılamayacağına göre bilemezdik de; insanın bir kenara atılabileceğine inanamıyor, bu açıdan düşününce kendimizi nereye koyacağımızı da bilemiyorduk; bu durumda sahip olduğumuz ruh, hayatı estetiğin gözüyle seyretmekte işe yarayabilirdi ancak. Böylece, cafcaflı görüntüsüne yabancı, ilahi olana ilgisiz, insanı hor gören bireyler olarak, kendimizi, boşu boşuna, beyin sinirlerimize uygun düşen karmaşık bir Epikürosçuluğun bağrında serpilmiş amaçsız duygulara bıraktık.

Hiçbir şeyi ciddiye almaksızın, duygularımız dışında hiçbir şeyin gerçekliğinden emin olamayacağımızı aklımızdan çıkarmaksızın, bilinmeyen uçsuz bucaksız topraklar gibi yokladık duyguları, içlerinde bir sığınak aradık. Yalnızca estetiğin titiz seyircisi olmakla yetinmeyip seyrettiklerimizin hallerini ve sonuçlarını ifade etmek için çabaladık gerçi, ama kimselerin aklını çelmeye ya da iradesini etkilemeye niyetlenmeden kaleme aldığımız yazılar ya da dizeler; alt tarafı yüksek sesle, kendi kendi okuduğumuz yazılar olarak görülebilir, amacımız verdiği öznel zevki tam olarak nesnel hale getire bilmekti.

Dolayısıyla, dağları ve heykelleri aynı dinginlikle seyredeceğiz, geçen günlerin ve kitapların tadını çıkaracak, en önemlisi de her şeyi düşleyerek, hepsini en mahrem özümüzün bir parçası haline getirmeye çalışacağız.

Elimizde ürettiğimiz yapıtın değerini ölçmek için hiçbir kıstas yok elbette. Tek derdimiz kendimizi oyalamak, bu doğru; ne var ki yazgısını unutmak için boş işlerle uğraşan tutuklular gibi değil, vakit geçirmek için yastık kenarı işleyen genç kızlar gibiyiz, hepsi bu.
Hayatı bir han olarak tahayyül ediyorum, çöküş arabası gelene kadar orada kalacakmışım. Araba beni nereye götürecek, bilmiyorum, çünkü hiçbir şey bilmiyorum. Dört duvar arasında beklemek zorunda olduğuma göre, hanı bir hapishane olarak da kabul edebilirim, çeşit çeşit insanla karşılaştığım için, dostlukların yeşerdiği bir yer olarak da. Huysuz ya da görgüsüz biri sayılmam. Odasına kapanıp, kendini yatağa atıp gözünü bile kırpmadan bekleyip duranları kendi hallerine bırakıyorum; kulağıma hoş seslerin ve müziklerin çalındığı salonlarda gevezelik edenlere de ilişmiyorum. Kapının önüne oturup gözlerimi ve kulaklarımı manzaranın renkleriyle ve müziğiyle sarhoş ediyor, arabayı beklerken alçak sesle, yalnızca kendim için bestelediğim anlaşılmaz şarkıları söylüyorum.

Gece çökecek, o posta arabası kapıya dayanıp hepimize seslenecek. Bana bahşedilmiş hafif rüzgârın ve onun tadını çıkarabilmem için bahşedilmiş ruhun tadını. çıkarıyorum; ve daha fazlasını ne soruyor ne kurcalıyorum. Handaki anı defterine yazıp bıraktığım şeyleri günün birinde benden başkaları da okur, bunlarla yol oyalanabilirse, ne ala. Kimse okumazsa ya da zevk almazsa, o da kabulüm.

Nefret ettiğim iki şey arasında seçim yapmak zorundayım – ya aklımın tiksindiği düşleri seçeceğim ya da duyularımı dehşete düşüren eylemi; başka bir deyişle, hamurumda hissedemediğim eylem ya da şimdiye kadar hiç kimsenin mayasında olmayan düş.

Sonuç olarak her ikisinden de nefret ettiğime göre tek çare seçim yapmamak, ama bazen ya düş kurmaya ya eyleme geçmeye mecbur kalıyorum ki, o zaman da ikisini birbirine karıştırıyorum.

Ağır ilerleyen yaz akşamlarında, Aşağı Şehir’in dinginliğini, özellikle de gündüzleri kıpır kıpır olan, akşamları da bu nedenle sessizliğin iyice yoğun hissedildiği semtleri severim.

Gündüz, bir hiçim; gece, kendim olurum. Limandaki sokaklarla aramızda hiçbir fark yok; gerçi onlar sokak, ben bir insanım, fakat bütün varlıkların aynı özden vücuda geldiğini düşününce, aramızdaki fark belki de üzerinde durulmayacak kadar küçük. İnsanlarla nesnelerin soyut ve bu nedenle ortak bir yazgısı var.

Başımı döndüren kendimi beğenmişliğimi simgeleyen, hiç çıkarmadığım bir mücevherdir o yüzük.

Tazelenmiş gözlerimi ak sayfalara indiriyorum; özenle yazdığım rakamlar işlerin sonucunu kaydetmiş bile. Ve kendime sakladığım bir gülümsemeyle, beyaz boşluklarla, cetvelle çizilmiş çizgilerle, süslü yazılarla, rakamlarla, kumaş markalarıyla doldurulmuş bu sayfaları barındıran hayattan, bir yandan da her çağda büyük denizcilerin, büyük azizlerin ve şairlerin de gelip geçtiğini düşünüyorum; dünyaya değer kazandıran her şeyin dışına sürülmüş bu büyük kalabalığı, tek bir satırla olsun anan yok.

Hayattan çok az şey istedim – ama o, o kadarını bile esirgedi benden. Azıcık güneş, kırlar, bir lokma ekmek lokma huzur, canımı fazla yakmayacak bir Yaşama bilincim olsun ve bir de ne kimseye muhtaç olayım ne el alem bana muhtaç olsun!

Huzurlu odamda, kederler içinde yazıyorum, şimdiye kadar olduğum, bundan sonra da olacağım gibi yapayalnızınım. Merak ediyorum, acaba görünüşte pek bir değeri olmayan sesim, binlerce sesin özünü, binlerce hayatın kendini anlatmaya olan susuzluğunu, gündelik yazgısı içinde faydasız hayallerin, iz bırakmayan umutların tutsağı olmuş benimki gibi binlerce ruhun sabrını temsil ediyor olabilir mi.

Rua dos Douradores’ten, patronum Vasques’ ten, muhasebeci Moreira’dan, jilet gibi takımlar giyen şirket çalışanlarından, ayak işlerine bakan çocuktan, üniformalı uşaktan ve kediden bir daha geri dönmemek üzere ayrıldığımı tahayyül ettim. Adeta zincirlerimi kırmıştım, sanki bütün güney denizleri keşfedilmek üzere büyülü adalarını sermişti önüme. Bundan böyle gönül rahatlığıyla kendimi sanata verebilir, varlığımı zihinsel açıdan tamama erdirebilirdim.

Ama birden, hatta daha düşüncelerimde yüzerken –kısacık öğle tatilinde, bir kafede oluyordu bu–, bir rahatsızlık duygusu düşüme saldırıverdi: Acı çekerdim, diye düşündüm. Evet, fazla söze gerek yok: Acı çekerdim. Patron Vasques, muhasebeci Moreira, veznedar Borges, çevremdeki tüm o namuslu insanlar, mektupları postaya götüren neşe küpü çocuk, maharetli ortacı ve o dünya tatlısı kedi – hepsi hayatımın bir parçası haline gelmiş meğer; onlardan ayrılacak olsam gözyaşlarıma hâkim olamaz, o küçük dünyanın, gözüme ne kadar kötü görünmüş olursa olsun, benim de bir parçam olduğunu, bu parçanın da hep onlarla kalacağını düşünürmüşüm; kendimi onlardan koparmanın, yarı ölmekten, ölümün yüzünü görmekten farksız olduğunu anlarmışım.

Hem zaten, diyelim ki yarın onlardan ayrılıp Rua dos Douradores’in üniformasını sırtımdan attım; başka neye tutunurum (çünkü bir şeylere tutunacağım kesin), hangi üniformayı giyerim (çünkü mutlaka bir başka üniforma giyeceğim)?

Kimi görünür, kimi görünmez ama, hepimizin bir patron Vasques’i var.

dır. Benimkinin adı sahiden de Vasques; sağlıklı, hoş, kimi zaman kabalaşsa da art niyet düşünmeyen, çıkarını bilen ama sonuçta dürüst, insanoğlunun yetiştirdiği, sağcısıyla, solcusuyla nice büyük dehalarda ve harika çocuklarda bulunmayan adalet duygusuna sahip bir adam. Zenginliğe, başarıya doymayan, ölümsüzlük peşinde koşan, kendini beğenmiş Vasques’ler de olabilir… Ben ise, bizim nispeten insancıl, zor zamanlarda dert dinlemesini bilen Vasques’i, dünyadaki bütün soyut patronlara yeğlerim.

Devlete iş yaparak küpünü doldurmuş bir şirkette çalışan bir arkadaşım, kazandığım parayı beğenmeyerek geçen gün şöyle dedi bana: “Sömürülüyorsunuz, dostum.” Bunun üzerine düşündüm de, sahiden de öyle; ne var ki, madem hayatta sömürülmekten kaçmanın yolu yok, kendini beğenmişlerin, şöhret budalalarının, üzüntünün ya da imkânsızlığın peşinden koşanların yerine, kumaş tüccarı Vasques’e kendimi sömürtsem daha iyi değil mi, diye de sormadan edemiyorum kendime.

Hayat karşısında bir sipere çekilircesine, masamın ardına siniyorum. Benim olmadığı halde sahibi olduğum, içine kayıtlar düştüğüm o ticari defterlere duyduğum sevgiden gözlerim yaşarıyor neredeyse, mürekkep hokkasını ve biraz ötemde bordroları hazırlayan Sergio’nun sırtını seviyorum. Belki sevecek başka bir şey bulamadığımdan böyle oluyor, ama belki de insan sevgisine değer hiçbir şey olmadığından; duygusallığa kapılıp sevgimizi birine vakfetmeye niyetlendiysek – Yıldızların sonsuz kayıtsızlığındansa benim gösterişsiz mürekkep hokkası yeğdir.

Ben, herhangi bir yerin yakınlarındaki küçük bir evde, bugün yaratmadığım eseri o gün de yaratmayarak, Yaratmamayı sürdürebilmek için de bugünkülere benzeme\ Yen gerekçeler bulmaya çalışarak huzur içinde yaşıyor olacağım.

büyük özlemlerle anacağım ve günlük hayatın tekdüzeliğini, Yaşanmamış aşkların ya da kazanmamaya yazgılı olduğum zaferlerin anısı gibi yaşayacağım.

Ah, evet, anladım! Patron Vasques Hayat’ın ta kendisi! Bize hükmeden ve hakkında neredeyse hiçbir şey bilmediğimiz, tekdüze ve gerekli Hayatın, Bu sıradan adam, Hayatın sıradanlığını temsil ediyor. O, benim için her şey ve dışımda, çünkü Hayat da benim için her şey ve dışımda.

Rua dos Douradores’teki bürom gözümde Hayat’ı temsil ediyorsa, yine Rua dos Douradoreste, ikinci kattaki evim de sanatı simgeliyor. Evet, Hayat’la aynı sokakta ama bir başka yerde ikamet eden, hayatın yükünü hafifleten, buna karşılık yaşamanın yükünü hafifletmeyen ve hayat kadar tekdüze olan, tek farkı başka bir yerde oturmak olan sanatı.

Ben böyleyim işte, işe yaramaz ve duyarlıyım, ister iyi olsun ister kötü soylusundan ya da bayağısından bütün coşkulara olanca varlığımla kaptırabilirim kendimi ne var ki asla kalıcı bir duygu, asla ruhun özüne nüfuz eden, kalıcı bir heyecan duyamam. Bende ne varsa, bir şeyi izleyerek varlık kazanır; ruh kendine karşı, yaramaz bir çocukla uğraşırcasına sabırsız; giderek büyüyen ve hep aynı kalan bir sıkıntı var. Her şey ilgimi çeker, ama hiçbir şey beni avucunda tutamaz. Durmaksızın düş kurarak, yapılmadık iş bırakmam; karşımda konuşan kişinin yüzündeki mimikleri en ince ayrıntısına kadar yakalanın, cümlelerindeki milimetrik sapmaları fark ederim; ne var ki, duyduğum halde aslında onu dinlemem, bambaşka şeyler düşünürüm ve aramızda geçen konuşmadan en az anımsadığım, o sırada sarf edilen sözler olur – hem onunkiler, hem benimkiler. İşte bu yüzden, bir ettiğim lafı bir daha eder, cevabını aldığım soruyu tekrar sorarım sık sık; buna karşılık, sonradan aklımdan uçup giden bir şeyi söylediği sırada karşımdakinin yüz hatlarının gerilişini ya da daha önce anlattığımı unuttuğum bir hikâyeyi anlatırken, beni yalnızca gözleriyle dinleyişini, fotoğrafını çekmiş gibi, üç dört sözcükle tarif edebilirim.

iki kişiyim ben – ikisi de ortalarındaki mesafeyi koruyor

İnsan, ilginç ya da yararlı ne anlatabilir? Başımıza gelmiş olan şeyler, ya herkesin başına gelmiş ya da Yalnızca bizim başımıza gelmiştir; ilk durumda bayatlamıştır, ikinci durumda da bizden başkası anlayamaz onları. Hissettiklerimi Yazıyorsam, hissetmenin ateşini azaltmak için başka çare olmadığından. İtiraflarım önemli değil, çünkü hiçbir şey önemli değil. Hissettiklerimle manzaralar çiziyorum ben. Duyularımı tatil ediyorum. Üzüntülerini bastırmak için nakış işleyen, hayat denen şey var olduğu için örgü ören kadınları çok iyi anlıyorum.

Kaderden ve düşüncelerden örülü kitabımı Yavaş yavaş bir şekle sokmak için art arda dizdiğim bu kelimeler, içler acısı halime hiç kar etmiyor. Kurduğum bütün cümlelerin derinliklerinde, suyu içilmiş bardağın dibinde erimeden kalan bir toz gibi, bir hiç olarak varlığımı sürdürüyorum. Muhasebe hesaplarımı nasıl kaydediyorsam, edebiyatımı da öyle, titizlik ve kayıtsızlıkla yazıya geçiriyorum.

Çalıştığım büronun giriş kapısı yerine, prensesler hayal etmenin nesi daha anlamlı?

Büyük bir dinginlik içinde, ebediyen Rua dos Douraderes’e, bu yazıhaneye, bu iklime, şu insanlara mahkûm olmuş hayatımı gözden geçiriyorum, ruhumda bir tebessüm suretinden başka bir şey yok. Karnım doyuyor, başımı sokacak bir yerim, hayal kurmak, yazmak, uyumak için biraz vaktim var.

Büyük tutkularım, sınırsız düşlerim oldu ama o kadarı çıraklarda, terzi kızlarda da vardır, çünkü bütün dünya hayal kurar: Bizi birbirimizden ayıran şey, o hayalleri gerçekleştirecek gücümüzün ya da kendiliğinden gerçekleştiklerini görecek kadar şansımızın olup olmamasıdır.

Düşlerimde ben de çıraklar, terzi kızlar gibiyim. Onlardan tek farkım, elimin kalem tutması.

Belki de sonsuza kadar muhasebeci olarak kalmak kaderimdir; şiir ve edebiyat ise alnıma konmuş bir kelebektir belki; parlak güzelliğiyle gülünecek halimi iyice ortaya çıkaran bir kelebek.

Vasques ve Şürekası şirketinde muhasebe şefliğine yükseltileceğim günün, Yaşamımın sayılı günlerinden biri olacağını çok iyi biliyorum.

yakıcı bir arzunun kararsızlığı

Bir başına kalmış Ya da ses uyumuna, iç titreşimlere benzeştikleri anda farklılaşan anlamlarına göre bir araya gelmiş sözcüklerin saygınlığı; başka deyimlerin anlamlarına sızmış deyimlerin şatafatı, izlerin muzipliği, ormanların iyimserliği – ve sonra, kaçamaklar yaptığım çocukluk bahçelerinde, havuzlardan yayılan huzur … İşte bu şekilde, saçma bir cüretten yapılmış surların ardında, dizi dizi ağaçların ve solup giden şeylerin ürpertilerinin arasında, benim yerimde bir başkası olsa, üzgün dudakların daha yüksek mahkemelerde reddedilmiş bir itirafı 1 ı…mırıldandığını duyabilirdi. Son Şövalyelerin Şatosu, bilinmez bir avludaki mızrak şakırtılarının arasında, bir daha asla huzur yüzü görmeyecekti, üstelik şövalyeler duvarın tepesinden görünen yoldan bir gün geri dönse bile, yolun bu tarafında ise akşamlan Mağrip masallarıyla ölmüş çocuğu avutan, onu hayatla, mucizelerle coşturan kadının anısı kalacaktı.

otların arasındaki saban izlerini takip eden kuş gibi hafif adımları, kıpır kıpır yeşillikleri aralamıyordu bile. İlerde bir gün gelecek olanlar daha şimdiden yaşlıydı; sadece hiç gelmeyecek olanlar gençti. Yolun kenarına davullar dizilmişti, trompetler ise, herhangi bir şeyi bırakmaya hala güçleri olsa, onları bir kenara bırakacak olan bitkin \ ellerden cansızca sarkıyordu.

Ne var ki, büyülü geçit alayının yürüdüğü toprakta, sönmüş seslerin yeniden yüksek perdeden yankılandığı işitilmiş ve köpekler gözle görülebilen yollarda ayaklarını sürümüştü. Her şeyde bir cenaze töreninin saçmalığı vardı ve başkalarının düşlerindeki prensesler hiçbir dehlizde kaybolmaksızın, hiç durmadan geçiyor, tekrar geçiyordu.

Ömrüm boyunca, hayatımı ezen koşullarından kurtulmak istediğim, buna karşılık kendimi benzer başka koşullar tarafından kuşatılmış olarak bulduğum çok oldu.

Her şeyim çoktan ölmüş bir çocuğun eski fotoğraf albümüne yapıştırılmış, renkli bir prens tipografisini anımsatıyor. Beni sevmek, bana acımak demek. Gelecek zaman sonlarına doğru bir gün biri çıkıp hakkımda bir şiir

Yazacak, ben de belki ve ancak o zaman, Kendi Krallığı’mda hüküm sürmeye başlayacağım.

Saçma aksiyomlar
Sahtesinden de olsa sfenkslere dönüşsek, hem de kim olduğumuzu bilemez hale gelecek kadar. Çünkü aslında sahte birer sfenksten başka bir şey değiliz ve gerçekte ne olduğumuzu bilemiyoruz. Hayata ayak uydurmamızın tek yolu, kendi kendimizle uyumsuz olmak. Tanrısallık, saçmalık demektir.

Samimiyetle, sabırla akıl yürüterek teoriler kursak ve bunu yalnızca, hemen çürütmek üzere yapsak -edimlerimizi, onları mahkûm eden kuramlarla doğrulasak, bayatta kendimize bir yol çizsek, sonra da o Yolun tam tersine gitsek/Yapılmadık şey bırakmasak, olmadığımız, olduğumuzu iddia etmediğimiz, başkalarının olduğumuzu hayal etmesini de istemediğimiz bir şeyin bütün hallerini kuşansak.

Okumamak için kitaplar alsak; konserlere gitsek, ama ne müzik dinlesek, ne de kimlerin geldiğine baksak; yürümekten yorulduk deyip uzun gezintilere çıksak ve gidip kırlarda kalsak, sadece ve sadece kırlar bizi uyuşturduğu için.

Kahvelerdeki ya da lokantalardaki garsonlarda, berber ya da sokak başlarında dikilen, ayak işleri yapan çocuklarda içten gelen, doğal bir sevecenlik var, deyim yerindeyse daha büyük bir samimiyetle yaklaştığım insanlarda buna rastladığımı söyleyemem doğrusu.

Kardeşliğin böyle incelikleri var işte.
Kimileri dünyayı yönetir, kimileri de Yönetilen dünyanın o ta kendisidir. Servetini İsviçre’de ya da İngiltere’de saklayan bir Amerikalı milyonerle bir kasabanın sosyalist lideri arasında nitelik bakımından hiçbir fark yoktur, fark nicelikten kaynaklanır yalnızca. Uzakta, aşağıda biz varızdır, yani kılıksız insanlar, biz, bohem oyun yazan William Shakespeare, biz, öğretmen John Milton, serseri Dante Alighieri, dün alışverişlerimi yapan çocuk, komik fıkralar anlatan berber, yalnızca önümdeki şarap şişesinin yansını içmedim diye geçmiş olsun dileyerek kardeşçe bir jest yapan garson.

gelecekleri miydi? Bilinçsizlikleri mi? Belki doğrudan onlar değildi- ama kim bilir? Belki de yalnız kendimdim acıdığım.

Müziğin ya da düşün hafif bir soluğu, ne olursa olsun, yeter ki öyle ya da böyle bir şey hissetmemizi sağlasın, ne olursa olsun yeter ki bizi düşünmekten alıkoysun.

Erken kalkmıştım, aylaklık ederek var olmaya hazırlanıyordum.

kişiliğim, dışarıdan su katılmamış bir komedi gibi görünüyordu; içerden bakıldığında insana özgü olan her şey gibi.

ve ellerimi ölümden sonraya ait o yağmurluğun ceplerine sokmuş, yararsız düşlerimi bölüp duran iri adımlarla küçücük odamdaki bulvarı arşınlıyordum, ki düşlerim, bütün ölümlülerinkine benzeyen bir hayalin nihai haliydi

/ Kendimi neşeli hissetme zamanıydı. Ne var ki içime / bir ağırlık çökmüştü- bilinmeyen bir arzu, tarifsiz, ama bile olmayan bir heves. Belki de canlı olma göstermekte gecikiyordu. Ve görmeden baktığım sokağa hâkim penceremden dışarı sarktığımda kendimi birden, kurusun diye pencerelere asılan, sonra orada unutulup
yavaş yavaş buruşan, sonunda da asıldığı yeri kirleten yaş bir toz bezi gibi hissettim.

berrak notayı

tek hatırladığım, ölüm haberini aldıktan sonra sofralara bir havanın çöktüğü. Masadakiler ara sıra göz ucuyla bana bakardı, bu dün gibi aklımdadır. Ben de aptal gibi anlayarak bakışlarına karşılık verirdim. Sonra, belki sezdirmeden hala bakıyorlardır, diye, hareketlerine dikkat ederek yemeğime dönerdim.

Ve dudaklarımın, yüzümün etrafını kuşatan yastık kılıfının hafif kıvrımlarını usulca oynatarak gülümsediğini hissediyorum. Kendimi yaşama teslim edebilirim,
uyuyabilirim, kendimi unutabilirim.

Birdenbire bastıran sonbaharın şu ilk günlerinde gereken çöküyor ve insan, günlük işlerine yetişemediği oysa ben, her zamanki işlerimle haşır neşirken bile, karanlığın getireceği tembelliğin tadını peşinen çıkarıyorum, çünkü karanlık gece demek, gece ise uyku, yuva, özgürlük. Geniş salonda lambalar yanıp karanlığı kovduğunda, bütün gün uğraşılıp iş bitirildiği halde biz… fazla mesai yaparken ben saçma bir huzur duyuyorum, sanki başka birinden hatırladığım bir huzur; ve yatma vakti gelene kadar vakit geçsin diye kitap okur gibi, huzur içinde yazacağımı yazıyorum.

Hepimiz kendi dışımızdaki koşulların tutsağıyız: Güneşli, güzel bir gün, küçük bir semt lokantasının bir köşesinde, kırların kapılarını ardına kadar açar önümüzde kırlara düşen geçici bir gölge bizi içimize çekilmeye zorlar ve kapısız, basit bir ev olan kendi özümüze sığınırız; günlük koşturmacaların üstüne de gelse bir şafak, tıpkı ağır ağır açılan bir yelpaze gibi, dinlenmeye duyduğumuz mahrem ihtiyacı adım adım bilince çıkarır.

ve ben, ölü geçmişimin içinden geçerek hesaplarımı hatasız yapıyor, faturalarımı düzenliyorum. Kendimi yeniden eritiyor, kendi içimde kayboluyor, kendimi dünya işleriyle henüz kirlenmediğim, her gizeme, her geleceğe açık olduğum o uzak gecelerde unutuyorum.

Beni borçlardan ve alacaklardan uzaklaştıran duygu öyle tatlı ki, o an bir şey sorsalar, aynı tatlılıkla cevap veririm, sanki içim tamamen boşalmış, sanki her yere yanımda götürdüğüm daktilodan ardına kadar açık varlığımı taşıyan o portatif makineden ibaret hale gelmişim. Düşlerimin yarıda kalmasına üzülmüyorum: O kadar tatlı düşler ki bunlar, konuşmayı, yazmayı, Yanıt vermeyi, hatta gevezelik etmeyi bile kesmeksizin sürdürebilirim onları. Ve bütün bunlar olup biterken, çocukluğumdaki çay tükenecek, işyeri kapanacak … Defteri usulca kapatıp başından kalkıyorum, gözlerim akmamış Yaşlar· dan yanarak, karmaşık duygular içinde, yazıhaneyi kapatırlarken hayallerimi de kapatmalarına üzülüyorum; acı çünkü kayıt defterimi kapadığımda, dirilme imkansız bir geçmiş de kapanmış oluyor;

ve hayatın insansız ve huzursuz yatağına, duyduğum özlemle hüznün yazgılarının son durağına gelmiş kara gecenin bağrındaki iki gelgit gibi birbirine karıştığı bilincimin iniş çıkışlarına dönmek canımı yakıyor.

Ne zevk, ne ün, ne iktidar: özgürlük, yalnız özgürlük.
İnanan hayaletlerini bırakıp aklın hortlaklarıyla haşır neşir olmak, sadece ve sadece yeni bir hapishaneye

geçmek demektir. Sanat bizi eskimiş, resmi putlardan olduğu gibi, gene alelade birer put olan Yüce gönüllülükten ve toplumsal meselelerden de kurtarır…
Kişiliğini, onu yitirerek bulmak- inancın kendisi de, yazgımızın bu yönünü doğrular.

ve savaş, enerjik ve üretici çalışma, başkalarına yardım etme vb., hepsi bence bir tür utanmazlık
Ve ruhumun en yüce gerçeğiyle karşı karşıya kaldığında, yararlı olan her şey, dışımda olan her şey, en sık

kurduğum düşlere egemen olan saf yüceliğe kıyasla, bana uçan ve kaba geliyor. Benim gözümde en gerçek olanlar işte bu düşlerdir.

Ne sıradan bir odanın dökülen duvarları, ne kendimi yabancı hissettiğim bu büronun eski masaları, ne yılların Aşağı Şehrinde enlemesine uzayıp giden, çok gezildiği için sabit tamir edilmezlik payesini kazanmış sokakların sefilliği; ruhumun sık sık yaşadığı, Yaşamın gündelik, alçaltıcı sıradanlığından doğan bunalımı Yaratan bunların hiçbiri değil. sebep her zaman çevremde bulunan insanlar; beni tanımayan ya da ancak benimle olan temasları ölçüsünde ve günlük teranelerle tanıyan insanlar ruhumun boğazına sarılıp orada, etimde bir tiksintinin düğümlenmesine yol açanlar onlar.’ Hayatlarının, benim hayatı· mm en dıştaki katmanına paralel iğrenç tekdüzeliği, benzerlerim olduklarına içtenlikle inanmaları – sırtıma forsa kıyafetini geçiren, beni bir hapishane hücresine tıkan, düzmece bir varlık, bir dilenci yapan işte bütün bunlar.

öyle anlar oluyor ki sıradan yaşamın her ayrıntısı, Yalnızca varlığıyla bile ilgimi çekiyor, her şeyi açık seçik okuyabilme derdine düşüyorum.

sıradan olandaki benzersizliği görüyorum ve bu ruhIa şair oluyorum
öyle anlar da var ki –şu an üzerime baskı yapan an gibileri dışımdaki şeylerden çok kendim oluyorum ve

yağmurlu, çamurlu gecede, gardaki bir Peronun yalnızlığı içinde, üçüncü mevki iki tren arasında hangara uzanan rayların üzerin\de, benim için her şey değişiyor.
böyle durumlarda, kendime karşı nasıl canımı koruyabildiğimi, bu insanların arasında, onlara tıpatıp benzeyerek, yapılarındaki hayali pisliklere gerçekten uyum sağlayarak burada kalmak gibi bir alçaklığı nasıl Yapabildiğimi soruyorum kendime.

perde, olmamış olayların üzerine iniyor; ve ben büroda çalışanlara özgü yakamı dikleştirerek ( o yakanın içinde pek tabii olarak bir şair boynu var), hep aynı mağazadan alınmış botlarımı sürüyerek, soğuk yağmur birikintilerinden farkında olmadan sakınarak, buna karşılık, hem şemsiyemi hem de ruhumun onurunu gene unutmuş olmanın utancını duyarak eve dönüyorum – orada olmayan ev sahibemin, ender olarak gördüğüm çocukların, ancak yarın göreceğim iş arkadaşlarımın iğrenç varlığını hissettiğim o möbleli daireye.

Istırap molası
Bir köşeye atılmış bir şey, sokağa düşmüş bir bez parçası olan iğrenç varlığım hayatı görünce kılık değiştiriyor.

Ben olmadığı için bütün dünyaya imreniyorum.

Birden, başımı isimsiz varlığımdan kaldırıp, varoluş biçimimi açıkça biliverdim, sanki büyücü bir yazgı bendeki eski bir körlüğü ameliyat etmiş, bu ameliyat hemen sonuç vermiş gibi. Ve şimdiye kadar yapmış, düşünmüş, olmuş olduğum her şeyin bir tür aldatmaca ve çılgınlık olduğunu gördüm. Görmemeyi başardığım şeylerin karşısında dehşete kapıldım. Olmuş olduğum ve gayet açıkça görüyorum ki aslında olmadığım her şey beni yoldan çıkarmış.

Birdenbire bulutlan delip geniş bir toprak parçasını aydınlatan bir güneş ışını gibi, geçmiş yaşamıma ışık tutuyorum; ve akla en uygun edimlerimin, en berrak düşüncelerimin, en mantıklı tasarılarımın, sonuçta doğuştan gelen bir sarhoşluktan, doğal bir çılgınlıktan, tam bir cehaletten başka bir şey olmadığını fizikötesi bir şaşkınlıkla gözlüyorum. Bir rol bile üstlenmişliğim yok: O rolü için başkaları oynamış. Oyuncu bile değilmişim: O oyuncunun hareketleriymişim yalnızca.

Yaptığım, düşündüğüm, olmuş olduğum her şey bir teslimiyetler toplamından başka bir şey değilmiş; ya ben olduğumu sandığım sahte varlığa teslim olmuşum, çünkü ondan başlayıp dışa doğru hareket etmişim bulunduğum havayla bir tuttuğum koşulların ağırlığına. Gözümün önündeki perdenin kalktığı şu anda, ansızın ya. yapayalnız kalmış, kendini her zaman vatandaşı saydığı yerde sürgün olarak bulmuş bir varlığım. En içten düşüncelerimde bile, ben, ben değilmişim.

Bu durumda, hayatın karşısında alaycı bir dehşete, bir birey olarak bilincimin sınırlarını aşan bir şaşkınlığa kapılıyorum. Şimdiye kadar hatadan ve yanılgıdan başka bir şey olmadığımı, hiç yaşamadığımı, sadece zamanı bilinçle, düşünceyle doldurduğum ölçüde var olduğumu biliyorum.

Ve kendime ağırlık yaptığımı hissediyorum, evet, bilinçlenmeye mahkûm olmaya benzeyen bir ağırlık veriyorum üzerime, ansızın ortaya çıkan, vaktini hisseden ile görenin arasında, uyuklayarak gidip gelmekle geçirmiş, gerçek bireyselliğin kavramı bu.

İnsanın, gerçekten var olduğunu ve ruhumuzun gerçek bir kendilik olduğunu hissettiği zaman içinden geçenleri tarif etmesi çok zor-o kadar zor ki, bunu insanlara ait hangi sözcüklerle yapabilirim, bilemiyorum. Hissettiğim gibi ateşim mi yükseldi, yoksa bir hayat uyuru olmaktan gelen ateşin etkisi birdenbire üzerimden mi kalktı, bilemiyorum. Evet, yineliyorum, kendini birden, tanımadığı, nasıl geldiğini bilmediği bir şehirde bulan bir yolcu gibiyim; ve belleğini yitiren, uzun süre bir başkası olarak yaşayan insanları düşünüyorum. Ben de çok uzun süreden –doğduğumdan, bilinçlendiğimden beri- bir başkasıydım ve bugün bir köprünün tam ortasında, ırmağa eğilmiş olarak uyanıyorum, şimdiye kadar olmuş olduğum her şeyden daha sağlam biçimde var olduğumu biliyorum. Ne var ki şehir bana yabancı, sokakları tanımıyorum, çektiğim acının ilacı yok. Dolayısıyla, ırmağa eğilmiş, gerçeğin beni terk etmesini, beni yeniden bir hiçlik ve bir yalan olarak, akıllı ve doğal olarak bırakmasını bekliyorum.

Kendini bilmemek, yaşamaktır. Kendini yanlış tanımak, düşünmektir.

uyumakla kanmayacak kadar derin bir uyku isteyen bir yorgunluk

Genellikle halinden memnun, genellikle mutlu biri olarak, içimde bitmeyen bir hüzün olduğunu fark ediyorum. ve içimde bu tespiti yapan kişi, aslında hemen arkamda, pencereye yaslanan gövdeme eğilmiş; hafifçe dalgalanarak ağır ağır yağan, loş ve kötü havayı çizgi çizgi bölen yağmuru omzumun ya da başımın üzerin\ den, benimkilerden daha samimi gözlerle seyrediyor.

Hiç değişmeyen, her anı aynı yoğunlukta akan bir hayatta, içine gömülü olduğum durgunluğu bir temizlik kusuru, değişmezliğin yüzeyine yapışmış bir kir ya da toz olarak değerlendirebilirim ancak.

Pisliği bir irade sorunu gibi değil, aklın bir umursamazlığı olarak yaşayan insanlar vardır; çoğu insan ise, özgürce aldıkları bir kararla ya da istemedikleri bir dünyaya boyun eğmeye razı oldukları için değil, kendi kendilerini anlama yetenekleri gerilediği için, bilgiyle alay etmeyi öğrendikleri için tekdüze, silik hayatlar sürerler.

kendi güçsüzlüğünün çekimine kapılmış, bundan dolayı günlük hayatının sıradanlığından kurtulmayan insanlar vardır, benim gibi.

Yazgımı yerin, den oynattıkça yürümüş oluyorum, ben ilerlemediğime göre, ilerleyen o; adım adım gitmeye devam eden zamanım için de durum aynı; çünkü ilerleyen gene ben değilim. Tekdüzelikten kurtulmak için tek çarem, hakkında yaptığım bu kısa yorumlar.

cama, kaçınılmazlığın tozuna adımı büyük harflerle yazarak imzamı atıyorum.

ölümle mi atıyorum imzamı? Hayır, ölümle bile değil. Benim gibi yaşayan bir insan ölmez: Biter, solar, bitkisel hayata girer. Bulunduğunuz yer varlığını sizsiz sürdürür, geçtiğiniz sokak görülmez olduğunuz halde yaşar, içinde yaşadığınız ev, siz olmayan sizi barındırır. Hepsi budur ve biz buna hiçlik deriz, ama bu hiçlik tragedyasını bile oynayamaz, alkışlayamayız, çünkü gerçekten hiç olduğuna bile emin olamayız; biz ki hem hayatın, hem de gerçeğin içinde biten otlarız, biz ki camların hem içine hem dışına biriken tozlarız, biz ki Yazgı’ nın torunları, Tanrının evlatlıklarıyız, Tanrı sonsuz Gece’yle evlidir ve o da hepimizi doğurmuş olan Kaos ’un duludur.

Soyut akla musallat olan bir yorgunluk var ki, korkuncu o. Fiziksel yorgunluk gibi insana ağırlık Yapmaz, duyguların öğrettiklerinin verdiği yorgunluk gibi kafa karıştırmaz. Sahip olduğumuz dünya bilincinin üzerimize çöken ağırlığıdır o, kendi ruhumuzla soluk alamaz oluşumuz.

Hayatın sırrının bizi incitmesinin, korkutmasının bin türlü yolu var. Kimi zaman esrarlı bir hayalet gibi üstümüze gelir, ruhumuz korkuların en korkuncuyla; yok-varlığın bir canavar olarak canlanması korkusuyla titrer. Kimi zaman da arkamızda durur o saf gerçek, onu ancak arkamıza dönmezsek görebiliriz – sırra asla eremeyeceğimiz gerçeğini, sırrın sırrına erilmez dehşetini serer ortaya.

Sokakta, sanki bir yerde oturuyormuş gibi yürüyorum; uyanık olan dikkatimse, dinlenme halindeyken bütün bedenimin olduğu kadar cansızlaşıyor. Karşı taraftan bana doğru gelmekte olan birinden o anda bilinçli bir hareketle kaçamayabilirim. Aynı şekilde, beklemediğim bir anda rastladığım biri, birbirimize yaklaşırken bir an durup bana bir soru soracak olsa, ona bir cümleyle -hatta içimden düşünerek bile cevap veremeyebilirim

uzanmış ya da rahatça oturmuş bir insana gayet iyi gidebilecek bu ruhsuzluk, sokakta yürümekte olan bir insan olarak bana bir rahatsızlık, hatta ıstırap veriyor.

Hareketsizlikten kaynaklanan, ne kendinde, ne de kaynağında neşe olan bir sarhoşluk bu.

Okuyarak, düşlere dalarak, yazmayı düşünerek, düşüncelerin kaprisli rüzgarına göre akan, tutkulardan arınmış, kültürlü bir hayat sürsem, sıkıntının kıyılarında dolaşacak kadar yavaş, sıkıntıya hiç düşmeyecek kadar iyi kurulmuş bir hayat. Heyecanlardan ve düşüncelerden uzak o hayatı, heyecanların düşüncesiyle ve düşüncelerin heyecanıyla yaşasam.

Köyü küçücük olduğu için insan oradan evrenin, şehirde görülenden daha büyük bir parçasını görebilirmiş; işte bu yüzden köy kentten daha büyükmüş

“Çünkü, gördüğüm şeylerin boyundayım. ben, Kendi boyumda değil”

“Gördüğüm şeylerin boyundayım!”

Anlamak için, kendimi yok ettim. Anlamak, sevmeyi unutmaktır. Leonardo da Vinci, insan bir şeye ancak \ anladıktan sonra nefret ya da sevgi duyabilir, demiş. Bun

Yalnızlık umudumu kırıyor; yanımda birilerinin olması üzerime ağırlık yapıyor. Başkalarının varlığı düşüncelerimi dağıtıyor;/o

Yalnızlığım beni kendine göre biçimlendirdi, kendine benzetti. Bir başkasının varlığı –bir tek kişi bile olsa- düşünmemi hemen engelliyor ve normal bir insan için bir başkasıyla ilişki kurmak, kendini ifade etmesi, konuşması için uyarıcı görevi görürken, ayrı ilişki bende bir uyarmayıcıya dönüşüyor.

Ne türden olursa olsun, toplumsal zorunlulukları yerine getirmeyi –cenazeye gitmek, biriyle işyerindeki bir sorunu konuşmak, tanıdık ya da tanımadık birini garda beklemek– düşününce, yalnızca düşününce aklım allak bullak oluyor (hatta kimi zaman bir gün öncesinden başlıyor bu), doğru dürüst uyuyamıyorum ve gerçek olay olup bittiğinde eften püften bir şey olduğu, korkumun boş olduğu ortaya çıkıyor, ne var ki bu hikâye aynen sürüp gidiyor ve ben bundan ders çıkarmayı bir türlü öğrenemiyorum.

“Benim törelerim yalnızlığın töreleri, insanların töreleri değil kesinlikle”;

Zaman nesnelerin görülebilir görülmezliğinden sol elimin yanında uzanan beyazımsı pervazın, kabuk kabuk kalkmış boyanın altında belli belirsiz pütürlü tahtasına dek her şeye, hafif bir kaygı olarak sindi.

Kibarca ve kolayca yapabilecek olsam, şimdi neredeyse kaçmak istediğim bu dinginliğin gözlerimin önünde uzanmasını kim bilir kaç kez istemişimdir! Orada, yüksek cephelerin arasında uzanan dar sokaklarıyla Aşağı Şehir’imde, huzuru, yazıyı, kesinliği; medenileşmiş masa örtüsünün altındaki güzelce cilalanmış çam tahtasını unutturduğu o yerden çok, doğal şeyler arasında bulabileceğimi kaç kez düşünmüşümdür! Ve şimdi buradayım işte, huzurlu ve sağlıklı bir yorgunlukla dopdoluyken huzursuzum, hapsedilmiş gibiyim, evet, özlediğimi hissediyorum.

Bu yalnızca benim başıma mı geliyor, yoksa uygarlık sayesinde ikinci bir hayata kavuşmuş bütün insanlara olur mu, bilmiyorum. Ama bana öyle geliyor ki, ben ve benim gibi hisseden herkes için, yapaylık doğallığın yerini aldı, doğallık ise tuhaflaştı. İyi ifade edemedim: Yapaylık doğal hale gelmedi; doğallık değişti. Günümüze özgü araçları iğrenç, yararsız buluyorum; bilimin ortaya koyduğu, hayatımızı kolaylaştıran ürünleri –telefon, telgraf gibi– ya da kaprislere hitap eden yan ürünleri –gramofonlar, hertz alıcıları–, bunlardan keyif alan insanlar için hayatı daha eğlenceli kılan bütün bu şeyleri iğrenç, yararsız buluyorum.

Çıplak bir bedenin güzelliğine sadece giyinik dolaşan ırklar duyarlıdır. Utanma duygusu, tensellik için, enerjinin · önüne çıkan bir engel gibidir.

Yapaylık, doğal olandan tat almanın bir yoludur. O uçsuz bucaksız tarlalardan, burada Yaşamadığım için zevk aklım. İnsan baskı altında yaşamamışsa, özgürlüğün değerini ölçemez.

Uygarlık doğaya bizi öğretir. Yapaylık; doğal olana yaklaşmanın yolu budur.

Bu arada, yapayı doğal sanmaktan kaçınmalıyız. Üstün insanlarda doğallığın özünü oluşturan şey, doğalla yapay arasındaki uyumdur.

İhtiyaç duyduğumuz şeyleri istememiz insanca bir / davranıştır, yalnızca gerekli olanı değil, arzulanır bulduğumuz şeyleri istemek de insancadır. Hastalıklı olan, gerekli olan ile arzulanır olanı aynı şiddetle arzu etmek, kusursuzluk özlemi yüzünden, ekmeksiz kalmış gibi acı çekmektir. Romantizm hastalığı budur işte: sanki sahip olmanın bir yolu varmış gibi Ay a göz dikmek.

Romantiklerin iyi bir örneği olduğu, şu çok bireyselleşmiş, etkileyici insanı, ben de kendi hesabıma birçok kez düşlerimde yaşamayı denedim; ve her seferinde, sırf böyle bir kişiyi yaşamayı düşününce bile gülmekten karnıma ağrılar girdi. Sonuçta her sıradan insan, talihin yüzüne gülmesini düşler; romantizm de her birimizin günlük yaşam alanından başka bir şey değildir; ne var ki çevrilmiş, baş aşağı edilmiş haliyle.

Kafamızı karıştırmaktan başka işe yaramayan bu kandırmacalara gülüp geçen biri olarak ben bile kendimi kaç kez, ünlü olmanın ne kadar hoş, pohpohlanmanın ne kadar güzel, bir başarı elde etmenin ne kadar heyecan verici olacağını düşlerken yakalamışımdır! Ne var ki kendimi o doruklara gerçekten tünemiş olarak göremiyorum bir türlü, Aşağı Şehir’in sokakları gibi hep yanı başımda olan öteki ben’in kahkahası kulaklarımda çınlayıveriyor hemen. Şöhrete mi kavuşmuşum?

Nasıl yaşadıysam öyle öleceğim, kenar mahallenin birinde, bir eskicide, alıcısı bulunamamış mektuplara düşülmüş notların arasında kiloyla satılacağım.

Hiç olmazsa, düş kırıklıklarımın zaferini büyük bir düşün zaferiymiş gibi götürebilsem her şeyin belki de o sonsuz çöküşüne, hiçbir şeye inanmamanın görkeminiyse bir bozgun sancağı gibi taşıyabilseydim – ne yazık ki çok narin eller tutacak bu sancağı, ama daha zayıfların kanında ve çamurda sürüklenecek… Her şeye rağmen, biz kımıldayan kumlara batarken gene de yücelerde dalgalanacak bu sancak – ve kimse bunun bir protesto mu, bir meydan okuma mı ya da umutsuzluk mu olduğunu bilmeyecek… Kimse bilmeyecek, çünkü bu ölümlü dünyada kimse bir şey bilmez ve kumlar hiç sancağı olmayanlar gibi, sancak dikenleri de yutar.

Ve kumlar her şeyi örtecek – yaşamımı, yazılarımı, sonsuzluğumu. Bozguna uğramamın bilincini götürüyorum yanımda, bir zafer sancağı gibi.

Gönlüm romantiklerden yana olsa da, ancak klasikleri okuduğumda huzur bulabiliyorum. Hatta sahip oldukları birikimi ortaya koyan sınırlılıkları bile bana adını koyamadığım bir avuntu veriyor. O yapıtlar, sonsuz bir hayat düşündürüyor bana neşeyle, engin boşlukları kat etmeksizin seyreden bir hayat. Pagan tanrılar bile orada gizemlerinin yorgunluğunu atarlar.

Okuyorum ve işte özgürüm.

Ölürcesine okuyorum. Ve klasiklerin, sakinlerin, acı çekseler bile bunu asla söylemeyenlerin, bana kendimi kutsal bir yolcu gibi hissettirenlerin dünyasında – işte onların dünyasında kendimi kutsanmış bir hacı, amaçsız dünyanın nedensiz seyircisi, çekip giderken, hüznünün son sadakasını son dilenciye veren Büyük Sürgün Prensi gibi hissediyorum.

Şirketin her zaman bir yerleri ağrıyan en büyük hissedarı, bilmem hangi hastalığı ona biraz soluk aldırır aldırmaz, nereden aklına estiyse, büro çalışanlarının topluca fotoğraf çektirmesini istedi.

Fotoğrafta haliyle önce kendimi aradım, gördüğümde de gerçek, beni şoka uğrattı. Dış görünüşüm hakkında hiçbir zaman iddialı olmamışımdır, ama kendimi, hele de her zamanki halleriyle yan yana dizilmiş varlıkların ezbere bildiğim yüzleriyle kıyasladığımda yüzümü, hiç bu fotoğraftaki kadar berbat görmemiştim. Kaba saba bir Cizvit papazından farkım yok. Etsiz ve ifadesiz suratımda, beni, öteki yüzlerin durgun sularının üzerine çıkartacak hiçbir zekâ, canlılık ya da adını koyamadığım bir şeyin belirtisi yok. Durgun sular mı dedim – yo! Aralarında gerçekten ifade taşıyan yüzler var.

Ve o, Moreira! Şefim Moreira, tekdüzeliğin, değişmezliğin özeti olan o adam, benden bin kat daha hayat dolu! Büroda ayak işleri yapan çocuğun bile –bunu söylerken hissettiğim duygunun kıskançlık olmadığına kendimi ikna edebilsem keşke– belirgin hatları, içten gülüşüyle anlamsızlığıma, hediyelik sfenkslerinkinden geri kalmayan değersizliğime fark atıyor.

Bütün bunların anlamı ne? Basit bir fotoğraf kâğıdının sıfır hata payıyla ortaya serdiği gerçek, nedir? Soğuk bir objektifin tanıklık edebildiği bu gerçek, hangi gerçek? Ben kimim ki böyleyim? Oysa… Ama herkesi böyle aşağı görmek de ne oluyor!

“Çok iyi çıkmışsınız,” dedi birden, Moreira. Ve pazarlamacıya dönerek ekledi: “Sevgili dostumuz tam kendi gibi çıkmış, öyle değil mi?” Öteki de dostça bir iyi niyetle onu onayladı, beni kaldırıp çöpe atsa daha iyiydi.

Ve bugün, şimdiye kadar nasıl bir hayat yaşadığımı kendimi sepet içinde, banliyö trenlerinde taşınan bir hayvan gibi hissediyorum.

Çevremizi saran ortam, eşyanın ruhudur. Her şeyin kendine özgü bir dışavurumu vardır ve bu dışavurum ona kendi dışından gelir. Her şey, üç eksenin kesişmesinin bir sonucudur, o şeyi o kesişme yaratır: kararınca madde, bizim onu yorumlama biçimimiz ve içinde bulunduğu ortam. Üzerinde yazı yazdığım bu masa bir tahta parçasıdır, ama aynı zamanda masadır, bu odadaki mobilyalardan biri. Masanın bende uyandırdığı izlenimi aktarmak istesem, yapacağım tarifte onun ağaçtan yapıldığı, benim bu nesneye masa dediğim, ona birtakım amaçlar, belli kullanım şekilleri yakıştırdığım, yakınında ve üstünde yer alan nesnelerin ona kendi dışında bir ruh kazandırdığı, onu dönüştürerek onda yansıdığı, içine sızdığı düşünceleri yer alacaktır. Masaya verilmiş olan, bugün solmuş renk bile, üzerindeki lekelere ve çiziklere varıncaya kadar – bütün bunlar, bunu bir kenara yazalım, masaya dışarıdan gelen şeylerdir ve ona bir ruh kazandıran da özünü oluşturan tahta parçasından çok bunlardır. Ve bu ruhun en özel yanı: Bir masa oluşunu, yani kişiliğini de ona kazandıran gene dışarısıdır.

Dolayısıyla, cansız olduğunu düşündüğümüz şeylere bir ruh mal etmek – hem insani, hem de edebî açıdan– bir hata sayılmaz. Bir şey olmak, üzerine bir şeylerin mal edilmesi demektir.

Düşlerimin verdiği hevesle, ne zaman günlük hayatımın seviyesini aşan büyük niyetler edinsem ve bir an için, salıncakla en tepeye çıkmış bir çocuk gibi kendimi yükseklerde hissetsem – her defasında o çocuk gibi parkın zeminine inmek, savaş sancağını dikmeden, kılıcımı kınından çıkarmaya derman bulamadan bozgunu kabul etmek zorunda kalmışımdır.

Sokaklarda rastladığım insanların çoğunun da –sessiz dudak hareketle- 

rinden, gözlerindeki huzursuz kararsızlıktan ya da kalabalık içinde yüksek sesle okudukları dualardan seziyorum bunu– sancaksız bir ordunun verdiği bu yararsız savaşa atıldığını hissediyorum. Ve bütün o insanlar, –arkama dönüp o zavallı, o yenik düşmüş sırtlarını seyrediyorum– hepsi, tıpkı benim gibi tanıyor olmalılar o büyük, o iğrenç bozgunu, çamurun ve sazların içinde kaybolmuş, ama göllerin şiirini bilmeyen, kıyıları yıkayacak ay ışığından yoksun bozgunu – içler acısı, küçük adamların bozgununu.

Hepsinin aynı benim gibi, coşkulu ve hüzünlü bir ruhu var. Öyle iyi tanıyorum ki onları! Mağazalarda çalışanlar, bürolarda ayak işlerini yapanlar ya da küçük tüccarlar; onların dışında, ben ben diye konuşurken kendilerinden geçen, bencil sessizlikleriyle doyan, saklayacak hazinesi olmadığı halde cimri, kafe kuşları var. Ama hepsi birer şair

–zavallılar!– ve gözümün önünde, benim de onların karşısında yaptığım gibi, ortak densizlik yükümüzü sürüklüyorlar. Hepsinin geleceği, benimki gibi, geride kalmış.

Sarhoş olduğu için değil, düşlere daldığı için sendeliyor. Dikkatini var olmayana vermiş; hala bir umudu var belki.

Tanrılar hayallerimi değiştirsin; ama hayal kurma yeteneğime el sürmesin.

Aklımdan bunları geçirirken, yaşlı adam dikkatimin alanının dışına çıkmış. Gözden uzaklaşmış. Pencereyi açıp etrafı kolaçan ediyorum, ama boşuna. Kaybolmuş. Benim açımdan, görsel bir simge olarak görevini tamamladı: İşi bitti, sokağın köşesini döndü. Biri çıkıp bana onun mutlak bir köşeyi döndüğünü ve zaten asla burada bulunmadığını söylese, pencereyi kapamak için yaptığım hareketle kabul ederim bunu.

Başarmak? ..

Kendilerine güzel cümlelerle ve soylu niyetlerle imparatorluklar kuran, ama bunu yaşamak için başını sokacak bir yeri, kamını doyuracak ekmeği olmayan, dükkan arkalarında kalmış zavallı Yarı-tanrılar! Komutanlarının zafer sarhoşluğuna kapılarak ortada bıraktığı bir ordunun birliklerine benzer bu insanlar; ve durgun sularda, bataklıklarda kaybolurlar; hayallerinden geriye, büyüklük kavramından, o orduya ait olmanın anısından ve ‘Yüzünü zaten hiç görmedikleri- generallerinin ne yaptığını bile bilmemelerinden doğan boşluktan. başka bir şey kalmaz

silkelenmesi unutulmuş bir masa örtüsüne yapışmış bir ekmek kırıntısı gibi.

O insanlar, baştan savma temizlenmiş mobilyaların çatlaklarını dolduran tozlar gibi, günlük hayatın boşluklarını doldurur. Sıradan günlerin alelade ışığında, pas rengine çalan maun ağacında, grimsi kurtçuklar gibi parlarlar. Birileri eski bir çiviyle çıkarıp atar onları oradan. Ama kimse bu işi gönüllü yapmaz.

Büyük hayaller kuran zavallı yoldaşlarım benim; sizlere o kadar özeniyor, sizleri o kadar hor görüyorum ki! Kendimi ötekilere daha yakın hissediyorum –en yoksul olanlara, kendilerinden başka hayallerini anlatacak, yazıyor olsalar adına dizeler yazacak kimsesi olmayanlara–, kendi ruhlarından başka edebiyat ya da […] kitap bilmeden, kişiyi yaşama yetkisi veren o bilinmez, aşkın sınavdan geçmeksizin, sırf var olmaktan boğularak ölen o zavallılara.

İçlerinde, bir eski zaman sokağının köşesinde, bir vuruşta beş kişiyi yere yıkan kahramanlar var. Var olmayan kadınların bile direnmeye cüret edemediği Don Juan’lara da rastlayabilirsiniz. Kendi söylediklerine, söyledikleri anda inanır onlar, hatta belki de kendilerini inandırmak için söylerler. Evet […], bu büyük kahramanlar, başka nasıl bilinirse bilinsinler, birer insandır.

Bir kazanda kaynayan yılan balıkları gibi kıvrılıp bükülerek üst üste yığıldıklarını görüyorum. Ama, içinde kaynadıkları kazanın tutsağı olmuşlar. Gazeteler onlardan söz ediyor, ara sıra… ama kazandıkları zaferden, asla.

Mutlu insanlar onlar, çünkü salaklığın büyüleyici hayal gücü bahşedilmiş. Ama ya benim gibi, yanılsamasız düşleri olanlar […]

Istırap molası
Ey okurlar, mutlu olup olmadığımı soruyorsanız, cevabım hayırdır.

Utangaçlık asil bir huydur, ne yapacağını bilememek övünülesi, yaşama

becerisinden yoksun olmak ise insanı yücelten bir özelliktir.
Can Sıkıntısı denen uzaklaşma ve Sanat denen küçümseme, bizim …

[yaşamımıza] doyuma benzer bir şeyin parlaklığını verirken… Çürümüşlüğümüzden doğan bu zayıf pırıltılar, hiç olmazsa, karanlıklarımızın ortasında bir ışıktır.

Sadece acı bizi büyütür, acının göğsünde bekleyen sıkıntı, tıpkı eski kahramanların torunları gibi bir simgeye benzer.

Ben, genellikle kendi derinliklerimde bile henüz tasarlanmamış eylemlerin, dudaklarımı uzatırken aklıma bile getirmediğim sözcüklerin, tamamına erdirmeyi umursamadığım hayallerin kuyusuyum.

Ben, tam inşası sürerken inşa edenin düşünmekten bıktığı, oldum olası kendi yıkıntısından başka bir şey olmamış bir yapının yıkıntısıyım.

Yalnızca zevk aldıkları için zevk alanlardan nefret etmeyi, neşelerini paylaşmayı beceremediğimiz için neşeli insanları hor görmeyi ihmal etmeyelim sakın… Bu sahte küçümseme, bu bayağı kin altındaki toprakla kirlenmiş, kaba saba bir kaideden başka bir şey değildir; üzerinde Sıkıntımızın benzersiz, kibirli heykeli yükselir, yüzü sırrına erilmez bir gülümsemeyle kuşatılmış, karanlık bir figürdür o.

Ne mutlu yaşamlarını kimseye emanet etmeyenlere.

Sıradan insanlığa karşı fiziksel bir tiksinti duyuyorum; zaten olan tek insanlık bu. Bazen de, tiksintiyi iyice çoğaltmaya heveslenirim, kusma isteğimizi zorla kusarak yatıştırdığımız gibi.

Ve hep aynı cümleler, aynı sırayla birbirini izler: “Ondan sonra bana dedi ki…” sırf ses tonundan bile entrikayı ne kadar sevdiği anlaşılmaktadır. “Mademki o değil, öyleyse sen…” ve karşılık veren seste benim duymaz olduğum bir protesto vardır. “Söylemişsin, tamam, söylemişsin işte…”, oysa terzi kız, tiz bir sesle itiraf etmektedir: “Annem… istemiyormuş…” “Kimi, beni mi?” ve yağlı kâğıda sarılmış lunch’ını koltuğunun altında taşıyan delikanlının şaşkınlığı beni kandıramadığı gibi, o donuk sarı saçlı, pasaklı kızı da kandıramamaktadır muhtemelen. “Anlaşılan o ki…” ve yanımdan geçen üç genç kızın kıkırdaşması müstehcen bir şeyleri [gizler]. “Bunun üzerine, herifin karşısına dikilip suratının tam ortasına – tam ortasına, ha, José!” ve zavallıcık yalan söylemektedir, çünkü, servis şefi (ses tonuna bakılırsa, rakibi servis şefinden başkası olamaz) o gladyatörün, işyerinin tam ortasında ve sekreterlerin önünde kendisine el kaldırmasına izin vermiş olamaz. “Ben de gidip tuvalette sigara içtim…” ve velet gülmekten pis donuna edecektir neredeyse.

yazarak kendime söylemeye bile cüret edemiyorum, niyetlensem bile yazmamla üstünü çizmem bir olur. Cüret edemiyorum, çünkü bilerek kusacaksan, bunu sadece bir kez yapacaksın.

“Herifte öyle bir göbek vardı ki, merdiveni bile göremedi!” Başımı kaldırıyorum. Bu genç adam, hiç olmazsa birini tarif ediyor ve bu tiplerin tarif etmeleri, hissettiklerini söylemelerinden daha iyidir, tarif ederken insan kendini unutur. İğrenmem geçiyor.

Entrikalar, dedikodu, yapılması akıldan bile geçmemiş şeylerin allanıp pullanarak anlatılması, bu kıyafetler giyinmiş, zavallı hayvanların ruhlarının bilinçsiz bilincinden çekip çıkardıkları doyum, incelikten yoksun cinsellik, cilveleşen maymunları hatırlatan şakalar, korkunç bir şekilde, zerre kadar önem taşımadıklarını bilmeyişleri… Bütün bunlar, düşlerin istemsizliğinde, arzunun ıslak kırıntılarından, duyguların çiğnenip atılmış artıklarından yoğrulmuş, iğrenç, korkunç bir hayvanı canlandırıyor gözümde.

İnsan ruhunun bütün ömrü, loş ışıktaki kıpırdanmakla geçer. Bilincin yarı karanlığında, olduğumuz ya da olduğumuzu varsaydığımız şeye asla uyum sağlayamadan yaşarız. En iyilerimiz bile içinden bir şeylerle övünür, oysa bakış açımızda bile tam ölçemediğimiz bir hata vardır. Bir gösteride verilen arada olup biten bir şeyiz biz; kimi zaman bazı kapıların ardında, belki yalnızca dekorun bir parçası olan nesnelere gözümüzün iliştiği oluyor. Koca dünya, gecenin içinde kaybolan sesler gibi karmakarışık.

Hayatımı döktüğüm, hem de sırf onlar için var olan bir açık yüreklilikle bunu yaptığım bu sayfalar var ya, onları yeniden okudum ve şimdi kendimi sorguluyorum. Bütün bunlar nedir, neye yarar? Bir şeyler hissettiğim zaman kimim ben? Var iken, ölmekte olan hangi şeyim?

Bir vadide yaşayan varlıkları çok yüksekten ayırt etmeye çalışan bir insan gibi, bir doruktan kendimi izliyorum. Her şeye rağmen, karmakarışık, bulanık bir manzarayım ben.

Ruhumda bir uçurumun açıldığı bu saatlerde, en küçük bir ayrıntı, bir veda mektubu gibi bunaltır beni. Hep uyanacak gibi olurum, kendi kendimin zarfıyımdır adeta, imzalar beni boğmaktadır. Haykırdığımı duyan olsa, haykıracağım. Ne var ki kimi duygulardan daha başka duygulara bir bulut kafilesi gibi ilerleyen, derin bir uykudayım – gölgeli geniş çayırlara yeşiller, güneşler serpen bulutlardan bir kafile.

Gören de der ki, el yordamıyla saklı bir nesneyi aramaktayım, ne nerede olduğunu biliyorum, ne de biri çıkıp ne olduğunu söylemiş. Hiçkimse ile saklambaç oynuyormuşuz. Bir yerlerde bizi aşan bir oyun varmış, yalnızca sesini duyduğumuz, şekilsiz bir tanrı.

Hepimizde kendini beğenmişlik var ve bu, başkalarının da var olduğunu, onların da bizimkine benzer bir ruha sahip olduğunu unutturuyor bize. Benim kendimi beğenmişliğim ise, şu üç beş sayfadan, bazı pasajlardan, bazı sorulardan ibaret…

ünkü kusursuzluk ağlamaktan, dolayısıyla yazmaktan bile alıkoyardı beni. Kusursuz olan, kendini belli etmez.

Ah, nasıl da isterdim hiç olmazsa bir ruha biraz zehir, huzursuzluk, şaşkınlık katmayı. İçinde yaşadığım keşmekeşin boşluğuna karşı bir teselli olurdu bana. İnsanları yoldan çıkarmayı hayatımın amacı olarak benimseyebilirim. Ama sözlerimin karşısında titreyen tek bir ruh var mı? Beni duyabilecek tek bir varlık var mı, benden başka?

ve mutluluk oyunu oynayan yoksul çocuklar gibi, ekmek kırıntılarına pasta diyerek yaşarız.
Uygarlık, bir şeye uymayan bir ad vermekten, sonra da oturup bunun sonuçları üzerinde hayal kurmaktan ibarettir.

Hammadde hep aynıdır, ama sanatın yarattığı biçim, o şeyin aynı kalmasına engel olur.

İçimde canımı yakan, adını bilemediğim bir duygu var; kim bilir ne hakkında bir fikir lazım bana; sinirlerimde istek yok. Bilinçaltında hüzünlüyüm.

Bu kahvede sandviçleri sardıkları beyaz kâğıdı –daha iyi bir kâğıt olmasa da olur, hepsi işimi görür, yeter ki beyaz olsun– yavaş yavaş, ucu kütleşmiş bir kurşun kalemle (kalemi açacak duygusallık yok bende), ağır ve yumuşak çizgilerle dolduruyorum. Kanaatime göre, doymuş durumdayım. Rahatça arkama yaslanıyorum. Gün, hırçın ve belirsiz bir ışığın içinde batıyor, tekdüze ve yağmursuz olarak… Yazmayı bırakıyorum, çünkü yazmayı bırakıyorum, hepsi bu.

organik her olay benim için bir zevk kaynağıdır.

Bilmem bu şehir bahçelerinin özünde ne gibi bir tuhaflık, yoksulluk vardır ki, ancak kendimi iyi algılayamadığımda iyi algılarım onları. Bir park, uygarlığın özeti – doğanın ismi bilinmeyen birileri tarafından değiştirilmesidir. Bitkiler basbayağı mevcuttur, ama yollarla kuşatılmışlardır. Parkta da ağaç yetişir, ne var ki gövdelerinin dibine banklar konmuştur. Şehrin dört bir yanına –burada küçük bir meydandan ibarettir şehir– doğru uzayıp giden dizilere bakıldığında, banklar daha büyük görünür ve hemen hiç boş kalmazlar.

Çiçek öbeklerinin düzeni bana hiç batmaz. Benim nefret ettiğim, bu düzenin herkese açık olması. Bu öbekler, etrafı duvarlarla çevrili parkların içinde bulunsaydı, yeşil dalların arasında feodal yapılar yükselseydi, o bankların üzerine kimse oturmasaydı, o bahçeleri yararsızca seyretmekte bir teselli bulabilirdim. Ama burada, şehrin göbeğine tespih gibi dizilmiş, ne yazık ki bir işlevi olan bu halk bahçeleri bana göre birer kafestir; içinde ağaçlardan ve çiçeklerden doğan renkli düşlemlerin yalnızca düşlemleri özleyecek, hapsolacak kadar yere, ruhsuz bir güzelliğe sahip olduğu birer kafes.

Ama bazı günler tam da bu manzara bana uyuyor, hatta trajikomedi oynayan bir figüran gibi ben de içine dahil oluyorum. Kendimi aldatmış oluyorum tabii, ama hiç olmazsa öyle ya da böyle, daha mutlu hissediyorum. Bir an dalgınlığıma gelip gerçekten bir eve, beni bekleyen bir yuvaya sahip olduğumu hayal edebilirim. Bir unutuş anında, kendimi tepeden tırnağa normal bulabilirim, gayet belirli bir yazgım varmış, bir başka elbiseyi fırçalayabilir ve bir gazeteyi baştan sona okuyabilirmişim gibi hissedebilirim.

Bütün yanılsamaların ve yanılsamaların taşıdığı her şeyin verdiği yorgunluk aynı yanılsamaların yitirilmesi, onlara sahip olmanın gereksizliği, onlara önce sahip olup sonra kaybetmenin peşin bezginliği, sahip olmuş olmanın ıstırabı, sonlarının böyle olacağını bile bile onlara sahip olmuş olmanın entelektüel utancı.

Yaşamın bir bilinci olmadığının bilincinde olmak, aklın en eski yükümlülüğüdür. Bilinçsiz akıllar vardır –elle tutulmaz zekâ parıltıları, düşünce akımları, gizemler ve felsefeler–, bunlar, refleksler ya da böbreklerin pislikleri dışarı atması gibi kendi kendine işler.

Var olmazken ne olacağımı anlatan bir tür ön nevroz, bedenimi ve ruhumu üşütüyor; gelecekteki ölümümün bir anısı bu adeta

ve hissetmeyeceğim şeyin soğukluğu, şimdiki yüreğimi sıkıştırıyor.

Başka bir erdemim yoksa da, hiç olmazsa özgür bırakılan duyguların

getirdiği sürekli yenilenme hali var.
Bugün Rua Nova do Almada’dan aşağı iniyordum ki gözüm birden, tam

önümde yürüyen bir adamın sırtına takıldı. Herhangi bir insanın sıradan sırtıydı gördüğüm; sokaktan geçen birinin rasgele gözüme takılan gösterişsiz takım elbisesinin ceketi. Sol kolunun altına eski bir çanta sıkıştırmıştı, sağ eliyle kıvrık sapından kavradığı kapalı bir şemsiyeyi de, yürüyüşünün temposuna göre yere vuruyordu.

Birden, o adama karşı içimde sevgiye benzer bir şeyler uyandığını hissettim, insanların ortak özelliği olan niteliksizliğin karşısında, işine giden bir aile reisinin sıradan günlük yaşamı, iddiasız ve neşeli yuvası, kaçınılmaz olarak hem neşeli, hem hüzünlü zevkleri barındıran hayatı, hiçbir şeyin nedenini merak etmeksizin safça yaşayıp gitmesi karşısında, kısacası, önümde duran bu giydirilmiş sırtın tamamen hayvani doğası karşısında doğmuştu bu duygu.

Uyuyan herkes çocukluğuna döner. Belki de bu yüzden, yani uyurken yaşadığımızın bilincinde olmadığımız için, kimseye kötülük de yapamayız

Uyuyan bir insanı öldürmekle bir çocuğu öldürmek arasında büyük bir fark görmüyorum.

Bu adamın sırtı da uyuyor işte. Benimle aynı hızda, önümden yürüyen bu insan tüm varlığıyla uykuya dalmış. Bilinçsizce yürüyor. Uyuyor, çünkü hepimiz uyuyoruz. Hayat bütünüyle düştür. O da bilinçsiz halde yaşıyor. Ne yaptığını, ne istediğini, ne bildiğini kimse bilmiyor.

Ne yapıyor bu kadar insan?

Hepsi aynı bunların; atölye’ den söz eden genç kızlar, işyerleriyle alay eden delikanlılar, ellerinde sepetlerle alışverişten dönen iri memeli hizmetçi kadınlar, bıyığı henüz terlemiş, getir-götür işleri yapan çocuklar – hepsi aynı bilinçsizliğin farklı beden ve yüzlerdeki tezahürleri, aynı görünmez varlığın elinde toplanmış iplerle hareket eden kuklalardan farkları yok. Bilince işaret eden bütün tavırları sergiliyorlar, ama hiçbir şeyin bilincinde değiller, çünkü bir bilince sahip olduklarının farkında değiller.

Sıradan insan için, hissetmek yaşamaktır, yaşamayı bilmektir. Ben ise, yaşamak düşünmektir, derim; hissetmek ise düşünmeyi beslemekten başka işe yaramaz.

Tuhaf olan şu ki, büyük heyecanlar duymaya yatkın değilsem de, kendiliğinden bende en çok heyecan uyandıran insanlar, ruhen benimle aynı yapıda olanlardan çok, mizacı benimkine taban tabana zıt olanlar. Edebiyatta klasik yazarların üstüne tanımam, oysa en az benzediklerim de onlardır.

Bir insan benden ne kadar farklıysa, o kadar gerçek geliyor bana, çünkü öznelliğimle bağı daha zayıf oluyor. İşte bu yüzden dikkatle, daima incelemek için, beni çok iğrendiren, kendimi çok uzak hissettiğim o sıradan insanları tercih ediyorum. Onları seviyorum, çünkü nefret ediyorum onlardan. Onları görmekten hoşlanıyorum, çünkü hissetmekten nefret ediyorum. Bir tabloda hayranlıkla seyrettiği manzaraların içine girince, genellikle hiç rahat edemez insan.

Öylesine karaladığım şu birkaç söz, güneşin São Pedro de Alcântara düzlüğünden başlayarak her yeri kucaklayan ışığı altında şehrin manzarasına bakarken geldi aklıma. Ne zaman bu kadar büyük bir alanı kucaklasam ve bedensel kimliğimi oluşturan bir yetmiş boyumdan ve yetmiş bir kilodan kurtulsam, düşün düş olduğunu düşleyenler için alabildiğine metafizik bir tebessüm belirir dudaklarımda, ruhumdaki yücelik, mutlak dış dünyanın gerçekliğini bana sevdirir .

küçücük olup da mutlu olmayı düşünebilmenin tesellisinin silinip gideceği ana dek..

İnsan zenginse daha rahat soluk alır; ünlüyse daha özgürdür; bir asalet unvanınız varsa, küçük dağları yaratmışsınız demektir. Her şey oyun, ama o oyun bile bizim eserimiz değil. Ya kendimiz tırmanmışızdır onun yanına, ya başkaları bizi çıkarmıştır ya da zaten dağın doruğundaki evde doğmuşuzdur.

Bunun tam tersine, vadiyle doruğun göğe uzaklığı arasındaki farkı hiç önemsemeyen biri ne büyük bir insandır.

Gerçek bilge, kasları yükseklere çıkmaya yatkın olan, buna karşılık, dünyaya dair bildiklerinden dolayı, çıkmayı reddeden kişidir.

Hızın zevkini ve dehşetini tatmak için hızlı arabalara ve ekspres trenlere hiç gerek yok. Bana bir tramvay, bir de giderek geliştirdiğim, şaşkınlık verici soyutlama yeteneğim yetiyor.

Tehlike gördüğüm yere adımımı atmam. Tehlikelerden bile bıkmaktan korkarım.

Kimi zaman, gerçekten çalışan, bilimle uğraşan bir gibi kılı kırk yararak, özenle buna benzer metafizik düşünceler ürettiğim oluyor. Daha önce de söyledim, ileride gerçek olabilir bu. Önemli olan, bundan kendime fazla bir gurur payı çıkaramam, çünkü gurur, tarafsız doğruluğa ve bilimsel şaşmazlığa zarar verir.

irademizin ise, avludan geçerken ayağımızla öylesine devirdiğimiz bir su kovasından farkı yoktur.

Bakar ama görmeyiz. Uzayıp giden ve insan denen hayvanlarla canlanan sokak, üzerindeki harflerin hareket ettiği, hiçbir anlamı olmayan, yere yatırılmış bir tabela gibidir. Evler sadece evdir. İnsan, gördüğü şeye anlam verme yetisini yitirmiş, ama var olanları kusursuzca görüyor, evet, orası öyle.

Duyulan şey, can sıkıntısı değil. Acı da değil. Başka bir kişilikle uykuya dalıp – bir de maaş zammı alıp unutmak arzusu bu. Hiçbir şey hissedilmiyor, bedenin en alt bölümünde, bize ait bacakları kaldırımda yürüten, ayakkabılarımızın içinde algıladığımız ayakları irademizin dışında yürüterek ilerleten, bedenin en alt bölümünde, kendiliğinden işleyen bir mekanizma dışında. Belki bu bile hissedilmiyor. Kafamızın içini, gözlerimizin hizasını çepeçevre cendereye alan, sanki kulaklarımıza parmaklarıyla bastıran bir çember var.

İnsanın ruhunun nezleye yakalanması gibi bir durum bu. Ve birden, hastalığın edebiyattaki imgesinden dolayı, hayat, yürümeye hiç ihtiyaç duyulmayan bir tür nekahet dönemi olsun istiyor insan, nekahet fikri de şehrin dış mahallelerindeki evleri akla getiriyor, ama evlerin tam göbeğinde, ocağın yanı başında, sokaktan ve tekerlek seslerinden uzakta olmayı. Hayır, hiçbir şey hissetmiyoruz. Bile bile, uyurcasına, bedenimize laf geçiremiyormuşuz gibi, girilecek kapıyı ıskalayıp duruyoruz. Her şeyi ıskalıyoruz.

Istırap molası
her şey beni yoruyor

Hayatla aramda ince bir cam var. Açıkça görmeme anamama rağmen, dokunamıyorum hayata. Hem zaten, insan üzgünken elini bile oynatamaz.

ve gözle görülen tüm sivri köşeler ruhumun etini örseliyor, baktıkça tüm sert şeyler beni yaralıyor, ki sert olduklarını böyle anlıyorum. Nesnelerin görülen bütün ağırlığı, ruhumun içine çöküyor.
Hayatım dayak yemekle geçiyor sanki.

Sokakta at arabaları tıngırdayıp duruyor – ayrık ve ağır sesler; miskinliğime yakışıyorlar, diyesi geliyor insanın. Öğle yemeği saati büroda kaldım. Biraz kapalı, kapalı, ılık bir gün. O seslerde, günün özelliklerini bulu\yorum, belki sırf uyuşukluğumdandır .

Tek çektiğim sıkıntının şimdi varlığıma dana iyi oturduğu, insanın giysisinin bir yaraya sürtünmesinin kesilmesi gibi.

Havanın hafif bir esintisiyle, bir an için de olsa huzura erebilen bir duyarlık, ne bahtsız bir duyarlıktır! Ne var ki, herkesin duyarlığı bu halde; örneğin durup dururken para kazanmanın ya da beklenmedik bir gülümsemenin, insanların dengesine fazladan bir yük bindireceğini sanmam

Ve aslında bunca şeyin nedeni, sokağın köşesine kadar giden serin esintinin, birden yön değiştirip tenimi okşamış olması.

Bence tarif etmeleri beklenen her şeyi kusursuzca ifade eden bu son kelimeleri yazdıktan sonra, yayımlattığım zaman bu kitabın sonuna, “Yanlışlar” listesinin ardına, bir de “Yanlış olmayanlar” listesi koymak ve şunu belirtmek geldi aklıma: Filanca sayfada yer alan “karışık kargaşa” ifadesi, iki kelimenin de aşağı yukarı aynı anlama gelmesine rağmen doğrudur. İyi ama bunun kafamdan geçenlerle ne ilgisi var şimdi? Hiç ilgisi yok, ama zaten bu yüzden daldım gittim bu düşüncelere.

Meydanın odak noktalarının etrafında, yürüyen kibrit kutularına benzeyen tramvaylar şangırdıyor, homurdanıyor, sanki dev, sarı kibrit kutuları bunlar, sanki çocuklar yelken niyetine bir kibriti eğik olarak üzerlerine oturtuvermişler; madenî bir gıcırtı çıkıyor yola koyulurlarken. Tam ortadaki heykelin çevresinde, rüzgârın birden savuruverdiği kara ekmek kırıntıları gibi güvercinler uçuşuyor. Tombul bedenleri, kısacık ayaklarıyla, minik adımlarla yürüyorlar.

Birden, yapayalnız kalıyorum dünyada. Manevi bir çatının tepesinden seyrediyorum bütün bunları. Dünyada yalnızım. Görmek, uzakta olmaktır. Açıkça görmek, durmaktır. Tahlil etmek, yabancılaşmaktır. İnsanlar bana değmeden geçiyor yanımdan. Etrafımda havadan başka şey yok. Kendimi o kadar tecrit edilmiş hissediyorum ki, üzerimdeki giysiyle aramdaki boşluğu bile algılıyorum.

Hissedileni nasılsa öyle dile getirmek-açıksa açık, kapalıysa kapalı, karmaşıksa, karmaşık olarak; ve dilbilgisinin yalnızca bir araç olduğunu, bir yasa olmadığını aklından çıkarmamak.

konuşmanın söylemek olduğunu anlamış başka biri ise şöyle diyecektir..

Ayrıca, konuşmazdım: Söylerdim.

Dilin nasıl kullanılacağını tanımlayan dilbilgisi, dili tutarlı, ama yanlış bir şekilde sınıflara böler. Örneğin geçişli ve geçişsiz fiilleri birbirinden ayırır, bununla birlikte, konuşmayı bilen her insan sık sık geçişli bir fiili geçişsiz fiile dönüştürmek zorunda kalır; hissettiği bir şeyin fotoğrafını çekmek için yapar bunu; hayvan-insanların çoğu gibi o hissi karanlığın içinde, yarım yamalak görmekle yetinmez. Var olduğumu söylemek istersem, “V arım,” derim. Bireyleşmiş bir insan olarak var olduğumu söylemek istersem, “Ben benim,” derim. Ama kendini yöneten ve oluşturan, kendini yaratmak gibi tanrısal bir işlevi en dolaysız yoldan uygulayan bir zatiyet olarak var olduğumu ifade etmeye niyetliysem, var olmak fiilini, değiştirmeksizin kullanmam mümkün müdür? Bu durumda, azametle dilbilgisi karşıtı, üstün bir varlık mertebesine yükselerek, “Kendimi varım,” derim. Böylelikle, koskoca bir felsefeyi altı üstü dört beş kelimede anlatmış olurum. Hiçbir şey anlatmayan kırk cümleden daha iyi değil midir bu? Felsefeden ve sözlü ifade yetisinden daha fazla ne beklenebilir?

Hissettiklerini düşünmeyi bilmeyenler, bırakalım dilbilgisine uysunlar. İfadelerine hâkim olanlar ise tam tersine, dilbilgisinden kendi bildikleri gibi yararlansınlar.

Ne olduğunu söyleyebilen her insan, kendi çapında Roma imparatorudur. Fena ünvan değil doğrusu; insan olmak, kendini var etmesini bilmektir.

Tanıdığım ya da ismen bildiğim onca insanın ürettiklerini ya da en azından bitmiş, belli bir hacme ulaşmış düşündüğümde, belli belirsiz bir kıskançlık uyanıyor içimde, küçümsemeyle karışık bir hayranlık, karmaşık duyguların yarattığı tutarsız bir melankoli.

Herhangi bir şeyi gerçekleştirip bitirmek, bir sonuca ulaştırmak (ister iyi, ister kötü – hem zaten sonuçlar hiçbir zaman tamamen iyi değilse de,

genellikle salt kötü de olmaz), evet, tamamlanmış bir şey ortaya koymak denince en yoğun hissettiğim duygu, kıskançlık. Bir çocuğa benzetebiliriz bunu: Bu şey her insan gibi kusurlu, ama bize ait, tıpkı çocuklarımız gibi.

Üzerimden hiç ayırmadığım eleştirel bakış yüzünden eksikliklerinden, kusurlarından başkasını göremeyen; çiziktirmeye cüret ettiği parça buçuk yazılardan, pasajlardan, var olmayandan alıntılardan öteye geçmeyen biri olarak, kaleme aldığım üç satırlık şeyle, ben de kendi hesabıma kusurluyum. Dolayısıyla, kötü de olsa, yapıt yapıttır deyip ortaya bitirilmiş bir iş koysam ya da tek kelime etmesem

Merak ediyorum, acaba hayattaki her şey, her şeyin yozlaşmış hali midir, diye. Var olmak bir yaklaşıklık hali, bir şeyin bir önceki günü ya da aşağı yukarı o şey, olmak mıdır?

birbirini tamamlayan ya da- dışlayan tüm büyük tasarıların pek çok farklı yöne sapmasından doğmuştur, bu tasarıların başarısızlıkla sonuçlanması, başarısızlığı yaratan çağın da yaratıcısı olmuştur.

evrenin anlaşılamazlığını tespit etmiş olmak bize yetmeli; onu kavramaya çalışmak bir insandan daha azı olmak demektir, çünkü insan olmak, zaten evrenin anlaşılamayacağını bilmek anlamına gelir.

İnancı, hiçbir yerden düşmemiş bir tepsinin içinde, sıkıca bağlı bir paket gibi veriyorlar. Paketi almam isteniyor, ama açmaksızın. Bilim, bomboş bir kitabın sayfalarını açmam için tabak içinde uzattıkları bir bıçak. Kuşkuyu bir kutunun dibindeki toz gibi uzatıyorlar; iyi ama, içinde tozdan başka bir şey yoksa o kutuyu neden önüme sürüyorlar ki?

Gerçekliği anlatan o büyük lafları, duyduğum heyecanın ihtiyaçlarına göre kullanıyorum. Rengi belli, karşı konulmaz bir heyecan içindeysem, su içercesine Tanrılar derim, böylelikle heyecanımı çok boyutlu bir dünya bilinciyle bütünleştirmiş olurum. Heyecanım daha derinse, doğal olarak Tanrı’dan söz eder, bu kez de onu tekil bir bilincin içine saklamış olurum. Eğer söz konusu heyecan bir düşünceyse, o durumda doğal olarak Yazgı’dan dem vurur ve onu çıkış yolu bırakmaksızın köşeye sıkıştırmış olurum.

Bazen, sırf cümlenin ritmi bozulmasın diye Tanrılar değil de “Tanrı” demek gerekir; kimi zaman da “Tanrıların” sözcüğünün dört hecesini kullanmak kaçınılmazdır, bu durumda başka bir söz âlemine geçmiş olurum; kimi zaman da tam tersine, içimizdeki bir uyağın kaprisleri, ritimdeki bir bozukluk, ani bir coşku kendini zorla kabul ettirir – kaçınılmaz olarak ya çoktanrıcılık ya da tektanrıcılık gelir bunun ardından, ben de kâh birini, kâh ötekini tercih ederim. Tanrıların varlığını üslup belirler.

bir yaz gecesi kadar sınırsız bir boşluk çizen

Bir göğüs, bir beşik ya da boynumu saran ılık bir kol… Usulca şarkı söyleyen bir ses – beni ağlatmak istercesine… Şöminede yanan ateşin çıtırtısı… Kışın bağrındaki o sıcaklık… Bilincimin ılık, başıboş akışı… Sonra, sessizce, uçsuz bucaksız bir boşlukta, yıldızların arasında süzülen ay misali bir uyku…

Duyular sokağına

Üstün bir insana yakışan yegane tavır, yararsız oldu bildiği bir işi inatla sürdürmek, sonuç vermeyeceğinin farkında olmasına rağmen disipline ayak uydurmak ve zerre kadar önem vermediği felsefi ve metafizik düşünce kıstaslarına sıkı sıkıya sarılmaktır.

En iyisi, evet en iyisi, seven ve bilmeyen salyangoz insan ya da iticiliğinin farkında olmayan sülük olmak ve öyle kalmak. Bilmemek hayatımız olsun! Hissettikçe unutalım!

Şehrin hemen dışındaki bir duvarın üzerinden kırlara şöylece bir bakınca, bir başkasının upuzun bir yolculukla erişebileceğinden çok daha eksiksiz bir özgürlüğe kavuşuyorum. Her bakış açısı, baş aşağı duran, tarife sığmaz bir tabanı olan bir piramidin tepe noktasıdır.

Bugün beni gülümseten şeylere müthiş öfkelendiğim bir dönem oldu. Her seferinde beni bir kez daha şaşırtan, aktif insanların, gündelik hayatın içinden olanların şairlere ve sanatçılara ısrarla gülümseyip geçmesi, bunlardan biri.

Bunlar vaktiyle sinirlendirirdi beni, çünkü her naif insan gibi (o zamanlar ben de naiftim), düşler ve sözler peşinde koşan şairlere yönelen bu gülümsemede, alttan alta bir müstehzilik sezerdim. Aslında bunu ele veren tek şey, gülümserken dilin hafifçe şaklatılması. Eskiden şairlere karşı bir üstünlük duygusunu açığa vuran bir hakaret olarak gördüğüm gülümsemeyi, şimdi bilinçsiz bir soru olarak kabul ediyorum: Yetişkinlerin çoğunlukla onlardan daha keskin zekâlı olduğunu kabul etmesi gibi, bazı insanlar da düş kurup dillendirmeyi bilenler olarak bizim karşımızda çözemedikleri, bundan dolayı korktukları, farklı bir duyguya kapılıyorlar. İçlerinden en akıllıları, zaman zaman bizim üstünlüğümüzü anlar gibi oluyor galiba: İşte o zaman o küçümseyen havayla gülümsüyorlar, üstünlüğümüzü sezdiklerini saklamak için.

Ne var ki, sanatçı ve şair olarak bizi üstün kılan, pek çok hayalcinin kendilerindeki temel özellik olarak kabul ettiği şey değildir. hayalcinin eylem insanına olan üstünlüğü, düşün gerçeklikten üstün olmasından kaynaklanmıyor. Mesele düşlemenin yaşamaktan katbekat daha rahat ve kolay olması; dolayısıyla, hayalci, eylem insanına kıyasla hayattan çok daha büyük, çok daha zengin bir zevk alır. Lafı dolandırmadan, daha açık konuşacak olursak, asıl eylem insanı, hayalcidir.

Hayatın temel olarak zihindeki bir durum olduğunu, edimlerimizin ya da düşüncelerimizin de takdir ettiğimiz kadar değere sahip olduğunu göz önüne alacak olursak, bir şeyin değerlenmesi sadece bize bağlıdır. Aslına bakacak olursak, hayalci vaktini para basarak geçirir, üstelik piyasaya sürdüğü paralar hem kendi akıl diyarında, hem de gerçekliğin memleketlerinde geçerlidir. Ruhumun banknotlarının altın karşısında değeri yoktur, ama bunu pek umursamıyorum, çünkü hayatın hayalî simyasında altın asla bulunamayacaktır.

Baştan beri sadece hayalci olmayı istedim. Yaşamaktan bahsedenleri yarım kulak dinledim. Olduğum yerde olmayana, asla olamadığım şeye ait oldum hep. Ne kadar değersiz olursa olsun, ben olmamak kaydıyla her şeyi şiirsel buldum. Ben, bir tek hiçlik’i sevdim. Düşünü bile kuramayacaklarımı arzuladım sadece. Hayat akıp gittiğini hissettirmeksizin, bana şöyle bir değip geçsin istedim. Aşktan tek dileğim, uzak bir düş olarak kalmasıydı. Tamamen gerçekdışı olan gönlümdeki manzaralarda bile hep uzaklar cazip geldi, gittikçe silinerek neredeyse ufka dek uzanan su kemerlerinde, manzaranın geri kalanında olmayan bir düş dinginliği vardı; işte bu dinginliğin hatırına sevdim onları.

hep yarım bir varlığa sahip.

Gerçek zamanda yaşanmış geçmişimi düşünürken, yol kenarına atılmış çocukluğumun cesedine ağlarken hissettiklerim…

Şu yazdığım kâğıttan başımı kaldırıyorum… Vakit henüz erken. Daha yeni öğle olmuş, günlerden pazar. Yaşamanın verdiği mutsuzluk, bilinçli olma hastalığı bedenimin tüm zerrelerine işliyor, beni bunaltıyor. Huzursuz ruhlar için adacıklar, herkesin keşfedemeyeceği, düşlerine hapsolmuş ruhlara özel, kocamış ağaçlarla çevrili yollar olsa! Ne zor iş, yaşamaya, az da olsa kıpırdanmaya mecbur olduğumu bilmek, hayatta benim dışımda, benim kadar gerçek başka insanların olduğu gerçeğinin üzerime gelmesine ses çıkaramamak. Mecburen oturmuş, ruhum muhtaç diye, bunca şeyi yazıyorum – ve bunu bile yalnızca düşlemekle, kelimelere, bilince başvurmadan, silikleşmiş, ezgili yeni bir ben yaratarak ifade etmekle yetinemiyorum, oysa içimdekileri gerçekten dillendirdiğimi hissedebilsem gözlerim dolardı, kendi benliğimin yamaçlarından usulca, büyülü bir ırmak gibi akardım, bilinç dışına, Tanrı dışında hiçbir anlamı olmayan uzaklara doğru.

Baştan beri, duygulara sahip olma bilincim, duyguların kendisinden daha
yoğun olmuştur bende. Bilincinde olduğum acılardan çok, acının bilincimdeki yansıması canımı yakmıştır.

Heyecanlarımın hayatı, ilk başta düşüncenin salonlarına yerleşmeyi tercih etmişti, ben de hayata dair duygularımla öğrendiğim şeyleri, en iyi o mekânlarda yaşadım.

Buna karşılık düşünce heyecanı misafir ederken, ondan daha kaprisli davrandığından, hissettiklerimi yaşamak üzere seçtiğim bilinç rejimi hissediş tarzımı gündelik hayata daha uygun, daha etkili ve yüzeysel hale getirdi.

Bana ait olmayan izlenimlerle yaşıyorum, reddedişlerle tüketiyorum kendimi. Kendim olma tarzımla bile bir başkasıyım.

Yaşamak, bir başkası olmaktır. Ve insan bugün, dün hissettiği gibi hissediyorsa, hissetmek olanaksızdır: Dün hissedileni bugün de hissetmek, hissetmek değil, dün hissedilmiş olanı bugün anımsamaktır yalnızca, artık yok olmuş olan dünkü hayatın canlı cesedi olmaktır.

Akşamdan sabaha karatahtada ne varsa silmek, her an dirilen bir heyecanla, her şafakta yenilenmiş olarak kalkmak – olmayı ya da sahip olmayı, şu kusurlu halimizle var olmayı ya da sahip olmayı bilmeye bir tek bunun için değer .

Bu şafak, dünyanın ilk şafağıdır. Hafifçe sarıya, ardından sıcak beyaza dönen şu pembelik, batı yakasındaki evlerin taze ışıkla gelen sessizliğe sunduğu, binlerce cam gözü olan yüzlere hiç böyle değmedi. Ne böyle bir saat var oldu daha önce, ne bu ışık, ne de bana ait şu varlık. Yarınki de bir başkası olacak ve yepyeni bakışlarla donanmış, yeniden biçimlenmiş gözler görecek göreceklerimi.

Şehrin dik yamaçları! Yalçın kanatlarıyla iyice genişleyen koca binalar, ışığın altında gölgelerle, yanmış lekelerle örülen, farklı biçimlerde yığılmış katman katman binalar – bugün sadece sizleri gördüğüm için varsınız, bensiniz, yarın (ben ne olacaksam, sizler de o) olacaksınız, seviyorum sizi, hani bir gemi açık denizde bir başkasıyla karşılaşıp ardında bilinmedik üzüntüler bırakırken küpeşteden sarkan yolcu gibi.

Biz olmadığımız şeyiz, hayat kısa ve hazin,
Ne çok insanız yaşayan, ne çoğuz kendini kandıran!

Düşlediğim manzaraları gerçek manzaralar kadar net görüyorum. Düşlerimin üzerine eğildiğimde, gayet gerçek bir şeylerin üzerine eğilmiş oluyorum. Geçip giden hayata baksam, aynı anda düş görüyorum.

özbilincimin derin bir boşluğa yuvarlandığımı kavradım

dilencilere özgü huzurunu

Bazen her şey yorar insanı, dinlendirici olanlar bile.

bu satırları yazıyorsam, en azından hala hayatta olduğumu kendime kanıtlamaya ihtiyaç duyduğumdandır

Ben hep şimdiki zamanda yaşarım. Geleceği bilmem. Artık geçmişim de yok. Biri, her şeyin mümkün olmasıyla çöküyor üzerime, öteki, barındırdığı hiçbir şeyin gerçek olmamasıyla. Ne umutlarım var, ne de pişmanlıklarım. Hayatımın bugüne kadarki halini –yani çoğunlukla, istediğimin tam tersi şekilde aktığını– bildikten sonra ne söyleyebilirim ki geleceğim hakkında, beklemediğim, dilemediğim bir şey olacağından, benim dışımdan bir yerden, hatta bazen kendi irademin bir oyunu olarak başıma geleceğinden başka?

Hayat edebildiğimiz kadardır.
hayatımızın gerçekliğini izlenimlerin üzerine oturtmalıyız, algıladıkları şeylerin değil. Düşlerimde her şeye sahip oldum. Uyandığım zamanlar da oldu ama bunun ne önemi var?

Gerçek dünyada en derin düşüncelerimizin temeli ne kadar az şeyle atılır; öğle yemeğime geç kalmak, kibrit kutumun boşaldığını görmek, kendi kendime onu sokağa fırlatmış olmak, uygunsuz bir saatte yemek yediğim için keyfimin kaçması; ve günlerden pazar olması, kaçırılmış bir günbatımının havadaki vaatleri ve bu aşağılık dünyada hiçbir şey olmamak- ve sonra, bütün metafizik.
Ama ne Caesar’lar oldum!

Edimde bulunmaya duyduğum kini, fanusta bir çiçek gibi büyütüyorum içimde. Hayata baş kaldırdığım için kendimle övünüyorum.

Hiçbir parlak düşünce içine birtakım ahmaklıklar katılmadan piyasaya sürülemez. Kolektif düşün ahmaklıktır, çünkü kolektiftir. İçindeki zekice tarafın büyük kısmını zorunlu bir vergi gibi feda etmeden kolektifin sınırlarını aşabilen yoktur .

Gençken varlığımızda ikilik vardır: Aklımızla (çok akıllı da olabiliriz) deneyimsizliğimizin getirdiği ahmaklık (buysa, alt düzeyde ikinci bir akıldır), benliğimizde yan yana varlığını sürdürür. Bu ikisi, ancak ileri yaşlarda birleşir. Nitekim,

gençlerin hep kaba saba işler yapması da deneyimsizlikten değil, bu iki unsurun henüz bir bütün haline gelememiş olmasından kaynaklanır.

Üstün zekâlı bir insan için, günümüzde reddedişten başka çıkar yol kalmamıştır.

Yenmeyi bilenler, hiç yenmemiş olanlardır. Güçlü olan, kendi cesaretini durmadan kırabilendir. En iyisi, en soylusu vazgeçmektir.

Kimi zaman –başımı, başkalarına ait hesapları, kendi hesabıma ise bana has herhangi bir hayatın yokluğunu kaydettiğim defterlerden iyice sersemlemiş vaziyette kaldırdığımda–, belki eğik durmaktan kaynaklanan, ama rakamları, bendeki başarısızlık duygusunu da içine alan bir bulantı duyarım. Hayat, gereksiz bir ilaç gibi midemi bulandırır. İşte o zaman, yalnızca gerçekten isteyecek gücüm olsa, bu sıkıntıyı üzerimden ne kadar kolayca atabileceğimi açık seçik görürüz.

Bir muhasebeci yardımcısı olduğumu bilirken, kendimi deha ilan etsem ne yarar?

Hayata etkin olarak katılmak – doğru akıl budur işte. Kim olmak istiyorsam o olacağım. Ama olacağım ki olacağım kişiyi istemem gerek bunun için. Başarı, başarmaktır, başaracak durumda olmak değil.

Farklı romanların içinde, çeşitli entrikaların başoyuncusu yaptılar beni (kısmen); ne var ki, ruhumun olduğu gibi hayatımın da özü, asla başoyuncu olmamaktır.

Tek trajedi, insanın kendindeki trajikliği görememesidir. Ben, dünya ile yan yana yaşadığımı hep bilmişimdir. Onunla yan yana yaşamaya ihtiyacım olduğunu ise tam olarak anlayamadım; normal bir varlık olmayışımın nedeni budur. etkin olmak, dinlenmeyi bilmektir.

Düşünmek, var olmayı bilmemektir.
kendi kendimin bilincindeyim.
Başkalarının ben yokmuşum gibi davranmalarını sağlayan otomatizmime şaşarım.

Ne var ki soluklanmak için durduğum ilk anda, arabalardan kaçmak ya da yayaları rahatsız etmemek için ayaklanma sahip olmak, önüme gelenle konuşmak ya da en yakın kapıyı çalmak gibi korkunç mecburiyetlerden kurtulduğumda – işte o an, kendimi yeniden, sivri uçlu bir gemi gibi düşün sularına bırakırım ve gün doğarken, öylece bekleyen arabaların sesinde, belli belirsiz sabahın bilincine varırken kaygılarımı gidermiş olan o baygın yanılsamaya dalarım tekrar.

birimizin kendine özgü bir içkisi var. Kendi payıma, var olma olgusunda kendime yetecek kadar alkol buluyorum. Varlığımı hissetmenin sarhoşluğuyla rasgele geziniyor, dimdik yürüyorum. Vakit gelmişse, herkes gibi işyerime dönüyorum. Henüz vakti değilse, herkes gibi nehre kadar yürüyüp nehre bakıyorum. Onlarla aynıyım. Ve bütün bunların arkasında, gizlice yıldızlarla donandığım, içinde kendi sonsuzluğuma sahip olduğum, bana ait gökyüzü var.

Günümüzde bir insan birini seviyorsa, ahlak anlayışında, entelektüel çapında da cücelik ya da hödüklük yoksa, karşısındakini romantik bir aşkla seviyor demektir.

Biz aslında insanları sevmeyiz. Sevdiğimiz, bir insan hakkında oluşturduğumuz fikirdir Kısacası kendi uydurduğumuz bir kavramı ve sonuç olarak kendimizi sevmekteyizdir.
Bu dediğim aşkın her kademesinde geçerlidir. Tensel aşkta yabana bir bedenin aracılığıyla kendi hazzımızın peşinden koşarız. Tensel boyutu olmayan aşkta, yarattığımız bir düşüncenin aracılığıyla kendi zevkimizin peşinden koşarız. Otuzbir çekmeden yapamayanlar iğrenç insanlardır, ama iyi düşünüldüğünde, aşkın mantığını kusursuzca ortaya koymaktadırlar. Ne bir başkasını, ne kendini; hiç kimseyi aldatmayan bir onlar vardır.

Tanışma şeklimiz yüzünden bile yanlış tanını birbirimizi. İki insan “Seni seviyorum,” der ya da bunu düşünür, olarak hisseder ve ruhun faaliyet alanını oluşturan soyut duygular kalabalığında, her ikisi de farklı bir düşünceyi, farklı bir hayatı, hatta belki farklı bir rengi ya da kokuyu dile getirmek derdindedir.

Bugün kendimi var olmasaydım olacağım kadar bilinçli hissediyorum.

Belki de bunların altında yatan, bizim pazarlamacının sevgilisi yüzünden kalbinin kırılmasıdır ya da gazetelerin yabancı gazetelere dayanarak aktardığı aşk hikâyelerinde geçen bir cümle, hatta belki de fiziksel olarak açıklayamadığım, bir türlü kurtulamadığım şu hafif bulantılar.

Hayat, hayatın dile getirilmesine engel olur. Büyük bir aşk yaşasam asla anlatamazdım. Kendi hayatımı, varlığıma yabancı bir maddeden bir heykel gibi yonttum

Olmayı istemiş olduğum ve olmadığım kişi olmak istiyorum. Pes edersem çökerim. Bir sanat yapıtı olmak istiyorum, bedenimle olamadığıma göre en azından ruhumla.

sahteliğimin anlamsız bir çiçek gibi

Varlığımızı öyle bir hale getirelim ki, başkalarının gözünde hep bir muamma olarak kalsın, bizi en iyi tanıyanların ötekilerden tek farkı, sadece daha yakın olup bizi çözememeleri olsun.

Yazmak, unutmaktır. Bunun yanı sıra edebiyat, hayatı görmezden gelmenin de en hoş yoludur. Müzik bizi yatıştırır, görsel sanatlar uyarır, canlı sanatlar (dans ya da gösteri gibi) avutur. Ne var ki bunlardan birincisi hayattan uzaklaşır giderek, çünkü onu bir uykuya dönüştürür; ikinci sırada gelenlerse hayattan kopmaz – bir bölümü görsel, dolayısıyla hayati yöntemler üzerine kurulu olduğundan, geri kalanlar ise, bizzat insan hayatından beslendiklerinden.

Edebiyatın durumu bambaşkadır, o hayatlık taslar. Bir roman, asla olmamış bir şeyin öyküsüdür, bir dram ise öyküleme tekniği kullanılmamış bir romandır. Bir şiir, dizeler halinde konuşmadığımıza göre, aslında kimsenin kullanmadığı bir dile dökülmüş düşünce ya da duyguların ifadesidir.

Biliyorum, çoğu insan bu tarifi cüretkar bulacaktır, çünkü onlar bir şeyi tanımlamanın, tanım için gerekeni değil, başkaları ne istiyorsa onu söylemek olduğunu sanırlar.

Edebiyat denen şey, hayatı mümkün olduğu kadar gerçek kılmak için çaba sarf etmenin bir adıdır.

Çocuklar; hissettikleri gibi konuştukları için müthiş edebiyatçılar sayılırlar, hem ayrıca hissettikleri, başkalarının ne diyeceği hesaba katılarak hissedilenler cinsinden değildir.

Söylemek! Söylemeyi bilmek! Varlığı yazıya dökülmüş sesin, zihindeki görüntülerin üzerine kurabilmek! Hayat daha fazlasına değmez: Ondan ötesi, erkeklerden ve kadınlardan, farazi aşklardan ve sahte gerçekliklerden; birbirimizi sindirmek ve unutmak için kurnazca oyunlardan, adına gökyüzü denen duygudan yoksun, soyut, koca mavi kayanın altında –bir taşı kaldırınca kaçışıveren böcekler gibi– dört bir yana koşturup duran varlıklardan ibaret.

Yazdıklarımı kimsenin okumamasına üzülüyor muyum? Bunları yaşamaktan kopmak için yazıyorum; yayımlatıyorum da, çünkü oyunun kuralı bu. Eğer bir sabah kalksam ve bütün yazılarım kaybolmuş olsa üzülürüm elbette, ama öyle sanıyorum ki, onlara bütün hayatımı verdiğim göz önüne alındığında beklenebileceği kadar derin ve çılgınca bir acı olmaz bu. Oğlunu kaybeden bir anne de başka türlü davranmaz, o da aylar sonra tekrar kendi olur. Ölüleri bağrına basan uçsuz bucaksız toprak (o kadar anaç bir tavırla olmasa da) bu kâğıt parçalarını da bağrına basabilir. Hiçbir şeyin önemi yok; kanımca çoğu insan hayatı çekilmez bir çocuk gibi görmüştür, kafalarını dinlemek için dört gözle yatmasını bekledikleri bir çocuk.

Scherer’in zihnin ürettiği şeyi Amiel’in “bilincin bilinci” olarak tarif ettiğini anlattığı bölümde, dosdoğru ruhumdan bahsettiğini hissettim.

Herhangi bir insana başkalarının acıları, benzerlerinin sıkıntıları karşısında neşe veren, tarifi zor, anlaşılmaz bir acı türü vardır. Kendi acılarımı incelerken bu yöntemden yararlanırım ben de; ve işi o kadar ileriye götürürüm ki, kendimi perişan ya da gülünç hissettiğimde, sanki karşımda bir başkası varmış gibi kendime bakıp keyiflenirim. Buna karşılık, duygularım öyle tuhaf, öyle olağanüstü bir dönüşüme uğruyor ki, bu fazlasıyla insani, alaycı neşe, başkalarının gülünç halleriyle ya da acılarıyla karşılaştığımda sönüp gidiyor. Hatta karşımdakinin küçük düşmesi acı değilse de, estetik açıdan rahatsızlık veriyor, içimde çözülmesi güç bir öfke uyandırıyor. Gösterdiğim bu tepkiye iyilik denemez; temelinde yatan fikir şu ki, eğer birisi alay konusu olduysa, sadece benim için değil herkes için olmuştur, kızdığım da bu zaten; insan türüne dahil herhangi bir hayvanın hiç hakkı olmadığı halde, bir başkasıyla alay edebilmesine üzülüyorum. Ama başkaları benimle dalga geçse umurumda bile olmaz; çünkü dış dünyaya giderek büyüyen, katı bir küçümseme duygusuyla bakıyorum.

Varlığımın bahçesinin çevresine, değme sur duvarından daha ürkütücü, neredeyse göğü tutan parmaklıklar diktim, bu sayede başkalarını rahatça hem görüp hem dışlayabiliyor, birer yabancı olarak kalmalarını sağlıyorum.

Hayatımı büyük bir titizlik ve özenle, nasıl hareket etmeyeceğimi arayarak geçirdim.

Ne Devlet’e boyun eğerim ne insanlara, tek yaptığım kıpırdamaksızın direnmektir. Devletin, ancak edimlerimden dolayı benimle derdi olabilir. Herhangi bir edimde bulunmadığım sürece, benden hiçbir şey elde edemez. Günümüzde insanları öldürmüyorlar zaten, Devlet benim de olsa olsa canımı sıkabilir; bu takdirde zihnimin zırhımı iyice kalınlaştırmak, düşlerimde daha uzaklarda, daha ötelerde yaşamak zorunda kalırım. Ama bu hiç başıma gelmedi. Devlet benimle hır çıkarmaya kalkışmadı. Bunda kaderin bir parmağı olduğuna bütün kalbimle inanıyorum.

Zihni durmaksızın çalışan bir varlık olarak değişmezliğe karşı fiziksel, yazgısal bir sevgi besliyorum. Yeni alışkanlıklardan ve bilinmeyen yerlerden nefret ederim.

Sürekli yenilenmenin sıkıntısı, varlıklar ve fikirler arasındaki aldatıcı1 farkların altında her şeyin hep aynı olduğunu keşfetmenin sıkıntısı, caminin, tapınağın ve klişenin aynı olması, yoksul bir kulübeyle sarayın bir olması, aynı yapısal bütünün kıyafetli bir kral ya da anadan doğma bir vahşi rolü oynayabilmesi, hayatın kendi kendiyle ezeli uyumu, yaşadığım her şeyin durgunluğu ilk edimde, hepsi silinip gider.

Manzaralar, birtakım tekrarlardan ibarettir. Trenle rasgele giderken, manzaraya olan ilgisizliğimle, farklı biri olsam oyalanmamı sağlayacak elimdeki kitaba olan ilgisizliğim arasında boşu boşuna, sıkıntılara gark olarak bölünürüm. Belli belirsiz midem bulanır hayattan ve her hareket bulantıyı iyice arttırır.

Huzura erebilmek için bana ruh sağlığı gerek.

Ruhumun bugüne dek vermediği neyi verebilir bana Çin? Hem ruhum veremediyse bir şeyi, günün birinde Çin’i görürsem de ruhumla göreceğime göre?

Ki hissetme yetisine sahip olmayanlar çıkı, Yor yolculuklara. İşte bu nedenle seyahat kitapları, deneyimleri aktaran yapıtlar olarak değerlendirildiğinde pek zayıftır, çünkü yazarlarının düşleminden yoksundurlar. Yazarları, eğer hayal güçleri varsa, gördüklerini iddia ettikleri manzaraları, ister istemez gelişigüzel aktarmak yerine, hayallerinden fırlamış bayrakları, manzaraları b ütün ayrıntılarıyla, kılı kırk yararak aktarırlarsa çok daha fazla büyülerler bizi.

Her yörenin kendine has bir şivesinin olmasındaki evrensel yön, hayatı gelişine göre yaşayan insanların teklifsiz konuşmalarıdır, birbirine benzeyen varlıkların çeşitliliği, hayat tarzlarının karman çorman, art arda dizilişi halklar arasındaki farklar, ulusların zenginliğidir.

Ellerimi uzatayım, hem hangi evrene doğru? Çünkü evren, bana ait değil: Ben, evrenim.

Kendine saygısı olan her ruh hayatı en uçta yaşamak ister. Size verilenlerle yetindiğiniz takdirde, köleden farkınız kalmaz. Olanın fazlasını isteyince çocuk gibi davranmış olursunuz, Biraz daha fazlasını elde etmek ise deliliktir.

İnsanoğullarının aptal, beş para etmez, ezici çoğunluğunun yaptığı gibi hayatta boş yere, bölük pörçük yamalak koşturmaktansa, hiç koşturmamak yeğdir.

Maddi hayatın içindeki eylemlerle bütün ilişkiyi kesmek, böylece enerjinin yerine aklı koymak ve istençle heyecan arasındaki bağı koparmak – ulaşabilen için hayatın kendisinden daha değerlidir bu mertebe, çünkü tamamen bu hale gelmek zor, kısmen yaşamaksa son derece acıdır.

Hissetmektir mühim olan, yaşamak değil.

Büyük durgunluklar bilirim. (Pek çok insanın yaptı· gibi) acil bir mektuba alt tarafı bir kartla cevap vermek için günler ve günler boyunca oyalanmamdan bahsetmiyorum. Bana faydası dokunacak kolay bir edimi ya da keyif verecek yararlı bir edimi (zaten kimsenin yapmadığı gibi) sürekli olarak reddetmem de değil kastettiğim· Kendi kemdimle geçimsizliğimin içinde daha ne incelikler var. Ben, kendi ruhumda durgunlaşıyorum.

Bu zamanlarda ne düşünebilirim, ne hissedebilirim, ne de bir istek duyabilirim. Sadece rakamlar yazar ya da anlamsız şeyler çiziktiririm. Hiçbir şey hissetmem, sevdiğim biri ölse yabancı bir dilde olup bitmiş gibi algılarım. Yapamam; hep uykudayım gibi gelir, en akıllıca hareketlerim, sözlerim, edimlerim, dışımda bir yerde alınan nefesler, herhangi bir organizmanın ritmik olarak çalışan içgüdüsü gibi görünür gözüme.

Tesadüflerin tamamladığı ben

Kendime kızmam, çünkü kızgınlık güçlü insanların harcıdır; kendime boyun eğmem, çünkü boyun eğmek soyluların harcıdır. Oysa ben ne güçlüyüm, ne soylu, ne de yüce.. Acı çekerim ve hayal kurarım. Zayıflığım sızlanan biri yapar beni ve sanatçı olduğum için gizlice şikayetler besler, düşlerimi, güzellikleri hakkındaki fikrime en uygun şekilde düzenleyerek oyalanırım.

Bir tek çocuk olmadığıma hayıflanırım (düşlerime inanabilirdim o zaman) ya da bir deli (beni kuşatan her şeyi ruhumdan uzaklaştırabilirdim).

Gölgelerin oynaştığı camı boyamakla, camın öte yanından seyrettiğim o yabancı hayatın gürültüsü benden saklanamaz.

Karamsar değilim, hüzünlüyüm.

Anlaşılmaktan daima, tiksinti içinde kaçınmışımdır. Anlaşılmak, kendini satmak demek. Olmadığım gibi görünmeyi, gayet insani bir şekilde, kibarca, doğal olarak görmezden gelinmeyi cidden tercih ederim.
Dünyada hiçbir şey, işyerindeki arkadaşlarımın beni\ “farklı” görmesi kadar sinirimi bozamaz. Onların gözünde farklı biri olmamaktaki ironinin verdiği keyfe düşkünümdür.

Bizim işyerindekilerden biri, geniş büronun alacamsı soğuğunda her zamanki gibi paket yapmakla uğraşıyordu: “Günaydın!” dercesine koca bir sesle, “Amma gürledi mübarek!” diye bağırdı ortaya, yüreksiz, merhametsiz haydut. Yüreğim tekrar çarpmaya başladı. Kıyamet uzaklaşmıştı. Bir duraklama oldu.

–Bir an güçlü, çiğ bir ışık, sonra kaba bir gök gürültüsü henüz yakınımızda olsa da giderek uzaklaşan gök gürültüsü, olup bitenlerin sıkıntısını nasıl da aldı üzerimizden. Tanrı yok olmuştu. Ciğerlerimin iyice havayla dolduğunu hissettim. Büro çok havasızmış meğer, üstelik deminki elemanın dışında başka insanlar da varmış. Herkesin dili tutulmuştu. Titrek, pürüzlü bir şeyin hışırtısı işitildi: Moreira bir rakamı kontrol etmek için kalın kayıt defterinin bir sayfasını aniden çevirivermişti.

Sık sık sorarım kendime, kaderin fırtınalarıyla aramda, beni koruyan bir zenginlik perdesi olsaydı, amcamın ahlaklı eliyle Lizbon’daki bir büroya emanet edilmemiş ve o büro senin bu büro benim derken, muhasebe yardımcısı olarak güya meslekte zirveye varmamış olsaydım, huzurlu bir siesta’ya benzeyen bir işe, karnımı zor doyuran bir maaşa kavuşmamış olsaydım, ne olurdum acaba.

Gayet iyi biliyorum ki gerçekdışı hayatım gerçekleşmiş olsa bugün, şu sayfaları yazabilen adam olmazdım.

Hissedebildiklerimin, düşünebildiklerimin hatırı sayılır bir kısmını muhasebeci olmama borçluyum, ama bunlardan kaçıyorsam, hepsini reddediyorsam, bunu da gene işime borçluyum.

Bir anket yapsalar, ruhunun gelişiminde edebiyattan kimlerin etkili olduğunu yaz, deseler, listenin başına Cesário Verde’yi koyardım, ama patronum Vasques’i, şef muhasebeci Moreira’yı, pazarlamacı Vieira’yı ve ayakçı António’yu da unutmazdım. Ve tüm isimlerin altına, büyük harflerle aynı can alıcı adresi yazardım: LİZBON.

Alıcı gözle bakıldığında, bütün bu insanların, dünyaya bakışım üzerinde tıpkı Cesário Verde gibi, birer düzeltme faktörü olarak etkili oldukları görülür. Tam anlamını bilemiyorum, ama mühendisler bu deyimi galiba, matematiğin hayatı yakalayabilmesi için yaptıkları işlemleri tarif ederken kullanıyorlar.

Dünya denen oyunu, varlıkların değişken gelgitlerini seyrettikçe, her bir şeyin; gerçekliklerin saygınlığının, yalanı pırıltılarının özünde olan o sahtelik iyice içime işliyor. Her sağduyulu insanın er ya da geç tanışacağı bu düşünme sürecinde, hepsi alacalı bulacalı gelenekler ve modalar, ilerlemeler, kültürlerin düşe kalka gelişmesi, imparatorlukların ve kültürlerin içinde yüzdüğü koca kargaşa, hepsi gölgeler ve unutuşlar arasında düşlenmiş bir mit, bir kurgu gibi geliyor bana.

“Her şey idim; hiçbir şeye değmezmiş.”

Kendimi arıyorum, bulamıyorum.

En basit, gerçekten en basit, iki basit parçaya bölünemeyecek kadar basit şeyler, ben yaşarken arapsaçına dönüyor. Bazen günaydın demek bile gözümü korkutuyor. O kelimeyi yüksek sesle söylemek ayıpmış gibi, sesim sönüveriyor. Var olmaktan duyulan bir tür utanç bu baş}a tarif gelmiyor aklıma!
Duygularımızı sürekli tahlil ettikçe yeni bir hissetme biçimi ortaya çıkar, ama duygularıyla değil de akıllarıyla tahlil yapanlara yapay gelir bu.

Ömrüm boyunca, metafizik açıdan kof, bunun yanında insanı güldürecek kadar da ciddi biri olmuşumdur.

Dizeler yaratmış bütün şairlere, ideallerini [ … ] görmeyi istemiş bütün idealistlere, arzuladıklarını \ elde etmiş herkese nefretsiz bir nefret duyuyorum.

Uyum içindeki bedenimi yormak için yürüyorum, ruhuma karşı (şehvete benzer bir şeyle gelen, çok tanıdık bir acının insanın yakasını bırakmayan keskinliğiyle) ezgili, anaç bir merhamet duyuyorum.

Hissetmek ne büyük bir ağırlık! Hissetmek zorunda olmak ne büyük bir ağırlık!

Bilginin, adına zaten derin bilgi denen bir derinliği var, bunun yanı sıra aklın da derinleştiği bir hal var ki, o denen şey. Ama bir de derin duyarlılık var.

Asıl tecrübe gerçekle olan bağı azaltmak, ama bağı daha yoğun tahlil etmek demektir. Duyarlılık böyle gelişir, derinleşir, çünkü her şey bizdedir; yeter ki \ arayalım, aramayı bilelim.

Çünkü özgürlük içimde yoksa, hiçbir yerde yok demektir.

Condillac ünlü eserine şöyle başlar:“Ne kadar yukarı tırmanırsak tırmanalım, ne kadar aşağı inersek inelim, asla duygularımızın dışına çıkamayız.” Asla kendimizden yelken açamayız. Asla bir başkasına varamayız, bunun tek istisnası, düş gücüyle kendimizi başkalaştırdığımız, kendi kendimizi hisseder hale geldiğimiz durumlardır. Gerçek manzaralar bizim yarattıklarımızdır, çünkü onların tanrısı bizizdir ve gerçekte oldukları gibi, yani yaratıldıkları gibi görürüz onları. İlgimi çeken ve gerçekten görebileceğim yer Dünya’nın Yedi Bölgesi’nden hiçbiri değil, sahiden benim olan, bir uçtan bir uca kat ettiğim sekizinci bölgedir.

Gerçek şehirlerden daha kalabalık şehirlerden geçtim ve hiçbir yerin geniş, mutlak nehirleri dalgın bakışlarımın karşısında aktı. Yolculuklara çıkmış olsam, olsa olsa hiç seyahat etmeden gördüklerimin soluk kopyaları çıkacaktı karşıma.

Başka insanlar ziyaret ettikleri memleketlerde yabancıdır, isimsizdir.

Epeydir yazmıyorum. Aylar var ki yaşamıyorum ve işyeriyle fizyolojim arasında, düşüncelerim ve duyumlarım içimde durgunlaşmış olarak dayanıyorum. Ne yazık de dinlenemiyor: Çürüme bile aynı zamanda mayalanma demektir.

Uzun zamandır sadece yamamakla kalmıyor, aynı zamanda yaşamıyorum da. Galiba düşlerle de uğraşmıyorum doğru dürüst. Sokaklar benim için sadece sokak. Olanca dikkatle büronun işini yapıyorum, ama dalgın olmadığımı da söyleyemem: Arka planda tefekküre dalmıyorsam da uyuyorum; her ne olursa olsun işimin öbür yüzünde hep bir başkasıyım.
Epeydir varlıktan yoksunum. Son derece huzurluyum. Olduğum kişiden beni ayıran hiçbir şey yok. Nefes aldığımı hissettim az önce, sanki yepyeni ya da uzun zamandır ertelenen bir eylemi yerine getirmiş gibiyim. Bilinçli olduğumun bilincine varmaya başladım. Yarın belki de kendime uyanırım, kendi hayatınım akışına kaldığını yerden devam ederim. Öylesi daha mı mutlu eder, daha bilemiyorum. Hiç bilmiyorum.

Çok uzun zamandır kendim değilim.

Bazen hem de hep beklenmedik bir anda tam bir duygunun ortasındayken hayata karşı korkunç bir yorgunluk çöker üstüme, üstelik o kadar büyük bir yorgunluktur ki üstesinden nasıl geleceğimi bilemem.

Var olmuş olmayı bırakmak; işte bunun hiç yolu yok.

Öyle sanıyorum ki, bu devasız duygunun uğursuz saçmalığını benden önce kelimelere döken olmamış.

Ve bu duyguyu yazarak iyileştiriyorum. O ironik reçeteyle, dile getirilmekle iyileşmeyecek hüzün yoktur, saf olmaması, içine bir parça akıl karışmış olması, gerçekten derin olması şartıyla. Edebiyat başka hiçbir yararı kalmadığında en azından bu işe yarayacak – bir avuç insan için olsa bile.

Ne yazık ki akıl hastalıkları duygusal rahatsızlıklardan, onlar da bedensel hastalıklardan daha az ıstırap verir. “Ne yazık ki” diyorum, çünkü insanlık onuru tam tersini gerektirir. Bir esrarla karşı karşıya olduğumuzda üzerimize çöken hiçbir sıkıntı, aşk, kıskançlık ya da pişmanlık kadar acı veremez, bedende hissedilen yoğun korkular kadar bunaltıcı olamaz ya da öfke kadar, hırs kadar insanı değiştirmez. Ama şu da doğru ki, ruhu paramparça eden hiçbir ıstırap şiddetli bir diş ağrısı, karın ağrısı ya da (sanırım) doğum sancısı kadar gerçek olamaz.

Adeta uyuyarak yazıyorum, bütün hayatım imzasız bir makbuz.
Horoz, ancak ölünce dışına çıkabileceği kümeste özgürlük şarkıları söyler, çünkü ona iki tünek bahşedilmiştir.

Yağmur manzarası

Her yağmur damlasıyla doğada ağlayan, ıskalanmış hayatımdır. Günün hüznünü boş yere toprağa akıtan damla damla, sağanak sağanak yağmurda bendeki belirsizlikten bir şeyler var.
Yağmur dinmek bilmiyor. Sesi ruhumu sırılsıklam etti. Ne biçim bir yağmur bu … Sandalyem yağmur duygusuyla sulanıyor, sıvılaşıyor.

Sıkıntılı bir soğuk, buz kesmiş ellerimi sarıyor. Kurşuni saatler uzadıkça uzuyor, zamanın içinde bitimsizleşiyor; saniyeler geçmek bilmiyor.

Bu ne biçim bir yağmur! Çörtenlerin ağzından beklenmedik anlarda, minik
seller fışkırıyor. Kafamdaki soyut boru fikrinin üzerinden, rahatsız edici bir çağlayan gümbürtüsünün döküldüğünü duyuyorum. Yağmur upuzun, ölgün şikayetini camlara çarpıyor…

Soğuk bir el boğazımı sıkıyor, hayatı solumamı engelliyor.

İçimdeki her şey ölüyor – hatta düş kurabildiğime güvenim bile! Ne yaparsam yapayım, fiziksel olarak kendimi iyi hissedemiyorum. Gönlümün kaydığı bütün dinginliklerin

ruhumu parçalayan sivri köşeleri var. Bakışlarımı kenetlediğim bütün bakışlar zifiri karanlık çıktı, günün zayıflamış ışığının izi vardı bunlarda, acısız ölmek için biçilmiş kaftandılar.
Düşlerin en itici tarafı ortalık malı olmaları. Gün ortasında şu çırak da mutlaka bir şeyler düşünüyor. Hayalinde yamalak neleri gördüğünü biliyorum: Büroya çöken yaz bunaltısının ve mükemmel dinginliğin içinde, iş mektupları yazarken benim içine daldığım şeyleri.

Gerçekleşebilir, meşru şeyleri düşleyenler, uzak ve yabancı düşlerde kendini kaybedenlerden daha çok hüzün veriyor bana. Büyük hayaller kuruyorsan ya delisindir, hayallerine inanır ve mutlu olursun ya da basit bir hayalperestsindir, hülya da senin için, tek kelime etmeden ruhunu yatıştıran bir ezgisi. Ama gerçekleşebilir olanı düşlersen, o zaman sahici düş kırıklığı diye bir şeyin gerçekten var olabileceğini anlarsın. Roma İmparatoru diye kendimi helak edecek değilim, ama her akşam saat dokuza doğru sokağın sonundan sağa dönen küçük terzi kızla hiç konuşmadım diye acı acı yerinebilirim. Bize olanaksızı vaat eden düş, zaten böylelikle bizi en baştan, ondan mahrum etmiş olur; ama gerçekleşebilir olanı vaat eden düş hayatın kendisine müdahale eder, çözümü de ondan bekler. Biri kendinden başka her şeyi dışlayarak tamamen bağımsız olarak varlık sürer; öteki ise dışındaki olayların olağan akışına boyun eğmiştir.

Öğle vakti tenhalaşan büroda, balkondan sokağa sarkıyorum. Dalgınlığım gözlerimde insanların hareketlerini seçiyor, ama onların zihninin derinliklerinde görmüyor gerçekte. Balkon korkuluklarının acıttığı dirseklerime dayanmış uyuyorum, birileri büyük bir vaatte bulunmuş sanki, ama hiçbir şey bilmiyorum. Sayısız karaltının gidip geldiği kıpırtısız sokağın ayrıntıları benden uzaklaşan zihnimde beliriyor: arabalara yığılmış tavuk kafesleri, az ötede dükkan kapılarında çuvallar, köşedeki bakkalın en uçtaki vitrininde, bana kalırsa kimsenin anlamayacağı, hayal meyal seçilen porto şişeleri. Aklım yarı cisimleşerek benden kopuyor. Hayal gücümle inceliyorum etrafı.

Duyuların kendisinden çok, duyuların bilinciyle kaydetmeli her şeyi … Farklı şeylerin olabilirliğini … Ve ansızın büroda, arkamda ayakçı çocuğun tepeden inme, metafizik gelişi. Olmayan düşünce akışımı kestiği için öldürebilecek gibi hissediyorum kendimi. Nefretin ağırlaştırdığı bir sessizlik içinde dönüp ona bakıyorum, gizli bir insan öldürme arzusunun gerginliğiyle, havadan sudan bir şey söylerken kullanacağı sesi önceden dinliyorum. Odanın ucundan bana gülümsüyor, yüksek sesle günaydın, diyor. Bütün evren gibi ondan da nefret ediyorum. Gözlerim varsaymaktan ağırlaşmış.

Onca yağmurlu günün ardından gökyüzü, uzayın saklanmış maviliği geri getiriyor. Su birikintilerinin tarladaki çamur gölleri gibi uyuduğu sokaklarla, gökyüzüne soğuk bir parlaklık veren pırıl pırıl neşe arasındaki çelişki, pis sokakları güzelleştiriyor, sıradan bir kış göğüne bahar havası katıyor. Günlerden Pazar ve yapacak hiçbir işim yo. Hava o kadar güzel ki düş kurmayı bile çekmiyor. En içten duygularımla günün tadını çıkarıyorum, aklım da buna kendini bırakmış durumda. Özgür bir memur gibi dolaşıyorum.

Hepsi boş. Hayatı sıradanlaştıran her şey gibi bunlar dişli sur duvarlarıyla dolu bir uyku ve ben de duvarın üzerinden, görevini, görevini tamamlamış bir haberci gibi düşüncelerimin ovasını seyretmekteyim.

Gereken ciddiyeti takınarak, biricik, bir tanecik en iyi kıyafetimi giyer, önüme serilen her şeyin keyfine varmaya bakardım – keyif alınacak bir tarafı olmayanların bile.

Büyük bir sırra erecekmişçesine ayine gider, dışarı çıktığımda, ormanın içinde bir düzlüğe varmış gibi olurdum.

Kesin olan bir şey var: Bir zamanlar ne olduğumu hatırlayabiliyor olmasam, şu anki bene katlanamazdım.

aheste bir nehirden geçen gemilere benziyorlar, ben de sanki kıyıdaki evimde, pencereleri ardına kadar açmış seyrediyorum.

Normal duygularla çizilmiş saçma diyagonal, otomobillerin gürültülü sessizliğinin ortasında bir faytonun tekerleklerinin ansızın gıcırdayışı – zamanın beklenmedik, anaç bir müdahalesi sayesinde varlığını koruyabilmiş bir fayton o hala burada, şimdiki benle kaybettiğim ben arasında, ben dediğim o eski bakışta mevcut hala.

Bir insan ne kadar yükseğe çıkarsa, ister istemez o kadar şeyden de mahrum kalır. Zirvede bir tek ona yer vardır. Ne kadar mükemmelse bütünlüğünü o kadar korumuş demektir; ve bütünlüğünü ne kadar koruduysa, başka biri olma ihtimali o kadar azdır.

Ömrü boyunca girmediği boya kalmamış Amerikalı bir milyonerdi bu. Aşk, şefkat, bağ· yolculuklar, koleksiyonlar. Paranın gücü her şeye kadir olduğu için değil, esas olarak parayı çeken manyetizmanın engel tanımazlığı sayesinde bu olmuştu.

Kısacası bu iki adam da her tuttuğunu koparmıştı. Sadece kollarının uzunluğu farklıydı; geri kalan her şey benzerdi. Böyle adamlara hiç özenememişimdir. En büyük meziyetin, ulaşılmaz olanı elde etmek olduğunu düşünmüşümdür.

Gelecekte sahip olabileceğimiz ünün zevki bugüne aittir geleceğe ait olan, ündür. Maddiyatın verdiği hiçbir zevkle kıyaslanamayacak, gururu okşayan bir hoşluktur bu.

Ben ise, bu fani dünyada kesinlikle hiçbir şey olmadığım halde, şu sayfayı tekrar okurken geleceğin tadını duyabiliyorum önceden, çünkü şu an zaten geleceği yazıyorum; bir oğul gibi gururlanabilirim kavuşacağım ünle en azından, ünün birinde bana ün kazandırabilecek bir şey var elimde.

Şöhret bir madalyadan çok, bir bozuk paraya benzer: Bir yüzünde resim vardır, öbüründe değerini gösteren bir rakam. En yüksek rakamlar bozuk para olarak basılmaz: Onlardan sadece kağıt para olur, değerleri de hep çok düşüktür .

Kimilerinin hayatta büyük bir düşleri vardır ve ona ihanet ederler. Kimilerinin hayatında en ufacık bir düşe yer yoktur gene de ihanet ederler ona.

Zengin olmak uğruna çaba harcamak istesem, bir şekilde bunu başarabilirim; kişisel olsun ya da olmasın, bütün nicel hedefler gibi bu da aşağılık, ulaşılabilir bir hedeftir, kontrol altında tutulması da mümkündür. Peki, vatanıma hizmet etmek, kültürü geliştirmek ya da insanlığı daha iyi noktaya getirmek gibi arzularım varsa, bunları nasıl gerçekleştirebilirim? Ne bunun yolunu öğrenebilirim, ne de sonucu denetleyebilirim.

Doğa, ruhla Tanrı arasındaki farktır.

İnsanın ortaya serdiği ya da dile getirdiği şeyler, tamamen silinmiş bir metnin kenarına alınmış notlar gibidir. Notlara bakarak metnin anlamını az çok çıkarabiliriz; ama hep bir şüphe kalır, olası pek çok anlam vardır.

Ne ilginçtir ki, insanı, hayvanla olan farkını ortaya koyarak gerçekten tanımlayan kelimeler bulmak ne kadar zorsa, üstün insanla sıradan insanın farkını önüne sermek bir o kadar kolaydır.

“Üstün insanla (bence Kant ya da Goethe gibi biri) sıradan insan arasındaki mesafe, sıradan insanla maymun arasındaki mesafeden büyüktür.’’

Ne var ki, yanılsamayı tazeleyen bir şey olur hep, yaptığımız tahlillerdeki sivrilikler gider, sahte bile olsa gerçeklik, sokağın köşesinde yolumuzu gözler.

İnsanoğlu doğduğu günden ölene dek, bütün hayvanlar gibi kendinin dışında kalmaya mahkumdur. Ömrü boyunca, yaşamak yerine üstün nitelikli, daha karmaşık bir bitkisel hayat sürer. Var olduğunu bile bilmediği bazı kıstaslara farkında olmadan uyar, fikirleri, duyguları, eylemleri tamamen bilinçsizcedir; bunun nedeniyse insanların bilinçsizliği değil, iki farklı bilince sahip olmamalarıdır.

Düşüncelerimin yatağından taşmasına izin vererek, sıradan hayatların sıradan öyküsünün dizildiği bir ip oluyorum. Görüyorum ki insanlar her bakımdan, bilinçsiz yapılarının, dışarıdan dayatılan koşulların, onları başarılarıyla temas etmeye ya da etmemeye teşvik eden coşkuların tutsağı olmuşlar; ve temas ettikçe, temasın etkisiyle, temasın sayesinde boş cevizler gibi çarpışmaktalar.

Söz konusu insan hayattan ne kazanmayı beklemektedir, ayrıca nasıl kazanacaktır? Kırmızı şaraplı domuz pirzolasını, tesadüflerin karşısına çıkardığı sevgilisini nereye götürebileceğini zannetmektedir? İnanmadığı cennetlerden hangisine? Bir kurtçuğunkinden farksız, kokuşmuş hayatından başka neyi sığdırabilir toprağa? Bundan daha trajik ya da insanoğlunun insanlığını daha iyi ifade eden bir söz bilmiyorum. Güneşten çıkarlarının olduğunu bilseler, bitkiler de böyle konuşurdu. Kendilerini insan kadar iyi ifade edemeyen hayvanlar, uyurgezerce zevklerini böyle anlatırdı. Kim bilir, şu an konuşurken, kalıcı olacaklarını belli belirsiz hissederek şu satırları yazarken ben de – belki ben de bunları yazmış olmanın anısını “hayattan bütün kazancım” olarak görüyorumdur. Ve sıradan insanların

anlamsız cesetleri toplu mezarlara nasıl gömülürse, benim ölçülerime göre hazırlanmış bu gereksiz metin de toplu unutuşa öyle gömülecek. Domuz pirzolaları, kırmızı şarabı ve sevgilisi olan şu öbür adamla alay etmek ne haddime?

hangimiz ötekini inkar edebilir? İnsan karısını inkar edebilir, ama annesine, babasına ya da kardeşine bunu yapamaz.

Dışarıda, ağır akan geceyi yıkayan ay ışığında, rüzgâr usulca, gölgeler

doğuran belirsiz bir şeyleri oynatıyor. Bu belirsiz şeyler, alt tarafı üst katta asılı olan çamaşırlar da olabilir tabii, ama esasen gölgenin gömleklere kulak astığı yok, o elle tutulmaz bir şekilde, her şeye sessizce ayak uydurarak salınmaya bakıyor.

Sabah erken kalkayım diye panjurları açık bırakmıştım, ama şu ana dek – üstelik vakit o kadar geç oldu ki artık etrafta çıt çıkmıyor– ne uykuya dalabilmiş, ne de tam olarak uyanık kalabilmiş durumdayım. Odamın karanlığının ötesinde ay geceyi aydınlatıyor sahiden de, ama pencereyi aşamıyor. Gümüşsü, içi boş dolungün var olmakla yetiniyor; yattığım yerden gördüğüm karşıdaki çatılar ise, siyaha çalan beyaz akıntılar. Ayın çiğ ışığıyla birlikte, yücelerden gelen, kime hitap ettiği belirsiz bir selama benzeyen, melankolik bir huzur iniyor yere.

Ve ben hiçbir şey görmeksizin, düşünmeksizin, beklediğim uykuyla gözlerim çoktan kapanmış olarak, ay ışığını tam olarak tarif edebilecek kelimeler arıyorum. Eskiler olsa beyaz derlerdi ona ya da gümüşten yapılmış. Oysa bir ay ışığının sahte beyazlığında nice renkler vardır. Yatağımdan kalkıp soğuk camlardan dışarı bir göz atsam, eminim ay, yalnızlık kokan en yüksek yerlerde grimsi, mavili bir beyazlıktadır veya soluk bir sarıdır; üst üste yığılmış kara lekelere benzeyen çeşit çeşit evlerde ise, kâh sabırlı cepheleri simsiyah bir beyazlığın altın rengine boyamıştır, kâh kiremitli çatıların kahvemsi kırmızısını renksiz bir renge boğmuştur. En aşağıda, çıplak parke taşlarının gelişigüzel daireler çizdiği, adına sokak denen huzurlu uçurumda renksizdir, yalnızca taşların griliğinden dolayı hafifçe gövermiş olabilir. Ufuk hizasında belki koyu mavidir, ama göğün en yüksek noktasına yayılan kara maviye benzemeyen bir renktir bu. Pencerelerdeki camlara vuran ise, kara sarı bir ışıktır.

Yattığım yerde, bir türlü zaptedemediğim uykuyla dolu gözlerimi açsam,

içinde incecik, sedefli iplikçiklerin salındığı, sırf renkten ibaret, karlı bir hava görürüm. Şu anki hislerimle hissedecek olursam bir sıkıntıya, beyaz bir gölgeye dönüşür bu ve usulca kararır, o belirsiz beyazlığın karşısında gözlerim ağır ağır kapanırcasına.

Ne zaman herhangi bir şeyi tamamlasam, şaşkına dönüyorum. Şaşkına

dönmekle kalmıyor, üzülüyorum da. İçimdeki mükemmeliyetçilik içgüdüsünün beni bitirmekten alıkoyması, hatta daha baştan, başlamamı bile yasaklaması gerekiyor. Ama oluyor işte: Dalgınlık beni günaha sürüklüyor ve eyleme geçiyorum. Sonunda elimde, kendi irademle gerçekleştirdiğim bir eylemin değil, tam tersine, irademin zayıflığının bir meyvesi kalıyor. Başlıyorum, çünkü düşünecek gücüm yok; bitiriyorum, çünkü kendimi durduracak cesaretim yok. Bu kitap, korkaklığımın ürünüdür.

Daha iyisini yazamayacaksam niye yazıyorum? Ama, kendi seviyemin çok altında kalsam da, kalemimin yettiği şu azıcık şeyi de yazmazsam halim ne olur? İdealleri olan basit bir insan olarak, bir şeyleri gerçekleştirmeye çalışırım ben; karanlık bir odadan korkarcasına korkarım sessiz kalmaktan. Emeğin kendisinden çok madalyaya önem verenlere, başkalarının yaptıklarıyla övünenlere benzerim.

Yazdıkça kendimi alçalttığımı hissediyorum; ama bundan vazgeçemiyorum da. Yazmak, tiksinerek aldığım bir uyuşturucu, kendime yakıştıramasam da bir türlü bırakamadığım rezilce bir alışkanlık.

Doğru, yazdıkça kendimi kaybediyorum, ama kendini kaybetmeyen insan yoktur, yaşamak başlı başına kendini kaybetmek demektir.

Müthiş bir çabayla sandalyemden kalkıyorum, ama o da benimle geliyor, sanki, hem de iyice ağırlaşmış olarak; çünkü öznelliğin sandalyesi bu.

Kendim için kimim ben? Hissettiğim şeylerden biriyim sadece.
Yüreğim çaresizce, delik bir kova gibi boşalıyor. Düşünmek mi? Hissetmek mi? Net olarak tanımlanmış bir şey söz konusu olduğunda nasıl da yoruluruz her şeyden!

Kimileri sıkıntıdan çalışır: Aynı şekilde ben de bazen, söyleyecek bir şeyim olmadığı için yazarım. Düşünmeyen insanın hiç çaba harcamaksızın, kendiliğinden dalıverdiği düşlere ben ancak yazarken kavuşabilirim, çünkü sadece nesir halinde düş kurmayı bilirim.

Sanki karşımda içindeki hiçbir şeyi göremediğim vitrinler varmış gibi, her kelimede durarak yazıyorum. Sonunda bende kalan ise, göz ucuyla seçebildiğim kumaşların renklerine, bilmem hangi nesnelerle bestelenmiş, şöyle bir kulağıma çalınmış ezgilere benzeyen yarım-duygular, yarım-ifadeler. Yazarken, ölmüş çocuğunu kollarında sallayan deli bir kadın gibi kendimi sallıyorum.

oysa nereden geldiğimi bile bilmeksizin, yolların kavuştuğu yerde uyanmıştım. Bir de baktım ki bir sahnedeyim, rolümü hiç bilmiyormuşum, ötekiler ise oynamaya başlamış bile, rollerini benden fazla bilmedikleri halde. Kendimi soylu kıyafetler içinde gördüm, ama kraliçemi benden esirgediler, ayıpladılar beni. Elimde iletilecek bir mesaj vardı, onlara kâğıdın bomboş olduğunu söylediğimde benimle alay ettiler. Hâlâ bilmem niye alay ettiklerini, bütün kâğıtlar zaten beyaz olduğu için mi, yoksa mesajları sezgiyle okumak gerektiğinden mi.

Nihayet dört yol ağzında bir taşa çöktüm, hiç sahip olmadığım ocağın başına otururcasına. Ve yalnız kalır kalmaz, bana verdikleri yalanla kâğıttan gemiler yapmaya koyuldum. Kimse, bir yalancı olarak bile istemedi varlığıma inanmayı ve benim de gerçek olduğumu kanıtlayacak bir gölüm yoktu.

Bilinmedik bahçelerdeki havuzların özlemi… Asla var olmamışlara duyulan şefkat…

Her şey olsam, onlar olsam ve olmasam.

Bazı metaforlar, sokakta yürüyen insanlardan daha gerçektir. Kimi kitapların kıvrımlarında saklanan tasvirler, nice erkeklerden, nice kadınlardan daha berrak hayatlar sürerler. Bazı edebî cümleler, insanlar gibi birer kişiliğe sahiptir. Yazdığım kimi sayfalarda beni dehşete düşüren ifadeler var, o derece insana benziyor bunlar, gece karanlığında odamın duvarlarında o derece belirginleşiyorlar… İster yüksek sesle okunsun ister alçak sesle –çünkü seslerini silmek mümkün değildir–, yazdığım birtakım cümlelerin sesi, kesinlikle benim dışımda olan, bağımsız bir ruha sahip bir şeyin sesini yansıtıyor.

Bazı varlıklar saatlerce acı çekmeye, bir tablodaki figür ya da iskambil kâğıdındaki resim olamadıkları için saatlerce üzülmeye elverişlidir.

farklı zamanlara ve uzaylara sahip iki ayrı krallıkta kral olduğumu hayal edememek bana ıstırap veriyor. Somut bir acı bu. İnsanın karnının acıkması gibi bir şey.

Bugün durduğum yerden, uzak mı yoksa yakın mı olduğunu tam ayırt edemediğim bu geçmişe dönüp baktığımda düşünüyorum da, bu düş kırıklığını genç yaşta tecrübe etmek iyi olmuş.

Hem ayrıca, imkânsız sevgililer size sahtekârca gülümsemez, yalandan şefkat göstermez, küçük hesaplarla cilve yapmaz. O sevgililer asla bırakıp gitmez ve bizim için hep vardırlar.

Günün birinde aniden ilham gelse, sanatın olanca gücü içime dolsa, uykuya bir güzelleme yazardım. Hayatta uyuyabilmekten daha büyük zevk tanımıyorum. Uyurken hayat ve sanat tamamen hükümsüz kalır, varlıklardan, insanlardan tamamen uzaklaşırsınız, hatırasız, yanılsamasız bir gecedir uyku – ve nihayet, geçmişin de, geleceğin de olmayışıdır…

İster taze olsun ister bayat, ne zaman böyle bir haber alsam içimde küçümsemeye ya da bulantıya benzeyen tuhaf bir rahatsızlık duyarım. Birilerinin kalkıp harekete geçerek herhangi bir şeyi değiştirebileceğini hayal etmesi aklımı incitir. Ne türden olursa olsun şiddeti daima, insanoğlunun özündeki aptallığın hoyrat bir yansıması görmüşümdür.

Kendi kendiyle savaşamayan insan başkalarıyla savaşır. Kendini daha iyiye götürmekten âciz olan biri reform yapmaya kalkışır.

Doğru hisseden, dürüst düşünen bir insan, dünyadaki kötülük ve adaletsizlikten rahatsızsa, gayet doğal olarak bunun önce kendine dokunan kısmını düzeltmeye çalışmalı, yani kendini. Bu zaten bir ömür boyu sürer.

Kalemimize bir solukta koca bir sayfa yazı döktüren içimizdeki dürüst taraf, ölmüş duyarlılığımızı canlandırmamızı sağlayan reform – işte budur gerçek, bizim gerçeğimiz, biricik gerçek.

tek isteğim, gökyüzünü pis bir grilikle kaplayan durgun bulutların silinip gitmesi; aralarından mavilikler fışkırsın istiyorum, açık, kesin gerçekliktir mavi, çünkü hiçbir şey değildir, hiçbir arzusu yoktur.

Hayatta en tiksindiğim şey, toplumsal ahlak edebiyatı. Sırf “görev” kelimesi bile, davetsiz bir konuk gibi batar bana. pencereden tepeme atılmış çöpler kadar sinirimi bozar.

Konuşma yetisinden ötürü başkalarını seven, yaşama hırsından dolayı onlardan nefret eden, tam olduğu gibi, yani şehvetli, bencil, kendini beğenmiş bir yaratık olarak hayatını geçiren insanoğlu, uyaksız, mantıksız kelimelerle evcilik oynamaktan ne anlar?

İnsanları yönetme sanatının temelinde iki ilke yatar: Onları baskı altında tutmak ve aldatmak.

Bence bir adamla bir ağaç arasında temel bir fark yoktur; ve hiç kuşkusuz, hangisi ortama daha çok yakışır, düşünceli gözlerimin ilgisini daha çok çekerse, onu tercih ederim. Bu bir ağaçsa, ağacın kesilmesine adamın ölmesinden daha fazla üzülürüm. Gün biterken güneşin öyle gitmeleri var ki, bir çocuğun ölümü bile yüreğimde öyle büyük yara açamaz. Her konuda kendimi hissetmeyen varlığın yerine koyarım ki o da hissetmiş olsun.

olayları bana göründüğü gibi söylemem şart, ben, ben olduğum için.

Yan yana yaşadığımız varlıkları taklit ederek oynadığımız bütün roller başımıza yıkılsa bile yılmayalım – dürüstlükten değil, sadece biz, biz olduğumuz için; biz olmak, göçüp giden dış dünyaya ait şeylerle hiçbir ortak noktamızın olmaması demektir, varlığımız diye gördükleri şeyin üstüne çökseler bile.

Eylem adamları, düşünce adamlarının gönülsüz köleleridir. Varlıklar, ancak haklarında yapılan yorumlarla değer kazanır. Sözgelimi birileri bir şeyler yaratır, ötekiler de anlam niteliği kazandırarak bunları hayata dönüştürür. Anlatmak yaratmaktır, çünkü yaşamak yaşanmış olmaktan başka bir şey değildir.

Bütün çabalarıma rağmen, aklımın dışındaki her şeyin süs olsun diye var olduğunu düşünmekten kendimi alamıyorum.

(çünkü kendi kendiyle kalmış bireyin ve sadece onun gerçek anlamda düşünme yetisine sahip olduğu göz önüne alınırsa, toplu hareketlerin samimiyetine ikna olmam çok zor).

Gerçekten ıstırap çekenler böyle sürüler halinde dolaşmaz, gruplar kurmazlar. Acı denen şey, yalnız başına çekilir. Onları görünce uyku bastırdı, ağır, bunaltıcı bir uyku.

İnsanoğullarının sürdüğü hayata alıcı gözle baktığımda, hayvanların hayatıyla arasında hiçbir fark göremiyorum. İnsanlar da hayvanlar da bilinçsizce olayların ve dünyanın ortasına fırlatılıvermişler; bazen biraz durup gönül eğlendiriyor

Kedi güneşte yuvarlanır, oracıkta uyuyakalır. İnsan karman çorman hayatın içinde yuvarlanır ve oracıkta uyuyakalır. İkisinin de yazgısı neyse o olmaktır. İkisi de var olmanın yükünü sırtından atmaya yeltenmez. İnsanların en büyükleri şana şöhrete düşkün olur; bunu tamamen kendilerine ait bir ölümsüzlükten çok, belki hiçbir şekilde ulaşamayacakları, soyut bir ölümsüzlük olarak kabul ederler.

Aklımı sık sık yoklayan bu değerlendirmelerin sonucunda, içgüdüsel olarak tiksinti duyduğum bazı insanlara karşı içimde ansızın bir hayranlık uyanıyor.

Biz geri kalanlar ise, gene hayvanca, ama kâh daha karmaşık, kâh daha yalın hayatlar sürer, seyirciye caka satarak yürümekten başka derdi olmayan sessiz figüranlar gibi sahneden geçeriz. İnsan, köpek, kedi, kahraman, bit ve

dehalar; hepimiz yıldızların sonsuz huzurunun altında aslında düşünmeden (çünkü en iyiler düşünmekten başka şey düşünmez) varoluşu oynarız.

Manzum ya da nesir bir büro çalışanı olacağım daima.

Sanki hapse girecekmişim gibi, bütün varlıklarda olan o tekdüzelik batıyor bana bugün. Oysa, iyice düşününce anlıyorum ki, asıl tekdüze olan benim. Bütün yüzler, hatta dün gördüğüm bir yüz bile bugün farklı, çünkü bugün, dün değil.

Bu yüzleri, bu alışkanlıkları, bu günleri görmek istemiyorum artık. Başka biri olmalı, hücrelerime sinmiş bu rol yapma saplantısının yorgunluğunu atmalıyım. Uyku huzurla değil, hayatla çöksün üstüme. Deniz kenarında bir kulübe, hatta dağların sarp eteklerinde bir mağara yeter bana. Ne yazık ki istemekle olmuyor.

yani kendimdeki tekdüzelikten kurtulmak uğruna bir kulübeye ya da mağaraya kaçmaya hazırım, ama, kendi varlığımın bir özelliği olan tekdüzeliği gittiğim her yere taşıyacağımı bile bile, o kulübeye gitmeli miyim acaba? Var olduğum yerde, var olduğum için göğsüm sıkışırken ve bu hastalığın etrafımı saran şeylerden değil, ciğerlerimden kaynaklandığını bilirken, daha rahat nefes alabileceğim bir yer bulabilir miyim? Katıksız güneşi ve özgür enginleri, görünen denizi ve bütün ufku deliler gibi arzulasam da, – kim bilebilir yatağımı ya da alışık olmadığım yiyecekleri, hatta sadece artık dört kat aşağı inmemeyi, köşedeki tütüncüye uğramamayı, geçerken aylak berbere selam vermeyecek olmayı yadırgamayacağımı?

Etrafımızı saran her şey bizim bir parçamız haline gelir, etin ve hayatın algılarına sızar. ağır ölümün rüzgârda sallanan hafif döşeğinde bizi yatıştırır.

Bir gün ışığı, tepemizden geçtiğini ansızın beliren gölgesinden anladığımız bir bulut, esiveren bir meltem ve dindiğinde ardından gelen sessizlik, şu ya da bu yüz, uzak sesler, sohbete dalmış seslerin arasında arada bir patlayan bir kahkaha ve sonra yıldızlarla yazılmış, duygulardan yoksun, paramparça hiyerogliflerin yükseldiği gece.

Hepimiz hırsla bir şeylerin peşinden koşarız, ama ya hırsımızı gideremeyip yoksullaşırız ya da giderdiğimizi sanır, bu sefer de zengin deliler olup çıkarız.

Bana acı veren yazdıklarımın en iyisinin kötü olması ve bir başkasının, düşlerimi süsleyen öteki insanın bu işi benden katbekat daha iyi yapacağını bilmek. Sanatta ya da hayatta bütün ürettiklerimiz, tahayyül ettiklerimizin kusurlu kopyaları olmaktan öteye gitmez. Sırf dışımızdaki değil, içimizdeki mükemmellik de bozulmaya mahkûmdur; yaptıklarımız sadece olması gerekene göre konulmuş kurallara değil, olabileceğimizi düşündüğümüz şeyin kurallarına da uymayabilir. İçimiz gibi dışımız da oyuk ve boştur, beklentilerin ve vaatlerin elinde oyuncaktır ikisi de.

Kapılarını dışarı kapatmış bir ruhun olanca sertliğiyle yazdım bu yapayalnız metinleri sayfa sayfa, her hecede yazdığımın değil, yazdığımı sandığım şeyin o sahte sihrini yaşadım! Hayatın hakaretlerine karşı aldatıcı bir intikam gibi, kalemimin yakalayamadığı bir hızla doğduğunu hissettiğim kanatlanmış anlarda, hevesle, alaycı bir büyünün etkisiyle nesrimin şairi olduğumu sandım!

çamaşırlar dans ediyor.

Ben de mutluydum, çünkü varım. İşe vaktinde gitmek gibi büyük bir hedefle, heyecan içinde çıktım evden. O gün hayatın nabzı, güneşin yeryüzünde, farklı enlem ve boylamlarda, almanakta yazan saatte doğmasını sağlayan öteki mutlu nabızla birlikte atıyordu. Mutluluğumun nedeni, kendimi mutsuz hissetmemin imkânsız olmasıydı. Huzur içinde, büyük bir güvenle yokuştan indim, çünkü çok iyi bildiğim işyeri ve orada karşılaşacağım tanıdıklar güvenilir şeylerdi.

Aslında kanaatkâr biri sayılırım: Yağmur dinsin, kutsal güneyimizin güzel güneşi parlasın, yeter bana; ve bir de üzerlerindeki koyu lekelere taban tabana zıt sapsarı muzlar, çeneye kuvvet muz satanlar – Rua da Prata’nın kaldırımları, ötelerde mavisine altın bulaşmış, yeşillenmiş Tejo, evren sisteminin bu küçük, bildik köşesi eksilmesin gözümün önünden.

Gün gelecek, hiçbirini göremez olacağım, kaldırım kenarlarındaki muzlar, cevval satıcıların sesleri, gazete satan çocuğun sokağın köşesine, karşı kaldırıma yan yana dizdiği günlük gazetelerse yaşayacak.

muzlar güneşi adeta içmiş, doğal bir ışık kaynağı gibi yansıtıyor. Ama ritüellerden, simgelerden utanan biri olarak, sokaktan bir şey almaya da çekinirim. Muzlarımı iyi saramayabilirler, adabıyla satamayabilirler, çünkü ben de adabıyla alamayabilirim. Fiyat sorarken sesim tuhaf gelebilir.

Çoğu insanın hayatı aptalca yaşamasından daha fazla şaşırdığım tek bir

şey var: aptallığın içinde bile kendini belli eden zekâ.
Sıradan hayatların tekdüzeliği gerçekten de dehşet verici. Kendimi bu

sıradan lokantada, öğle yemeği yerken buluyorum, tezgâhın arkasındaki aşçının karaltısına ve yanı başımdaki, yaşını başını almış garsona bakıyorum, garson sanırım aşağı yukarı kırk yıldır bu mekâna ve bana hizmet veriyor. Bu insanlarınki nasıl bir varoluştur? Nedendir, nasıldır bilmem ama, evlenmiş, dört oğluyla bir kızı olmuş – tezgâhın arkasından benim olduğum tarafa eğildiğinde gülümsemesinde insana mutluluk veren, büyük bir memnuniyet okunuyor. En ufak bir sahtekârlığı yok, zaten rol yapmasına gerek de yok. Kendini mutlu hissediyorsa, gerçekten mutlu demektir.

Ya bana servis yapan, masalara kahve bırakmakla geçmiş bir ömrün herhalde milyonuncu kahvesini şu an önüme koymakta olan şu ihtiyar garson? Hayatı aşçınınkiyle aynı, tek farkları, dört beş metrelik bir mesafeyle birinin mutfakta, öbürünün lokantanın salonunda durması.

Bu hayatları korkuyla karışık bir şaşkınlıkla izliyorum ve tam dehşet, acı ve isyan duygularım kabarırken, birden fark ediyorum ki, dehşet, acı ya da isyan duyan yoksa, bunları hissetmek ilk başta bu hayatları yaşayanların hakkıdır. Edebî imgelemin temel kusuru budur: Ötekilerin biz olduğuna, bizim gibi hissetmek zorunda olduğuna inandırır bizi. Ama ne mutlu insanlığa ki, her insan yalnız kendidir ve fazladan birkaç kişi olma yeteneği sadece dehalara bahşedilmiştir .

Meselenin özüne bakacak olursak, her şey adamına göre verilmiştir. Lokantanın aşçısını kapıya koşturan sokaktaki eften püften bir olay, en özgün düşüncenin, en iyi kitabın, yararsız hayallerimin en lezzetlisinin bile beni eğlendiremeyeceği kadar eğlendiriyor onu. Ve tekdüzelik hayatın temeliyse, doğrusu şu ki, bu aşçı bana kıyasla çok daha ustaca, hatta çok daha kolayca çıkmıştır işin içinden.

Sultan Abdülhamid Han’ın Sosyal ve Dini Hususlardaki Hassasiyetleri Numan Aydoğan Ünal 5402 ABDÜLHAMİD HAN SİYASETTE BÜYÜK BİR DAHÎ İDİ Numan Aydoğan Ünal 5391 Batılılara Göre Osmanlıların Ahlak ve Fazileti Numan Aydoğan Ünal 5370 Vefât yıldönümünde çağımızın Yesevî’si Seyyid Ahmet Arvâsi (31 Aralık 1988) Halit Kanak 5367 OSMANLI BİR ÇİÇEK MEDENİYETİ İDİ Numan Aydoğan Ünal 5366 İslam'ın Mektebi Türkistan Nimetullah Arvas 5359 Anadolu Nere Birmanya Nere? Uzak Doğu'da Osmanlı Esirleri Numan Aydoğan Ünal 5349 3. Sultan Mehmed Han’ın Eğri Seferinin Çıkışı Tülay Reyhanlı 5346 Büyük Bir Kültür Hizmeti: ‘‘Türkçeye Sûikast!..’’ Ö. Serdar Akın 5343 Tarihten Günümüze Rus Yayılmacılığı Dr. Mehmet Can 5331 Seyid Onbaşı Mermiyi Nasıl Kaldırdı? Prof. Dr. Beynun Akyavaş 5325 Zaferler Ayı: Ağustos Nimetullah Arvas 5323 Tireli Şehid Mehmed Prof. Dr. Beynun Akyavaş 5313 Osmanlıda Kitap Sevgisi Prof. Dr. Suat Ungan 5311 Osmanlıda Türkler Ve Azınlıklar Prof. Dr. Osman Kemal Kayra 5304 Türk Dünyası Bakanlığı Kurulmalı Meryem Aybike Sinan 5301 Türk Tarihinden Hazin Sayfalar: Göçler-Sürgünler Dr. Mehmet Can 5296 Feryadname Ali Çamlıbel 5277 Türk Milletinin Karakteri Hans Barth 5274 Türk Milleti'nin Açlıkla İmtihanı Numan Aydoğan Ünal 5257 Türkler Tarihin En Muhteşem Devletlerini Kurdular Prof. Dr. Ramazan Ayvallı 5249 Doksan Üç Harbinde Sarıklı Bir Mücahid: Erzincanlı Şeyh Mustafa Efendi Numan Aydoğan Ünal 5232 Türklerin İslamiyet'e Hizmeti Nimetullah Arvas 5186 Osmanlı Arşivi Bulgarlar'a Nasıl Satıldı? Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci 5173 Soyu-Sopu, Dili Belli Bir Millet: Osmanlı Prof. Dr. Osman Kemal Kayra 5106 Türkler: Dünyanın En Misafirperver Milletidir Numan A. Ünal 5097 Türk'ü Doğru Tanımak! Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil 5091 Aklı Olan Herkes Onlara Katılsın, Türkçe Öğrensin Kâşgarlı Mahmud 5087 TÜRKSOY’un uzak diyarları… Meryem Aybike Sinan 5075 Sinsi İngiliz Siyaseti Mısır’ı Ne Hâle Getirdi? Numan A. Doğan 5074 Amerikalı Akademisyene Göre Kitap Aşığı Bir İstanbul Valisi: Beşir Ağa: Murat Öztekin 5063 Gerçek Ülkücü Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil 5054 Çöken İslam Alemi Üzerine Doğan Güneş: Selçukîler Prof. Dr. Osman Kemal Kayra 5048 Dünden Bugüne İsim ve Soyadlarımızın Hikayesi Numan Aydoğan Ünal 5028 Küçük Kerim Onbaşı Annesini Bulabildi mi? Rifat Erdal 5018 Batılıların Gözünden Türklerin Hayvan Sevgisi Numan A. Ünal 5017 Fedakâr Bir Osmanlı Zabiti: Yüzbaşı Selahattin Yüzbaşı Selahattin 5005 Kanla Yazılan Kelime-i Şehadet Yüzbaşı Selahattin 4991 Yunanlılar'ın Dedeleri, Türk İdaresine Kavuşmak İçin Dua Etmişlerdi Prof. Dr. Erhan Afyoncu 4973 Alparslan Türkeş’ten Tarihî uyarı! Alparslan Türkeş 4969 Osmanlı Bir Vakıf Medeniyeti İdi Prof. Dr. Sıtkı Göksu 4966 Busbecq’in Kaleminden Preveze Zaferimiz Ogier Ghislain de Busbecq 4955 Büyük Dava Adamı Seyyid Ahmet Arvasi Meryem Aybike Sinan 4946 Milli Eğitim Bakanı'na Açık Mektup Mehmet Şevket Eygi 4938 Kâşgarlı’dan Osmanlı'ya Türk Olmak Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil 4930 Hey Kıtalara Sığmayan Koca Türk! Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil 4926 Türkiye'de Oğuz Boyları Prof. Dr. Osman Kemal Kayra 4922 Mehmedçiğin Şehit Olmadan Son Sözü: “Bu Ne Suyudur?’’ Hüseyin Cemal 4920 Selçuklu’da Tıp ve Şifahaneler Prof. Dr. Hilmi Demir 4884 Türk Sultanlarının Bağdat Seferleri Numan A. Ünal 4875 Bozkurtların Yürüyüşü Rahim Er 4857 Barbaros Hayrettin Paşa’nın Padişah Sevgisi Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil 4842 Padişah Duası "Ab-ı Hayat"tır Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil 4833 Sarıkamış Sehidlerinin Taş Mezarları Ahmed Rıza İrfanoğlu 4822 Azerbaycan’ı Konuşacak Kafkasya Uzmanı Yok! Meryem Aybike Sinan 4811 Selçukluların Sünnî Türk - İslam Tarihindeki Önemi Prof. Dr. Ramazan Şeşen 4794 Yabancı Seyyahların Gözünden Türkler'de Temizlik Prof. Dr. Suat Ungan 4792 Osmanlı Vakıf Malları Nasıl Yağmalandı? Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci 4789 Bağdat-Mavi Vatan-Trablusgarb Hattı!.. Rahim Er 4788 Alman Doktora Diplomalarında Besmele-i Şerif Hüseyin Gökalp 4779 Kanuni Sultan Süleyman: “Camiye Çevrilen Kilisenin Statüsü Değiştirilemez” A. de Lamartine 4778 İstanbul'un Fethini Gören Bir Venediklinin Notları Nicolo O Barbaro 4768 Türk Gençliği Millî Kültürünü Ne Zaman Doğru Öğrenecek! Numan A. Ünal 4764 İstanbul'un Fethinin Mânâsı Prof.Dr.Süheyl Ünver 4761 Libya'daki Türk Aşiretleri: Kuloğulları Editör 4747 Türk'ü Doğru Tanımak Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil 4738 Vahşi Batı K. Abdullah Bediroğlu 4737 Fransız Devlet Adamı Henri A. Ubicini: Müslümanlar Barbar Değildir Osman Ünlü 4727 İslam'da Cihad: Tarihte Muhteşem Zaferleri Nasıl Kazandık? Numan Aydoğan Ünal 4724 Osmanlının Ehl-i Beyt Sevgisi ve Nakibü’l-eşraflık Numan Aydoğan Ünal 4717 Bayrak Şairi: "Arif Nihat Asya" Meryem Aybike Sinan 4705 Anlaşılamayan ve Anlatılamayan Seyyid Ahmet Arvasî Hoca Prof. Dr. Osman Kemal Kayra 4699 Türk Halkının Karakteri Dr.Hans Barth 4663 Türkler ve Atları Ignace Dalle 4662 Büyük Malazgirt Zaferi Rahim Er 4661 Osmanlı’da Şaheser Bir Sultan Vakfiyyesi İbrahim Hakkı Konyalı 4643 Türk Tarihinden Hazin Bir Sayfa: Sultan Abdülhamid Han'ın Japonya Siyaseti ve Ertuğrul Faciası Numan Aydoğan Ünal 4633 Türkçemiz Kasten Nasıl Fakirleştiriliyor, Yozlaştırılıyor? Numan Aydoğan Ünal 4621 Türklerin İslâmiyeti Kabûlü Prof.Dr. Nesim Yazıcı 4608 Esas Bekâ Meselemiz "Dilimiz" Hakiki Türkçe Elden Gidiyor!.. Numan Aydoğan Ünal 4596 Rusya’da İslamiyet’in Dünü - Bugünü Numan Aydoğan Ünal 4587 Ayasofya Camisi'nin Minareleri Yıkılmaktan Nasıl Kurtuldu? Mustafa Özdamar 4577 Bizim Türkümüz Mehmet Güneş 4575 Osmanlı Hanedânının İtibarı Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci 4561 Birinci Dünya Savaşı'nda Rusya'daki Esir Türk Askerleri Numan Aydoğan Ünal 4551 Mehmetcik'de Vatan ve Anne Sevgisi Hasan Ethem 4532 Arvasi kardeşliği… Meryem Aybike Sinan 4518 Ermeni diplomat D'Ohsson'a göre 18. asırda Türkler Ö. Serdar AKın 4500 Anadolu'nun Kapılarını Türklere Açan Sultan: Muhammed Alparslan Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil 4499 Türkler ve Atları Ignace Dalle 4483 Bakü'nün Kurtuluşu Ö. Serdar Akın 4478 Malazgirt Zaferi'nden Sonraki Anadolu Seyyid Ahmet Arvasi 4475 Türk Gençliği Bunları Niçin Bilmiyor? Ahmed Gürkan 4456 Osmanlı Askerinden Bir Asalet Örneği: Üsteğmen Zahid Efendinin Hanımına Yazdığı Vasiyetname Ö. Serdar Akın 4430 Türklerin Uğradığı İşkence, Sürgün, Katliam ve Soykırımlar Dr. Salim Durukoğlu 4428 Birinci Dünya Savaşında Ruslar Tarafından Sibirya’ya Sürülen Osmanlı Esirleri Prof. Dr. Alfina Sibgatullina 4421 Erol Güngör gerçeği! Meryem Aybike Sinan 4404 Türk Âleminin Çileli Üstadı:Osman Yüksel Serdengeçti Dr. Mehmet Can 4395 Nizâmülmülk Hac Yolundan Niçin Geri Döndü? İslam Âlimleri Ansiklopedisi’nden 4383 Orhun'dan Tuna'ya Türklerin Yolculuğu Prof. Dr. Osman Kemal Kayra 4367 17. Asirda İngiliz Diplomatı Ricault Osmanlı Hakkında Ne Dedi? Yılmaz Öztuna 4361 Çekirgenin Serçeden Ne Farkı Var? N. Aydoğan Ünal 4350 Ertuğrul Gazi Vilayeti Rahim Er 4341 Halk Parti Devrinde Bütün Türbeler Kapatılmıştı İbrahim Hakkı Konyalı 4330 I. Cihan Savaşında Esir Türk Askerlerinin Esir Kamplarına Götürülmeleri Tam Bir Faciaydı Prof.Dr. Cemalettin Taşkıran 4319 Cezayir’de Türk İzleri Ahmet B. Karabacak 4311 Osmanlı Eğitimi Mehmet Şevket Eygi 4306 Yabancı Fikir Adamlarının Osmanlı-Avrupa Mukayesesi Yavuz Bahadıroğlu 4304 Belgelerle Kerkük Gerçeği Ahmet Özkılınç 4297 Anadolu-Filistin Nere; Birmanya (Myanmar) Nere ?.. Dr. Emel Esin 4293 Anadolu'nun Kapılarını Türklere Açan Sultan: Muhammed Alparslan Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil 4280 Osmanlı Şehzadelerinin Tahsile Başlama Merasimi Prof. Dr. Murat Sarıcık 4248 Kanûni Devrinde Bir Osmanlının Türkistan ve Uzak Doğu Seyahatnamesi Serkan Acar 4231 Osmanlıda Ekmeğe Büyük Saygı Sadık Albayrak 4229 Çanakkale'de Bir Şehidin Son Sözleri Ö. Serdar Akın 4220 İslami İlimler Türk Coğrafyasında İnkişaf Etti Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu 4185 Darbeye Karşı "Türk Refleksi"! D. Mehmet Doğan 4177 Piri Reisin Duası Ö. Serdar Akın 4168 Türkiye, Mazlumların Umudu: İşte Batılıların Korkusu Bu! Yusuf Kaplan 4165 Osmanlı Padişahlarının İlme Verdiği Değer: Huzur Dersleri Prof. Dr. Ahmet Turan Arslan 4161 Iraklı Türklerin Tarihi M. Necati Özfatura 4156 Eyüb Sultan'da Namaz Saati Yahya Kemal Beyatlı 4155 Irak Türkmenlerinin Çilesi M. Necati Özfatura 4150 I. Dünya Savaşında Ispartalı Esirler Durali Oğullarından Mehmet Ali Karaca 4142 İnsan ve Eğitim Kamran İnan 4129 Türklüğün Perişan Hali Osman Yüksel Serdengeçti 4118 Amerikalı Hanıma Göre Harem-i Hümayun Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil 4103 İçtimai Değişme Üzerine... S.Ahmet Arvasi 4088 Türk Gençliği İçin Acil İhtiyaç: Güçlü Bir Millî Ve Manevî Maarif Samiha Ayverdi 4068 Türkiye: "Ana Kucağı, Baba Ocağı" Prof. Dr. Veysel ASLANTAŞ 4054 Osmalının Asaleti Nereden Geliyor? Mehmet Köseoğlu 4033 Kut Bayramınız Kutlu Olsun Rahim Er 4030 Tarih Şuuru Rahim Er 4022 Osmanlı Devleti Bütün Esnafı Hassasiyetle Kontrol Ederdi Sadık Albayrak 4010 Ey Türk Milleti! ProProf. Dr. Osman Turan 3987 Osmanlı Savaşta da Barışta da Asîl İdi Müşir Hüseyin Kıdwai 3973 Fatih Devrinde Türk Akıncıları Yılmaz Öztuna 3946 1950 Öncesi Türkiye Talat Asal 3915 İstanbul'un Fethini Gören Bir Venediklinin Notları Nicolo O Barbaro Aslen Venedik'li olup İstanbul'un feth edildiği günlerde bu şehirde bulunan gemi doktoru Nicolo O Barbaro, kuşatma sırasında gördüğü hadiseleri "günlük" olarak kaydetmiş. Aslı Venedik'deki Biblioteca Marcina'da bulunan bu hatırat Yurdakul Fincancıoğlu tarfafından Türkçeye tercüme edilerek "1453 Komstantinopl Kuşatması Güncesi" adıyla basılmıştır. İstanbul'un fetinin 557. yıldönümü münasebeti ile bu hatıratın bazı bölümleri özetlenerek aşağıya alınmıştır. Editör

 ______                                       

12 Nisan:

12 Nisandan 18 Nisana kadar, gece-gündüz süren olağan topçu ateşi ve şehir surlarındakilerle Türkler arasında görülen ufak - tefek müferze çatışmaları dışında denizde veya karada pek az hareket oldu. Surdakiler (Bizanslılar), Türklerin, özelliklede Sultanın askerleri yeniçerilerin, ta duvarın dibine kadar geldiklerini ve çatışma çıkarmağa çalıştıklarını gördüler. Hiç biri ölümden korkmuyordu, yaban hayvanları gibi geliyordu. Biri, ikisi öldürüldüğü zaman hemen daha çok Türk geliyor, surlara ne kadar yakın olduklarını umursamaksızın, birinin sırtında bir domuzu taşıması gibi yararlıları sırtlarına vurup gidiyorlardı.

Bizimkiler silahlarlar ve tataroklarıyla ölü vatandaşını taşıyan Türkleri nişan alarak ateş ediyorlardı. Bazen her ikisi birden cansız yere düşüyorlardı. Ama; hemen başka Türkler geliyor, onları alıp götürüyorlardı; hiçbiri ölümden korkmuyor, tam tersine tek bir Türk ölüyü sur dibine bırakma utancını duymaktansa kendilerinden on kişinin ölmesinden razı oluyorlardı.

18 Nisan:

Surların önüne çok sayıda Türk geldi. Çarpışmalar gece yarısı saat iki dolaylarından sabahın altısına kadar sürdü, bir çok Türk öldü. Geldiklerinde ortalık karanlıktı, o yüzden bizimkiler saldırmalarını beklemiyorlardı; surlara gelirken attıkları naralar ve çalpara sesleri tarifsizdi. Öyle ki, sanki olduğundan daha fazla Türk gelmişti. Savaş naraları ordugahlarının olduğu yerden 12 mil ötede Anadolu yakasında bile duyuluyordu.

18 Mayıs:

Türkler geceleyin harikulade bir kule inşâ ettiler. Gece boyunca çok sayıda Türk çalıştı. Ve bir gecenin içinde hendeğin hemen önünde Cresca denen yerde nöbetçi kulelerin duvarlarından daha yüksek bir kule ortaya çıkardılar. Bu kule öyle bir tarzda yapıldı ki kimse onun öyle yapılacağına inanamazdı. Daha önce imansızlar (Türkleri kasdediyor) ne bu türden bir çalışma ortaya koymuşlar, ne de bu kadar iyi inşa etmişlerdi. 

Gerçekten söylemeliyim ki Konstantinopl'daki Hıristiyanların hepsi bu çapta bir şey inşa etmek isteselerdi, bunu bir ayda dahi yapamazlardı. Halbuki Türkler bunu bir gecede yaptılar, bu dikkate değer kule şehrin ana surlarından on adım mesafedeydi. Oradaki surlarda çok sayıda silahlı insan toplanmıştı. Hepsi kuleye hayran hayran bakıyorlardı. Gerçi ben bir gecede inşa edildi dedim ama, aslında kule sadece dört saatten az bir sürede yapıldı. Öyle çabuk inşa ettiler ki surların tepesinde orayı koruyan nöbetçiler kulenin yapılmakta olduğunu fark edemediler. Sadece sabahleyin bitmiş olduğunu gördüler ve ne yapıldığını görünce büyük bir korkuya kapıldılar.

Bu dikkate değen eseri inceleyince de kulenin inşâ edilmek üzere olduğunu bildirmek üzere Haşmetmeap İmparatora koştular. İmparator asillerle birlikte derhal bu hârikulade şeyi görmeye geldi. Hepsi kuleyi görünce korkudan düşüp ölecek gibi oldu. Bu kulenin nöbetçi kulelerine tepeden baktığını görünce şehrin düşmesine sebep olabileceği korkusuna kapıldılar. Kulenin her şeyden önce sağlam bir kirişlerden yapılma bir iskeleti vardı. Çepeçevre deve derisi ile kaplanmıştı. Öyle korunuyordu. İçi yarı yarıya toprak doluydu. Dış çevresinde de yarı yarıya toprak vardı. Bu yüzden top veya silah yahut tataroku, kuleye zarar veremezdi. Ayrıca çevresine parmaklık koymuşlar ve hepsinin üstünü de deve derisi ile kaplamışlardı. 

Bunun ötesinde kuleden kendi ordugahlarına en azından yarım mil uzunluğunda bir de yol açmışlardı. Yolun her iki yakasında ve hem üstünde çift kat parmaklık vardı, o da deve derisi ile kaplanmıştı. Böylece kuleden ordugaha, silahlara, oklara, mızraklara veya ufak çaplı top atışına karşı herhangi bir tehlike içinde olmaksızın gidilebilirdi.

Türkler toprağı kazıp hendeğe dolduruyorlar, böylece bir toprak yığını meydana getiriyorlardı. O kadar çok toprak yığdılar ki nöbetçi kulelerinin duvarına tepeden bakmaya başladılar. Bu kule, şehri ele geçirmekte onlara büyük yardımcıydı.

19 Mayıs:

Melanet kumkuması bu lanet Türkler Pera yakınlarından Konstantinopl'a kadar Haliçi boydan boya kat eden bir köprü yapıp ortaya çıkardılar. Bu sağlam olsun diye birbirine sıkıca bağlanmış, uzun kalaslarla kaplı büyük varillerden oluşan köprü idi. Köprüyü, genel bir hücuma girişildiğinde saldırı daha etkili olsun diye yapıp, gerektiğinde Haliç'e sermek üzere hazır hale getirmişlerdi.


20 Mayıs:

Topçu atışı surları sürekli olarak yerle bir ediyor ve biz Hıristiyanlar yıkılan surları varillerle söğüt dallarıyla ve toprakla onararak eskisi kadar sağlam hale getiriyorduk. Surların sağlam olması gerektiği için onarım işi acele ve öncelik gösteriyordu. Bu sebeple de erkek olsun kadın olsun, genç, yaşlı herkes ve rahipler bu işte çalışıyordu.

Toplar çok büyüktü. Hele biri vardı ki aşırı ölçüde büyüktü; 1200 pound ağırlığında gülle atıyordu ve bu top ateşlendiği zaman patlama sesi ile şehrin bütün surları ve bu surların içindeki yer sallanıyordu. Hatta limanın içindeki gemiler bile sarsıntıyı hissediyordu. Çıkardığı büyük gürültünün meydana getirdiği şok sebebiyle bir çok kadın baygınlık geçiriyordu. Bütün imansızlar dünyasında bundan daha büyük top gören olmamıştı. Surların büyük bölümünü yıkan da bu toptu.21 Mayıs:

Tanyeri ağarmadan iki sat önce Baltalimanı'nda demirli olan Türk donanmasının hepsi harekete geçti. Kürek çekerek limandaki bumbaya kadar geldi. Orada bizi korkutmak için var güçleriyle çalpara ve tef çalarak gürültü yapıyorlardı. Bugün öğle saatlerinde şehrin Calegaria semtinde Türklerin bir gece şehre dalma ve bize ani bir baskın vermek niyetiyle surların altından kazdıkları bir lağımda ortaya çıkarıldı. Ama bu o kadar tehlikeli değildi.

22 Mayıs:

Akşam ayini saatinde Calegaria semtinde, birgün önce keşfedilen lağımın yakınında bir lağım daha bulduk. Tükler, bunu da surların altından şehrin içine aynı şekilde kazmışlardı. Adamlarımız içine ateş atıp yaktılar. O sırada lağımın içinde bulunan ve çabucak dışarı çıkamayan birçok Türk de orada yandı. Ayrıca bugün aynı yerde gözetleme kulelerinin bulunmadığı Calegaria'yada bir başka lağım daha ortaya çıktı. Bu, bulunması zor bir lağımdı ama Tanrı yardımcımız oldu lağım kendi kendine çöktü içindeki bütün Türkler öldü. Bu lağımlar toprağın altından kazılıyor ve şehrin surlarına gelinceye kadar başların üstündeki toprak iyi bir ağaçtan yapılmış payandalarla destekleniyordu. Sonra kazılma işi surların altından yapılıyor ve şehrin içine giriyordu.

23 Mayıs:

Şafak vakti daha önceki lağımların ortaya çıkarıldığı Calegaria'da bir lağım daha bulundu. Bu arada bilginiz olsun diye söyleyeyim bu semt yani Calegaria İmparatorluk sarayına yakındır. Biz bu lağımı bulduğumuz zaman içine ateş attık; ateş hızla lağıma yayıldı tamamı yandı ve yandıkça da çöktü. İçerde bulunan Türkler boğuldu. Lağımın kazılmasından sorumlu olan iki Türk içerden canlı olarak çıkarıldı. Bu iki Türk'e Grekler (Rumlar) işkence yaptılar ve öteki lağımların yerini söylettiler. İki Türk bu bilgiyi verdikten sonra kafaları kesildi ve gövdeleri surlardan Türk Ordugahının bulunduğu yere fırlatıldı. Türkler bu iki kişinin gövdesinin aşağıya atıldığını görünce fena halde öfkelendiler. Greklere ve biz İtalyanlara karşı büyük nefret besler oldular.

25 Mayıs:

Türkler surları yoğun bir topçu ateşi altında tutmaya devam ettiler. Birçok bölümünü yıktılar. Bizde varillerle ve topraklarla hemen onardık, sayısız ok da attılar.

26 Mayıs:

Güneş battıktan bir saat sonra Türkler ordugahın her yerinde ateş yaktılar. Ortalık pırıl pırıl oldu. Ordugahdaki her çadır iki büyük ateş yaktı. Alevlerin yaydığı ışık o kadar güçlüydü ki ortalık gündüz gibi oldu. ateş gece yarısına kadar canlı tutuldu. Sultan askerlerini teşvik etmek için ateş yaktırmıştı. Çünkü genel bir hücuma girişilmesi ve şehrin yıkılma zamanı geliyordu. İmansızlar bir yandan ateş yakarken bir yandan da Türk usulü savaş naraları (Allah Allah, Tekbir seslerini kasdediyor) atıyorlar, haykırıyorlardı. Öyle ki gök yarıldı sanırdınız. Bütün şehir tam bir panik içindeydi. Herkes ağlıyor imansızların gazabından uzak kalabilmek için Tanrıya ve bakire Meryeme dua ediyordu. Gün boyu topçu ateşinin özelliklede büyük topun San Romano'daki (Topkapı) surlara verdiği zararı anlatamam. Çektiğimiz eziyet büyüktü ve çok korkmaktaydık.

27 Mayıs:

Bu iblis imansızlar, tıpkı bir gece önceki gibi yaktıkları ateşi bütün gece boyu canlı tuttular. Ateşler gecenin yansına kadar sürdü. Onun yanı sıra oniki mil öteden Anadolu kıyısından işitilecek kadar korkunç naralar atıyorlardı. Biz Hıristitanlar büyük korku içindeydik.

28 Mayıs:

Bütün ordugahta haberciler dolaştı ve ölüm döşeğinde olsalar bile sultanın, bütün paşaların ve onların emrindeki subayların, bütün komutanların yanı sıra, yöneticeleri Türkler olanların gün boyunca görev yerinde bulunmaları gerektiğine, çünkü sultanın birgün sonra şehre umumi bir taarruza girişeceğine dair emrini duyurdu.

Bu emir ordugahın bir başından öteki ucuna kadar her yerinde duyurulur duyulmaz herkes olabilen çabuklukla görev yerine koştu. Ama günün geri kalan kısmında şafaktan ortalık kararıncaya kadar, Türkler başka hiçbirşey yapmadılar. Sadece ertesi gün saldırıda kullanılmak üzere surların dibine uzun merdivenler getirdiler. Bu merdivenlerin sayısı 2000 kadardı. Bunları taşıdıktan sonra merdivenleri kaldırıp surlara dayayacak olanları bir kalkan gibi korumak üzere çok sayıda siperlik perde getirdiler. 

Akşam olunca, bütün Türkler silahlarını ve tepeleme yığılmış oklarını yanlarına alarak büyük bir intizam içinde görev yerlerine gittiler. Karanlık çöktüğünde hepsi kâlp huzuru içinde biran önce ve kendilerini zafere ulaştırması için Hazreti Muhammed'e dua ederek görev yerlerine varmışlardı. Gün içinde zavallı surları öyle yoğun bir top atışına tuttular ki dünyada eşimenendi görülmüş değil; bunu yaptılar çünkü bugün bombardımanın son günüydü.

Hava karardıktan bir saat sonra Türkler bir sefer daha ordugahlarında insanı ürkütecek kadar çok sayıda ateş yaktılar. Bu ateşler önceki iki gece yakılanlardan çok daha büyüktü; ama daha da kötüsü naralar ve haykırışları idi. Bu biz Hıristiyanların dayanabileceğinden çok daha ötedeydi. Haykırışların yanı sıra çok sayıda top ve silah attılar, sayısız taş fırlattılar. Bu bizim için tam bir cehennemdi. Kutlama ve şenlikler gece yarısına kadar devam etti. Sonra ateşler yavaş yavaş söndü.

29 Mayıs 1453:

29 Mayıs 1453'de gün ışımadan üç saat önce Türk Murat'ın oğlu Mehmet bey kendisine şehri kazandıracak olan genel taarruza başlamak üzere Konstantinpol surlarına bizzat geldi. Sultan askerlerini her biri elli bin kişilik üç guruba böldü.

Şafaktan bir saat önce Sultan büyük topu ateşletti ve gülle bizim onarmış olduğumuz sur bölümüne düşüp yerle bir etti. Top ateşinin çıkardığı dumandan ötürü hiç bişey görünmüyordu. Türkler bu duman perdesinin gerisinde geldiler ve üçyüz kadarı gözetleme kulelerine girdi. Güneş doğarken Türkler topçu ateşinin San Romano Kapısı (Topkapı) çevresinde yerle bir ettiği surlardan şehre girdiler.

Türkler çok büyük bir şevkle girdikleri San Romano kapısından beş mil uzaklıktaki şehrin meydanına yöneldiler ve oraya vardıkları zaman aralarından bazıları Saint Mark'la Haşmetmep İmparoturun bayraklarının dalgalandığı kuleye tırmandı; Saint Mark'ın bayrağıyla Haşmetmeap İmparatorun bayrağını indirdiler ve aynı kuleye Sultanın bayrağını astılar. Saint Mark'la İmparatorun bayrağını indirip Sultanın bayrağını astıkları zaman şehirdeki bütün Hıristiyanlar büyük üzüntüye kapıldık çünki şehir artık Türkler tarafından zabdedilmişti. Onların bayrağı asılıp bizimkiler indirildiği zaman gördük ki bütün şehir ele geçirilmişti; geri alma umudu da yoktu.
601 Zulmet Deryasında Bir Fazilet Adası:Türk Milleti Prof. Dr. Muharrem Ergin

T

ürk Milleti iyilikte de dünyanın tek kavmidir. Türkler gittikleri her yere fazilet, insanlık, adâlet, eşitlik, kardeşlik, tolerans ve nizam götürmüşlerdir. Bugünkü birçok milletler varlıklarını ve gelişmelerini Türklere borçludurlar. Türkler birçok milletlere yeni hayat sahaları kazandırmış, birçoklarını korumuş ve himaye etmiş, bir çoklarına da destek olmuştur. 

Türkler yalnız milletleri değil, yabancı kültürleri ve dinleri de saygı ile korumuşlardır. Bu Türkün tabiatidir, karakteridir. Dünyada Türk kadar düşman olmasını, kin tutmasını bilmeyen millet yoktur denilebilir. Türk o kadar düşmanlıktan uzaktır ki yakın can düşmanlarına bile düşmanlık hisleri beslemez. Fakat Türk Milletinin bu iyilik vasfı dünyaya ve hatta tabiata daima ters düşmüştür. 

Türkler bu karakterleriyle dünyaya bir türlü intibak edememişlerdir. Çünkü dünya kötülüklerle doludur. Tabiatın temelinde kuvvetin hakimiyeti vardır. Egoizm canlı varlığın sökülmez bir yanıdır. Bir kendisini koruma ve yaşama hassasıdır. Her insan da, her cemiyet de önce kendisi için vardır. Onun için Türk milletinin iyiliği tarihte daima muallakta kalmış ve hemen hemen hiç karşılık görmemiştir. 

Karşılık şöyle dursun, tam mânasiyle, Türk Milletinin merhametinden maraz hâsıl olmuştur. Türkten iyilikten başka bir şey görmeyenler en az kölenin, hizmetkârın efendisine karşı duyduğu hasedi ve kıskançlığı duymuş, günü gelince onu arkadan hançerlemekten çekinmemişlerdir. Kurnazlıklar, şirretlikler, kötülükler dünyasında Türk Milletinin eli kolu adeta bağlı kalmıştır. 

Türk, gittiği hiç bir yere zulüm götürmemiştir, vahşet götürmemiştir, mecburi kültür değişmesi götürmemiştir. Yeryüzünde imparatorluk kurup da emperyalist olmayan tek millet belki de Türk Milletidir. Türk Milleti adeta başkaları için yaşayan millet olmuştur. Ülkeler almış, imparatorluklar kurmuş, fakat bunu sömürmek için değil, fütühât ve cihangirlik için yapmıştır. Cihana nizam götürmek için yapmıştır. Türk Milleti müstemlekesiz imparatorluk kurmanın şerefine ulaşan tek millet olmuştur.

İdaresi altındakileri sömürecek yerde, kendisi elindekini avucundakini onlara vermiştir. Herkes en az onun kadar yaşamış, o herkesten daha çok ölmüştür. Türkten başka hiç bir millet yoktur ki, imparatorluğu dağılınca ana unsurunun ve ana vatanının perişan düşmüş olduğu görülsün, ayrılanlardan çok geri kalmış olsun. Bu ne Roma'nın, ne İngiltere'nin, ne Fransa’nın, ne Hollanda'nın, ne de bir başka müstemlekeci milletin başına gelmiştir. 
Bu bakımdan Türk Milleti kötülük yapma kabiliyeti olmayan bir millettir diyebiliriz. Bu ise dünyaya göre bir hal değildir. Kötülük yapma kabiliyeti olmayanların dünyası meleklerin dünyasıdır. Onun içindir ki Türk Milleti, bütün târih boyunca, dünyâyı kaplayan kötülükler okyanusunda daima bir iyilikler adası olarak kalmıştır.
578 Türk Seddi Prof. Muharrem Ergin Y eryüzünde ve dünya tarihinde bir kuzey - güney meselesi vardır. Kuzey loş, sisli ve karanlık, güney  açık, aydınlık ve güneşlidir. Kuzey verimsiz, güney bereketlidir. Kuzeyde teknolojik gelişme daha  sür’atli olmuş, güney geri kalmıştır. Kuzey insanında bir atılganlık, dinçlik; güney insanında bir gevşeklik görülür. Bütün bu şartlar dolayısıyla güney adeta kuzeyin av sahası haline gelmiştir. Kuzey  milletler veya onların ihtirasları asırlardan beri güney istikametinde sefer halindedir.
Bu seferlerde Batı Avrupalı kavimlerin önüne mühim bir engel çıkmamış, kara yolu işlemeyince deniz  hâkimiyetiyle hedefe ulaşılmıştır. Fakat batıda deniz yolu zaten kapalı olan Slavların önüne bu seferlerde mühim bir engel çıkmıştır. Bu engel Türk seddidir. 
Türkler Çin'den Balkanlar'a kadar uzanan orta kuşakta asırlardan beri Asya'nın bel kemiğini teşkil ederler. Türkler ne kuzey kavmi, ne güney kavmidirler. Bir orta kuşak, mutedil iklim kavmi olarak kuzey ve güney arasında adeta bir istikrar unsuru durumundadırlar. 
İşte bu istikrar unsuru başlangıçtan beri dünyanın kuzey - güney dengesinin geniş bir kesimde alt üst olmamasında ve böylece umumi dünya muvazenesinin büsbütün bozulmamasında çok büyük bir rol oynamıştır. Bugün kimsenin takdir edemediği bu hizmet güney istikametindeki Rus, Slâv ihtiraslarını asırlarca durdurarak dünyanın huzurunu uzun zaman korumuş, başka bir deyişle dünyanın bugünkü  huzursuzluğunu asırlarca geciktirmiştir. 
Gerçekten Slâvlara ve bilhassa Ruslar'a güney yolunu kapatan, onların güney Asya'ya, Orta Doğu'ya ve  Afrika'ya nüfuz etmelerinin önüne geçen başlıca âmil Çin'den Balkanlar'a kadar uzanan Türk seddidir. 
Eğer bu sed olmasaydı Rus emperyalizmi çoktan güneyin sıcak denizlerine çıkmış, güneyde geniş müstemlekeler kurmuş olurdu. 
Bugün bu seddin büyük bir kısmı siyasi istiklal bakımından düşmüş ve Ruslar güneyle burun buruna  gelmiştir. Fakat Türkler'in sayesinde bu güney bu çok geç olmuş ve güney bu tehlikeyle bir talih eseri  olarak ancak bugünün koruyucu yeni nizamı çağında karşı karşıya gelmiştir. 
Öte yandan, siyasi istiklâl bakımından düşmekle beraber, bu Türk seddinin düşen kısımları da henüz  ehemmiyetini muhâfaza etmekte, etnik ve coğrafi varlığı ile Türk gerçeği bugün de devam ederek bir  istikrar unsuru olan Türk seddini yine ayakta tutmaktadır. 
Bu Türk seddinin batı ucunu teşkil eden Türkiye ise tehlikeyi kendi kuzey hudutlarında, tutmağa  devam etmekte, fakat bu yüzden çok zorlanmaktadır. Ruslar deniz ve hava yolu ile ve ideolojik  köprübaşıları kurarak bugün bir dereceye kadar Akdeniz'e ve güneye inmişlerdir. Fakat Türkiye  perdesi ayakta durdukça hedef asla gerçekleştirilemiyecek ve bunlar bir gün geri dönen yarım  teşebbüsler olarak kalacaktır. 
Onun içindir ki Türk seddinin Türkiye ucunu da çökertmek kuzey ihtirasının başlıca hedefi halindedir. Bu yoldaki gayretlerin bugün çok kesifleştirilmiş olması da hâlâ direnen bu parçanın, bu tek engelin de  bir an önce işini bitirmek düşüncesine dayanmaktadır. Kaldı ki Türkiye, ele geçirildiği takdirde,  Rusya'nın yumuşak karnının en iyi müdafaa kalesini teşkil edecek bir mevki ve vasıftadır.
Dün olduğu gibi bugün de, yarın da Çin'den Balkanlar'a kadar uzanan Türk seddi Asya'daki ve  dünyâdaki istikrarın temel bir unsuru olacaktır. Yalnız Türkiye ucunun değil, bütün Türk seddinin  ehemmiyeti başta Amerika olmak üzere hür dünya tarafından kavranıldığı zaman, Komünist Rus  tehdidi karşısında büyük bir müdafaa silahı keşfedilmiş olacaktır. Dünya anlamalıdır ki kuzey tehdidi ancak bu Türk seddinde durdurulabilir. 
Asya'nın bu belkemiği kırıldığı takdirde bütün güney yolları açılmış demektir. Henüz dünya  nizâmındaki önemi lâyıkıyle kavranmamış olan Türkiye'nin ve Türklüğün cihandaki yeri artık takdir  edilmeli, bunda gecikilmemeli, batılılar Türkiye'ye eski yanlış gözlükleriyle değil, bu gözle bakmağa,  çalışmalıdırlar. Bu geopolitik durum ne ölen ne kalan, ne batan ne çıkan Türkiye değil, çok kudretli bir Türkiye ister.577 Kayıp Nesiller Rahim Er K ayıp nesiller Türkiye'nin en temel problemlerinden biridir. Kendi ailesine, evine ait olanı kaybetmek demektir. Bu kayıpla yabancılaşma yaşanır. Yabancılaşan nesillerin beyni yıkanmış, mankurtlaşmıştır. Türkiye'nin son iki asırlık tarihi, bu anlamda kayıp yıllar, kayıp nesiller ve yabancılaşma tarihidir. İki yüzyıl boyunca bu topraklarda yetişen bir kısım nesiller, zihnen işlenmiş ve bize dair ne varsa onlara ya düşman edilmiş, ya onlardan uzaklaştırılmış veya yabancılaştırılmıştır. Bu nesiller, bir dönem münevverdir, bir dönem aydındır, bir dönem entelektüeldir. Bir dönem Tanzimatçıdır, bir dönem Jön Türk'tür, bir dönem Meşrutiyetçidir, bir dönem Tek Partici'dir, bir dönem Kemalisttir, bir dönem sosyalisttir. Marksist Cephe Soğuk Savaş döneminde Marksist ideoloji türevleri moda olunca o nesiller, bugün insanı derin hayretlere düşürecek kapılanmalar yaşadılar. Bir kısmı Rusçu komünist, bir kısmı Maocu komünist, bir kısmı, Arnavutçu komünist oldu. Taksim'de yapılan işçi veya talebe yürüyüşlerinde Marx, Engels, Lenin, Stalin, Che Guevara, Castro, Ho Chi Minh gibi değişik türden sosyalist ideolog veya eylemcilerin resimleri, Rus ve Çin bayraklarıyla birlikte iftiharla taşınıyordu. Son iki asırda devlet, önce mali bakımdan sonra fikren sonra da gaye olarak fakirleşince doğan boşluğu ideolojiler doldurmuştu. Ancak bu ideolojiler madde öncelikli olduğu için şurada dile getirilenlere "materyalist cephe" denebilir. İslamcı Cephe Ancak çok fazla söz edilmese de bugün şu tesbiti yapmak gerekir ki "İslamcı" denen cephede yaşananlar da zarar-ziyan itibariyle diğerlerinden çok farklı değildi. Cumhuriyet idaresi, dinden, tarihten ve teamülden tevarüs ettiği Sünni esas varlığı eğitimden kaldırınca bunun yerini Mısır ve diğer Orta Doğu ülkeler menşeli fakat arkasında Masonların, İngilizlerin olduğu "dini ideolojiler" aldı. Cemaleddin Efganiler, Abduhlar, Reşit Rızalar, Mevdudiler, kâinata, bütün yeryüzüne ve bütün insanlığa Resul olarak gelmiş Sevgili Peygamberimize -aleyhisselam- "İslam Peygamberi" diyen Hamidullah vs bunlardandır. Bu yüzden İslâm pınarından su içmek isteyen saf gençler yıllar ve yıllar boyu itikadi zehirlenmelere maruz kaldılar. Topraklarımızdaki çınarlaşmış itikadi yapı sağlam olduğu için güneyden gelen selefi, Vehhabi, doğudan ve Orta Doğudan gelen reformcu akımlara 1979'da bir de Humeyni rüzgârı eklendiği hâlde kayıp, derin ve kalıcı olmadı. Bundan dolayıdır ki bir dönem modalaşan "İslamcılık""devrimci Müslümanlık" özentisi tutmamış ve kısa sürede biterek bu topraklar yeniden kendi ağırbaşlı Müslümanlığıyla yoluna devam eder olmuştur. DAEŞ'in ülkemizde yer tutamaması da bundandır. Halbuki "materyalist" yelpazedeki nesillerde bir değişim ve dönüşüm olmadı. Komünizm dünyada çöktüğü için bugün pek telaffuz edilmese de yerini başka arayışlara bıraktı. Sosyalist Kürtçülük de aynı çıkış menşelidir. Keza kendilerine aydın, ilerici, çağdaş aydın vs diyenler de aslında yine aynı o eski yolun mensuplarıdır. Bugün bunların televizyonları, gazeteleri, dergileri var. Oralarda konuşulanlar, yazılanlar hayret vericidir. Bugün Türkiye ile Rusya arasında bir uçak düşürme ihtilafı yaşanmakta. Bu medya unsurlarında Türkiye aleyhine yazılıp çizilenler Rusya'da aleyhimize yazılanlardan daha ağır. Halbuki bunlar, bu devletin vatandaşı. Ancak zihinleri öylece şartlanmış. Bir bölümü kayıptır ve şifası da mümkün değildir. Yapılması Gereken Yapılması gereken gelecek nesilleri tehlikeden korumaktır. Bu da yalnızca tablet bilgisayar ve akıllı tahtayla değil, yerli ve millî bir eğitimle olur. Çatı eğitim kurumumuzun adı Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinde Maarif Nezaretiydi, Cumhuriyette Maarif Vekaleti adını aldı, sonra Millî Eğitim Bakanlığı oldu. Ama tabeladaki değişiklik, muhtevaya aksetmedi. Yoksa yabancılaşmış kayıp nesiller, bugün sanki Rusya vatanlarıymış gibi Putin'i kendilerine daha yakın hissetmezlerdi. Bir kısım nesiller de dağlarda ve şehirlerde askere ve polise silah çekmezdi. Diğer bir kısım nesiller kendilerine duyulan itimat ve muhabbeti paramparça ederek Paralel Devlet projesinin malzemesi olmazlardı. Materyalistler, bölücü örgüt ve paralel örgüt... Bugün devleti uğraştıran bu üç unsurdur. Onlar, kayıp yılların kayıp nesilleridir. Devletin Tek Parti sorumsuzluğunda ana caddeden ayrılması, bugün çok ağır bir bedel olarak karşımıza çıkmıştır.576 Eski Bilecik'e Bakarken Seyyid Ahmet Arvasi

R

eyh Edebâli Külliyesi, eski Bilecik Şehrinin tam ortasında yükselen bir kayanın üstüne kurulmuştur. Oradan, bütün eski Bilecik görünür. Yeni Bilecik, buradan kaçmış, kuzeyin sert kayalıklarını güneye almış. Yeni Bilecik’te fazla durmadık. Yoldan gelip geçen birkaç genç hariç, kimseye bir şey de sormadık. Mekteplerin paydos saati idi. Rastladığımız birkaç gence Şeyh Edebâli Türbesi’ne giden yolu sorduk. Bazıları, bu ismi yeni işitmiş gibi yüzümüze garip garip bakarken, orta yaşlı bir adam, imdadımıza yetişti; çamurlu, bakımsız toprak yolu gösterdi. Teşekkür ettik ve Eski Bilecik vadisine daldık. Birkaç dakika sonra külliyede idik. Osman Bey’in ve Mal Hatun’un oğlu, Bursa’nın fatihi Orhan Bey’in kiliseden camiye tahvil ettiği mâbedin karşısında arabamızı park ettik. İkindi ezanı okunuyordu ve bizler abdestli idik. Camiden içeriye süzüldük. Dört kişi idik. Diz çöküp oturduk. Biraz sonra imam ve müezzin de geldiler. Peşlerinden, birkaç genç ve aşka bir ziyaretçi de cemaate katıldı. Koskoca camide bir saf bile değildik. Yeni Bilecik, bu camiye uzak düşmüştü. Onlar, ister istemez, kolayca gelemezlerdi. Her ne hikmetse, şimdi, şehircilik anlayışımıza, tarihten kaçmak fikri musallat olmuş. Bizim devrimbazlar şimdi mâbetsiz şehirler gibi, tarihsiz şehirler kurmak peşindeler. Yahut, şehirlerimiz Osmanlardan, Orhanlardan ve Selçuklardan kaçan Greko-Lâtin dünyasının kültür miraslarına doğru kaydırılmaktadır. Osmanlı ve Selçuklu ihmal edilirken, kitleler, putperest veya Hıristiyan Grekon-Lâtin kalıntılarına doğru çekiliyor. Her ne ise, bırakalım bunu… Daha sonra, kartal yuvasından, eski Bilecik’i seyretmeye koyulduk. Şehrin harabeleri bile kalmamış… Ancak, oradan eskiden bir şehrin mevcut olduğunu belli eden sıra sıra taş yığınları var. Kuzeydeki granit kayalar, çırılçıplak ve vahşi görünüşünü yeniden kazanmış. Bu vâdinin iki tarafına kurulu eski Bilecik, her nedense, bize Ergenekon’u hatırlattı. Ben görmedim, fakat arkadaşlarım, Söğüt’ün de aşağı yukarı bu görünüşte olduğunu söylediler. Demek ki, Kayı aşireti, bir uç beyliği olarak buralarda yaşarken, kendini Ergenekon’u hatırlattı. Ben görmedim, fakat arkadaşlarım, Söğüt’ün de aşağı yukarı bu görünüşte olduğunu söylediler. Demek ki, Kayı aşireti, bir uç beyliği olarak buralarda yaşarken, kendini Ergenekon’daki gibi hissediyordu. Gerçekten de etrafı sert granitlerle çevrili olan bu vâdide yaşamaya mecbur kalan Kayı aşireti, asla rahat edemezdi. O tarihlerde Bizans’ın elinde bulunan bereketli topraklara doğru bir fetih özlemi taşıyacaktı. Buna bir de, Şeyh Edebâli’nin aşıladığı “fetih ruhu” eklenince, Ertuğrul’un çocukları, birer alperen olarak asırlarca at koşturacaklardı. Bütün tarih mirasımız karşısında müşâhede ettiğimiz kayıtsızlığı burada da gördük. Osman Bey’in, kayınpederi ve mürşidi için yaptırdığı türbe, pek bakımlı değil. Mürşidin külliyenin bahçesinde yatan ana ve babasının mezarları, harap olmuş, yıkılmış ve devrilmiş. Bize rehberlik eden başörtülü türbedâr hanım kardeşimizin anlattığına göre: “1939 Erzincan zelzelesi sırasında böyle harap olmuş”.  Oysa, yaşadığımız manevi zelzelenin izleri apaçık ortada duruyordu. “Peki, buraya, hiç mi devlet eli uzanmaz?” diye sorduğumuzda, boynunu bükerek bize baktı. Sonra, bir şeyler hatırlarmış gibi ayağa kalktı. Külliyeyi, türbeleri ve Orhan Gazi Camii’ni göstererek: “Sultan İkinci Abdülhamid zamanında esaslı bir tamirattan geçirilmiş” dedi. Geçerken de medrese ve türbenin kapısı üzerindeki mermerde, tamirat tarihi olarak, “1307” rakamı okunuyordu. Ancak, o günlerden bu yana, nerede ise bir asra yaklaşmaktadır, hiç kimse başka bir şey yapmamış gözüküyor. Oysa, burası, bizim için bir tarih başlangıcı olabilecek kadar önemli bir yerdir. Efes’i Papaların ziyaretine hazırlayan zihniyete karşılık, bizi bize kazandıracak hamle nerede? İşte, Türk-İslâm ülkücüsü, bu hamlenin takipçisi olacaktır.Not: Merhum Seyyid Ahmet Arvasi Beyin yazısında bahsettiği cami ve türbenin restorasyonları yakın zamanda mükemmel bir şekilde yapıldı. Ruhu şad olsun.571 Osmanlı Devleti'nde Mevlid Merasimi Esad Efendi

R

ebiü'l-evvel ayını on ikinci günü Sultan Ahmet Camiinde okunacak mevlide çağrılacak vezirlerin davetiyeleri saat belirtilerek, kethüda bey tarafından yazılıp gönderilir. Anadolu ve Rumeli kazaskerleri, ulemanın ileri gelenleri ve üç nefer şeyhin defteri bir kaç gün önceden Şeyhülislam tarafından Reisülküttab'a gönderilir.

Defter gereğince davetiyeleri tahvil kaleminden yazılır ve bir gün önce çavuşbaşı ağaya teslim edilir. Mir-i alem ağaya ve bütün kapıcıbaşı ağaları temsilen başkapıcıbaşı ağaya, rikâb-ı hüma-yun ağalarına, yeniçeri ağasına, ocak ağalarına, defterdara, tevikiye, defter eminine, şıkkeyn efendilere çavuşbaşı ağa tarafından davetiyeleri yazılır ve bunlar divan çavuşları ile gönderilir.

Mevlide gelecek müderislere de İstanbul kadısı tarafından davetiyeleri yazılıp gönderilir. Şeyhülislamın mevlid günü saat kaçta geleceğini gösteren pusula, reisülküttap tarafından yazılır ve kisedarlara ile bir gün önceden gönderilir. Mevlid günü haberci çavuş da yine şeyhülislama gönderilir.

Mevlid günü seher vakti, yukarıda sözü edilen devlet adamları kararlaştırılan saatte gelirler. Şeyhülislam "örf"denilen bir sarık ve mevsim gereği beyaz bir kürk giyerek mevlide gelir. Vezirler sarık ve mevsime göre erkân kürk veya ferace giyerler. Bindikleri atlara "divan bisatlı” denilen ve özel günlerde kullanılan kıymetli eyerler konur. Ulema ve Müderrisler örf kavuk ve muvahhidi kürkler giyerler. Defterdar, kavuk ve erkân kürkleri veya ferace giyip bindikleri atlara "divan rahtı" adı verilen gümüşlü eyer takımı koyarlar.

Herkes belirlenen saatte mevlide Anadolu ve Rumeli kazaskerleri ile ulemanın önde gelenleri ve müderrisleri derecelerine göre mihrabın sağ tarafından minberin sonuna, oradan da sofa kenarıyla mahfel-i hümayuna doğru otururlar.

Vezirler mihrabın sol tarafına koyulan seccadelere otururlar. Onların alt yanına yeniçeri ağası, defterdar, tevkîî, defter emini ve şıkkeyn efendiler, onların da arkasına mir-i alem ağa, kapıcıbaşı ağalar, sipah, silahdar, cebecibaşı, topçubaşı, arabacıbaşı, dört bölük ağaları, sipah ve silahdar kâtipleri ve kethüdaları oturur.

Sıra geriye doğru devam ederek Haremeyn müfettişi, muhasebecisi ve mukataacısı ve bunların halifeleri ve kisedarları yerlerini alır.

Yeniçeri ağası selamlıktan gelince, önce sadrazama selâm verir sonra yerine oturur. Eğer ordu seferde ise yeniçeri ağasının yerine sekbanbaşı geçer.

Bundan sonra gelen davetiyelerin camideki yerleri şöyledir; zağarcı ve saksoncubaşı ağalar, muhzır ağa, bostancılar odabaşısı ve yeniçeri yancıları minber kapısı önünden kürsüye doğru otururlar. Sultan Ahmet Camiinin dört orta direkleri arasında kalan yere yeniçeri erleri sırayla dizilirler ve ayakta dururlar. Eğer ordu seferde ise muhzır ağa ve başçavuş minber kapısı yanında ayakta dururlar.

Bostancılar odabışısı ve yeniçeri yancıları minber kapısı önünden kürsüye doğru dizilirler. Kapıcıbaşı ağalar camiye gelmeden önce selimî kavuk ve mevsim gereği erkân kürk yahut ferace giyerek divan bisatlı eyerle eyerlenmiş atlara biner ve sarayın kapısına gelirler. Özel bir törenle padişahı saraydan alır, camiye getirirler. Âdet olduğu üzere yeniçeri ağası ve sözünü ettiğimiz kapıcıbaşı ağalar selâmladıktan sonra yerlerine gelip otururlar. 

Şeyhülislam geldikten sonra sadrazam da kallavî sarık ve mevsime göre erkân kürk veya ferace giyip divan bisatlı at’la gelir. Diğer devlet adamlarından reisülküttab ve çavuşbaşı ağa selimi kavuk ve mevsim gereği erkân kürk veya ferace giyer, divan bisatlı ata biner. Tezkireci efendiler ve mektubi efendi başlarına mücevveze denilen üstü geniş, ağzı dar bir sarık ve mevsime göre erkân kürk yahut ferace giyerler, kemer rahtlı diye adlandırılan, özel bir eyerle eyerlenmiş ata binerlerdi.

Divan-ı Hümâyun çavuşları ve ağalar mücevveze sarık ve feraceler giymiş olarak sadrazamın sarayından törenle camiye geldiklerinde orada bulunanların hepsi ayağa kalkarlar. Gelenler sofa sırasında olan ulemanın ortasından her iki yana selâm vererek geçer ve mihrabın önüne konan seccadelere otururlar.

Reisülküttab ve çavuşbaşı ağa, sadrazamın karşısında hümayun tarafından önceden konmuş olan seccadelere, tezkireci efendiler ve mektubî efendi ise kürsü tarafından mahfel hümayun altında otururlar.

Bu sırada teşrifati efendi, teşrifat halifesi ve teşrifat kisedarı mücevveze sarık ve mevsime göre kürk yahut feraceler giymiş olarak buhurdanlar getirirler. Buhurdanlardan birini sadrazamın, birini şeyhülislamın, birini ede vezirlerin önüne koyarlar. Padişahın gelmesine yakın teşrifati efendi, halifesi ve kisedarı ile buhurdanları kaldırırlar. Feth-i Şerif Suresi Okunur

Buhurdanlar kaldırılırken müezzinler "Feth-i Şerif Suresi" okumaya başlarlar. Surenin okunması bittiği zaman padişahın mahfel-i hümayuna gelip oturduğunu göstermek için kafesin küçük kapısı açılır. Kafes kapısının açılması ile birlikte orada bulunanların hepsi ayağa kalkarak saygıyla eğilir. Sadrazam ise seccadesinden aşağıda yer öper. Kafesin küçük kapısı kapandıktan sonra herkes yerine oturur. Teşrifati efendi mahfel-i hümayun altında, sadrazamın karşısında emre hazır olarak ayakta bekler.

Müezzinler Ta'rif okuduktan sonra, önce Ayasofya şeyhi, arkasından Sultan Ahmet Camii şeyhi ve üçüncü olarak da nöbetli olan şeyh kürsüye çıkıp va'z verirler. Va'zını bitirip kürsüden inen her şeyhe darüssaade ağası kâtibi eliyle ferace ve samur kürkler giydirilir ve armağanlar verilir.

Darüssaade ağası kâtibi eğer hacegândan ise mücevveze sarık ve mevsim gereği erkân samur kürk veya ferace giyerek bu işi yapması gerekir. Bu sırada her bir şey kürsüye çıktıkça vezirlere,  âlimlere ve orada bulunan diğer devlet büyüklerine zülüflüler üç kez şerbet ve buhur verirler. Şeyh efendiler kürsüden indikçe sadrazam tarafından verilen armağan çıkınları, teşrifat efendi eliyle koyunlarına konur. Bütün bunlardan sonra birinci mevlidhan çıkıp biraz okuduktan sonra inerken yine darüssaade ağası kâtibi eliyle hil’at giydirilir. İkinci mevlidhan okumaya devam ederek:

Geldi bir ak kuş kanadiyle revan
Arkamı sıvadı kuvvetle heman


beytini okuduğu zaman orada bulunan herkes ayağa kalkar.
570 Doğu Afrika’da Türkler Yılmaz Öztuna

K

anunî Sultan Süleyman zamanında Özdemir Paşa ve oğlu Osman Paşa, Doğu Afrika’da Eritre’yi, Somali’yi, Habeşistan’ın büyük bir bölümünü Osmanlı Türk imparatorluğuna katmışlardı. Bu suretle Kuzey, Batı ve Orta Afrika’dan sonra Doğu Afrika’nın da en büyük ülkeleri ya doğrudan doğruya devlete ilhak edilmiş, veya tâbiiyet yoluyle İstanbul’a bağlanmıştı. Afrika kıt’asının geri kalan ülkeleri zaten henüz meçhuldü. 

Kanunî’den sonra Osmanlı Türkleri, Doğu Afrika’da daha da güneye inmek için birkaç tecrübe yaptılar. Bilhassa XVI. asrın sonlarına doğru Ali Bey adında bir Türk amiralenin III. Sultan Murad zamanındaki teşebbüsleri, coğrafya ve keşifler tarihi bakımından çok ilgi çekicidir. Sâlih Paşa’nın Büyük Sahrâ, Özdemir Paşa ile oğlu Osman Paşa’nın Sudan ve Somali keşif seferlerinden sonra Ali Bey’in Doğu Afrika kıyılarını dolaşması, Afrika kıt’asının medenî dünya tarafından biraz daha iyi tanınmasını mümkün kılmıştır.

Ali Bey’in seferleri hakkında Türk kaynaklarında fazla bir şey yoktur. Bu seferler hakkındaki bilgilerimizi, daha çok o çağda yazılmış Portekiz kaynaklarından ediniyoruz. Ali Bey, Yemen eyaletinin vilâyetlerinden birinin sancak beyiydi. İlk ününü, Ummân’ın Maskat limanını fethederek yaptı. 

Maskat’ı vaktiyle Pîrî Reis almış, fakat sonradan Portekizliler ele geçirmişlerdi. Bundan sonra Ali Bey, 1584 yılında Aden limanından hareket etti. Aden Körfezi’nden Hint Okyanusu’na çıktı. Güneydoğuya doğru yol alıyordu. Somali kıyılarını baştan başa geçti. Ekvator çizgisini güneye doğru aştı. Kenya kıyılarını takip ederek güneye doğru indi. Mombasa’nın 100 kilometre kuzeyinde Malindi limanına demir attı. 

Türkleri Sevinçle Karşıladılar

Burada Zenciler’le beraber bir miktar da Arap ve Arap-Zenci melezi yaşıyordu. Bunlar, Türk denizcilerini sevinçle karşıladılar. Bilhassa Araplar, gönüllü olarak Türk hizmetine girdiler. Böylece oldukça önemli kuvvete sahip olan Ali Bey, hemen bütün Kenya kıyılarında egemenlik kurdu. Kuzeyde Lamu adası, güneyde Mombasa limanı, Türkler’in eline geçti.  Ali Bey, Aden’e döndü. Bıraktığı memurlar, Kenya kıyılarında Türk idaresini devam ettirdiler.

1584 seferinin başarısı üzerine Yemen beylerbeyisi, 5yıl sonra, 1589 başında Ali Bey’i teşebbüsünü genişletmek üzere tekrar Doğu Afrika’ya gönderdi. 4 kadırga ve birçok küçük savaş ve taşıt gemisiyle Ali Bey, gene Kenya’ya geldi. 

İngiliz tarihçisi Dames: “bu sırada Osmanlı hükûmeti Hind okyanusu’na daha büyük bir filo gönderebilseydi, bütün Doğu Afrika, Afrika’nın diğer ülkeleri gibi yüzyıllarca Türkler’in olurdu” demektedir.

Bu sıralarda Ramazan Paşa’nın bir tek meydan muharebesiyle siyasî varlığına son verdiği Portekiz devleti, İspanya’ya katılmıştı. Doğu Afrika halkının çoğu da Türkler’i iyi karşılıyorlardı. 

Portekizliler’le birçok defalar vuruşan Ali Bey, Mombasa’ya geldi. Türk amiralinin başarısından ürken Portekiz kıral Naibi, İspanya Kıralı’ndan aldığı emir üzerine, kardeşi Don Thomé de Souza Countinho’yu bir filo ile Ali Bey’in üzerine gönderdi. 5 Mart 1589’da Portekiz donanması, Mombasa’ya girdi. Baskına uğrayan Türk filosu yakıldı.

Mombasa, Türkler’den alındı. Ali Bey esir edildi ve Lizbon’a götürüldü. Türk levendleri, güneybatıya, Tanganyika içerilerine kaçtılar. Fakat Güneydoğu Afrika’yı harabeye çeviren Bantu ırkından Zimbaslar’ın eline düştüler. Yamyam olan zımbasılar, Türk levendlerini kızartıp yediler. 

Osmanlı Türkleri’nin hâkimiyeti, XVI. asır içinde Kenya kıyılarından çok daha güneye de indi. Tanganyika ve Mozambik kıyılarını ellerinde tutan Arap Şîrâzî devleti, birçok defalar Yavuz’a Kanunî’ye III. Murad’a tâbiiyetini arzetti. Bu suretle Doğu Afrika’da Türk hâkimiyeti, ekvatorun 20-25 derece güneyine kadar inmiş oldu. 
569 Malazgirt Ruhu Rahim Er
Bugün, 26 Ağustos 2015 Çarşamba. Bugün 26 Ağustos 1071 Malazgirt Zaferi'nin yıldönümündeyiz. Bugün Malazgirt'te muhteşem bir anma töreninin yapılmasını çok isterdik. 2071'e sadece 56 yıl var. Bu zaman, devlet hayatında göz açıp kapayıncaya dek geçer.

Bu 56 yılın her birinde Malazgirt Meydan Muharebesi, çok şanlı merasimlerle kutlanmalıdır. Bu yıl belki bunu düşünecek vakit olmadı ama  önümüzdeki yıldönümlerinde devlet, bütün imkân ve görkemiyle Malazgirt'te olmalıdır. Sıradan bir olimpiyat oyunlarına bile 10 yıl evvelinden hazırlanmaya başlanmakta. Kaldı ki bugün Malazgirt ovası ağlıyor. Ovadaki şüheda verilen her şehitle birlikte bir kere daha vuruluyor...

Şu üç şuur çok ehemmiyetlidir.
Vaz geçilemez, ihmal edilemez.Bunlarla varlığımızı devam ettirebilir ve istikbale yürüyebiliriz:İslâm şuuru.Tarih şuuru.Türkçe şuuru.

Maddi refah seviyesi ancak bunlar var oldukça kendilerini koruyabilirler. Yollar, köprüler, meydanlar mevcutsa değerlidir. Millet, kalabalıklar topluluğu değildir. Devlet de o topluluğun siyasi teşkilatı değildir. Hakîkat bu iken bu milletin evlâtlarına son bir asırda ne Büyük Selçuklu, ne Anadolu Selçuklu, ne Osmanlı layıkıyla öğretildi. Siyasi hayatta vesayetden şikâyetçiyiz. Ancak; en büyük vesayet ilmin üzerinde, bir başka ifadeyle dinin, tarihin ve Türkçe'nin üzerinde yaşandı. Buralarda alan boşaltması yapıldığı için terör türedi.

Bugün herhangi bir lise mezunumuz, Sultan Alparslan'a dair anlatacakları bir paragraflık bir malumatı zor bulur. İsminin Muhammed Alparslan olduğu hiç bilinmez. Malazgirt'ten girip Anadolu'yu bize ebedi vatan kılan ordu hakkında malumat sahibi değildir. Halbuki aynı gençler filan şarkıcı, falan futbolcu, falan dizi oyuncusuna dair en lüzumsuz bilgilere bile tafsilatıyla vâkıftırlar.  

Değerlerimizle değerlenmek bir yana ender rastlanır ihanetler yaşandı. Bu memleket, "Malazgirt işgaldir" diyen mecnunları gördü. "Zulüm, 1453'te başladı!" diyen cibilliyetsizlere şahit oldu.

Kültür Bakanlığı, Malazgirt için dünya çapında roman yarışmaları, senaryo ve film çalışmaları, akademik eser yarışmalarını çoktan başlatmış olmalıydı. Hiç olmazsa bundan sonra başlatılmalıdır.

Ortalığa din adına veya bir ırk adına terör örgütleri çıkabiliyorsa, bunda bu alanlardaki ihmaller, yozlaşmalar, vesayetler görmezden gelinemez. Silahı, silahlı tedbiri düşündüğümüz kadar kalemi, ilmi, gönlü ve san'atı da düşünmeliyiz.

Malazgirt'te Sultan Alparslan Han'a zafer destanı yazdıran, Anadolu kapılarını açan Bedir Ruhu'dur. Bizans'ı Fatih Sultan Mehmed Han önünde dize getirip İstanbul'u fethettiren ruh Malazgirt Ruhu'dur. İstiklal Harbini kazandıran İstanbul'un Fethi Ruhu'dur. Bugün vatanın birlik, dirlik ve huzurunu yeniden kazandıracak olan da İstiklâl Harbi Ruhu'dur...

Cümle şehit ve gazilerimizle kılıç, kalem ve gönül ehlini minnet ve dualarla anıyoruz. Dereceleri yüksek olsun.Nur içinde yatsınlar. Allah, bizleri onlara lâyık eylesin.568 Osmanlı Saray Üniversitesi: Enderun Yılmaz Öztuna 1 839 Tanzimat inkılâbına kadar İstanbul’da Topkapı Sarayı’nda Osmanlı imparatorluğunun en yüksek dereceli öğrenim müesseselerinden biri bulunuyordu. Bu müessese, "Enderûn" idi. Enderûn’a girebilmek için, Galata Sarayı, İbrahimpaşa Sarayı, İskender Çelebî Sarayı, Eski Saray, Edirne Sarayı gibi orta dereceli saray mekteplerinden çıkmış olmak lâzımdı. Bu mekteplerden yetişen zekâ ve kabiliyet sahibi gençler seçilerek Enderûn’a alınırdı. Bazen büyük devlet adamlarının çocukları ve ünlü sanatkârların doğrudan doğruya padişah emriyle Enderûn’a alındığı da olurdu.

Enderûn, benzeri olmayan bir yüksek tahsil müessesesiydi. Teşkilât bakımından orijinaldi. Müessesenin maksadı, yüksek devlet adamı ve kumandan yetiştirmekti. “Oda” denen 7 daireye bölünmüştü. Bir çeşit sınıf olan bu 7 odanın isimleri, en basitten en yüksek dereceliye doğru şöyleydi: Küçük Oda, Büyük Oda, Doğancı Odası, Seferi odası, Kiler Odası, Hazine Odası ve Has Oda.

Küçük ve Büyük Odalar’da, yani Enderûn Üniversitesi’nin ilk tahsil basamaklarında XVI. Asır sonlarına kadar kadro, 160 öğrenciden ibaretti. Sonradan 400’e kadar çıktı. Bu sınıflarda bulunan gençler, Türk, Arap ve Fars dilleri ve edebiyatını, dinî ve askerî ilimleri okur, spor yapar, her türlü silâhı kullanmasını öğrenir, Saray protokolünün bütün inceliklerini ezberlerlerdi. 

Büyük oda öğrenimini bitiren Enderûn öğrencisi, doğancı Koğuşu’na geçerdi. Fakat bu sınıf 1675’te kaldırıldı ve Büyük Oda’yı bitirenler, 167-35’te kurulan Seferli Koğuşu’na alınmaya başlandı. 1831’e kadar devam eden Seferli Koğuşu’nda XVII. asır sonlarında 100 kadar öğrenci vardı. Seferli Koğuşu’na giren bir genç artık subay sayılırdı. Bu sınıfın âmiri, “Saray Kethudâsı” denen albaydı. Kethudâ ile beraber daha 12 subay, Seferli Koğuşu öğrencilerinin eğitimleriyle uğraşırlardı

Seferli Koğuşu’ndan sonra gelen sınıf Kiler Odası idi. Fâtih sultan Mehmed tarafından kurulmuştu. 1772’de Kiler Odası’nda 144 öğrenci vardı. “Kilercibaşı” denen albayın 7 yüksek rütbeli subayla beraber sorumlu bulunduğu bu Oda’nın mensupları, bir yandan padişahın yiyeceğiyle ilgili hizmetlerde bulunur, bir yandan da öğrenim ve eğitimlerine devam ederlerdi.

Kiler Odası’nın üstündeki Hazine Dairesi’ni de Fâtih kurmuştur. Bu dairede 1772 yılında 157 öğrenci subay vardı.  Dairenin âmiri, “hazînedarbaşı” denen ve rütbesi sancak beyine, yani tümgenerale eşit bir subaydı. Maiyetinde 5 yüksek rütbeli subay vardı. Hazine Dairesi’nde başka 2.000 kadar işçi çalıştıran Saray atelyelerinden de sorumluydu. 

Hazine Dairesi’nin en büyük vazifesi, 2 daire hâlinde 2 büyük salonu kaplayan Enderûn hazinelerini korumaktı. Bu hazinelerde milyonlarca parça mücevher sandıklar dolusu altın ve gümüş para, pek değerli kürkler, halılar, şallar, akla gelebilecek her türlü antika eşya saklanırdı. Bu eşyanın bütün vasıflarıyla yazılı bulunduğu 2 büyük defterde yapılacak en küçük bir kalem oynatması için başderterdârın yani maliye bakanının imzası şarttı.

Her padişahın en az bir takım elbisesinin hâtıra olarak Hazîne’de saklanması gelenekti. Hazînedarbaşı’nın günde 600 lira tutarında maaşı vardı. Saray hizmetinden ayrılırsa beylerbeyi, yani orgenaral olurdu. Hazîne Kethudâsı denen yardımcısının da rütbesi sancak beyi idi ve bu da yükselirse beylerbeyiliğe atanırdı. Hazine’yi kapayıp açmak vazifesi, Hazîne Kethudâsı’na aitti.

Padişahtan Başka Kimse Yalnız Giremez

Yeryüzünde devrin padişahından başka hiç kimse Hazîne Dairesi’ne yalnız sokulmazdı. Padişah isterse, tek başına girebilirdi. Padişah bulunmadığı zaman Hazîne’ye girmek icap edince, 20-30 kişinin birden girmesi kanundu. “Hazîne-i Hümâyûn” denen bu imparatorluk hazînesi, tahta çıkan her yeni padişaha zabıt düzenlenerek teslim edilirdi. Millî müze mahiyetinde olduğu için, hükümdarın şahsî malı değildi. Hazîne’deki tarihî eşyayı padişah satamaz ve kimseye veremezdi. Ancak nakit parayı harcayabilirdi. 
Enderûn’un en yüksek kademesi, “Has Oda” denen sınıftı. Fâtih devrinde 32 subayla kurulmuş, Yavuz’un emriyle subay sayısı 40’a yükseltilmişti. Artık bu sayı değiştirilmedi. Ancak padişah Has Oda’nın birinci subayı sayıldığı için, gerçekte Has Oda mensuplarının sayısı 39’dan ibaretti. Dairenin en yüksek rütbeli subayları sırasıyla Hasodabaşı, Silâhdar, Çuhadar ve Rikâbdar’dı. Bu generallere “arz Ağaları” denilirdi; çünkü kimseden izin almadan hükümdarla görüşebilir, mâbeyncilik görevinde de bulunurlardı. XVIII. Yüzyıl başlarında Silâhdar, Has Oda’nın başı oldu. 

Has Oda’ya giren her subay, şahsen padişaha takdim edilirdi. Enderûn’un diğer dairelerinde böyle bir âdet yoktu. “Mukaddes Emânetler” denen ve hâlâ Topkapı Sarayı’nda bulunan dinî büyük değer taşıyan eşyanın muhafazasından Has Oda sorumluydu. 1772’de Hasodabaşı günde 375 lira, Silâhdar 300 lira, Çuhadar 175 lira alırdı. Daha önceleri maaşları daha da yüksekti. Ayrıca başka gelirleri  de olur, sık sık padişah ihsanı alırlardı. 

Has Oda’nın diğer büyük subayları arasında Hünkâr Müezzini, Sır Kâtibi, Sarıkçıbaşı, Başçuhadar, Kahvecibaşı, berberbaşı, Tüfekçibaşı, Tırnakçıbaşı sayılabilir. Bunların görevlerinin mahiyeti, isimlerinden anlaşılmaktadır. Meselâ Berberbaşı, padişahın saç ve sakal tıraşını yapardı. Bir şehzadenin ilk saç ve sakal tıraşını yapmak görevi de Berberbaşı’na aitti ve bu takdirde 125.000 tutarında büyük bir bahşiş olması gelenekti. Bu görevliler padişahla şahsen devamlı süette ilgili oldukları için, büyük nüfuz sahibiydiler.

Hasodabaşı ve Silâhdar’ın rütbeleri vezire, yani mareşale eşitti. Saray’dan çıkınca doğrudan doğruya sadrâzam, yani başbakan olan hasodabaşılar ve silâhdarlar vardır. Esasen Has Oda’nın en kıdemsiz subayı bile Saray hizmetinden çıkınca alay beyi olurdu.

Bir sınıftan diğer sınıfa geçmek için kabiliyet ve başarıya bakılırdı. Aynı sınıfta uzun yıllar bulunan bir Enderûnlu’nun yanında, birkaç yıl içinde Has Oda’ya kadar ilerleyenler görülürdü. 

Enderûn kanunları pek sıkıydı. Düzenlenmemiş, tesadüfe bırakılmış hiçbir şey yoktu. Yatılacak, katılacak, dinlenilecek zamanlar dakika şaşmazdı. Enderûn öğrencileri, ilmî öğrenimlerini, medreselerden getirilen müderrislerden, yani profesörlerden, askerî eğitimlerini ise yukarıda anılan subaylarından görürlerdi. 

Bütün dairelerdeki öğrencilerin derslerinden ne dereceye kadar faydalandıklarını haber vermeden teftişe Silahdar Ağa yetkiliydi. General derecesindeki Enderûnlular, haftada bir geceyi Saray dışında geçirebilirlerdi. Yüksek rütbeli subaylarsa, gece Saray’a dönmek şartıyla haftada bir gün izne çıkarlardı. Kıdemsiz subaylar, ancak ağalarının nezaretinde şehre inebilirlerdi. 

General rütbesinde olmayanlar evlenemezler, evlenmek isterlerse, hemen rütbelerine uygun bir görevle Saray’dan çıkarılırlardı. Bu sıkı disiplinin amacı, Enderûnlular’ın her çeşit insanla temas edip terbiyelerinin bozulması, hükümdarın şahsına ait hizmetlerin aksaması ve Saray haberlerinin dışarıya sızması endişesiydi.

Enderûnlular, müderrisler ve ünlü sanatkârlar dışında genç adamlardı. Meselâ Dâmad Makbûl İbrahim Paşa, Hasodabışılık’tan sadrâzam olduğu zaman, ancak 28 yaşındaydı. Genel olarak Enderûnlular, yaşları otuzu bulmadan dış görevlere atanarak Saray’dan çıkarlardı. Enderûn’dan Osmanlı Türk tarihinin en namlı komutanları, devlet adamları, diplomatları, yazar ve sanatkârları yetişmiştir.
567 İngilizler'in İslam Düşmanlığı Abdurreşid İbrahim Meşhur Türk seyyahı Abdurreşid İbrahim (1850-1944) “Alem-i  İslam” ismli eserinden bir bölümü aşağıda sunuyoruz:İngiltere, dünyanın en büyük bir devleti olduğu cihetle zahiren hiçbir şeyden korku ve endişesi hemen hemen yok gibidir; İngilizlerin yalnız korktukları bir şey var ise o da, İslâmiyet’tir. Evet İslâmiyet’tir. 
Hakikaten böyle bir sözün değerli okuyucuların garibine gideceği şüphesizdir ve belki de birçok adamların gülecekleri de gelir ve hakir de görebilirler, fakat biraz düşünülürse yine bu böyledir. İngilizlerin dünyada koktukları bir şey var ise (o da) İslâmiyet’tir.
Şu şimdiki asrın ahvalinin cereyanını nazar-ı itibara alıp da, İngiltere devletinden başka devletlerin takip etmekte oldukları siyasetleri tetkik edecek olursak görebiliriz ki, her devlet kendi mevkiini muhafaza etmekle beraber, Doğu’dan bir külah kapmak teşebbüsünde ellerinden geldiği kadar çalışırlar, çareler arar ve fırsat gözetir, lazım gelen tedbirlerde kusur etmezler, pek ileri gidenleri istilacı bir yol takip eder ve gözü aç olanları gösteriler ile daima Doğu’yu bunaltmakta da tereddüt etmezler, böyle iken bunlar hep oldukça meşru bir yol takip ederek maksatlarına hizmet ederler. 
İngilizler ise meşru yollarla iktifa etmeyip ayrıca gizli desiseler ile biçare Müslümanların ahlâkını ifsat ve birliklerini bozup parçalamaya çalışırlar. Nerede Müslümanlardan bir hayat eseri hissolunursa hemen oraya İngiltere hükümeti el uzatır, her ne gibi desise ve şeytanlık lazım ise hemen sebeplerine teşebbüs eder ve İslâmiyet nokta-i nazarından hususi fikre sahip olanları ortalıktan kaldırmak icap ederse, onun da çaresini bulur. 
Her ne suretle olursa olsun İslâmiyet hissini uyandırabilecek kuvvetleri mahvetmek hususunda hiçbir vakit ihmal göstermez, zannederim İngiltere'nin müstemleke siyasetini takip edenler, bizim fikrimize burada tamamıyla iştirak ederler. 
Eskiden beri İslâm hilafetinin bir an evvel ortalıktan kaldırılması için İngilizler her zaman en büyük fedakârlıklarda bulunmuşlardır. Hatta Kırım muharebesinde dahi İngilizlerin Türklere arka çıkmasının yine Türkiye'nin mahvı için bir desise olduğunu Paris antlaşmasını layıkıyla inceleyenler inkar etmezler. 
Ve o zamandan bu zamana kadar Türkiye'nin başına gelen felaketlerin zâhiri nereden gelirse gelsin, hakikati ve esası yine İngilizlerden gelmiş olduğu az bir araştırma ile açığa çıkar. Fakat her ne sebebe dayalı ise Türkler de aksine İngilizlere hürmet ederler, mühim siyasi meselelerde yine İngilizlere itimat ederler. Halbuki İngiltere devleti kendisi için tayin etmiş olduğu hayat programını İslâmiyet'in mahvına yöneltmiş, hatta kendi hayatını daima Müslümanların felaketinde arar. 
Ben bu hususta yalnız İngiltere müstemleke kanunlarına daha doğrusu İngilizlerin müstemlekelerinde takip etmekte oldukları siyasete biraz vakıf olmak, bu hakikati itirafa kifayet eder zannındayım. Bilhassa Türkiye hakkında beslemekte olduğu siyaset de incelenirse aynı hakikati göstereceğinde şüphe olunamaz. 
İngilizlerin böyle bir siyaset takip etmelerinin yegane sebebi, İslâmiyet'ten korkmasıdır. 
İngilizleri tamamıyla tehdit eden birşey var ise o da İslâmiyet ve İslam birliği meselesidir. Yani Müslümanlar hakiki iman ile mü’min olurlar “İla-yı kelimetullah” için "Hilafet" makamına biat ederek kamil iman ile meydana çıkacak olurlarsa kurye-i arzda en evvel çökmeye mahkum olan devlet yine İngiltere devleti olur. 
Zira İngiltere devleti yalnız müstemleke siyasetinde yaşayan ve bütün geliri müstemlekelerinden gelen bir devlettir, müstemlekelerin ahalisi ise, yarı yarıya Müslümandır denilebilir. Müslümanlar kâmil iman ile mü'min olurlar da Allah'ın ipine sarılmak niyetiyle yalnız İngiltere mallarına boykot ilan ederlerse İngilizlerin iflasını ilan etmeleri için kâfidir. 
Ben İngilizlerin İslâmiyete bakışlarını bu kadar bir tasvir ile iktifa ederim. Hakikaten İngilizler kendileri de bu halleri pek iyi bildiklerinden ve Hindistan Müslümanlarının istikbalde iğfal ve ikna edilmesi için çare olmak üzere, Emir Ali(1) gibi şöhret-perest vicdanları alet edinerek o cihetleri kapatmak çarelerini düşünürler. Fazla olarak Mısır azizini de kendi siyasetine kurban etmek ve başka pek çok ulema kisvesinde olan mağrur sefihleri para kuvvetiyle elde etmek cihetlerini de temin etmiş ise de, yine çare bulamayacaklarını İngilizler tamamıyla anlamışlardır. 
İşte bu kere de "Hilafet merkezi"nin(2) münakaşasız ortalıktan kaldırılabilmesinin mümkün olup olmadığını, Balkan muharebesine meydan vermekle tecrübe etmişlerdir. Bu mesele dahi en büyük taşları bizim üzerimize yuvarlayan İngilizlerdir.
Sözün özü İngilizler İslâmiyet'in can düşmanıdır!...
(1)-Hindistanlı Modernist, Batıcı Şii Yazar(2)-İstanbul566 Sarayda Hırka-i Şerif Ziyareti Esad Efendi Osmanlı devleti'nde her yıl Ramazan ayının on beşinde Hırka-i Şerif ziyaret edilir. Ziyaret gününden bir gün önce vezirlere kethüda bey tarafından tezkireler yazılıp gönderilir. Şeyhülislâmın gönderdiği defter gereğince İstanbul kadısına, ulemaya, nakibüleşrafa ve selatin şeyhlerine mektubî kaleminden tezkireler yazılır. Yeniçeri ağasına, defterdara, sipahi ve silahdar ağalarına, cebeci, topçu ve arabacıbaşı ağalara da çavuşbaşı ağa tarafından tezkire yazılır. Bütün bu tezkireler "divan-ı hümayun" çavuşları ile gönderilir. Harameyn müfettişi, muhasebecisi ve şehr-emini efendilere de haber verilir. Ziyaret günü sözü edilen devlet adamları öğle namazını kıldıktan sonra “babü's-saade” önüne yani “kube-i hümayun” tarafına gelip, sağ tarafa vezirler ve bütün ulema, sol tarafa ocak ağaları ile diğer devlet adamları oturup sadrazamın gelmesini beklerler. Reisülküttabın, şeyhülislâmı evinden alıp Ayasofya Camiine götürdüğü haberi geldiğinde, sadrazam maiyetiyle birlikte camiye gider ve burada öğle namazını kılar. Bu sırada haberci çavuş, davetlilerin "Bâb-î hümâyûn" denilen kapıdan girmeye başladıklarını bildirir. Bunun üzerine sadrazam, maiyetini ve şeyhülislamı alarak Topkapı Sarayı'na gelir. Orta kapının dışında rikâb ağaları karşılarlar. Sadrazam atından indiği zaman bostancıbaşı sağ tarafına ve birinci mirahur sol tarafına geçer ve koltuklarlar. Şeyhülislamın ise kapıcılar kethüdası ile ikinci mirahur koltuğuna girip hep birlikte babü's-saadeye doğru yürürler. Buraya yaklaştıklarında babü-s-saade ağaları karşılar. Sadrazamın sağ koluna babü’s saade ağası, sol koluna hazinedarbaşı, şeyhülislâmın ise sağ koluna kilercibaşı, sol koluna saray-ı-cedide-i âmire ağası girip babü's-saade önüne gelirler. Burada silahdar ağa karşılar ve sadrazamın sağ koluna girer. Sol koluna has odabaşı, Şeyhülislamın ise koltuklarına iki has odalı ağa girip arz odasına doğru yürürler. Diğer davetlilere de burada izin verilir. Önce vezirler, sonra Anadolu ve Rumeli kasaskerleri, ulema, rütbesine göre eğer kaptan paşa mir-i miran derecesinde ise önce o, arkasından yeniçeri ağası, defterdar, reisülküttap, çavuşbaşı, birinci ve ikinci tezkireciler, mektubı efendiler, başbakıkulu ağa, maliye tezkirecisi, ocak ağaları, harameyn müfettişi ve muhasebecisi ve teşrifatçı hepsi birden babü’s-saade'den girerek Hırkka-i Şerif odasına gelirler. Birinci ve ikinci imam efendiler Hırka-i Şerif'in konduğu sandığın önünde oturur ve bir miktar Kur'an okurlar. Şeyhülislam hasta ise, padişahın izni ile oturması teşrifat defterlerinde yazılıdır. Kur'an okunduktan sonra padişah kendisi sandığı açar ve Hırka-i Şerif'e yüz sürülmesine izin verir. İlk defa sadrazam yüzünü sürer. Yüz sürme işlemi devlet adamlarının rütbelerine göre şu sırayı takip eder: Şeyhülislâm, vezirler, Anadolu ve Rumeli kazaskerleri, ulema, eğer mîr-i mırân derecesinde ise kaptan paşa, yeniçeri ağası, defterdar, reisülküttap, çavuşbaşı, birinci ve ikinci tezkireciler, mektubi efendiler, başbakıkulu, maliye tezkirecisi, hazine başbakıkulu ağası, çavuşlar kâtibi efendi, çavuşlar emini ağa, sipahi, silahdar, cebecibaşı, topçubaşı, arabacıbaşı, harameyn müfettişi ve muhasebecisi, şehremini, yazıcı efendi, teşrifatçı, teşrifatçı halifesi ve kisedarı. Bütün bu devlet ileri gelenleri birbirlerinin peşi sıra Hırka-i Şerif'e yüz sürdükten sonra dönüp yerlerinde dururlar. Bu işlem tamamlandıktan sonra şeyhlerin her biri sandığın önüne gelir önce dua eder, yüz sürer ve yerlerine dönerler. Valide sultanın kethüdası ve rikâb ağaları da sıralarını savdıktan sonra, padişah dönüş için izin verir. Herkes dışarı çıkar. Ancak içerdekilerden sadrazam, şeyhülislâm ve vezirler, enderun hademesi de tamam oldukta kalkıp, önce vezirler, sonra şeyhülislam, arkasından sadrazam, padişah huzurundan çıkıp enderuna girildiği zamanki düzenle hareket ederler. Önce silahdar ve has odabaşı ağalar sadrazamı koltuklayıp babü's-saadeye kadar getirirler. Burada bu görevi kapı ağası ile hazinedarbaşı üzerine alırlar. Babü's-saadeden onbeş yirmi adım dışarı çıkılınca bostancıbaşı ile birinci mirahur koltuklama işine devam eder. Kapıcılar kethüdası ile ikinci mirahur, şeyhülislam için yukarıda anlatılan aynı görevi yerine getirirler. Orta kapıdan dışarı çıkıldığı zaman atlara binilir. Burada sadrazam, şeyhülislâm için bir tören düzenler ve sarayına döner. Hırka-i Şerif ziyareti gününde yeniçeri ve diğer ocak erlerine baklava vermek gelenek olmuştur. Yeniçeri ağalarının divan günlerinde oturdukları yere çekilen perdelerin sonu olan orta kapı tarafına mutfak emini aşçıbaşı ve diğer mutfak hademesi oturup, her ocağa defterde yazılı olduğu üzere baklavalarını dağıtırlar. Hırka-i Şerife yüz sürüldükçe sadrazam ve silahdar tülbent ile silip, yüz sürene bu tülbendi verirler. Yüz sürme işi bittikten sonra bu kısım altın maşrapa içinde yıkanır. Yıkanan yer nemli olduğundan öd ve anber yakılarak kurutulur. Hırka-i Şerif ziyareti sırasında bütün devlet adamları destar-ı adi ve mevsim gereği bölükler samur kürk veya ferace ile bulunurlar. 564 İstanbul'un Fethinin İlk İşareti: Anadolu Hisarı Yahya Kemal Beyatlı
Anadolu Hisarı'nda bir gün geçiren insan Türk ruhunu derinden derine öğrenir. Güzelce Hisar, Göksu, Otağ Tepesi... Yalnız bu isimler başlı başına birer resimdirler. Anadolu zevkinde bir isim olan Güzelce Hisar zaman içinde kaybolmuş, yerine Anadolu'nun kendi ismi gelmiş. Göksu ne kadar hayal meyal bir kelimedir. Otağ Tepesi, bilâkis fütuhat devrinin mücessem bir sahnesi gibi gözleri kamaştırıyor. Göksu vadisinden Boğaziçi sularına ilk gelen Türklerden ta İstanbul'un fethine kadar bu köy anlı şanlı bir hisardır; kâh Anadolu'dan Rumeli'ye kâh Rumeli'den Anadolu'ya koşan Yıldırım Bâyezid’le onun oğulları, Murad ve Fâtih gibi ve onların arkadaşları olan cengaverler ikide birde, bir kartal kümesi halinde bu kulelere konarlar, bu kulelerden kalkarlar. Fetih senesi bu köy, kahramanlık çağının kemalindedir. Hicretin 856 senesinin baharında, genç Fatih ikide birde gelir gider. Nihayet o martın yirmi altıncı günü Hisar önünde, Gelibolu'dan gelen Balta Oğlu Süleyman Bey'in donanması, Karadeniz Boğazından taş ve kireç yüklü binlerce gemi ve mavna Hisar önünde demirler; Fatih bütün paşalarıyla, beyleriyle, ağalarıyla, mimar-başılarıyla, işçileriyle karşıya geçer; o gün o kıyıda Boğazkesen Hisarı’nın ilk temel taşlarını kendi koyar, vezirinden son nefere kadar bütün maiyeti ise girişir. Bizans Kayseri Kostantin Dragazes karşı koymaya kalkışır, lâkin genç Fatih, Varna Meydan Muharebesi sıralarındaki ihaneti hatırlatır, bir taraftan Hisar’ın temelleri üstüne atılmak isteyen Bizans cengâverlerini yeniçeriye püskürtür, bir taraftan da temelleri yükseltir. Anadolu şehirleri, kasabaları, köyleri harıl harıl levazım gönderirler. Hisar, yüksele yüksele ağustosun yirmi sekizincisi günü, büyük ve küçük kuleleriyle, burçlarıyla, surlarıyla bugünkü harap çerçevesi içinde göründüğü gibi, bembeyaz meydana çıkar. Beş ayda vücuda geldikten sonra beş asır gözümüz önünde duran bu Türk eserini halk, esrarlı bir rakamın zevkiyle kırk günde bitmiş bilir ki kısalığı ifade etmek kasdıyla doğrudur. Evliya Çelebi, bu hisarı, halkın imanlı gözleriyle gördüğü için temin eder ki bu Boğazkesen Hisarı, tepenin sağ kulesinden, kıyının sol duvarına kadar kûfî hatla çizilmiş bir “Mehmed” tir; hem de bu görüşünü Mehmed isminin miminden dalına kadar şen şatır tarif eder. Hisar bittikten sonra içine toplar yerleşir ve Fîruz Ağa muhafız olarak başında kalır. Fâtih, ilkbahar hazırlıkları için Edirne’ye gider. O ilkbaharda Edirnekapı ile Topkapı arasında görülür. O sene Anadolu Hisarı’nın son kahramanlık senesiydi. Önce genç rakibi olan karşı hisarın beş ayda göklere yükseldiğini gördü, sonra kışı, tarihin en büyük vak’asını hazırlamakla geçirdi, daha sonra ilkbaharda İstanbul surlarından gelen top uğultularını dinledi. Mayısın yirmi dokuzuncu günü fetih müjdesini aldı, şimdiki İskele Camii’nin yerinden fetih ezanlarını dinledi. Camiin yanı başındaki iskele kahvesinin ağacı altında otururken kollarını sıvamış birer köşede abdest alan ihtiyarlara baktım ve düşündüm ki fetihten çok evvel böyle Müslüman, böyle Türk, böyle sade olan bu yerde, yine böyle bir kahve, böyle ağaçlar ve böyle bir cami vardı, bu manzaranın o günlerde başka türlü olduğuna ihtimal de verilemez, çünkü mevki tabiatın dar bir çerçevesinde, İstanbul’un muhasarası günlerinde bu küçük meydan tıpkı bu saatte olduğu gibiydi, ihtiyarlar şurada burada abdest alıyorlardı, küçük kızlar çanaklarıyla yoğurt almaya gidiyorlardı, kahvenin ağaçları altında köyün ileri gelenleri konuşuyorlardı. Benim İstanbul'dan akşam gazetesini beklediğim bu saatte onlar, İstanbul muhasarasının yeni haberlerini bekliyorlardı, sonra yataklarına o haberlerle yatıyorlardı. Ve o elli günlük muhasaranın top uğultularını dinledikten sonra mayısın son sabahı bu camiin minarelerinden fetih ezanlarını işittiler. Ah o yaz bu Hisar'da kim bilir nasıl geçti? Fakat işte o yazdan sonra Hisar kahramanlık çağını geçilir, artık sayfiye olur, önünden zaman Göksu gibi ağır akar, daima saz sesleri ve arada sırada, şenlik günleri kulelerinden atılan topların uğultusunu duyar. Bu köy hâlâ fetihten evvel olduğu gibi Müslüman ve Türk yaşıyor; bir kadın, kendinden genç bir kadının kızlığını, gelinliğini, güzelliğini nasıl hatırlarsa İstanbul'un sergüzeştini öyle hatırlıyor…561 Diyarbakır – Siverek Halkının Seferdeki Osmanlı Askerine Misafirperverliği Rahmi Apak Emekli Kurmay Albay Rahmi Apak I. Cihan savaşı sırasında doğu cephesine giden bir Osmanlı askeri birliğine Diyarbakır ve Siverek halkının gösterdiği yüksek misafirperverliği hatıralarında şöyle dile getiriyor:
…Pozantı istasyonuna kadar trenlerle kafileler halinde geldik. Buradan sonra Torosların henüz açılmamış tünelleri dolayısıyla, demiryolunun eksik kısımlarını yaya yürüyüşlerle keserek demiryolunun son istasyonu olan Resülayn’da vagonlardan indik. Urfa’dan geçerek Diyarbakır’a vardık ve buradan, tümenin arkasının alınması için bir hafta bekledik. Tümen karargâhından beş subayı Diyarbakır ileri gelenlerinden Behram Paşa oğullarından Arif Bey, evinin selamlık kısmında misafir etti. Diyarbakır ve Siverek’te gördüğümüz misafirperverliğini ve yiyecek bolluğunu unutamayacağım. Bazı yerlerde, atlı Kürtler yürüyen taburlarımızın önüne dikilerek, tabur bir gece kendi köylerinde misafir kalmazsa bunu kendilerine hakaret sayacaklarını ve icap ederse taburla kavgaya bile girişecekleri tehdidi ile binden fazla mevcutlu taburları yollarından çeviriyorlar ve Mehmetçikleri patlayıncaya kadar doyuruyorlardı. Siverek’te bir ağanın evinde on beş subayla birlikte bulunduğum bir sofrada otuz türlü yemek kabının birbiri arkasından sofraya getirildiğini gördüm… Kaynak: Yetmişlik Bir Subayın Hatıraları559 Osmanlının Dramı Rahim Er
İstanbul Türk'ün eline geçeli 526 seneyi bulmasına rağmen Elen topluluğu'nun içinde O, hâlâ unutulmaz bir rü­yadır. Ve ebediyen Bizans'ın malıdır. Aradan bin sene de geçse Elen milliyetçiliği için bir yas günüdür.
O çağ açma, zamana yeni bir renk katma gününü biz de sükût geçirmekle sanki o yası haklı görüyoruz.
İstanbul'un fethini mahalli kutlama sınırları içinde bı­rakmak bütün ısrarlara rağmen bunda inat etmek!.. İstanbul'un fethi sadece Türk milleti için değil topyekûn İslâm milleti için bir bayram gü­nüdür. Çünkü o gün, hilal'le salip'in mücadelesinde zaferi kesinlikle hilal'in kazanması şanlı günüdür.
Türk milleti adına hareket edenler, bir nice zamandır 29 Mayıs 1453'ü de onun büyük kumandanını da inkâr içindedir. Millet Fatih Sultan Mehmet'i gönlünde nesilden nesile aktararak yaşatırken -birçok gencimizin ismi nedir?- millet’in bağlı olduğu değerlerden kopmuş olanlar bu gön­lü çürütme çabası içindedirler.
Bu yanlış gayret, Fatih'in asil nesline o korkunç kötülükle başlamıştır. İstiklâl Harbi bitince bütün suçlar bir el çabukluğu ile Osmanlı Hanedanına yüklenmiş ve tarihin o büyük ailesi kundaktaki çocuktan yürüyemeyecek haldeki ih­tiyara kadar sürgün edilmiştir. Özbe öz Türk ve gerçek Müs­lüman olan bu sürgün insanların çektiklerini aslında başı­mıza ne gelse kefaret olarak ödeyemeyiz. Bu ailenin çilesi­ni öğrenmek isteyenler K. Mısıroğlu'nun "Osmanoğullarının Dramı" adlı kitabını okumalıdırlar.Arkadan Ayasofya ibadete kapatıldı. Bu ibadet hakkına ve Müslümanın hürriyetine kelepçe takılması, Müslüman Türk'ün haysiyeti ile oynanması hıristiyan batı dünyasına prim verilmesi idi. Bu primle yola çıkan bir yeni idare istikbalde elbette muvaffakiyetsizlikle karşılaşacaktı.
Nitekim öyle oldu. Ayasofya'nın üstünden Peygamber’in sancağını indirenler elli yıl sonra Türk bayrağını bile inkâr ve reddeden soysuzlaşmış bir nesille karşılaştılar... Neticeden bu bedbaht gençlikle beraber O'nunla tarihi ve inancı arasındaki geçitleri tıkayanlar da sorumludur.
Yeni nesillerin de büsbütün elden çıkması istenmiyorsa kuvvetli bir tarih şuurunun işlenmesi, ruhlarda nakış nakış bir tarih aşkının doğumuna çalışılması şarttır.Bu da 29 Mayıs’ın Millî Bayram haline getirilmesi Ayasofya'nın hürriyetine kavuşturulması ile olacaktır.
Neden, Türk Milletinin sevdiği insanların asıldığı zamanlar zorla bayramlaştırılmak istenir de hakiki bayramlar göstermelik usullerle atlatılır?
Neden o eşsiz gün ve kumandanı ancak mahallî bayramlarla yaşatılmak istenir?Fatih'e, 29 Mayıs'a, İstanbul'a tarihe bağlı mağdurların ve Ayasofya'nın sahibi yeni bir nesil bütün gayretlere rağmen doğmuştur..
"Fatih'in İstanbul’u fethettiği yaşta"ki bu yeni gençlik dâvâsının şuurundadır.29 Mayıs bu gençlikle beraber Fatih Nesli'nin yanında olan Türk milletine ve İslâm dünyasına kutlu olsun...557 Erzurum’un Kara Günleri Hacı Faruk Efendi Ruslar’ın I. Cihan Savaşı’nda Erzurum’u işgal ettiklerinde eşraftan Hacı Faruk Efendi yaşadıklarını şöyle anlatıyor: Düşüş arifesi ve şehrin düşüşü [16 Şubat 1916] Cenab-ı Hak Hazretleri inayet buyurursa memleketimiz olan Erzurum' un Rus istilâsında göreceği hakaret ve felaketleri günü gününe arz etmeye çalışacağım. Şöyle ki, şu kara günlerden aydınlığa çıkacağımız tarihe kadar, yani Türk ordusunun teşrifine kadar, aman Ya Rab, bir düşman mermisi isabet edeydi de, bu kara günleri görmez olaydım. Çünkü düşmanın uğursuz ayakları altında kalan vatanımıza öyle bir hal oldu ki, bir taraftan ordumuzun geri çekilmesi, bir taraftan silah ve mühimmatın düşmana terk edilmesi, çekilme emrini alan kumandanların ağlayıp sızlaması, taşıma araçlarının noksanlığından götürülemeyen topların iniltisi, bizi düşmana terk ederek nereye gidiyorsunuz, diye kendi lisanlarıyla boyunlarını eğerek nidâ eden dağların mahzunluğu, mazlümiyetin sızıltısı, çoluk çocuğun feryadını, ne kadar kâtip olsa, yazsalar yine aciz kalırlar. Hele 293 [1877] Osmanlı-Rus Savaşı'nda, aziz canlarını feda edinceye kadar gayret edip de düşmanın kirli ayaklarını vatana bırakmayan Erzurum şehitleri, kabirlerinden güya kalkıp da yaşadıkları günleri düşünerek ve vatanın bugünkü haline bakarak, bütün ruhaniyetiyle feryat etmekteydiler. Etmezler mi? Vatana düşman giriyor... Uğrunda canlarını feda ettikleri o sevgili anaları, cennet bahçesi olan kabirleri, can düşmanın kirli ayakları altında çiğneniyor. Ya Rabbi, bu zalim, gaddar ve din, ırz ve can düşmanı olan vahşi Ruslardan bizi kurtar! Kara günler, kara yazılar diyerek ad verip yazmaya başladığım hatırat değil, çektiğimiz acıları, yaşadığımız elem ve kederleri, başımıza gelen felaketleri kaydetmektir. İnşaallah yakında, Osmanlı ordusuyla görüşeceğiz. Ordumuz, şanlı yürüyüşüyle şehrimize şeref verecek ve vatanımızı bu din düşmanından kurtaracaktır. Buna kesinlikle inandığım ve bu ordunun mensubu olduğum için bu satırları yazıyorum. Çünkü vatanın boynu bükük, kolu kanadı kırık, her an bir türlü ölüme mahkûm... Ya Rabbi, dinimize ve hükümetimize gönülden bağlı olan biz Müslümanlara, Osmanlı ordusunun teşrifini göster; sonra ruhumuzu kabzettir. Şehr-i Erzurum'a 1331 senesi 2 Şubat günü [15 Şubat 1916], kapkara bir gün doğdu. İşte kara gün, kara yazı dediğim bu kayıtları, şu tarzda yazacağım. Felâketin çeşitleri, şahit olduğum olaylar, seçilen hainler ve çaresiz Müslümanlara yapılan zulümler, eziyetler, yağmalar, sapıklıklar, sırasıyla yazılacaktır. Evet, 1331 senesinin 2 Şubat [15 Şubat 1916] günü bir kara gündü. Belki kıyametin ilk kademesiydi. Osmanlı ordusu çekiliyor; Erzurum, din düşmanları tarafından istilâ olunacak. Müslüman ahalinin yüzlerine topraklar saçılmış, güya mezardan çıkmış, kıyametin kopmasını bekliyorlar. Şehrin içinde ve kenar köşesinde, her tarafta ağlama, inleme... Hele sahipsiz ve mecalsiz aileler, çaresiz yoksullar, bütün bütüne boyunları bükülmüş, elleri koyunlarında, ciğerleri dağlı, gözleri yaşlı... Bir taraftan bozulmuş ordunun döküntüleri geçiyor. Kimisi ailesini terk ederken kimi evlâdını uğurluyor, kimi vatana veda ediyor. Kimi mal ve mülkünü döküp kaçmağa hazırlanmış vaziyette duruyor. Bir taraftan resmi binalar ateşe veriliyor ve yağma ediliyor; dükkânlar, mağazalar kırılıyor. Memleket savunmasız bir halde; halkın mal ve eşyası gözünün önünde yağmalanıyor, asla kimse sahip çıkamıyor. Zira şehre girecek mel'ûn düşmanın katliam edeceği korkusuyla herkes, ölüme hazır bir halde duruyor. Bir gün ve gecesi bu suretle geçip Şubatın üçüncü günü [16 Şubat], sabahın erken saatlerinde ahali, Valiliğin emri ve tembihi üzerine Amerikan Konsolosluğu önünde toplandı. Milletvekili ve ileri gelenler, din adamları ve muhtarlar ve sairden meydana gelen bir karşılama heyeti, aman dilemek için, tuz ekmek ve beyaz bayraklarla, bahsedilen Amerikan Konsolosu ile birlikte Kars Kapısı dışına çıkılıp düşmanın gelmesini bekliyorlardı. Anlatmaya çalıştığım bu uğursuz günün sabahı, erken saatlerde, bu din düşmanı Rus' un keşif atlısı görünmeye başladı. Sözünü ettiğim keşif kolu, tam kapıda toplanan karşılama heyetinin huzuruna gelerek “Urra!” diye bağırdı. Sonra kumandanları bulunan subay atından inerek tuz ve ekmekten birer miktar alıp yedi. Rusça bir iki söz söyleyip atına bindi. Hemen kapıdan içeri girerek Osmanlı askeriyesinin koğuşlarda saklanan asker döküntülerini toplamaya başladılar. Toplanan asker kalıntılarını önlerine katarak süvari ve topçu kışlalarına götürdüler. Osmanlıların Önüne Geçemezsiniz… Onu müteakip Kafkas Başkumandanı Nikola Nikolaviç, Birinci Kolordu Kumandanı kapıya geldiler.  Bunları karşılayan kalabalık, sıra üzere dizilmiş bir hâlde durmakta ve hepsi can korusundan başlarını eğmekteydiler. Yahudiler, Osmanlıların üst tarafında saf tutmuşlardı. Bu hâl, kumandanların önünde gelen ve kumandan yaveri bulunan subayın dikkatini çekmişti. Hemen Yahudileri Osmanlıların aşağısına ittirdi. Arkasından da birkaç söz söyledi. Yahudilere şunları söylediği anlaşıldı: "Osmanlılar, o kadar aşağı düşmemiştir ki, siz onların önüne geçesiniz!" Bu zat, Kazak albayı olduğu gibi, kendisi Müslüman Tatar Türklerindenmiş. Kumandanların fayton ve otomobilleri durdu. Onlar da inerek tuz ve ekmekten bir miktar alıp yediler. Tekrar binerek hareket ettiler ve kapıdan şehre girdiler. Müteakiben asker gelmeye başladı. Ve kapının iç tarafında askerleri beklemekte olan kumandanlar, Amerikan konsolosuyla bir hayli konuşarak tercümanlar vasıtasıyla ahaliye memnuniyetlerini bildirdiler ve herkesin emniyette olduğunu ifade ettiler. Artık ahalinin dönmesi ve herkesin evine gidip rahat etmesi için emir verildi. Rus askerleri, "Urra!" sadasıyla şehre girmeye ve sokaklara, mahallelere dağılmaya; camilere boş buldukları evlere ve hatta bütün konaklara sokulmaya başladılar. Hele Gümrük, Kavak, Veyis Efendi, Taş Mescit, Kadana, Yeğen Ağa, Köse Ömer Ağa, Şeyhler mahalleleri, hınca hınç askerle doldu. Bu kara günün akşamı başladı. Şöyle ki, camilerin mefruşatı ve fırsat buldukları evlerine eşyasıyla hayvanları yağma edildi. Bu uğursuz günden üç gün evvel, biz üç kardeş de askerdeydik. 65 yaşında ve felçli annemiz, Erzurum'a üç saatlik bir mesafede bulunan Gürcü Boğazı'ndaki Hins [Dumlu] köyünde yapayalnız kalmıştı. Bütün nakliye araçlarımızı hükümet götürdüğünden bir çift manda ile bir çift de üç yaşında tosun kalmıştı. 350 seneden beri düzülü olan evimizin eşyasını, bildiğimiz arabalara yüklediği gibi, kırk tane sığırı da hizmetçi kızın önüne katarak getirdiği mallardan ancak beş adedini Erzurum'a getirebilmiş. Ve manda arabasını askerler yağma etmiş, arabayı da alıp gitmişler. Annem, Erzurum'da perişan ve vesaitsiz kalmıştı. Bu durum, benim de Erzurum'da kalmama sebep olmuştur. Evlerimizde, 82. Alayın İkinci Tabur Kumandanının ailesi oturuyordu. Evleri boşaltarak bize terk etti. O günlerde, topçu yüzbaşılığından emekli Hacı İbrahim Efendi mallarımıza bir miktar ot gönderdiyse de, o kan içici Rus Kazakları, gelip otları zorla alıp götürdüler. Yatak yok, yiyecek yok! Gam ve keder içinde dolaşmakta olduğum gibi cereyan eden olayları da gözden kaçırmamaktaydım…556 Ermeni Meselesi ve Zulümler Hüseyin Öztürk Bu haftaki eserimiz Osmanlı tarihimizin kendi milletimizden gizlenen taraflarını aydınlatmaya ve hakikati gün yüzüne çıkarmaya ömrünü adamış Kadir Mısıroğlu’nun, “Tarihten Günümüze Ermeni Meselesi ve Zulümler” adlı kitabı. Eserin ilk sayfası Cumhurbaşkanımız R. Tayyip Erdoğan’a ithafla başlıyor.
Ayrıca aklı başında üç yabancı vicdan adamının, Ermeni meselesi üzerine düşüncelerinden kısa alıntılarla devam ediyor.
Eh böyle bir kitap, bir günde anlatılmaz. Bugün “ithaf” yazısına ve üç yabancı fikir adamının söylediklerine yer vererek, yarın da kitabın içeriğinden söz edelim.
“İş bu eseri, 1915 yılında bir askeri güvenlik tedbiri olarak gerçekleştirilmiş bulunan ‘Ermeni Tehciri’nin yüzüncü yıldönümü arifesinde, o tehcir esnasında çeşitli sebeplerle hayatını kaybetmiş Ermeniler için bir ‘Taziyet Mesajı’ yayınlayarak, ecdadımız Osmanlı’nın mütevâli alicenaplıklarına bir yenisini ilave etmiş olan halkımız tarafından seçilmiş ilk Reisi Cumhurumuz R. Tayyip Erdoğan’a ithaf etmekten büyük bir bahtiyarlık duymaktayım”.
Kadir Mısıroğlu.---“Asil ve hoşgörülü bir halk, uzun yıllar boyunca düşman muamelesi gördü ve haksız yere suçlandı.
Asırlarca, onunla aynı ülkeyi paylaşan Rumlar ve Ermeniler, sözde “Hıristiyan dayanışması” adına düzenli olarak ona karşı kışkırtıldı ve tehdit edilen Osmanlı, bu sinsi oyun ve açık isyana karşı savunmaya geçince, ikiyüzlü Avrupa, kutsal bir öfkeye bürünerek İslam’a karşı yeni bir Haçlı seferi başlattı.
Her kim bu satırların yazarının yaptığı gibi Türk halkının ruhuna şöyle bir göz atsa, Osmanlılara yapılan bu zulümdeki adaletsizliği kavrayabilir”.
Dr. Hans Barth. Roma. “Ey Türk Uyan” kitabının önsüzünden.---
“Ben bir ‘Güneş Ülke’nin hasretini çekiyorum. Bu ülkede gece olmasın ve insanlar karanlık mefhumunu orada tanımasın! ‘Güneş Ülke’yi yeryüzünde bulmak mümkün mü?
Fikir hürriyetine, vicdan hürriyetine ilişmeyen Türkler’in varlığı –hiç olmazsa yarın- böyle bir ülkenin var olacağını bana zannettiriyor.
Mademki düşünceyi zindana koymayan, hakikat sevgisini zincire vurmayan bir millet, o cesur ve adil Türkler var..
Üzerinde yalnız hakikatin, adaletin ve hürriyetin hüküm sürdüğü bir ‘Güneş Ülke’, yarın neden vücud bulmasın?!
XVII. asrın İtalyan Filozofu Campanella “Güneş Ülke” kitabından.---
Eğer Türkler hâkimiyeti altına aldıkları milletlere, Hıristiyanların yaptığı gibi zorla İslam’ı kabul ettirmiş olsalardı ki, buna o zaman kimsenin itirazı olamazdı. Bugün ne Ermeni meselesi ne Girit meselesi ve muhtemelen ne de Şark meselesi olurdu.
Oysa Türkler bunu yapmadılar; onlar Kur’an-ı Kerim’e uyarak sözde insan hakları havariliği yapan Avrupalılardan önce, herkesin kendi usulünce ibadet etmesine müsaade ettiler. 
Edmondo de Amicis. İtalyan şair, edip ve gazeteci.554 Seyit Onbaşı: "Türk'ün İman Gücü" Yavuz Bahadıroğlu İmkânsızlıkların ortasında sürdürülen savaşlarda dokuz yıl kesintisiz askerlik yapar mısınız?.. Zor, hatta imkânsız...
Dokuz sene askerlik bize zor, hatta imkânsız; ancak 1889’da Havran’ın (Balıkesir) Manastır köyünde doğan Seyid Onbaşı’ya ( hani şu 276 kilo top mermisini tereddütsüz kaldırıp namluya sürdükten sonra “Besmele” ile tetiği çekip "Ochean" zırhlısını vuran kahraman hiç zor gelmiyor...
“Bu kadarı da fazla” demeden tam dokuz yıl savaşıyor. En genç, en verimli zamanında dokuz yılını vatanına veriyor...
1909’da alınıyor askere... 1912’de Balkan Savaşları’na katılıyor... 1915’te Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı’na girince, Beşinci Ordu’ya naklediliyor...
Baştan sona Çanakkale savaşlarına katılıyor. Kaç kere ölümle burun buruna geliyor, kaç kere şehadete ramak kalıyor...
Nihayet 18 Mart 1915’te, Çanakkale Boğazı’nı geçmeye çalışan Müttefik Donanması’na öyle bir iş ediyor ki, ebedileşip âbideleşiyor... Efsane oluyor. Yüz yıl boyu konuşuluyor, minnet ve rahmetle anılıyor. Bu millet varoldukça da anılacak.
“Çanakkale’nin Koca Seyid”i deyip geçtiğimiz, sırtında mermi taşıyan fotoğrafını her yere astığımız, her zaman iftiharla hatırladığımız bu delikanlı, gerçekte kimdir sahi, necidir, neyin nesidir?..
Havran’ın Manastır köyünde dünyaya geldiğini söylemiştik. Burası bir orman köyü. Köylüler odun toplar, kömür yapar, gizli gizli şehre indirip satarak geçinirler...
Tam ismiyle Seyit Ali (soyadı kanunu çıkınca “Çabuk” soyadını almış)  de gizli yaptığı kömürü satıp geçinen bir Anadolu garibanı...
Gök gözlü, kavruk tenli, ufak-tefek biri... Ama cesur, ama atak, ama yürekli...
Bu cesur yürek 18 Mart 1915 tarihinde Çanakkale sırtlarına konuşlandırılmış Rumeli Mecidiye Tabyası’nda görevlidir. Âkif’in “Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne bela” olarak tanımladığı düşman, tüm toplarını aleste etmiş mevzilerimizi cehenneme çeviriyor. Zaten yetersiz sayıda olan toplarımızın çoğunu susturuyor.
Bu arada Queen Elizabeth zırhlısından atıldığı tahmin edilen bir top mermisi Mecidiye Tabyası’na isabet ediyor. Bazı toplar tamamiyle devre dışı kalırken, sağlam tek topun da mataforu (ağır mermileri namluya süren bir nevi vinç) kırılıyor. 
16 er şehit, 24 er yaralı. Sadece batarya komutanı ile Niğdeli Ali, bir de bizim Seyit yarasız-beresiz ayakta kalıyor.
Komutan durumu rapor edip yardım alma umuduyla tabura giderken, bunlar top başında kalıyor... Niğdeli Ali bir cigara sarıp efkâr dağıtırken, Seyit elinden gelen herşeyi yapıp yapmadığını düşünüyor. Gözü 215 kiloluk mermilerde: Taşıyıp namluya sürebilse, bunu bir yapabilse, ruhu sükunet bulacak.
Düşüncede bırakmayıp eyleme geçiyor. Mermiyi sırtladığı gibi namluya sürüyor ve besmele eşliğinde ateşliyor...
Üçüncü mermi zırhlının dümen köşkünde patlayıp, dümenini kilitliyor. Bu alan elli santimetrekarelik zırhsız bir alandır ve bu isabetin gerçekleşmesi imkânsız gibidir.
Tabii imkânsızlıktan imkân çıkarmayı bilmeyenlerle, şartlara teslim olmayanlar bu genel kuralın dışındadırlar: Tıpkı Havranlı Seyit Ali Onbaşı (bu başarısından sonra “onbaşı” rütbesi alıyor) gibi...
Çanakkale’den düşman çekildikten sonra, üç yıl daha çeşitli cephelerde savaşıyor. Sonra terhis ediliyor. Köyüne dönüp anasına, karısına, kızına kavuşuyor. Ne madalya, ne maaş, ne ücret, ne alkış istiyor. Ona göre vatan hizmetinin bedeli yoktur. Eskisi gibi kömür yapıp satarak hayatını bıraktığı yerden sürdürüyor.
50 yaşında, zatürreden hayata veda ediyor (1939)..553 Barbaros Hayrettin Paşa’nın Fransa Seferi Yılmaz Öztuna "Kapdân-ı Deryâ Barbaros Hayreddin Paşa, son deniz seferine çıkmak üzere 28 Mayıs 1543’te İstanbul’dan ayrıldı. Kumanda ettiği Türk Donanması’nda 154 parça savaş gemisi vardı. Seferin hedefi, Fransa’ya yardım etmek, bu devletin İmparator Şarlken tarafından yutulmasını önlemekti. Barbaros, İtalya ile Sicilya’yı ayıran Messina ve Reggio şehirlerini zaptetti. Sonra kuzey-batıya doğru İtalya kıyılarını takip ederek ilerledi. Napoli ile Roma arasındaki Gaeta şehrini aldı. Roma’nın 15 kilometre ötesinde, Tiber ırmağı ağzında bir liman olan Ostia’da demirledi. Roma’yı almak istiyordu. Fakat Türk Donanması’ndaki Fransız elçisi Polin Barbaros’un ayaklarına kapanarak bu işten vazgeçmesini diledi. Fransa, Türkler Roma’ya girerse bütün Hıristiyan âleminin nefretini üzerine çekeceğinden korkuyordu. Barbaros, şehrin işgalinden vazgeçti. Ostia ve çevredeki şehirlerin halkı, Türk denizcilerine yiyecek, içecek hediye ederek dostluk gösterdiler. Türk Donanması, on bir temmuzda Fransa’nın Tulon limanına vardı. Burada birkaç gün kalıp hareket etti. Ayın 20. günü Marsilya limanına girdi. 44 parçalık Fransa Donanması buradaydı. Direklerine Türk bayrağı çekip toplarını ateşleyerek Türk Donanması’nı selâmladı. Barbaros, Fransa’da ve Avrupa’da hâlâ eskisi gibi “Cezâyir kralı” diye anılıyordu. Onun için bir krala yapılan törenle karşılandı. Fransa Hanedanı’ndan bir prens olan Angen dukası, kral I. François namına Barbaros’u karşılayıp: “hoş geldiniz!” dedi. Türk donanmasını ve levendlerini görmek için, bütün Kot Dazür halkı kıyılara dökülmüştü. 21 Temmuzda Barbaros, büyük törenle, yanında amiralleri olduğu halde Marsilya’ya çıktı. Şerefine verilen ziyafetten sonra, baştardasına döndü. Türk Donanması, Marsilya’da 16 gün kaldı. Levendler, şehri ve çevresini gezdiler. 4 ağustosta, Sultan Süleyman da Estergon’u fethetmişti. Barbaros Marsilya’dan Tulon’a hareket etti. 10 ağustosta Müttefik Donanma Tulon’a girdiği gün, Kanunî Sultan Süleyman da Estergon’u fethetmişti. Barbaros, o zaman Şarlken’in himayesinde olan Nis şehrini alarak Fransa’ya vermek istiyordu. Türk Kaptân-ı Deryâsı, Nis’in etrafına çepçevre tabyalar yaptırıp hendekler kazdırdı. Böyle şeylerin bu derecede sür’atle yapılabileceğine inanmayan Fransızlar, hayret içinde kaldılar. Şehir 20 ağustosta teslim oldu. Barbaros Hayreddin Paşa, Nis’in anahtarlarını, Kanunî Sultan Süleyman adına kabul etti.  Anahtarları sunan şehrin valisi, Nis’in affedilmesi ricasında bulundu. Şehir kendiliğinden teslim olduğu için Barbaros, bu isteği kabul etti. Nis’i Fransızlar’a bırakıp ayrıldı. Ancak Türkler çekildikten sonra Fransızlar, şehri dehşetli şekilde yağma ettiler. Kot Dazür’ün incisi olan bu şehrin fethi, Türkler’e 100 şehide mal olmuştu. İmdada yetişen komutan ve ordu Bundan sonra Kot Dazür limanlarını dolaşan Türk Donanması, kışı geçirmek üzere Tulon limanına girdi. Fransa kralı I. François, şehri ve çevresini geçici olarak Türkler’e bırakmıştı. 16 Eylül 1543’te, Tulon ve çevresinin, Türk Donanması Fransa’da kaldıkça Türk hâkimiyetinde olacağını bildiren andlaşma imza edildi. Şehre Türk bayrakları çekildi. Beş vakit ezan okunmaya başladı. Şehir ve çevresi, o yılki vergilerini Türk tahsildarlarına ödediler. Bu olayın hâtırasını yaşatmak için sonradan Fransızlar Tulon Belediye Sarayı’na, Türk Donanması’nı limanlarında gösteren bir tablo yaptırıp astılar. Tablonun üzerinde bir Fransız şairinin bu münasebetle yazdığı şiir vardı. Bu şiirin son iki mısraında şöyle deniyordu: “Bu gördüğünüz, hepimizin imdadına gelmiş olan Barbaros ve ordusudur.” Türkler, Tulon’da 8 ay kaldılar. Bu müddet içinde Barbaros-zâde Hasan Reis ve Sâlih Reis gibi en değerli Türk amiralleri, İspanya ve İtalya kıyılarını bombardıman ettiler. Zaten Türk Donanması’nın, başında Barbaros gibi bir şahsiyet olduğu halde Tulon’da üslenip kışlaması, İmparator Şarlken’e en acı günlerini yaşatmıştı. İkinci bir Preveze macerasına hevesli görünmeyen düşman donanmasından iz yoktu. Matrakcı Nasuh’un Tarihi Minyatürleri Barbaros’un Fransa seferine katılan büyük Türk bilgini Matrakcı Nasûh, bizzat yaptığı minyatürler bugün elimizdedir. Nasuh, bu minyatürleri Fransız limanlarına bir Türk gemisinden bakarak yapmıştır. Fransız tarihçisi Madam Jeanne Laroche bu minyatürlerin, Fransız limanlarının XVI. asır ortalarındaki topografyasını bütün teferrüatiyle dikkate değer bir doğrulukla aksettirdiğini yazmaktadır. Marsilya, Tulon, Nis, Antib gibi şehirler, limanlarında yatan Türk Donanması ile beraber, zarif çizgiler ve parlak renklerle gösterilmiştir. Matrakçı Nasûh, matematikçi, coğrafyacı, asker, silâh uzmanı, ressam, büyük bir şahsiyetti. Denizi, gümüş ve gökleri altın yaldızla boyamıştır. Yeşil, mavi, pembe renklerdeki dağların dalgalı âhengi çok cazip görünmektedir. Evlerin kırmızı kiremit damları, kiliselerin maviye boyanmış çan kuleleri arasına serpiştirilmiştir. Matrakçı Nasûh, kısmen manzum, kısmen mensûr olarak, Türk Donanması’nın Fransa seferini de anlatıyor. Fransız limanlarının Türk gemileriyle uçsuz bucaksız bir lâle tarlasına benzediğini yazıyor. Al renge ve yaldıza boğulmuş Türk bayrakları ve sancakları hatırlanırsa, yazarın benzetmesinin güzelliği anlaşılır. O zaman Tulon, 5.000 nüfuslu küçük bir limandı. Türk Donanması’ndaysa, forsalar dışında 29.440 kişi vardı. Bu nüfus, bir yıl için, Tulon’daki Fransızlar’ı azınlıkta bıraktı fakat levendlerin çoğu gemilerinde kalıyorlardı. Fransız halkı, Türk idaresinin getirdiği yeniliklerden çok memnundu. En küçük bir zabıta olayının geçmediği bu bir yıl içinde Tulon ve çevresinde, tam bir huzur ve sükûnet hüküm sürdü. Fransa’nın mütefekkir tarihçi ve coğrafyacısı Grenard, Türkler’in Fransa seferiyle, Türk haşmetinin zirvesine çıktığını, Tulon’un küçük bir İstanbul olduğunu, Şarlken’in cihan ölçüsündeki strateji alanını Kanunî Süleyman’a bıraktığını yazar. Türk Donanması, 1544 yılı nisan ayında Tulon’dan ayrıldı. Bir yıl, üç ay süren bir seferden sonra İstanbul’a döndü. İstanbullular, donanmalarını seyretmek için sahillere yığılmışlardı. Bu, 72 yaşlarında bulunan Barbaros Hayreddin Paşa’nın denizlerde geçen hayatının son seferi oldu. Artık yeni bir sefere çıkamadı. İstanbul’a döndükten 2 yıl sonra ölerek şan ve şeref içinde geçen hayatını tamamlandı.552 Osmanlı Diasporasından Hatıralar Rahim Er
"Dünyada Osmanlı Diasporası kurmalıyız” dedik. Zira Osmanlı teb’asından bazısıyla dindaş, bazısıyla soydaş, bazısıyla da kültürdaşız. Ne onlar, ne de biz istesek de birbirimizden kopamayız. Osmanlı, aynı yer küre üstünde ve aynı gök kubbe altında 6 buçuk asır bütün bu unsurları adaletle idare etmiş. Bugün başta Türkler olmak üzere bakıyenin cümlesi, o günlerin hayret ve hayranlığında. Türkler, Hanedan’ı nâhak yere kovmakla bir asır çekti. Bazılarının cezası ise ya başlamadı veya bitmedi yahut Yunanlılarda olduğu gibi yeni başlamakta. Yunanlılar, Osmanlı ana gövdeden ilk kopan parçadır. Osmanlı güneşinin doğduğu, Vahiy Medeniyetinin hüküm sürdüğü, Osmanlı ikliminin yaşandığı topraklara dair nakledeceğimiz bir kaç misal, dünyada Osmanlı diasporası kurma teklifimizin ne denli doğru olduğunu izaha yeter. Bir çok kimse benzer hatıralara sahiptir: -Saddam zamanıydı. Arkadaşım Feramiz Gökdemir’le beraber Bağdat’a gitmiştik. İdare bize bir araba, bir şoför ve iki de refakatçi verdi. Önce niye bu kadar fazla insan olduğunun sebebini anlayamadık. Biraz haşır neşir olunca çözdük. Refakatçilerin biri Arap, biri Kürt, biri Türkmendi. Bizden başka aynı zamanda birbirlerini takip ediyorlardı. Gezdiğimiz, gördüğümüz yerlere dair düşüncelerimize şaşırdılar. İkinci gün bize aynen şunu dediler: “Siz, buraları bizden daha çok seviyorsunuz; işte şoför, nereye isterseniz gidin, biz ayrılıyoruz!”... Bakü’deydim. O gece Kadir gecesiydi. Telefonum çaldı. Türkiye’de bir yerden dâvet ediyorlardı. “Bosna’da Gazi Hüsrev Bey Camiinde Kadir gecesi idrak edilecek, gelir misin?” Hayır denir miydi? İstanbul’a indim, uçak değiştirerek Saray Bosna’ya uçtum. Bu şehir, en az Bursa kadar Osmanlıydı. Sonraki görüşlerimde bu ilk intibam kuvvet kesbetti. Osmanlı sanki gitmemiş Bosna’ya taşınmıştı. Mosdar Köprüsü ne kadar muhteşemse, Gazi Hüsrev Bey Camii ve önündeki sebil, çok daha muhteşemdi. Lokum eşliğindeki Türk kahvesi, unutulmazdı. İnsan, Bosna’da sokakları, çarşıları gezerken bir köşebaşında arkasında yeniçerileri yanında vezirleriyle Padişah’la karşılaşacağı hissine kapılmakta. Kavala’da İmaret’i ziyarete gidiyorduk. İlerde sur dibindeki dükkânının önünde yaşı 50’yi aşmış bir hanım ayakta duruyordu. Geçerken merhabamızdan sonra “nerelisiniz?” dedi. “Türküz” deyince, Türkçe olarak “aa, İstanbul’dan hemşehrilerim gelmiş, bir kahve içirmeden bırakmam!” dedi. Vaktimiz dardı. Ne kadar direndiysek de bu Osmanlı Rumu hanımı razı edemedik. Bomontiliymiş. 6-7 Eylül çirkinliğinden sonra İstanbul’u terk zorunda kalmışlar. Müşterek örfümüze dair hatıralar nakletti ki bugün de aklımızda... Eşimle birlikte Washington, DC’de Mayc’s mağazasındaydık. Bana bir pantalon bakıyorduk. Mağaza kalabalıktı. Kıyafetlerle ilgilenirken bir sese döndük. Yaşlı bir tezgâhtar hanım “Türk müsünüz?” diyordu. “Evet” karşılığını alınca “gelin, dedi, orası pahalı!” Önümüze düştü; yavaş adımlarla yürürken bir taraftan da Türkçe konuşuyordu. “İsmim Lüsyen, Sivas Ermenisiyim, çok oldu buraya geleli. Şimdi 5 torunum var. Kusura bakmayın; konuşmaya konuşmaya Türkçem zayıfladı.” Halbuki Türkçesi fena sayılmazdı. O gün Lüsyen hanımın gösterdiği nezaket ve yakınlığı unutmamız mümkün değil... Daha Kahire’den, Şam’dan, Mekke’den, başka yerlerden çok hatıralar bulunmakta ama bu naklettiklerimiz bile yetmez mi? Ne dedik? İstesek de kopamayacağımız gerçekler var. Öyle ise o gerçekleri yaşamamız lâzım. Bir ırmak, gördüğü rüyayla kendini hatırladı.550 Anadolu’da Oğuz Boyları ve Anadolu’nun Türkleşmesi Kemâl Vehbi Gül (1) Anadolu'da Oğuz Boyları
Bozoklar: 1-Kayı Boyu, 2-Bayat Boyu, 3-Alkaevli Boyu, 4-Karaevli Boyu, 5-Döğer Boyu, 6-Yazır boyu, 7-Dodurga Boyu, 8-Yaparlı Boyu, 9-Kızık Boyu, 10-Avşar boyu, 11-Beğdili Boyu, 12-Karkın Boyu. Üçoklar: 1-Bayındır Boyu, 2-Beçene Boyu, 3-Çavuldur Boyu, 4-Çepni Boyu, 5-Salur Boyu, 6-Alanyuntlu Boyu, 7- Eymir Boyu, 8-Öregir Boyu, 9-Iğdır boyu,  10-Buğdüz Boyu, 11-Yuva Boyu, 12-Kınık Boyu. Selçuklu sultanlarının başlıca kuvvet kaynağı, Müslüman olduktan sonra Türkmen adını alan bu göçebe boyları idi. Türkler; özellikle Anadolu’nun çeşitli yerlerine kendi boylarının adlarını vermişlerdir. Bu boylardan birçokları kendi aralarında da çeşitli adlarla kısımlara ayrılmışlardır.  İki Kol, altı Grup ve 24 boy olan Oğuz Türklerinin Anadolu’ya gelmesi; Bizans Anadolu’sunun etnik bünyesini tamamen değiştirmiş ve yeni bir toplum meydana getirmiştir. Bu yeni etnik halitanın meydana getirmiş olduğu sosyal düzende değer hükümleri değişmiş, inançlarda büyük değişimler olmuş, giyinme ve davranışlar medenîleşmiş, kısaca toplum kısa zamanda Türkleşmiş ve İslâmlaşmıştır. Türklerden önce din ve kin sebepleriyle birbirine düşman haline gelen etnik gruplar; bu yeni etnik unsurun gelmesiyle akıllara hayret verecek şekilde kaynaşmıştır. Öyle ki; Türklüğün nâzım vasıfları ve seciyeleri etrafında halkalanan diğer etnik gruplar ve dinî cemaatler âdetâ yepyeni bir millet manzarası, bambaşka bir bütün hüviyeti arz etmiştir. Temelde yatan bu birleştirici ruh ve cevheri teşhis edemeyen birçok tarihçi veya sosyoloğun Meşrutiyetten önce Türk Milleti şuuru olmadığını ileri sürmelerindeki hata buradadır. “Osmanlı Devletinin kurulduğu coğrafi saha, Büyük Okyanus ortasında münferit bir ada olmadığı gibi burada yaşayan insanlar da Selçuk Anadolu’sunun Türklerinden ayrı bir unsur değildi. Anadolu’da önce Selçuk ve sonra da İlhânî hâkimiyetinin kuvvetli bulunduğu zamanlar onlar da diğer Anadolu Türkleriyle beraber bir siyasî birlik, bir kültürel birlik teşkil ediyorlar.” Türkler; sıcak kanlı, babacan ve yardım sever insanlar olarak diğer etnik grupları kendi bünyelerinde zamanla ve hissettirmeden eritmesini bilmişler, bu uğurda en küçük bir zora baş vurmamışlardır. Türklerin kendi hâkimiyetleri altında yaşayan diğer din ve ırktan olan insanlara ne derece yakınlık, serbesti, eşitlik ve tolerans tanıdıkları aşağıda verilecek birkaç küçük örnekten kolayca anlşılmaktadır. Bu hususu birçok Türk düşmanı müsteşrik ve yabancı yazar bile itiraf etmekten kendilerini alamamışlardır. Yugoslav tarihçi “Jorga”; açıkça; Türkler eğer hâkimiyetleri altındaki diğer unsurların din ve dilleriyle âdet ve geleneklerini serbest bırakmamış olsa idi bugün Avrupa ve Balkanlar’da Türklerden başka millet ve Müslümanlıktan başka din kalmamış olurdu, derken bu tarihî gerçeği itiraf etmiştir. Türklerin uyguladığı bu müsamaha ve serbesti karşısında birçok Arnavut, Rum, Ermeni, Yahudi, Yugoslav, Pomak, Bulgar… severek Müslüman olmuşlar; Türklerle de evlenerek zamanla Türkleşmişlerdir. Zaten; “Dinde zorlama yoktur” diyen bir dinin mensuplarından başkaca bir davranış da beklenemezdi. “Âşık Paşazade’deki söylentilerde, Osman Gâzi’nin etrafındakiler ile rumlar arasında iktisadî münasebetler hakkında dikkate değer malûmat vardır. Yaylaya ve kışlaka giden bir yarı göçebe olarak tasvir edilen Osman Gâzinin kasabalarda yarı göçebe olarak tasvir edilen Osman Gâzinin kasabalarda yerleşmiş tekfurlarla ve Rum halk ile barışçı ilişkileri birçok yerlerde belirtilir: Yaylaya gitseler emânetlerini Bilecik hisarında korlardı. Kaçan gelseler teleme, peynirler ve katıklar ve kadınlarıyla, yağlar ve kaymaklar ve halılar ve kilimler gönderirlerdi. Osman Gâzi daha Eskişehir’in Hamam yöresinde Pazar kurdurdu. Etrafına kâfirler dahi gelirlerdi. Bir gün Bilecik kâfirler iyi bardak düzerlerdi. Yükle pazara satmaya gelmişler. Her giz Bilecik kâfirlerinin avratları dahi Eskişehir pazarına gelir Pazar ederlerdi. Emn-ü âmânla bu Bilecik kâfirleri gayet itimat etmişlerdi. Bu Türk, bizimle iyi doğruluk eder derlerdi.”Zamanının kendi öz Türkçe dili ile bize kadar gelen bu emsalsiz tarihî belge Türklerin yüzyıllarca önce dahi, din uğruna ele geçirdikleri yerlerin gayrı Müslim halkına ne derece yakın bir dostluk ve kardeşlik gösterdiklerini ortaya koymaktadır. Savaş halinde iken kanı kendilerine helâl olan bu (kâfirlere) kendi hâkimiyetlerini kabul ettikten sonra Müslüman-Türklerden asla ayrı bir muamele yapmamış olmaları, bu insanlar üzerinde hayret edilecek şekilde olumlu etkiler yapmış ve bunların süratle Müslüman olmalarına ve Türklerle de evlenerek Türkleşmesine yol açmıştır. Ayrıca Türklerle yaptıkları bu sıcak ve yakın ilişkiler; diğer etnik guruplar üzerinde derin sosyal değişimler meydana getirmiş; yemeleri, içmeleri, giyinmeleri, davranışları, düşünce tarzları ve ihtiyaçları üzerinde hükümran Türk toplumunun derin izleri görülmeye başlamıştır. Türklerin, daha 11 inci, 12 inci, 13 üncü yüzyıllarda Orta Çağın karanlığına rağmen ortaya koymuş olduğu bu dinî müsamaha ve geniş yönlü tolerans bugün bile gıpta ettiğimiz geniş bir anlayış tarzıdır. Türklerin Anadolu’da meydana getirdikleri sosyal ve kültürel hareket, kısa zamanda meyvelerini vermiş, içtimaî bünye süratle değişmiştir. “Anadolu’da, Rumeli’de ve İstanbul’da hülâsa bütün Osmanlı memleketlerinde Ermenilerle Türkler arasında o kadar büyük bir anlaşma vardır ki; Osmanlı Tarihi o zamana kadar en ufak bir Ermeni meselesi bile kaydetmemiştir. Hususi münasebetlerinde Türklerle Ermeniler arasındaki dostluk her türlü sınırı aşardı. Anadolu köylerinde oturan bir Türk, ticaret işleri dolayısıyla uzak bir yere gitse ailesinin hak ve namusunu komşusu Ermeninin nezaret ve vesayetine bırakır ve Ermeni de aynı güveni Türk komşularına karşı göstermekten çekinmezdi. Ne Anadolu’da, ne Rumeli’de ve ne de İstanbul’da hiçbir Ermeni yoktur ki; Ermenice bilsin. Bütün mekteplerinde Ermeni harfleriyle Türkçe okutulur ve kiliselerde ruhani âyin Türkçe yapılırdı. Özellikle bizim inancımız vardır ki; Ermeni unsuru ile Türk unsuru arasındaki düşmanlığın başlıca sebebi Rusya’nın ve Fransa’nın siyasetidir.”   Bu sıcak dostluk ve esaslı sosyal kaynaşmadır ki; Müslüman olup Türkleşen sayısız Rum, Ermeni, Arnavut, Sırp, Ulah, Yahudi, Bulgar, Yugoslav ve hatta Rus gibi diğer ırk ve dine bağlı insanların Türk devletinde çok önemli görevlere getirilmesine; vezirlik ve sadrazamlığa kadar ve özellikle Sultanların hanımlığına kadar yükselmelerine imkân vermiştir.(1) Samsun eski Belediye Başkanı549 Darülaceze ve Muhterem Acizler Hüseyin Öztürk İslam medeniyetini, insan başta olmak üzere her canlı üzerinde tesis eden Osmanlı Devleti’nde, kendi işini kendisi göremeyen ve çeşitli hastalıklara müptela insanlara; “Muhterem Acizler” diye hitap edilmiştir. İşte bu hitabın gereklerini yerine getirme adına, tahtından alındığı gün bile milleti ve devleti için mesaisine ara vermeyen Cennetmekân II. Abdülhamid Han, Darülaceze’yi kurmuştur. Darülaceze’den ilk yaralananlar ise İstanbul’daki gayrimüslimlerdir. Müslümanlar 1940’lardan sonra Darülaceze’ye gelmişlerdir. Belki pek yeri değil, ama şu soruyu sormak gerekir. Peki, böyle bir sultanı tahtından indirenler kimlerdir? El Cevap; İstanbul’daki gayrimüslimlerin baş temsilcileriyle bir Türk’tür. Benimkisi biraz gâvura kızarak oruç bozmaya benzedi ama gelin de siz tüm iyi niyetinizle, haydi şu meseleye bir yol ve yordam bulup “olabilir” deyin. Darülaceze “emin ellere” geçmeden önce yine II. Abdülhamid’in kurduğu “Hamidiye Suları” bu müesseseye sokulmamıştır. Bu düşmanlık hangi gerekçeyle açıklanabilir? Geçelim. Resmi kayıtlara göre Darülaceze’nin kuruluşu şöyle tarif edilmektedir: Darülaceze’nin kuruluş süreci, 1877 Osmanlı-Rus Savaşı’na kadar uzanmaktadır. Bu savaşın ardından, göçler başlamış 1877-79 arasında İstanbul’a dört yüz bine yakın göçmen gelmiştir. Sokaklarda evsiz, barksız, hasta, kimsesiz çocuk ve dilenciler artmıştır. İstanbul’daki dilencileri, sokaklarda başıboş gezen kimsesiz çocukları, cami avlusunda yatan kimsesiz muhtaçları bir araya toplayıp ıslah ederek, sanat sahibi yapmak, kimsesizlerin ahir ömürlerini huzur içinde yaşamalarını sağlamak maksadıyla, zamanın Padişahı II. Abdülhamid Han, bir ferman ile Darülaceze kurulmasını emir buyurmuştur. Bu ferman sonrası oluşturulan komisyonun araştırmalarında, Darülaceze’nin Okmeydanı’nda kurulmasının muvafık olacağı ve inşaatının 72.000 altın liraya çıkabileceğini padişaha arz edilmiştir. Bunun üzerine Darülaceze’nin Okmeydanı’nda inşasına başlanması, Padişahın 25 Mart 1306 (6 Nisan 1890) tarihli fermanı ile emir buyrulmuş ve bu ferman, 30 Mart 1306 (11 Nisan 1890) tarihli Resmi Tebliğ ile yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Sultan II. Abdülhamid Han, Darülaceze’nin kuruluş masraflarını karşılamak üzere 7.000 altın lira kıymetindeki eşyasını hediye etmiş, 10.000 altın lira da nakit olarak bağışlamıştır. Ayrıca yardım kampanyası düzenlenmiş, geniş bir katılım sağlanmış ve toplanan teberrularla 50.000 altın lira toplanmıştır. Böylelikle temin edilen inşaat parasıyla 6 Ekim 1892 tarihinde, 21 koyun kurban edilerek, Darülaceze’nin temeli atılmıştır. Sultan II. Abdülhamid Han’ın cülusunun sene-i devriyesi olan 19 Ağustos 1895 tarihinde binaların inşaatı tamamlanmıştır. Fotoğraflardan oluşan iki albümle birlikte, Darülaceze’nin anahtarları Sultan’a teslim edilmiştir. Darülaceze’nin resmi açılışı tarihi, 31 Ocak 1896 günüdür. Bu tarihlere dikkat edilirse, II. Abdülhamid Han, hem bütün dünyanın üzerine saldığı şeytanlarla uğraşmaktadır, hem de böyle hayır işleriyle.544 Muhteşem Süleyman’ın Muhteşem Tevazuu Osman Yüksel Serdengeçti Kanuni Sultan Süleyman zamanında 1566-1562 yıllarında İstanbul’da Avusturya Sefiri olarak vazife yapan Bursberg’in “Bir Sefirin Hatıraları” ismindeki eserinde Osmanlı donanmasının bir zaferden sonra İstanbul’a dönüşünde gördüklerini şöyle dile getiriyor: Eylül’de muzaffer ve muazzam donanma, esirler, ganimetler ve zaptolunan sefinelerle beraber İstanbul’a döndü. Bu biz Hristiyanlar için ne kadar elîm, acıklı bir manzara ise Müslümanlar için o kadar hoş, zevkli bir manzara idi. Muzaffer donanma, ilk gece İstanbul kapılarında demirledi. Maksat sabahleyin, büyük bir seyirci kalabalığı karşısında, şanlı şerefli, tantanalı bir şekilde limana girmekti. Sultan Süleyman Han liman methalinin yanındaki sütunlu mevkie inmişti. Burası sultan sarayının temadisinden (Sarayburnu) teşekkül eder. Padişah muzaffer donanmayı ve donanmada teşhir edilen Hristiyan amirallerini yakından görmeyi arzu ediyordu. Amiral gemisinin ta arkasında, meşhur Don Alvaro ile Napoli ve Sicilya donanmalarının amiralleri, Don Berenguer ve Don Sancho teşhir olunmuşlardı. Zaptolunan kadırgaların kürekleri, küpeşteleri alınmış, silâhsız askerler gibi sadece tekneleri bırakılmıştı. Bunlar Türk gemilerinin yanında âdi, biçimsiz görünüyorlardı. Bu büyük merasimde Muhteşem Süleyman’ın yüzünü görenler, onda bir zerre bile gurur nişanesi görmediklerini kat’iyetle söylüyorlar. Ben de, kendisini iki gün sonra dinî vazifesini ifa eylemek üzere saraydan çıktığı zaman gördüm. Yüzünün ifadesi hiç değişmemişti! Hâlinde aynı vakar ve hüzün eseri vardı. O kadar ki vukua gelen muazzam zaferin, sanki kendisiyle hiç alâkası yokmuş, beklenmedik hiçbir hâdise olmamış zannedersiniz. Talihin mukadderatını kabule, bu ihtiyar hükümdarın kalbi öyle alışmış ve hazırlanmıştı ki, alkışlara kulağını tıkıyordu, nazarında bütün zaferler âdeta bir hiç. O Allah’ına, dinî vazifesini ifaya, camiye namaza gidiyordu. Hâlinde aynı huşu ve hüzün eseri vardı.  543 Osmanlı Üniversitesi Kurulmalı Nusret Çiçek 19. Milli Eğitim Şurası’nda alınan karar gereği Osmanlıca mecburi ders olarak bütün liselerin müfredatlarında okutulması benimsendi. Gerçekten gurur verici bir karar. Bu karara parmak kaldıranları canı gönülden kutluyorum. Öteden beri benim teklifimde şu var: Osmanlı Üniversitesi...

Hem bu tip bir eser tarihe olan borcumuzdur... Bu sayede Lozan masasında kaybettiklerimizi kısmen de olsa telafi etmiş oluruz. Allah’a reva mi?.. Sömürücü İngiliz’in dili baş tacı, Osmanlıca yas tacı! Tarih ayağa kalkmadan  bizim de belimizi doğrultmamız mümkün değil.  Mondros’un vebalini padişahların sırtına yıkan ittihatçılar bu kez de Lozan’ın sözde zaferini kahramanlık hanelerine yazdılar. Adına da resmi tarih dediler...
Bakalım öyle mi? Kim kahraman kim hain?.. “Muhteşem Yüz Yalan” gibi Sulukule yapımı dizilerle Osmanlı padişahlarına atılan katmerli iftiraları müfterilerine yalatmak için Osmanlıca bilmek gerekiyor.  Bu arşivlerde çok şeyler var...

Bu topraklarda kendilerini ifade eden Rum’u da, Ermeni’si da Osmanlı diyor. Buna karşılık bir asırlık dönemden herkes şikayetçi, kavgalı. Tokadını yiyenlerin dışında Osmanlı çağından şikayet eden var mı?  Nizami alem için padişahların idam dediği doğru, yedi asır içerisinde bu sayı 20’yı geçmez. On yıllık Cumhuriyet döneminde asılanlarla kurşunlananların sayısı binlerle ifade ediliyor. 

Öyle bir devir geçirdi bu ülke. Kim konuştuysa sık kafasına kurşunu, altına da “çağdaş cumhuriyet” yaz. Cumhurbaşkanımızın sorduğu gibi biz de soralım.  Bu nesil neyi doğru dürüst biliyor ki?

Şu anda Amerika kıtasının keşfi bile tartışılıyor. Öncelikle dünyanın ve de güneşin döndüğünü açıktan ifade eden Kur’an ayetlerine uygun Kaptan-ı Derya (Amiral) Piri Reis tarafından 1513 tarihinde çizilmiş “Piri Reis Haritası” var.  Haritada Amerika kıtası gösterilmektedir.

Avrupa o devirde bu tip bir çalışmayı rüyasında bile göremezdi. Başkent’in göbeğinde İbn-i Sina adında bir hastanemiz var. İsterseniz mikrofonu elinize alın ve dolaşın.  İki fakülte bitirenler bile bu ismin neyi ifade ettiğini pek bilmez. Çünkü Osmanlıca bilmedikleri için kaynaklara inemiyorlar. İbn-i Sina tıp ilminin babası sayılır.  “Kanun” adlı tip kitabı en azından 600 seneye yakın batı üniversitelerinde okutuldu. Biz de ise Lozan yıkılışı ile ölüme mahkum edildi, itildi, ret edildi. Cumhuriyet neyi doğru dürüst öğretti?..
Bu nesil  denklemlerle cebir işlemlerinin banisi Harizmi olduğunu biliyor mu?  “El- Cebir ve El Mukabele” adlı kitap sekizinci asrın İslam dünyası harikası. Kan dolaşımını 12. Yüz yılda bulan Müslüman ilim adamı İbn-i  Nefis. Ondalık kesirlerin üstadı Gıyasüddin Cemşid’dir.

Biz de bu Cemşid ismini Sincan’da bir mezarlığa verdik... Saymakla biter mi?  Hukuk deyince Roma Hukuku. Ondalık sayılar deyince Cemşid yerine Nevton çıkıyor karşımıza... Hukuk alanında geçmişe ait ne kadar bilgimiz var? Hani Selçuklu ile Osmanlı hukuku? Osmanlı 700 yıl hukuksuz mu idare edildi?  Varsa Batı yoksa Batı...
542 Osmanlıya muhalefetleri, İslam’a düşmanlıklarından Rahim Er Japonların, Çinlilerin, Hintlilerin, Rusların, Yunanlıların, İsraillilerin... Birçok milletin kendi özgün alfabeleri var. Türkler, Müslüman olduktan sonra Göktürk harflerini bırakarak İslam elifbasını kullanır oldular.

İranlılar gibi diğer Müslüman kavimler de İslam elifbasını benimsedi. Adı geçen elifba, Arap harflerinden meydana geldiği halde Müslüman milletler ona Kur'an-ı kerim de aynı harflerle olduğu için "Arap elifbası" demek yerine "İslam elifbası" dediler.

Türkiye jakoben gücü, 1 Kasım 1928'de bin yıllık elifbasını bırakarak Latin alfabesini kabul etti. Bu inkılabı yapmaktaki mantık, dünyaya intibak etmek/entegre olmak olarak ifade edilmişti. İlahi bir ceza mıdır; bilinmez ama bu mantık, iki yerde iflas etti. Japon, Hind, Çin gibi devletler dünya devleri arasına girerken aslına hor bakarak zengin mazisini terk eden hâkim gücün baskısındaki Türkiye "geri kalmış ülkeler" sınıfına düştü. Diğer ibretlik vak'a da lisan öğrenme mevzuunda yaşandı. Yeryüzünde Türkler dışında her millet devrin Fransızca, İngilizce gibi geçerli dünya dilini kısa zamanda okur- yazar-konuşur hale geldikleri halde Türk gençleri, duvardaki gençliğe hitabe ihtarlarına rağmen 15 yıllık eğitim hayatlarında bu muvaffakiyeti elde edemediler. Bu yüzden "bizde de işgal devam etseydi; bari yabancı dilimiz olurdu!" diyen ifrat yakınmalara bizzat şahit olduk. Harflerin aynı olması, lisan öğrenme kolaylığını getirmedi.

Osmanlı münevveri, mükemmelen Fransızca bilirdi.

Türkiye'nin üniversite mezunu, İslam harflerinin kullanıldığı memleketlerin sıradan vatandaşları kadar bile İngilizce konuşamadı.

Latin alfabesini kabul etmek için Yunan, Rus, Çin Hind, Japon vs alfabesi değişmediği gibi çok daha ibretlik bir örnek de yaşandı. İsrail, 1948'de kurulurken 5 Bin yıl evvel kullanılan İbraniceyi resmi alfabe olarak kabul etti. Kaybolup giden bir dil yeniden hayat buldu. Bizde ise sosylojik şaşkınlık, dinden, dünden, aileden, cemiyetten ve tarihten tevarüs eden elifba, takvim, ay isimleri, kanun, hatta evlenme şekline kadar ne varsa cümlesini devirip imha ederken bunları garplılaşma, muasırlaşma, ilerleme namına yapmaktaydı. Ortaya yığınla çelişki çıkmıştı. Bir misal vermek gerekirse evlenmeleri hatırlatabiliriz. Evlilikler, belediye mecburiyetine bağlanmıştır. Bu mecburiyet vatandaşta dini nikâh- resmi kayıt çatışmasına yol açmakta, bir çok kere de hadise mahkemelere düşmektedir. Hâlbuki özenilerek aile hukuku alınan milletlerde nikâhlar, kilisede ve papaz tarafından kıyılmaktadır.

Şayet  hâkim gücün değil de -Allah muhafaza- işgal gücünün hâkimiyeti devam etseydi farklı bir yere mi gelinmiş olurdu? Olmazdı. Bu olmayacağı için yabancı güç, daha masrafsız olan yolu seçerek  hemfikirleriyle bunları yaptırdı. Geçmiş yazılarımızda mevcuttur. Bugün bir kere daha tekrarlasak; iktidar da bunu benimsese ve nikâh kıyma işi belediyede çalışan İmam Efendilere verilse Tek Parti zihniyeti yine harlı alevlere atılmışcasına feryat ederek ortalığa dökülür.

Oysa... Mao Zedong, bir komünist liderdi. Çin'i demir yumruğu içine almıştı.

Büyük Proleter Kültür Devrimi'ni yaptığında o binlerce harfli Çin alfabesine dokunmadı. Belki aklından bile geçmedi. Yalnızca ona dokunmamakla kalmadı. Çin işgali altındaki Şarkî Türkistan'ın elifbasına da dokunmadı. Kendi resmi adı "Şarkî Türkistan" olan ve Türkiye'de bir zamandır "Doğu Türkistan" denen Ulu(ğ) Türkistan'ın doğu yakası otonom Uygur yurdunda komünist diktatör Mao zamanında olduğu gibi bugün de İslam harfleri yani "Osmanlıca Elifba" kullanılmaktadır. 30 Milyon Uygurun harfi, İslam elifbasıdır.

Turgut Özal, Türkmenistan'ı ziyaret ettiğinde kendisine bir Ahalateke atı hediye edilir. Ne varki atın yanında Türkiye'ye gönderileceğinin söylenmesi gibi bir dikkatsizlik  olur. Bir de bakılırki gözlerinden yaşlar süzülmekte. Seyis  "ama, der el bir diyara gitmiyorsun, Türkiye'ye gideceksin; orası da bizim vatan!" Atın ağlaması durur. İslam elifbasının Türkiye Türkçesiyle kullanılması, Hanedan-ı ali Osman'ın vatan harici edilmesi gibi hayat harici edildiyse de bir başka vatanımızda Türkçenin Çağatay lehçesinin konuşulduğu Şarkî Türksitan'da işgale rağmen, zulme rağmen hep yaşadı ve yaşayıp gidecek inşallah.

Tarihi bir hatadan dönülerek latin alfabesinin yanısıra İslam elifbasıyla da Osmanlı Türkçesi öğrenilmesine karşı çıkmak "inkılap"la "inkilap" karışıklığını önlemek demektir. Hafıza tazelemesi ve eserleri asıllarından okuma imkânıdır. Soyuna, asaletine sadık olanlara dedelerinin mezar taşlarını okuma yolunu açmaktır. 86 Yıl önceki Lisan-ı Osmani'nin maarif hayatımıza tekrar girmesinin faydaları sayılamayacak kadar çoktur. Ne varki bunları, hakikatten nasibi olmayanlara anlatmak nâfile gayrettir.

Sebebi şu:
Tek Parti zihniyetin Osmanlı muhalefeti, İslam düşmanlığından ileri gelmektedir. İslama düşman olanlar, imâna da ezana da namaza da camie de elifbaya da düşmandır. 541 Osmanlı'da Gönül Eğitimi Veren Sohbetler Yavuz Bahadıroğlu Sohbet ve muhabbeti konuşuyorduk… Osmanlı sistematiğinde ruh ve yürek eğitimi sohbetle sağlanırdı. Mesela, padişah olması halinde büyük bir gücü yönetecek olan her şehzade için bir “şeyh” (mutasavvıf) belirlenir, rahlesine diz çöküp sohbetlerinden istifade etmesi sağlanırdı. Bu geleneği başlatan yine Ertuğrul Gazi’dir. Babası Gündüz Alp’ın vefatıyla boşalan aşiret reisliğine getirilir getirilmez Âhiyan’dan Şeyh Edebali (devrinin en iyi bilginlerindendir; daha sonra Osman Bey’e kaimpeder olmuştur) ile buluşmuş ve onun tekke sohbetlerinde yüreğini olgunlaştırmıştır. Yaş kemale erip ahiret yolculuğunun ucu gözüktüğünde, oğlu Osman Bey’i karşısına almış,  “Oğulcuğum!” demiştir, “Şeyh Edebali bizim boyun(aşiretin) ışığı ve yüreğidir. Terazisi ince tartar, dirhem şaşmaz. Bu yüzden beni kır, Şeyh’i kırma; bana karşı gel, ona karşı gelme!” Osman Bey’Şeyh Edebali’ye işte bu sözler bağlamıştır. Tasavvuf ahlâkının ılık iklimine Edebali tekkesinde varmış, şeyhiyle baş başa, geceler boyu birliği, dirliği, varlığı konuşmuştur. Kim bilir kaç kere emellerini fısıltıya dönüştürüp, Konstantiniyye düşünü şeyhine fısıldamıştır. Kısacası, Osman Bey, tekke sohbetleri sayesinde kendini eğitip olgunlaştı. Yine o sayede madde ile mânâyı bütünledi. Hedefini netleştirdi, iradesini o istikamette çelikleştirdi. Kirişe yerleştirilmiş bir ok gibiydi: Fırladığı an Bizans kalelerini vuracaktı. Zamanı geldiğinde de vurdu: Bizans’ın yüreğine doğru Bursa’ya kadar girdi. Oğlu Orhan Gazi, Bursa fethi sonrasında hem İznik’te harmanlandı, hem de Rumeli’de soluklandı…  Böylece, küçücük bir aşiret önce beyliğe, ardından “devlet”e dönüşürken, yüreğine imparatorluk tohumlarını da ekti.  Sohbet, devleti, devlet imparatorluğu doğurdu. Sohbeti kaybedince devleti, muhabbeti kaybedince imparatorluğu kaybettik. (Korkarım, aile içi suskunluğumuzdan doğan boşluğa yerleşen televizyon, gitgide tüm benliğimizi saracak ve bu yüzden aileyi de kaybedeceğiz!). Osman Gazi ümmi olmasına rağmen, bir kurmay subay maharetiyle Bizans kalelerini düşürmesinin yanı sıra âdil, dürüst, sevecen, hayırhah ve müsamahakâr olmasını da müptelâsı olduğu Şeyh Edebali sohbetlerine borçludur. “Mürit” teslimiyeti ve sadakatine “Bey” kimliğini de katan Osman Gazi,kısa süre içinde “mürşidi” tarafından keşfedilmiş, onu ustaca yoğuran“mürşid”, ortaya bir “terkip” ve “sentez” çıkarmıştı: Osman Bey kendisinden sonra gelecek padişahların da terkibi ve sentezidir! Bu sohbetlerde olgunlaşıp piştiğini, Osman Bey hissediyordu. Bir taraftan adaleti, hamiyeti, şefkati, sadakati, izzeti, paylaşımdaki fazileti öğrenirken, diğer taraftan cıva kadar akıcı, ateş kadar yakıcı, aynı zamanda Hazreti Ömer kadar âdil, Hazreti Ebubekir kadar da fazıl olmayı öğreniyordu: Bunlar bölgeye kök salmanın şartlarıydı.   Şeyh Edebali; ya engin feraseti, ya da dillere destan kerametiyle, Osman Bey’in şahsında “Osmanlı gerçeği”ni sezmiş gibiydi. Ama sezgilerin gerçeğe dönüşeceği ana daha çok vardı. “Osmancık”ın (böyle hitap edermiş) iyice pişip olgunlaşması gerekiyordu. İmtihanları bir bir vermeliydi… Tekkedeki sohbetin uzadıkça uzayıp vaktin gece yarısını geçtiği demde,Osman Bey kendisine tahsis edilen taş hücreye çekildi. Hücrede yer yatağı dışında bir rahle, rahlenin üstünde de açık bir Kur’an-ı Kerim vardı. Yatağa girdi. Uyumaya çalıştı. Fakat rahledeki Kur’an gözlerinin önünden gitmiyor, bir türlü uyku tutmuyordu. Kalktı. Abdest tazeledi… Onu sabah namazına uyandırmaya gelenler, yatağını bozulmamış, kendisini ayakta dimdik buldular. Gözleri rahledeki Kur’an’da, elleri önünde idi. Sabaha kadar ayakta dikilmişti. Durumu Şeyh Edebali’ye bildirdiklerinde, sordu: “Neden uyumadın?”Osman Bey boynunu büktü, içten gelen bir teslimiyet içinde fısıldadı:“Kelam-ı Kadim karşısında ayaklarımı uzatıp yatmayı içime sindiremedim."“Ben dervişim, kızımı da benim gibi bir dervişe vereceğim” diyerek Osman Bey’e o güne kadar kızını vermeyen Şeyh Edebali, bu tavır karşısında çözüldü ve “Bu tavrınla bizden daha derviş olduğunu ispatladın” diyerek kızı Malhun Hatun’u (Balâ veya Mal Hatun diyen tarihçiler de var)  Osman Bey’e nikâhladı. Osman Bey bu motivasyon sayesinde “Osman Gazi”ye dönüşüp Bizans kalelerini bir bir fethetti. Vefat ettiğinde Bursa feth edilmek üzereydi.540 Osmanlı Arşivinin Önemi Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı Ömrü boyunca Osmanlı târihini inceleyen İsmail Hakkı Uzunçarşılı; Osmanlı târihinin arşiv vesîkaları incelenmeden, kânunnâme ve yazma eserler okunmadan doğru öğrenilmeyeceğini savunur ve bu konuda şöyle diyordu:
Târih meraklılarına şunu söyleyeyim ki Osmanlı târihini yalnız basma eserlerden okurlarsa pek noksan ve kısmen de hatâlı mâlumât (bilgi) elde etmiş olurlar. Altı buçuk asırlık devamlı bir târihi olan Osmanlı İmparatorluğunun siyâsî, mâlî, iktisâdî, askerî, ilmî, içtimâî (sosyal) vb. vaziyeti, hakîkî menbâlara (kaynaklara) dayanılarak tetkik edildiği zaman bu devletin bütün azametiyle çehresi meydana çıkar. 
Başka türlü, sathî, derme çatma mâlumât ve basit tetkik ile haklı olarak bu hayret ve takdire şayan azamet ve kudretin anlaşılmasına imkân yoktur. Yine bunun gibi bu devletin inhitat (gerileme) ve sukûtu (yıkılması) ve buna dâir olan vesâik (vesîkalar) ve eserler iyice incelenmedikçe doğruyu görmek imkânsızdır. İşin iç yüzü târihlerden ziyâde vesikalarda görünmekte ve vaziyet ancak o zaman aydınlanmaktadır. 
Ben arşivleri görüp beni alâkadar eden vesîkaları henüz incelemeden ve yine bu devlete âit yazma ve basma yüzlerce gerek perakende (dağınık) ve gerek toplu olarak yazılan kânun ve kânunnâmelerini tetkik etmeden önce kendimi Osmanlı târihine oldukça vâkıf bir adam sanırdım. 
Ancak kânunnâmelerle vesîkaları tetkik ettikten sonradır ki bu hususta ne kadar sathî mâlumât sâhibi olduğumu anladım ve yine o zaman Roma İmparatorluğundan sonra en çok süren ve üç kıtaya yayılmış olan bu devletin kudretini ve inhitatı (gerilemesi) esnâsında pekçok sadmelere (darbelere) rağmen neden Selçuk, Cengiz ve Timur imparatorlukları gibi az zamanda parçalanıp dağılmadığını ve köşesinden bucağından koparıldığı halde dimdik ayakta durduğunu ve sonradan, yâni 19. asırdan îtibâren de neden süratle sükût ettiğini (yıkıldığını) idrak edebildim. 
Îmân ve akide hâline gelmiş olan kânunların zayıf zamanlarda bile şöyle böyle tatbik edilebilmesi ve bu kânunların nesilden nesile kudsî an’ane olarak devam etmesi, Türk milletinin kendisini her zaman hâkim mevkide görmesi, onun en zayıf olan zamanlarında da kendisini, yâni İslâm câmiâsını parçalanmaktan kurtarmıştır.539 Osmanlıya Karşı Kin ve Hınç Hiç Bitmedi Fuat Bol B izler, ne kadar ‘redd-i miras'

nest...

batman iftar saati 2021 viranşehir kaç kilometre seferberlik ne demek namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur özel jimer anlamlı bayram mesajı maxoak 50.000 mah powerbank cin tırnağı nedir