ayakta su içerken ayak baş parmağı / Грамматика турецкого языка (PDFDrive) | PDF

Ayakta Su Içerken Ayak Baş Parmağı

ayakta su içerken ayak baş parmağı

Merhaba Ben Merve, &#;uan 28 ya&#;&#;nda ve evli bir kad&#;n&#;Show morem. E&#;imle aram&#;z gayet iyidir, cinsel y&#;nden de bir sorunumuz yok. Bu ilk payla&#;&#;m&#;m&#;n konusu, 16 ya&#;&#;mdayken cinsellikle ilk tan&#;&#;mam ve ilk g&#;rd&#;&#;&#;m ve 31 &#;ektirdi&#;im yarak. G&#;zel birisi oldu&#;umu &#;ocuklu&#;umdan beri etraf&#;mdaki herkesten duyar&#;m. Daha ozamanlar etraf&#;mdaki bir&#;ok ki&#;iden, “&#;ok canlar yakacak bu k&#;z!” dendi&#;ini duyard&#;m ve &#;ok ho&#;uma giderdi. Ama erkeklerin benden daha bukadar erken ho&#;lanmaya ba&#;layaca&#;&#; akl&#;ma gelmezdi.

&#;ok zengin olmayan bir ailem vard&#;. &#;zmir’de ‘Kenar mahalle’ tabir edilen bir muhitte ya&#;&#;yorduk. Ben 16 ya&#;&#;ma yeni girdi&#;imde, soka&#;&#;m&#;zda ya&#;&#;t&#;m say&#;labilecek &#;ok kimse yoktu. Genellikle benden birka&#; ya&#; daha b&#;y&#;k &#;ocuklar vard&#;. Zamanla onlarla oynamaya ve arkada&#;l&#;k etmeye ba&#;lam&#;&#;t&#;m. Annem babam &#;al&#;&#;t&#;&#;&#; i&#;in ge&#; saatlerde eve d&#;nerlerdi ve ben evde yaln&#;z kal&#;rd&#;m. Evde oturmaktan &#;ok s&#;k&#;ld&#;&#;&#;m i&#;in de, ge&#; saatlere kadar sokakta oyun oynard&#;m. O saatlerde sokaktaki di&#;er &#;ocuklar genelde evlerinde olurlar, daha b&#;y&#;k &#;ocuklar, genelde de ‘Abi’ dedi&#;im erkekler kal&#;rd&#; sokakta. Yine b&#;yle bir g&#;n bu abilerle sokakta saklamba&#; oynarken, soka&#;&#;m&#;zdaki bir evin bah&#;esine sakland&#;m ve beklemeye ba&#;lad&#;m. Fark&#;nda olmad&#;&#;&#;m &#;eyse Soner abinin de ayn&#; bah&#;ede saklan&#;yor olmas&#;yd&#;. Ben onu farketmemi&#;tim, ama o beni g&#;rm&#;&#;, sessizce bana seslendi, “Merve! Nap&#;yorsun orda? Yakalanaca&#;&#;z &#;imdi, gel buraya!” diye. Ben de yan&#;na gittim. Ger&#;ekten de Soner abi iyi bir yerde saklan&#;yordu…

Yan&#;na gitti&#;imde ikimizin anca s&#;&#;abilece&#;&#; bir yer oldu&#;unu farkettim ve yan&#;na s&#;k&#;&#;t&#;m. Bana, “Nap&#;yorsun sen burda? Ba&#;ka yermi yok saklanacak?” dedi. Ben de, “Nerden bileyim senin burda olaca&#;&#;n&#; Soner abi?” dedim ve ikimiz de sustuk. Yan yana &#;yle otururken, oyundaki ebenin yan&#;m&#;za yakla&#;&#;p bizi bulmaya &#;al&#;&#;t&#;&#;&#;n&#; g&#;rd&#;k ve biraz daha birbirimize yakla&#;arak gizlenmeye &#;al&#;&#;t&#;k. Fakat bu arada Soner abinin elinin &#;st&#;ne oturmu&#;tum, birden irkildim, ama yakalanmamak i&#;in ses &#;&#;karamad&#;m. Ayn&#; &#;ekilde Soner abi de &#;a&#;&#;rm&#;&#;t&#;, ama ses &#;&#;karm&#;yordu. Og&#;n de alt&#;mda ince bir &#;ort vard&#; ve eli tam am&#;m&#;n alt&#;ndayd&#;. &#;&#;im bir tuhaf oldu birden ve kalkmaya &#;al&#;&#;t&#;m. Tam elinin &#;st&#;nden kalkm&#;&#;t&#;m ki, ebe arkas&#;n&#; d&#;nd&#; bizim tarafa bakmaya ba&#;lad&#; ve ben ayn&#; h&#;zla tekrar Soner abinin elinin &#;st&#;ne oturdum. &#;stemeyerek olmu&#;tu, ama m&#;ti&#; de ho&#;uma gitmi&#;ti. Birbirimize baka kald&#;k. &#;ok heycanlanm&#;&#;t&#;m, san&#;r&#;m o da &#;yleydi. Ebe uzakla&#;&#;nca, “Pardon Soner abi!” dedim elinden kalkt&#;m. “&#;nemli de&#;il Merveci&#;im!” deyip elini &#;ekti. O g&#;n birdaha konu&#;mad&#;k Soner abiyle ve annemlerin i&#;ten gelme saatinde ben oynamay&#; b&#;rak&#;p eve gittim. Gece yata&#;&#;ma girince o andaki ald&#;&#;&#;m zevk aklma gelmi&#;ti, o anlar&#; d&#;&#;&#;n&#;rken, elim am&#;mda uyumu&#;um.

Birka&#; g&#;n sonra yine ayn&#; ekip saklamba&#; oynamaya karar verdik ve ben o g&#;n&#; an&#;msay&#;p yine ayn&#; yere y&#;neldim. Asl&#;nda Soner abinin orda saklanaca&#;&#;n&#; bildi&#;im i&#;in oraya gitmi&#;tim. Tahminimde yan&#;lmam&#;&#;&#;m, yine ayn&#; yerdeydi. “Soner abi, sen yine mi burdas&#;n?” dedim ve yan&#;na yakla&#;t&#;m. “Sus otur hemen yakalanmadan!” dedi. Ama heycanl&#; bir hali vard&#;. Oyundaki ebe yine bize yakla&#;m&#;&#;t&#; ve biz birbirimize sokulmaya ba&#;lad&#;k. &#;&#;im yine k&#;p&#;r k&#;p&#;r olmu&#;tu, ama bir&#;ey yapmaya cesaretim yoktu. Soner abi birden, “Bu b&#;yle olmayacak, yakalanaca&#;&#;z! Biraz daha yakla&#;!” dedi. Biraz daha sokuldum ona. Teninin kokusu beni heycanland&#;r&#;yordu, ama ge&#;en sefer eline oturmam daha heycanl&#;yd&#;. “Soner abi, istersen kuca&#;&#;na oturay&#;m, ozaman g&#;remez bizi!” dedim ve kuca&#;&#;na oturdum. Bu hareketime &#;ok &#;a&#;&#;rm&#;&#;t&#;, ama bir&#;ey demedi…

Soner abinin kuca&#;&#;nda otururken popomun alt&#;nda bir hareketlenme hissettim. San&#;r&#;m o da etkilenmi&#; ve siki sertle&#;meye ba&#;lam&#;&#;, popomu zorluyordu. Harika bir histi bu. Benden ya&#;&#;a b&#;y&#;k bir erke&#;in sikini popomda hissediyordum ve &#;ok sertti. Sikini am&#;mda da hissetmek istedim ve biraz &#;ne e&#;ilip popomu hafif kald&#;rarak kuca&#;&#;na iyice yerle&#;tim. Ba&#;arm&#;&#;t&#;m, am&#;m tamda sikinin &#;st&#;ndeydi. O da, “K&#;p&#;rdama Merve, yerimiz belli olacak!” falan deyip, beni kendine do&#;ru &#;eki&#;tiriyordu. Tabi bu bahaneydi, beni hareket ettirip, sikinin &#;st&#;nde gidip gelmemi sa&#;l&#;yordu. Ve bu da beni delirtiyordu. Bir s&#;re b&#;yle devam ettikten sonra am&#;m kar&#;ncalanmaya ve g&#;zlerim kaymaya ba&#;lad&#;. Soner abinin sikine s&#;rt&#;nerek orgazm oluyordum. Kendime geldi&#;imde zorda olsa kalkt&#;m kuca&#;&#;ndan. Soner abi, “Dur k&#;z, nereye? Yakalanca&#;&#;z!” dedi. Demek ki o halen s&#;rt&#;nmeye devam etmek istiyordu, ama nedense ben devam etmek istemedim ve “Soner abi, hadi gel ba&#;ka yere saklanal&#;m!” dedim. Soner abi ise (herhalde kalkan sikini g&#;rece&#;imi d&#;&#;&#;nd&#;&#;&#; i&#;in olsa gerek), “Yok, sen git, ben burday&#;m!” dedi. “Tamam!” deyip yan&#;ndan ayr&#;ld&#;m. O gece am&#;m hep &#;slakt&#; ve yine yata&#;&#;mda yatarken Soner abiyle yapt&#;klar&#;m&#; d&#;&#;&#;n&#;p, am&#;mla oynayarak uyudum.

Ertesi g&#;n &#;&#;len s&#;ca&#;&#; olmas&#;na ra&#;men soka&#;a &#;&#;kt&#;m. Sokakta kimsecikler yoktu. &#;ylesine bo&#; bo&#; dolan&#;rken, Soner abinin, “&#;&#;&#;&#;t, nap&#;yorsun bu s&#;cakta k&#;z?” demesiyle o y&#;ne bakt&#;m. Evlerinin balkonundan sesleniyordu bana. “Soner abi s&#;k&#;ld&#;m, &#;ylesine dolan&#;yorum!” dedim. O da, “Gel istersen otural&#;m, d&#;&#;ar&#;s&#; &#;ok s&#;cak!” dedi. Ben de, “Yok ya bo&#;ver!” dedim. Asl&#;nda gitmek istiyordum, ama annesi evdeyken gitmem yanl&#;&#; olurdu. “Gel hadi gel, hem ben de s&#;k&#;l&#;yorum, evde kimse de yok, s&#;k&#;nt&#;dan patl&#;yorum!” dedi. Evde kimsenin olmad&#;&#;&#;n&#; duyunca, “Peki geliyorum ozaman, a&#; kap&#;y&#;!” dedim ve kap&#;ya do&#;ru gittim. Kap&#;y&#; a&#;t&#;g&#;nda alt&#;nda ince bir &#;ort, &#;st&#;nde de bir ti&#;&#;rt vard&#;. Bende ise penye bir etek ve &#;st&#;mde body. Etek &#;ok k&#;sa de&#;ildi, sokakta oynarken a&#;&#;lmas&#;n diye uzun etek giyerdim. &#;&#;eri girdim. “Bir&#;ey i&#;ermisin, so&#;uk kola var!” dedi. “Olur!” dedim. Kola getirip, oturup TV izlemeye ba&#;lad&#;k. TV kar&#;&#;s&#;ndaki 3’l&#; koltukta oturuyoduk, birimiz bir k&#;&#;ede, di&#;erimiz &#;b&#;r k&#;&#;ede, aram&#;zda bir ki&#;ilik bo&#;luk vard&#;…

Bana, “&#;stersen uzat aya&#;&#;n&#;, rahat otur!” falan dedi. Uzatt&#;m aya&#;&#;m&#;, ama o &#;ekilde de s&#;&#;mad&#;k, ayaklar&#;m uzun gelmi&#;ti. “Kuca&#;&#;ma uzat istersen!” dedi ve ayaklar&#;m&#; al&#;p kuca&#;&#;na &#;ekti. O anda aya&#;&#;m&#;n alt&#;nda sikini hissettim. Ne &#;ok sert, nede yumu&#;akt&#;. Hi&#; bozuntuya vermemi&#;tim, TV izlemeye devam ediyorduk. O anda i&#;imdeki ses ayaklar&#;nla sikine dokun diyordu. Ayaklar&#;m&#; hafif hafif oynatmaya ba&#;lad&#;m. Az &#;nce yar&#; sert olan siki, yava&#; yava&#; sertle&#;meye ba&#;lam&#;&#;t&#;. Ne yap&#;yordum ben b&#;yle? Soner abinin evinde, resmen onun sikini aya&#;&#;mla ok&#;uyordum. Bunu yapt&#;&#;&#;ma inanam&#;yordum. Birden ayaklar&#;m&#; &#;ekip, “Aay belim a&#;r&#;d&#;, oturay&#;m biraz!” dedim. Kalkt&#;&#;&#;mda yan yana oturur vaziyete gelmi&#;tik. G&#;z ucuyla bakt&#;&#;&#;mda sikinin kalk&#;k oldu&#;u belli oluyordu. &#;&#;imde iyiden iyiye k&#;p&#;rt&#;lar ba&#;lam&#;&#;t&#;. Ara ara g&#;zlerimi &#;akt&#;rmadan sertle&#;en sikine ka&#;&#;r&#;yodum ve dahada istekleniyordum. Soner abi ise ne yapaca&#;&#;n&#; bilemiyordu, sadece TV’ye bak&#;p duruyordu. &#;yice sesizle&#;mi&#;tik ve az &#;nceki o heyecan kalmam&#;&#;t&#;…

Ne yapay&#;m diye d&#;&#;&#;n&#;rken, aya&#;a kalk&#;p kar&#;&#;s&#;na ge&#;tim ve ayaklar&#;na k&#;&#;&#;k bir tekme at&#;p, g&#;lerek, “Ne bu sessizlik bee?” dedim. O da g&#;lerek, “Yapma k&#;z, kald&#;rma beni aya&#;a bak…” dedi. Ben de, “Kalk, napabilceksin ki!” dedim. Amac&#;m onu aya&#;a kald&#;rmakt&#;, ayaktayken sikinin &#;ortunda nas&#;l g&#;r&#;nd&#;&#;&#;n&#; merak ediyordum. Ama o da g&#;rece&#;imi d&#;&#;&#;nerek kalkm&#;yordu. Yan&#;na yakla&#;t&#;m, “Kalk hadi, erkeksen kalk!” dedim ve bir kere daha yava&#;&#;a vurup g&#;lmeye ba&#;lad&#;m. O ise &#;srarla, “Git k&#;z&#;m u&#;ra&#;ma, bak…” falan diyordu. Ben tekrar yan&#;na yakla&#;&#;p tekme atacakken, busefer benden h&#;zl&#; davrand&#; ve aya&#;&#;m&#; yakalay&#;p hafif&#;e &#;ekti ve b&#;rakt&#;. Koltu&#;un &#;n&#;ne, dizlerimin &#;st&#;ne d&#;&#;t&#;m. Do&#;ruldu&#;umda ise onun tam bacaklar&#;n&#;n aras&#;nda diz&#;st&#;nde oturur pozisyonda buldum kendimi. Bacaklar&#; aral&#;kt&#; ve k&#;sa &#;ortunun &#;n&#;nden siki belli oluyordu…

Yine bir sessizlik oldu, &#;ylece kala kald&#;k. Sadece birbirimize bak&#;yorduk ki, ilk hamle ondan geldi, bacaklar&#;n&#; biraz daha a&#;&#;p, beni aras&#;na ald&#; ve g&#;lerek, “Yakalad&#;m seni, art&#;k kurtulamazs&#;n!” dedi. Ben de, “B&#;rak beni!” falan deyip, hem yalandan kurtulmaya &#;al&#;&#;&#;yor, hemde &#;akt&#;rmadan sikine bakmaya devam ediyordum. O ise, “Hadi kurtul, hadi kurtul, kurutlamazs&#;n ki!” falan diyordu. B&#;yle oyna&#;&#;rken, bacaklar&#;yla beni biraz daha kendine &#;ekti. Art&#;k sikine &#;ok yak&#;n duruyordum ve yine birbirimize bak&#;yoduk. Ben iyice ate&#;lenmi&#;tim art&#;k, i&#;im &#;ok tuhaft&#;, &#;ok erkeksi bak&#;yordu bana, kendimden ge&#;meye ba&#;lad&#;m. Ve birden olan oldu, elimi aniden sikine uzatt&#;m ve avu&#;layarak, “Soner abiii, bu nekadar sert olmu&#; b&#;yle!” dedim ve s&#;kmaya ba&#;lad&#;m. O ise g&#;zlerime bakarak, “Ho&#;una gitmedi mi? Hem ge&#;en g&#;n saklan&#;rken nekadar sert oldu&#;unu anlamam&#;&#;m&#;yd&#;n?” dedi. “Evet farketmi&#;tim!” dedim ve g&#;ld&#;m. Elim halen sikini avu&#;luyordu…

“G&#;rmek istermisin? Hi&#; g&#;rd&#;n m&#;?” dedi. Hayat&#;mda hi&#; g&#;rmemi&#;tim (ufak &#;ocuklar&#;nki hari&#;) ve bu soru beni iyice azd&#;rm&#;&#;t&#;. “Ne yani, bana &#;eyini mi g&#;stermek istiyorsun?” dedim. “Neyimi?” diye sordu g&#;lerek. Ben de g&#;zlerinin i&#;ine bakarak, “Sikini!” dedim. “Sen de bana g&#;sterceksen olur!” dedi. G&#;lerek, “Neyi?” dedim. O da ayn&#; g&#;l&#;msemeyle, “Am&#;n&#;!” diye cevap verdi. Birden aya&#;a kalkt&#;m, ete&#;imi yukar&#; kald&#;rd&#;m ve k&#;lodumu yana s&#;y&#;r&#;p, “&#;ok istiyorsan al bak!” dedim ve am&#;m&#; net bir &#;ekilde ona yakla&#;t&#;rd&#;m. Heyecandan g&#;zleri parl&#;yordu. “Dokunabilir miyim?” diyerek elini am&#;ma uzatt&#;. Ben de, “Sadece dokunabilirsin, ba&#;ka bir&#;ey yapmak yok!” dedim. Kabul edercesine ba&#;&#;n&#; sallad&#; ve usul usul am&#;ma dokunmaya ba&#;lad&#;. Kendimden ge&#;mi&#;tim, bir erke&#;in am&#;ma dokunmas&#; beni delirtmi&#;ti. Parmaklar&#; klitorisimi ok&#;arken, dayanamad&#;m, “Ohhh Soner abi, &#;ok g&#;zel dokunuyorsun!!!” dedim. O da, “Harika bir am&#;n varrr Merve! S&#;persin!” diye kar&#;&#;l&#;k verdi. Kalbim sanki am&#;mda at&#;yordu, art&#;k dayanam&#;yordum dokunu&#;lar&#;na, ona belli etmemeye &#;al&#;&#;arak orgazm oldum. Art&#;k buna bir dur demem gerekiyordu, yoksa k&#;t&#; &#;eyler olcakt&#;…

Birden kendimi &#;ektim ve “S&#;ra sende, hadi a&#; bakal&#;m sikini!” dedim. Yine dizlerimin &#;st&#;ne &#;&#;kt&#;m bacaklar&#;n&#;n aras&#;na ve onu izlemeye ba&#;lad&#;m. Yava&#; yava&#; sikini d&#;&#;ar&#; &#;&#;kard&#;&#;&#;nda neredeyse akl&#;m da &#;&#;k&#;yordu. Bir sikin bukadar kal&#;n olaca&#;&#;n&#; hi&#; d&#;&#;&#;nmemi&#;tim. &#;lk kez g&#;r&#;yordum ve hayalimde canland&#;rd&#;&#;&#;m &#;eyler bundan daha k&#;sa ve inceydi. Dilim tutulmu&#; &#;ekilde sikine bakarken, “&#;stersen dokunabilirsin Merveci&#;im!” dedi. Ben de sankini bunu bekliyormu&#;um gibi, yava&#;&#;a elimi sikine g&#;t&#;rd&#;m ve avu&#;lamaya ba&#;lad&#;m. Soner abi delirmi&#;ti sanki, “Off Merve, s&#;persin, ohhh!” falan gibisinden sesler &#;&#;kar&#;yordu ve bu beni dahada azd&#;r&#;yordu. “Gel &#;st&#;me ters uzan da, ayn&#; anda ben de senin am&#;na dokunay&#;m!” dedi&#;inde, korkumdan olmaz deyiverdim. Asl&#;nda &#;ok istiyordum, ama beni orac&#;kta sikmesinden korkuyordum. “Ozaman devam et nolursun, 31 &#;ektir bana!” dedi. Hayat&#;mda ilkkez duymu&#;tum 31 &#;ektirmeyi, “O ne Soner abi?” dedim. O da sikini s&#;k&#;ca kavramam&#; sa&#;layarak, “&#;&#;te b&#;yle a&#;a&#;&#; yukar&#; elinle ok&#;aycaks&#;n!” dedi ve birazc&#;k g&#;sterip ellerini &#;ekti. Ben devam ediyordum. “Harikas&#;n Merveci&#;im, s&#;persin!” deyip duruyordu…

Seksle alakal&#; hi&#;bir deneyimi olmayan 16 ya&#;&#;nda bir k&#;z olarak yapt&#;&#;&#;m &#;ey hakk&#;nda hi&#; bir fikrim yoktu. O s&#;rada sadece sikine ve alt&#;nda sarkan ta&#;aklar&#;na bak&#;yordum. &#;b&#;r elimle de onlar&#; ok&#;amaya ba&#;lam&#;&#;t&#;m ki, Soner abi birden, “Ohhhh Merve devam et, s&#;persin can&#;m, daha h&#;zl&#; yap!” demeye ve inlemeye ba&#;lad&#;. Dediklerini aynen uyguluyordum. H&#;zl&#; h&#;zl&#; ok&#;amaya ve Soner abiyi inletmeye devam ederken, Soner abi benden, (Sik beni Soner!) dememi istedi. Ben de onun zevk ald&#;&#;&#;n&#; g&#;rerek, “Sik beni Soner abici&#;im, hadi sik beni!” demeye ba&#;lad&#;m ki, birden sikinden beyaz &#;ampuana benzeyen bir s&#;v&#; f&#;&#;k&#;rmaya ba&#;lad&#;&#;&#;nda, hem korktum, hemde &#;ok &#;a&#;&#;rd&#;m. &#;&#;nk&#; o ana kadar o f&#;&#;k&#;ran s&#;v&#;n&#;n Sperm oldu&#;undan haberim bile yoktu. Soner abi delirmi&#; gibi, “Oohhh can&#;m, tatl&#;m, am&#;n&#; yerim senin!” gibi &#;eyler s&#;ylerken, ben &#;a&#;k&#;n &#;a&#;k&#;n 31 &#;ektirmeye devam ediyordum. Az sonra sikinden gelen s&#;v&#;lar bitmi&#;, art&#;k Soner abi de kendine gelmi&#;ti. Bana, “Harikayd&#;n can&#;m!” dedi&#;inde, ben elime bula&#;m&#;&#; spermlere bak&#;yordum, “Bu ne?” dedim. “Onlar d&#;l can&#;m, erkekler bo&#;ald&#;&#;&#;nda siklerinden bu akar, kad&#;n&#;n am&#;na akarsa da &#;ocuk olur!” dedi. &#;ok utanm&#;&#;t&#;m ve &#;a&#;k&#;nd&#;m, hemen kalk&#;p lavaboya gittim, ellerimi y&#;kad&#;m ve salonun kap&#;s&#;ndan Soner abiye, “Benim gitmem laz&#;m!” deyip, evden &#;&#;k&#;p, ko&#;a ko&#;a evime gittim.

&#;lerleyen g&#;nlerde bu olaylar&#; d&#;&#;&#;n&#;rken i&#;imde tahrik olma ve utanma duygular&#; herzaman birbirine kar&#;&#;t&#;&#;&#; i&#;in, birdaha Soner abiye yakla&#;amad&#;m. Zaten birka&#; ay sonrada o mahalleden ta&#;&#;nd&#;k ve onu birdaha hi&#; g&#;rmedim…

Ben evlenene kadar bundan ba&#;ka hi&#; cinsel bir deneyimim olmad&#;, ama y&#;llarca masturbasyon malzemem hep Soner abiyle ya&#;ad&#;&#;&#;m anlar oldu…

Recent posts:
Kafam &#;ok g&#;zel.

Benim adim kirmizi (Cagdas Turkce edebiyat)

ÖN KAPAKTAKİ at ve arka kapağın yüzeyi, Caminin Heft Evreng'inin 'da Sultan İbrahim Mirza tarafından yaptırılmış ya

Author: Orhan Pamuk


86 downloads Views 3MB Size Report

This content was uploaded by our users and we assume good faith they have the permission to share this book. If you own the copyright to this book and it is wrongfully on our website, we offer a simple DMCA procedure to remove your content from our site. Start by pressing the button below!

Report copyright / DMCA form

ÖN KAPAKTAKİ at ve arka kapağın yüzeyi, Caminin Heft Evreng'inin 'da Sultan İbrahim Mirza tarafından yaptırılmış yazmasının, Marianna Shreve Simpson tarafından Sultan İbrahim Mirza's Haft Awrang adlı kitabında yayımlanmış fotoğraflarından- yorgan altındaki sevgililer, mavi topraktaki çiçek, parmağı ağzında Safevi genci ve Çin-Türkmen tarzı bulutlar, Firdevsi'nin Şehnamesinin 'de Safevi Şahı Tahmasp tarafından yaptırılmasına başlanmış yazmasının Stuart Cary Welch'in A King’s Book of Kings adlı kitabında yayımlanmış ayrıntı fotoğraflarından; kapağın üst ve alt çerçeveleri Şükrü Bitlisi'nin Selimnamesi'nin 'de yapılmış bir yazmasının cildinin ve ön kapaktaki kadının gözleri, yıllarında Tebriz'de hazırlanmış bir Miraçname nüshasının, Filiz Çağman, Zeren Tanındı ve J.M. Rogers'ın The Topkapı Saray Museum, The Albuıns and Illustrated Manııscripts adlı kitabındaki fotoğraflarından alındı.

İletişim Yayınları • Çağdaş Türkçe Edebiyat 74 ISBN © İletişim Yayıncılık A. Ş. 1. BASKI İstanbul, Aralık ( adet)

KAPAK VE SAYFA TASARIMI Hakkı Mısırlıoğlu DİZGİ ve UYGULAMA Hüsnü Abbas KAPAK, K BASKI ve CİLT Mart Matbaacılık

İletişim Yayınları Klodfarer Cad. iletişim Han No. 7 Cağaloglu istanbul Tel: 22 • Fax: 12 58 e-mail: [email&#;protected] • web: seafoodplus.info

Rüya'ya

Bir adam öldürdüler ve aralarında tartıştılar. Kuran, Bakara, 72

Körle gören bir olmaz. Kuran, Fâtır, 19

Doğu da Batı da Allah'ındır Kuran, Bakara,

İÇİNDEKİLER

1. B e n Ö l ü y ü m 6 2. B e n i m A d ı m K a r a 8 3. B e n , K ö p e k 10 4. K a t i l D i y e c e k l e r B a n a 12 5. B e n E n i ş t e n i z i m 16 6. B e n , O r h a n 19 7. B e n i m A d ı m K a r a 22 8. B e n i m A d ı m E s t e r 24 9. B e n , Ş e k ü r e 26 B e n B i r A ğ a c ı m 30 B e n i m A d ı m K a r a 32 B a n a K e l e b e k D e r l e r 37 B a n a L e y l e k D e r l e r 41 B a n a Z e y t i n D e r l e r 44 B e n i m A d ı m E s t e r 47 B e n , Ş e k ü r e 50 B e n E n i ş t e n i z i m 53 K a t i l D i y e c e k l e r B a n a 56 B e n , P a r a 59 B e n i m A d ı m K a r a 62 B e n E n i ş t e n i z i m 64 B e n i m A d ı m K a r a 67 K a t i l D i y e c e k l e r B a n a 70 B e n i m A d ı m Ö l ü m 73 B e n i m A d ı m E s t e r 75 B e n , Ş e k ü r e 79 B e n i m A d ı m K a r a 86 K a t i l D i y e c e k l e r B a n a 89 B e n E n i ş t e n i z i m 95 B e n , Ş e k ü r e B e n i m A d ı m K ı r m ı z ı B e n , Ş e k ü r e B e n i m A d ı m K a r a B e n , Ş e k ü r e B e n , A t B e n i m A d ı m K a r a B e n E n i ş t e n i z i m Ü s t a t O s m a n , B e n B e n i m A d ı m E s t e r B e n i m A d ı m K a r a Ü s t a t O s m a n , B e n B e n i m A d ı m K a r a B a n a Z e y t i n D e r l e r B a n a K e l e b e k D e r l e r B a n a L e y l e k D e r l e r

K a t i l D i y e c e k l e r B a n a B e n , Ş e y t a n B e n , Ş e k ü r e B e n i m A d ı m K a r a B i z , İ k i A b d a l Ü s t a t O s m a n , B e n B e n i m A d ı m K a r a B e n i m A d ı m E s t e r B e n , K a d ı n B a n a K e l e b e k D e r l e r B a n a L e y l e k D e r l e r B a n a Z e y t i n D e r l e r K a t i l D i y e c e k l e r B a n a B e n , Ş e k ü r e

1

1. B e n Ö l ü y ü m

Şimdi bir ölüyüm ben, bir ceset, bir kuyunun dibinde. Son nefesimi vereli çok oldu, kalbim çoktan durdu, ama alçak katilim hariç kimse başıma gelenleri bilmiyor. O ise, iğrenç rezil, beni öldürdüğünden iyice emin olmak için nefesimi dinledi, nabzıma baktı, sonra böğrüme bir tekme attı, beni kuyuya taşıdı, kaldırıp aşağı bıraktı. Taşla önceden kırdığı kafatasım kuyuya düşerken parça parça oldu, yüzüm, alnım, yanaklarım ezildi yok oldu; kemiklerim kırıldı, ağzım kanla doldu. Dört gün oldu eve dönmeyeli: Karım, çocuklarım beni arıyorlardır. Kızım ağlaya ağlaya tükenmiş, bahçe kapısına bakıyordur; hepsinin gözü yolda, kapıdadır. Gerçekten kapıda mıdır, onu da bilmiyorum. Belki de alışmışlardır, ne kötü! Çünkü insana buradayken, arkada bıraktığı hayatın eskiden olduğu gibi sürüp gitmekte olduğu duygusu geliyor. Ben doğmadan önce arkamda sınırsız bir zaman vardı. Ben öldükten sonra da, bitip tükenmeyecek bir zaman! Yaşarken hiç düşünmezdim bunları; ışıklar içinde yaşayıp giderdim, iki karanlık zamanın arasında. Mutluydum, mutluymuşum; şimdi anlıyorum: Padişahımızın nakkaşhanesinde en iyi tezhipleri ben yapardım ve ustalığı bana yaklaşabilecek başka bir müzehhip de yoktu. Dışarıda yaptığım işlerle elime ayda dokuz yüz akçe geçerdi. Bunlar da tabii, ölümümü daha da dayanılmaz kılıyor. Yalnızca nakış ve tezhip yapardım; sayfa kenarlarını süsler, çerçeve içine renkler, renkli yapraklar, dallar, güller, çiçekler, kuşlar çizerdim: Kıvrım kıvrım Çin usûlü bulutlar, birbirinin içine geçen yapraklar, renk ormanları ve içlerinde gizlenmiş ceylanlar, kadırgalar, padişahlar, ağaçlar, saraylar, atlar, avcılar Eskiden bazen bir tabak içine nakış yapardım; bazen bir aynanın arkasına, bir kaşığın içine, bazen Boğaziçi'nde bir yalının, bir konağın tavanına, bazen bir sandığın üzerine Son yıllarda ise yalnızca kitap sayfaları üzerinde çalışıyordum, çünkü Padişahımız çok para veriyordu nakışlı kitaplara. Ölümle karşılaşınca paranın hayatta hiç önemli olmadığım anladım, diyecek değilim. İnsan hayatta değilken bile paranın önemini biliyor. Şimdi bu durumumda benim sesimi işitiyor olmanıza, bu mucizeye bakıp şöyle düşüneceğinizi biliyorum: Bırak şimdi yaşarken kaç para kazandığını. Bize orada gördüklerini anlat. Ölümden sonra ne var, ruhun nerede, Cennet ve Cehennem nasıl, orada neler görüyorsun? Ölüm nasıl bir şey, canın yanıyor mu? Haklısınız. Yaşarken insanın öte tarafta neler olup bittiğini çok merak ettiğim biliyorum. Sırf bu merakı yüzünden kanlı savaş meydanlarında cesetler arasında gezmen birinin hikâyesini anlatmışlardı Can çekişmekte olan yaralı cengâverler arasında ölüp de dirilen birine rastlarım da, o da bana öbür dünyanın sırlarını verir diye aranan bu adamı Timur'un askerleri düşman sanıp bir kılıç darbesiyle ikiye biçmişler de, o da, öte dünyada insanın ikiye bölündüğünü sanmış. Böyle bir şey yok. Hatta dünyada ikiye bölünen ruhların burada birleştiğini bile söyleyebilirim. Ama, dinsiz kâfirlerin, zındıkların ve Şeytan'a uyan küfürbazların iddialarının tersine bir öbür dünya da, şükür var. Oradan size sesleniyor olmam bunun kanıtı. Öldüm, ama gördüğünüz gibi yok olmadım. Öte yandan, Kuran-ı Kerim'de sözü edilen ve altlarından ırmaklar akan altından, gümüşten Cennet köşklerine, dolgun meyvalı iri yapraklı ağaçlara, bakire güzellere rastlayamadığımı söylemek zorundayım. Oysa Vakıa suresinde anlatılan Cennetteki o iri gözlü hurileri pek çok kereler nasıl da keyiflenerek resmettiğimi şimdi çok iyi hatırlıyorum. Kuran-ı Kerim'in değil de, İbni Arabi gibi geniş hayallilerin ballandırarak anlattıkları sütten, şaraptan, tatlı sudan ve baldan yapılmış o dört ırmağa da tabii hiç rastlayamadım. Haklı olarak öte dünyanın umut ve hayalleriyle yaşayan pek çok kişiyi inançsızlığa sürüklemek istemediğim için bütün bunların kendi özel durumumla ilgili olduğunu hemen belirtmem gerekir: Ölümden sonraki hayat konusunda biraz olsun malumatı olan her mümin, benim durumumdaki bir huzursuzun Cennet'in ırmaklarını görmekte zorlanacağını kabul eder. Kısaca: Nakkaşlar bölüğünde ve üstatlar arasında Zarif Efendi diye bilinen ben öldüm, ama gömülmedim. Bu yüzden de, ruhum gövdemi bütünüyle terk edemedi. Cennet, Cehennem, neresiyse kaderim, ruhumun oralara

yaklaşabilmesi için gövdemin pisliğinden çıkabilmesi gerekir. Başkalarının başına da gelen bu istisnai durumum, ruhuma korkunç acılar veriyor. Kafatasımın paramparça olmasını, gövdemin yarısının buz gibi bir suda kırıklar ve yaralar içinde çürümesini duymuyorum da, gövdemi terk etmek için çırpman ruhumun derin azabını hissediyorum. Sanki bütün âlem benim içimde bir yerde sıkışarak daralmaya başlıyor. Bu daralma hissini, o eşsiz ölüm anımda hissettiğim şaşırtıcı genişlik hissiyle karşılaştırabilirim ancak. O hiç beklemediğim taş darbesiyle kafatasım kenarından kırıldığında, o alçağın beni öldürmek istediğini hemen anladım da, öldürebileceğine inanamadım. Umutla dopdoluymuşum, ama nakkaşhane ile evim arasındaki solgun hayatımı yaşarken hiç farketmezmişim bunu. Hayata parmaklarım, tırnaklarım ve onu ısırdığım dişlerimle tutkuyla sarıldım. Başıma yediğim diğer darbelerin acısıyla sizlerin canını sıkmayayım. Öleceğimi kederle anladığım zaman, içimi inanılmaz bir genişlik hissi sardı. Geçiş anım, bu genişlik hissiyle yaşadım: Bu yana varmam, insanın kendi rüyasında kendini uyur gibi görmesi gibi yumuşacık oldu. En son, alçak katilimin karlı, çamurlu ayakkabılarını gördüm. Gözlerimi uyur gibi kapadım ve tatlı bir geçişle bu yana vardım. Şimdiki şikâyetim, dişlerimin kanlı ağzıma leblebi gibi dökülmesinden, yüzümün tanınmayacak kadar ezilmesinden, ya da bir kuyunun dibine sıkışıp kalmış olmaktan değil; hâlâ yaşıyor sanılmaktan. Beni sevenlerin sık sık beni düşünüp, İstanbul'un bir kösesinde aptalca bir meşgaleyle hâlâ oyalanıyor olduğumu, hatta başka bir kadının peşinden gittiğimi hayal etmeleri huzursuz ruhuma büsbütün azap veriyor. Bir an önce cesedimi bulsunlar, namazımı kılıp, cenazemi kaldırıp beni gömsünler artık! Daha önemlisi, katilim bulunsun! O alçak bulunmadıkça, istiyorlarsa en muhteşem mezara gömsünler beni, huzursuzluk içinde mezarımda döne döne bekleyeceğimi, hepinize inançsızlık aşılayacağımı bilmenizi isterim. Katilim olacak orospu çocuğunu bulun, ben de size öte dünyada göreceklerimi tek tek anlatayım! Ama katilimi bulduktan sonra ona mengene aletiyle işkence edip kemiklerinden sekiz onunu, tercihan göğüs kemiklerini, yavaş yavaş çıtırdatarak kırmanız, sonra da o iğrenç ve yağlı saçlarım, işkencecilerin bu iş için yapılmış şişleriyle kafatasının derisini delerek, tek tek ve bağırtarak yolmanız gerekir. Onca öfke duyduğum katilim kim, hiç beklenmedik bir şekilde beni niye öldürdü? Merak edin bunları. Âlem beş para etmez alçak katillerle dolu, ha biri, ha diğeri mi diyorsunuz? O zaman sizi şimdiden uyarıyorum: Ölümümün arkasında dinimize, geleneklerimize, âlemi görüş şeklimize karşı iğrenç bir kumpas var. Açın gözlerinizi, inandığınız ve yaşadığınız hayatın, İslam'ın düşmanları beni neden öldürdü, bir gün sizi neden öldürebilir öğrenin. Bütün sözlerini gözyaşlarıyla dinlediğim büyük vaiz Erzurumlu Nusret Hoca'nın dedikleri bir bir çıkıyor. Başımıza gelenlerin, hikâye edilip bir kitapta yazılsa bile, en usta nakkaşlârca bile asla resimlen enleyeceğini de söyleyeyim size. Tıpkı Kuran-ı Kerim gibi, -yanlış anlaşılmasın, hâşa!- bu kitabın sarsıcı gücü asla resimlenemez oluşundan da gelir. Bunu anlayabildiğinizden kuşkuluyum. Bakın, ben de çıraklığımda derinlerdeki gerçekten, ötelerden gelen seslen korkar da dikkatimi vermez, alay ederdim böyle şeylerle. Sonum bu rezil kuyunun dibi oldu! Sizin de başınıza gelebilir bu; gözünüzü dört açın. Şimdi iyice çürürsem, iğrenç kokumdan beni belki bulurlar diye umutlanmaktan başka yapacak hiçbir şeyim yok. Bir de rezil katilime, bulunduğunda, hayırsever birinin edeceği işkenceleri hayal etmekten başka.

2

2. B e n i m A d ı m K a r a

İstanbul'a, doğup büyüdüğüm şehre, on iki yıl sonra bir uyurgezer gibi girdim. Ölecekler için toprak çekti derler, beni de ölüm çekmişti. İlk başta şehre girdiğimde yalnızca ölüm var sanmıştım, sonra aşk ile de karşılaştım. Ama aşk, o ara, İstanbul'a ilk girdiğimde, şehirdeki hatıralarım kadar uzak ve unutulmuş bir şeydi. On iki yıl önce İstanbul'da teyzemin çocuk yaştaki kızına âşık olmuştum. İstanbul'u terk ettikten yalnızca dört yıl sonra, Acem ülkesinin bitip tükenmez bozkırında, karlı dağlarında ve kederli şehirlerinde gezer, mektup taşır, vergi toplarken, İstanbul'da kalan çocuk sevgilimin yüzünü yavaş yavaş unuttuğumu farkettim. Telaşa kapılıp bu yüzü hatırlamaya çok gayret ettim ama, ne kadar çok severseniz sevin, insanın hiç görmediği bir yüzü yavaş yavaş unutacağını da anladım. Doğu'da kâtiplikler ve yolculuklarla paşaların hizmetinde geçirdiğim yılların altıncısında hayalimde canlandırdığım yüzün İstanbul'daki sevgilimin yüzü olmadığım biliyordum artık. Altıncı yılda yanlış hatırladığım yüzü, daha sonra, sekizinci yılda bir kere daha unutup, yine bambaşka bir şey olarak hatırladığımı da biliyordum. On iki yıl sonra, otuz altı yaşımda şehrime geri döndüğümde, sevgilimin yüzünü böyle böyle çoktan unutmuş olduğumun acıyla farkındaydım. Dostlarımın, akrabalarımın, mahallemdeki tanıdıkların çoğu bu on iki yılda ölmüşlerdi. Haliç'e bakan mezarlığa gittim, annem ve yokluğumda ölen amcalarım için dua ettim. Çamurlu toprağın kokusu hatıralarımla karıştı; birisi annemin mezarının kenarında bir testi kırmıştı, nedense kırık parçalara bakarken ağlamaya başladım. Ölülere mi, onca yıldan sonra tuhaf bir şekilde hâlâ hayatımın başında olmama mı, yoksa tam tersini sezdiğim, hayat yolculuğumun sonuna geldiğimi hissettiğim için mi ağlıyordum, bilmiyorum. Belli belirsiz bir kar atıştırmaya başlamıştı. Oradan oraya savrulan tek tük tanelere dalıp gitmiştim, kendi hayatımın belirsizlikleri içinde yolumu kaybetmiştim ki, baktım mezarlığın karanlık bir köşesinde karanlık bir köpek bana bakıyor. Gözyaşlarım dindi. Burnumu sildim. Kara köpeğin bana dostlukla kuyruğunu salladığını görüp mezarlıktan çıktım. Daha sonra, baba tarafından akrabalarımdan birinin eskiden oturduğu evlerden birini kiralayıp mahalleye yerleştim. Ev sahibesi kadın, savaşta Safevi askerlerinin öldürdüğü oğluna benzetti beni. Eve çekidüzen verecek, yemeklerimi yapacaktı. İstanbul'a değil de, dünyanın öbür ucundaki Arap şehirlerinden birine geçici olarak yerleşmişim de şehir nasıl bir yerdir diye meraklanıyormuşum gibi sokaklara çıktım, uzun uzun, doya doya yürüdüm. Sokaklar mı darlaşmıştı, yoksa bana mı öyle geliyordu? Kimi yerlerde, birbirlerine karşılıklı uzanmış evler arasına sıkışmış sokaklarda, üzerleri yüklü atlara çarpmamak için duvarlara, kapılara sürüne sürüne yürümek zorunda kaldım. Zenginler de artmış mıydı, yoksa bana mı öyle geliyordu. Gösterişli bir araba gördüm, böylesi ne Arabistan'da, ne Acem ülkesinde vardır; mağrur atların çektiği bir kale gibiydi. Çemberlitaş'ın orada, Tavukpazarı'ndan gelen pis kokunun içinde birbirlerine sokulmuş, paçavralar içinde arsız dilenciler gördüm. Biri kördü ve yağan kara bakıp gülümsüyordu. Eskiden İstanbul daha fakir, daha küçük, daha mutluydu deseler inanmazdım belki, ama kalbim böyle diyordu. Çünkü arkamda bıraktığım sevgilimin evi yerli yerinde ıhlamur ve kestane ağaçlarının içindeydi, ama kapıdan sordum bir başkası oturuyordu artık orada. Sevgilimin annesi, teyzem, ölmüş, Eniştem ile kızı taşınmışlar ve böyle durumlarda kalbinizi ve hayallerinizi nasıl da acımasızca kırdıklarını hiç farketmeyen kapıdaki adamların söylediği gibi, başlarından bazı felaketler geçmişti. Size şimdi bunları anlatmayayım da eski bahçedeki ıhlamur ağacının dallarından küçük parmağım büyüklüğünde buz parçacıkları sarktığını, sıcak, yemyeşil ve güneşli yaz günlerini hatırladığım bahçenin kederden, kardan ve bakımsızlıktan insanın aklına ölümü getirdiğini söyleyeyim. Akrabalarımın başlarına gelenlerin bir kısmını Eniştemin bana, Tebriz'e yolladığı mektuptan biliyordum zaten. O mektupta, Eniştem beni İstanbul'a çağırmış, Padişahımız için gizli bir kitap hazırladığını, benim ona yardım etmemi istediğim yazmıştı. Benim, bir dönem Tebriz'de Osmanlı paşaları, valiler, İstanbul'daki ricacılar için kitaplar hazırlattığımı Eniştem işitmişti. Tebriz'de yaptığım, kitap sipariş eden ricacılardan peşin para alıp, savaşlardan ve Osmanlı askerinden şikâyetçi nakkaşlardan ve hattatlardan hâlâ şehri terk edip Kazvin'e ve diğer

Acem şehirlerine gitmemiş olanları bulmak ve parasızlık ve ilgisizlikten şikâyetçi bu büyük üstatlara sayfaları yazdırtıp, nakşettirip, ciltlettirip kitabı İstanbul'a yollamaktı. Gençliğimde Eniştemin bana geçirdiği nakış ve güzel kitap aşkı olmasaydı hiç giremezdim bu işlere. Eniştemin bir zamanlar oturduğu sokağın çarşıya açılan ucundaki berber ustası, hâlâ dükkânında, aynı aynalar, usturalar, ibrikler, sabun telleri arasındaydı. Göz göze geldik, ama beni tanıdı mı bilemiyorum. İçine sıcak su doldurduğu baş yıkama kabının, tavandan sarkan zincirin ucunda hâlâ aynı yayı çizerek ileri geri sallandığım görmek neşelendirdi beni. Gençliğimde yürüdüğüm kimi mahalleler, kimi sokaklar, on iki yılda yanıp, kül ve duman olup uçmuştu da yerlerinde köpeklerin yol kestiği, meczupların çocukları korkuttuğu yangın yerleri açılmış, kimine de benim gibi uzaklardan geleni şaşırtan zengin konakları yapılmıştı. Bunların bazılarının pencerelerine en pahalısından, renkli Venedik camları takmışlardı. Yüksek duvarların üzerinden sarkan cumbalardan, yokluğumda İstanbul'da iki katlı pek çok zengin evi yapıldığını gördüm. Başka pek çok şehirde olduğu gibi İstanbul'da da paranın hiç mi hiç değeri kalmamıştı artık. Benim Doğu'ya gittiğim yıllarda bir akçeye dört yüz dirhemlik kocaman bir ekmek çıkaran fırınlar şimdi aynı paraya bunun yarısı ve üstelik tadı tuzu insanın çocukluğunu hiç mi hiç hatırlatmayan bir ekmek veriyorlardı. Rahmetli annem on iki yumurta için üç akçe saymak gerektiğini görseydi tavuklar şımarıp kafamıza sıçmadan başka bir diyara kaçalım, derdi, ama biliyordum bu düşük para her yeri sarmıştı. Felemenk'ten, Venedik'ten gelen tüccar gemilerinin sandık sandık bu kalp paralarla dolu olduğu söyleniyordu. Darphanede eskiden yüz dirhem gümüşten beş yüz akçe kesilirken şimdi Safeviler ile bitip tükenmeyen savaşlar yüzünden sekiz yüz akçe kesilmeye başlanmış, Yeniçeriler, aldıkları akçenin Haliç'e düştüğünde, sebze iskelesinden denize dökülen kuru fasulyeler misali suda yüzdüğünü görüp isyan etmişler ve düşman kalesiymiş gibi Padişahımızın sarayını muhasara etmişlerdi. Beyazıt Camii'nde vaaz veren ve Hazreti Muhammed soyundan bir seyyid olduğunu ilan eden Nusret adlı bir vaiz de işte bütün bu ahlaksızlık, pahalılık, cinayetler, soygunlar sırasında nam salmıştı. Erzurumi denen vaiz, son on yıl içerisinde İstanbul'u kasıp kavuran bütün felaketleri, Bahçekapı ve Kazancılar Mahallesi yangınlarını, şehre her girişinde on binlerce ölü alan vebayı, Safevilere karşı savaşta onca can verilmesine karşın bir sonuç almamasını, Batı'da Hıristiyanların isyanlar çıkarıp küçük Osmanlı kalelerini geri almalarını, Hazreti Muhammed'in yolundan sapılmasıyla, Kuran-ı Kerim'in emirlerinden uzaklaşılması, Hıristiyanların hoş görülüp, serbestçe şarap satılıp tekkelerde çalgı çalınmasıyla açıklıyordu. Bana Erzurumlu vaizden heyecanla bahsedip bu haberleri veren turşucu, çarşı pazarı saran kalp paranın, yeni dukaların, aslanlı sahte Florinlerin, gümüşü gittikçe azalan akçelerin tıpkı sokakları dolduran Çerkezler, Abazalar, Mingeryahlar, Boşnaklar, Gürcüler, Ermeniler gibi insanı kesin ve geri dönüşü zor bir ahlaksızlığa sürüklediğini söyledi. Ahlaksızlar, isyankârlar kahvehanelerde toplanıyorlarmış, sabahlara kadar dedikodu ediyorlarmış. Ne idüğü belirsiz cascavlaklar, afyonkeş meczuplar, Kalenderi kalıntıları Allah'ın yolu budur diye tekkelerde sabahlara kadar musikiyle oynayıp, oralarına buralarına şişler sokup, her türlü edepsizliği yaptıktan sonra birbirlerini ve küçük oğlanları beceriyorlarmış. Tatlı bir ud sesi duydum da onu mu arayıp izledim, yoksa anılarım ve isteklerim dediğim akıl karışıklığı zehir turşucuya daha fazla dayanamayıp bana bir çıkış yolu mu sezdirdi, bilmiyorum. Bildiğim, bir şehri severseniz, orada çok gezerseniz, yıllar sonra o şehrin sokaklarını yalnız ruhunuz değil, gövdeniz de kendiliğinden öyle bir tanır ki, karın kederli kederli serpiştirdiği bir keder anında bacaklarınız sizi kendiliğinden sevdiğiniz bir tepeye çıkarır. Böylece Nalbant Çarşısı'ndan ayrılıp Süleymaniye Camii'nin hemen yanından Haliç'e yağan karı seyrettim: Kuzeye bakan damlarda, kubbelerin poyraz alan köşelerinde kar şimdiden tutmuştu. Şehre giren bir geminin bana pır pır selam yollayarak indirilen yelkenleri Haliç'in yüzeyiyle aynı kurşuni sis rengindeydi. Servi ve çınar ağaçları, damların görünüşü, akşamüstünün hüznü, aşağı mahallelerin iç sesleri, satıcıların bağırışları ve cami avlusunda oynayan çocukların çığlıkları kafamda birleşip, bana hiç şaşmayacak bir şekilde bundan sonra hayatınım şehrinden başka bir yerde yaşayamayacağımı duyuruyordu. Bir an, sevgilimin yıllardır unuttuğum yüzü gözlerimin önünde beliriverecek sandım. Yokuştan aşağı indim. Kalabalıkların içine girdim. Akşam ezanından sonra bir ciğerci dükkanında karnımı doyurdum. Boş dükkanın kedi besler gibi şefkatle lokmalarımı izleyerek beni besleyen sahibinin anlattıklarını dikkatle dinledim. Ondan aldığım ilham ve tarifle, sokakların iyice kararmasından sonra Esir Pazarı'nın arkalarındaki dar sokaklardan birine saptım, burada kahvehaneyi buldum. İçerisi kalabalık ve sıcaktı. Tebriz'de, Acem şehirlerinde pek çok benzerlerini gördüğüm ve orada meddah değil de perdedar denen hikayeci arkada ocağın yanında bir yükseltiye yerleşmiş, tek bir resim, kaba kâğıda aceleyle, ama hünerle yapılmış bir köpek resmi açıp asmış, arada bir resimdeki köpeği işaret ede ede hikâyesini o köpeğin ağzından anlatıyordu.

3

3. B e n , K ö p e k

Gördüğünüz gibi, azı dişlerim o kadar sivri ve uzundur ki ağzıma zorlukla sığarlar. Bunun bana korkutucu bir görüntü verdiğini biliyorum, ama hoşuma gidiyor. Bir keresinde bir kasap azı dişlerimin büyüklüğüne bakıp: "Ayol bu köpek değil domuz" demişti. Bacağından öyle bir ısırdım ki onu, dişlerimin ucunda, yağlı etinin bittiği yerde uyluk kemiğinin sertliğini hissettim. Bir köpek için hiçbir şey, içten gelen bir öfke ve hırsla berbat bir düşmanın etine dişlerini daldırmak kadar zevkli olamaz. Böyle bir fırsat önümde belirdiğinde, ısırılmayı hak eden kurbanım salak salak önümden geçerken zevkten gözlerim kararır, dişlerim sanki sızlayarak kamaşır ve farkına varmadan gırtlağımdan sizleri korkutan hırlamalar çıkarmaya başlarım. Bir köpeğim ben ve sizler benim kadar makul yaratıklar olmadığınız için hiç köpek konuşur mu diyorsunuz. Ama öte yandan da ölülerin konuştuğu, kahramanların bilmedikleri kelimeleri kullandığı bir hikâyeye inanır gözüküyorsunuz. Köpekler konuşur, ama dinlemesini bilene. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, bir zamanlar bir payitahtın en büyük camilerinden birine, hadi diyelim ki adı Beyazıt Camii olsun, bir taşra şehrinden bir görgüsüz vaiz gelmiş. Adını belki saklamalı, mesela Husret Hoca demeli ona, ama başka ne yalan söylemeli, kalın kafalı bir vaizmiş bu adam. Ama kafasında ne kadar az çekirdek varsa dilinde de, maşallah, o kadar kudret varmış. Her cuma cemaati öyle bir coşturur, öyle bir ağlatırmış ki gözleri kuruyup bayılanlar, fenalık geçirenler olurmuş. Aman, sakin yanlış anlaşılmasın; dili kuvvetli öteki vaizler gibi ağlamazmış o hiç; tam tersi, herkes ağlarken onun kirpiği bile oynamaz, cemaati azarlar gibi konuşmaya daha da kuvvet verirmiş. Azarlanmayı sevdiklerinden olsa gerek, bütün bostancılar, hassa gılmanları, helvacılar, ayak takımından kalabalıklar ve kendi gibi pek çok vaiz bu adama kul köle olmuşlar. Eh, o da köpek değil ya, çiğ süt emmiş insanoğluymuş; bu hayran kalabalığı karşısında kendinden iyice geçmiş ve bakmış ki cemaati ağlatmak kadar korkutmanın da bir tadı var, üstelik bu işte de daha çok ekmek var, kantarın topunu iyice kaçırıp demeğe getirmiş ki: Pahalılığın, vebanın, yenilgilerin tek sebebi, Hazreti Peygamberimiz zamanındaki İslam'ı unutup, Müslümanlık diye başka kitaplara ve yalanlara kanıp inanmamızdır. Hazreti Muhammed zamanında mevlit okutmak mı vardı? Ölüye kırk töreni yapmak, ruhu için helva ve lokma döktürmek mi vardı? Hazreti Muhammed zamanında Kuran-ı Kerim'i şarkı gibi makamla okumak mı vardı? Minareye çıkıp sesim ne kadar güzel, Arapçam nasıl da Arap gibi deyip kibir kibir kibirlenerek, zenne gibi kırıta kırı ta makamla ezan okumak mı vardı? Mezarlara gidip yakarıyorlar, ölülerden medet umuyorlar, türbelere gidip putperestler gibi taşa tapıyorlar, bez bağlıyorlar, adak adıyorlar. Bu akılları veren tarikatçılar mı vardı Hazreti Muhammed zamanında? Tarikatçıların akıl hocası İbni Arabi, Firavun'un imanla öldüğüne yemin edip günahkâr olmuştur. Tarikatçılar, Mevleviler, Halvetiler, Kalenderiler, çalgı çalarak Kuran-ı Kerim okuyup, çocuk oğlan hep birlikte, dua ediyoruz diye raks edip oynayanlar, bunlar kâfirdir. Tekkeler yıkılmalı, temelleri yedi arşın kazılmalı, çıkan toprak denize dökülmeli ki ancak oralarda namaz kılınabilinsin. Daha da azıtıp ağzından salyalar saçarak bu Husret Hoca, ey müminler, kahve içmek haramdır, demekteymiş. Peygamberimiz Hazretleri bunun zihni uyuşturduğunu, mideyi deldiğini, bel fıtığı ve kısırlık yaptığını bildikleri ve kahvenin Şeytan'ın oyunu olduğunu anladıkları için içmemişlerdir. Ayrıca, şimdi kahvehaneler keyif ehlinin, zevk düşkünü zenginlerin, dizdize oturup her türlü edepsizliği yaptığı yerlerdir ve hatta tekkelerden önce kahvehaneler kapatılmalıdır. Fukaranın kahve içecek parası mı var? Kahvelere gidiyor, kahveyle kafayı buluyor, ipin ucunu öyle bir kaçırıyorlar ki, orada itin köpeğin konuştuklarını sahi zannedip dinliyorlar; köpektir işte bana ve dinimize küfreder, diyormuş bu Husret Hoca. Müsaadenizle, bu vaiz efendinin son sözünü cevaplamak istiyorum. Hacı-hoca-vaiz-imam takımının, biz köpekleri hiç sevmemeleri malumunuzdur elbette. Bana kalırsa, mesele Hazreti Muhammed'in üzerinde uyuyakalan bir kediyi uyandırmamak için eteğini kesmesiyle ilgili. Kediye gösterilen bu zarafetin bizlere

gösterilmediği hatırlanarak ve nankör olduğu en aptal âdemoğlu tarafından bile bilinen bu mahlukla ezeli savaşımız yüzünden Rusulullah'ın köpeklere bir düşmanlığı vardı, denmek isteniyor. Abdest bozar diye camilere sokulmayışımız, yüzyıllardır cami avlularında kayyımların sırıklı süpürgelerinden yediğimiz dayaklar, kötü niyetlerle yapılmış bu yanlış tefsirin sonucudur. Sizlere Kuran-ı Kerim'in en güzel surelerinden Kehf suresini hatırlatmak isterim. Bu güzel kahvede, aramızda Kuran-ı Kerim okumaz kitapsızlar bulunduğundan değil, şöyle hafızaları tazeleyelim diye: Bu surede putperestler arasında yaşamaktan bıkmış yedi genç hikâye edilir. Bunlar bir mağaraya sığınırlar ve uyurlar. Allah bunların kulaklarına birer mühür vurur ve onları tam üç yüz dokuz sene uyutur. Uyandıklarında aradan şu kadar sene geçtiğini bu yedi gençten birisi insanlar arasına karıştığında, elindeki geçer olmayan sikkeden anlar; çok şaşırırlar. İnsanoğlunun Allah'a bağlılığını, onun mucizelerini, zamanın geçiciliğini, derin bir uykunun tatlılığını anlatan surenin haddim olmayarak sizlere hatırlatacağım on sekizinci ayetinde bu yedi gencin uyuduğu Eshabı Kehf nam mağaranın girişinde yatan köpekten bahis vardır. Tabii ki, herkes Kuran-ı Kerim'de kendi adının geçmesiyle gururlanabilir. Bir köpek olarak bu sureyle övünüyor ve düşmanlarına it kopuk, diyen Erzurumilerin akıllarını inşallah başlarına getirir diyorum. O zaman köpeklere karşı bu düşmanlığın aslı esası nedir? Köpek murdardır niye dersiniz, evinize köpek girerse niye her yeri baştan aşağı yıkar, şartlarsınız? Bize dokunanın niye abdesti bozulur, kaftanınızın ucu bir köpeğin nemli tüylerine şöyle bir dokunsa niye o kaftanı kafadan çatlak asabi karılar gibi yedi kere yıkamayı şart koşarsınız? Bir köpek tencereyi yaladı diye o tencerenin ya atılması ya kalaylanması gerektiği yalanını ancak kalaycılar çıkarabilir. Belki de kediler. Ne zaman ki köyden, kırdan, göçebelikten vazgeçilip şehire oturuldu, çoban köpekleri köyde kaldı, o zaman biz köpekler murdar olduk. İslamiyet'ten önce on iki aydan biri it ayı idi. Şimdi ise it oldu bir uğursuz. Kendi dertlerimle şu akşam vakti biraz kıssa, biraz hisse almak isteyen siz dostlarımı üzmek istemem, benim kızgınlığım vaiz efendinin kahvehanelerimize atıp tutmasına. Bu Erzurumlu Husret'in babasının belirsiz olduğunu söylesem ne buyurulur? Bana da demişlerdir ki, sen ne biçim köpeksin, ustan bir kahvede resim asmış hikâye anlatır bir meddahtır diye sen onu korumak için, hoşt, vaiz efendiye dil uzatıyorsun. Hâşâ, dil uzatmıyorum. Ben kahvehanelerimizi çok severim. Bilir misiniz ki resmim böyle ucuz bir kâğıt üzerine nakşolunduğu için ya da bir köpek olduğum için üzülmüyorum da, ben sizlerle birlikte adam gibi oturup kahve içemediğime hayıflanıyorum. Bizler kahvemiz ve kahvehanelerimiz için ölürüz Ama o da ne Ustam, bak bana cezveden kahve veriyor. Hiç resim kahve içer mi? demeyin; bakın bakın, köpek lıkır lıkır kahve içiyor. Ooh, aman çok iyi geldi, içimi ısıttı, gözlerimi keskinleştirdi, zihnimi açtı ve bakın aklıma ne geldi. Venedik Doçu, Padişahımız Hazretleri'nin kızları Nurhayat Sultan'a hediye olarak Çin ipeğinden top top kumaşlardan, üzeri mavi çiçekli Çin çömleklerinden başka ne yollamış biliyor musunuz? Tüyleri ipekten, samurdan yumuşak işveli bir Frenk köpeği. Bu köpek öyle nazlıymış ki, bir de kırmızı ipekten elbisesi varmış. Bizim arkadaşlardan biri onu becermiş de ondan biliyorum: Bu köpek cima ederken bile elbisesiz yapamıyormuş. Bu Frenk ülkesinde zaten köpeklerin hepsi böyle elbise giyermiş. Orada sözümona kibarlar kibarı bir Frenk karısı çıplak bir köpek mi görmüş, yoksa köpeğinkini mi görmüş bilemiyorum artık, "Ayy hayvan çıplak!" diye düşüp bayılmış, diye hikâye ederler. Frenk gâvurlarının ülkesinde zaten her köpeğin bir sahibi varmış. Zavallı köpekler boyunlarında zincir, en sefil köleler gibi zincirlenmiş olarak tek tek sürüklene sürüklene sokaklarda gezdirilirlermiş. Bu adamlar sonra bu zavallı köpekleri zorla evlerine sokarlar, hatta yataklarına da alırlarmış onları. Bir köpek diğeriyle değil koklaşıp sevişsin, çift bile gezemezmiş. Zincirler içinde o zavallı halleriyle sokakta rastlaşırlarsa hüzünlü gözlerle birbirlerini uzaktan süzerlermiş, o kadar. Bizim İstanbul sokaklarında sürüler, cemaatler halinde serbestçe gezen köpekler olmamız, efendi sahip tanımadan icabında yol kesmemiz, keyfimizin çektiği sıcak köşeye kıvrılıp, gölgeye yatıp mışıl mışıl uyumamız, istediğimiz yere sıçıp istediğimizi ısırmamız, gâvurların akıllarının alacağı şeyler değil. Acaba bu yüzden mi Erzurumlu'nun hayranları İstanbul sokaklarında sadaka için dualarla köpeklere et atılmasına, bunun için vakıflar kurulmasına karşılar, diye düşünmedim değil. Eğer bunların niyeti köpeklere düşmanlıktan başka ayrıca gâvurluk etmekse, köpek milletine düşmanlığın zaten gâvurluğun ta kendisi olduğunu hatırlatırım. Bu rezillerin umarım uzak olmayan idamlarında, bazen ibret olsun diye yaptıkları gibi cellat arkadaşlar bizleri de parça yiyelim diye çağırırlar. Şunu anlatayım son olarak: Bundan önceki efendim çok adil bir insandı. Gece soyguna çıktığımızda işi bölüşürdük: Ben havlamaya başlayınca, o kurbanın gırtlağını keser, böylece herifin çığlığı duyulmazdı. Karşılığında da cezalandırdığı suçluları keser, kaynatır, bana verirdi de yerdim. Ben çiğ et sevmem. Erzurumlu vaizin celladı bunu da artık inşallah düşünür de o pisin etini çiğ çiğ yeyip midemi bozmam.

4

4. K a t i l D i y e c e k l e r B a n a

O budalayı öldürmeden az önce bile, herhangi birinin canını alacağını bana söylense inanmazdım. Bu yüzden yapmış olduğum şey bazen ufukta kaybolan yabancı bir kalyon gibi benden gittikçe uzaklaşıyor. Bazen hiçbir cinayet işlememişim gibi de hissediyorum. Zavallı Zarif kardeşimi hiç de istemeden gebertmemin üzerinden dört gün geçti, ve şimdiden duruma biraz alıştım. Önüme çıkı veren berbat meseleyi adam öldürmeden çözebilmeyi çok isterdim, ama hemen de anladım başka bir yol olmadığını. İşi hemen orada bitirdim; bütün sorumluluğu yüklendim. Bir akılsızın iftirası yüzünden bütün nakkaşlar camiasının tehlikeye atılmasına izin vermedim. Yine de ama katilliğe alışmak zor. Evde duramıyorum, sokağa çıkıyorum, sokakta duramıyorum, öteki sokağa yürüyorum, sonra o sokaktan sonrakine yürüyorum ve insanların yüzlerine baktıkça görüyorum ki ellerine daha cinayet işleme fırsatı geçilmemiş oldukları için pek çok kişi masum zannediyor kendini. Bu küçük talih ve kader meselesi yüzünden, insanların çoğunun benden daha ahlaklı ya da iyi olduğuna inanmak zor. Olsa olsa henüz cinayet işlemedikleri için biraz daha aptal suratlı oluyorlar ve bütün aptallar gibi iyi niyetli gözüküyorlar. Gözünde bir zekâ ışıltısı, yüzünde ruhundan yansıyan bir gölge gördüğüm herkesin gizli bir katil olduğunu anlamam için o zavallıyı öldürdükten sonra, İstanbul sokaklarında dört gün yürümem yetti. Yalnızca aptallar masumdur. Bu akşam mesela, Esir Pazarı'nın arkalarındaki kahvehanede sıcak kahvem ile ısınır, arkadaki köpek resmine bakıp köpeğin anlattıklarına herkesle birlikte kendimi koyuvererek gülerken, yanımda oturan bir herifin de benim gibi katilin teki olduğu duygusuna kapıldım. O da benim gibi meddaha gülebiliyordu, ama kolunun benim kolumun yanıbaşında kardeş kardeş durmasından mı, fincanı tutan kıpır kıpır parmaklarının huzursuzluğundan mı neden bilmiyorum, onun da benim soyumdan olduğuna hükmediverdim ve birden dönüp suratına dik dik baktım. Hemen korktu, yüzü allak bullak oldu. Kahve dağılırken bir tanıdığı onun koluna girmiş: "Artık Nusret Hocacılar burayı basar," diyordu. Ötekini kaş göz işaretiyle susturdu. Onların korkuları bana da bulaştı. Kimse kimseye güvenmiyor, her an karşısındakinden bir alçaklık bekliyor herkes. Hava daha da soğumuş ve sokakların köşelerinde, duvar diplerinde kar iyice tutmuş, yükselmiş. Kör karanlıkta gövdem yolunu dar sokakları ancak hissederek buluyor. Bazen de, kepenkleri iyice çekili, pencereleri kapkara tahtayla kaplı evlerin bir yerinden içerde hâlâ yanan bir kandilin soluk ışığı dışarı sızıp karda yansıyor, çoğu zaman ise hiçbir ışık, hiçbir şey göremiyorum da bekçilerin sopalarının taşlara vuruşuna, çılgın köpek sürülerinin ulumalarına, evlerin içlerinden gelen iniltilere kulak verip yolumu buluyorum. Bazen, gece yarıları şehrin dar ve korkutucu sokakları karın sanki kendi içinden sızan harika bir ışıkla aydınlanıyor ve karanlıkta, yıkıntılar ve ağaçlar arasında yüzlerce yıldır İstanbul'u tekinsiz kılan hayaletleri gördüğümü sanıyorum. Bazen de, evlerin içinden mutsuzların uğultusu geliyor; ya harıl harıl öksürüyor, ya burunlarını çekiyor, ya rüyalarında ağlayarak çığlık atıyor, ya da karı kocalar, yanıbaşlarında çocukları ağlarken birbirlerini boğazlamaya girişiyorlar. Katil olmadan önceki mutlu hayatımı hatırlamak, neşelenmek için bir iki akşam bu kahvede meddahı dinlemeye geldim. Bütün ömrümü birlikte geçirdiğim nakkaş kardeşlerimin çoğu her akşam gelirler. Tâ çocukluktan beri birlikte nakşettiğimiz bir budalaya kıydım kıyalı hiçbirini görmek istemiyorum artık. Birbirlerini görüp dedikodu etmeden yapamayan kardeşlerimin hayatında, buradaki rezil eğlence havasında beni utandıran çok şey var. Beni burnu büyük bulup iğnelemesinler diye bir iki resim de ben yaptım meddah için, ama bunun kıskançlığı durduracağını da sanmam. Ama kıskanmakta çok da haklılar.. Renk karıştırmakta, cetvel çekmekte, sayfa istifinde, konu seçiminde, yüz çizmekte, kalabalık savaş ve av meclislerini yerleştirmekte, hayvanları, padişahları, gemileri, atları, savaşçıları, âşıkları resmetmekte, nakşın içine ruhun şiirini dökmekte, hatta, tezhipte de en usta benim. Bunu size

övünmek için değil beni anlayın diye söylüyorum. Kıskançlık, zamanla usta nakkaşın hayatında boya kadar vazgeçilmez bir malzeme olur. Huzursuzluktan gittikçe uzayan yürüyüşlerimin ortasında bazen saf mı saf, masum mu masum din kardeşlerimden birisiyle gözgöze geliyorum ve birden şu tuhaf düşünce beliriyor içimde: Şimdi katil olduğumu düşünürsem, karşımdaki bunu yüzümden anlayacak. Böylece hemen kendimi başka şeyler düşünmeye zorluyorum; tıpkı ilk gençlik yıllarımda namaz kılarken kadınları düşünmemek için utanç içinde kıvranarak kendimi zorladığım gibi. Ama çiftleşmeyi aklımdan bir türlü çıkaramadığım o gençlik buhranlarının tersine, işlediğim cinayeti unutabiliyorum. Bütün bunları durumumla ilişkili olduğu için anlattığımı anlıyorsunuzdur. Bir şeyi aklımdan bile geçirirsem her şeyi anlarsınız. Bu da aranızda bir hayalet gibi gezinen adsız, hüviyetsiz bir katil olmaktan çıkarır da beni, yakayı ele vermiş, yüzü belirgin, kafası vurulacak sıradan bir suçlu durumuna düşürür. İzin verin de her şeyi düşünmeyeyim; kendime bir şeyler saklayayım: Sizin gibi ince kişiler de ayak izlerine bakarak hırsızı bulur gibi, kelimelerimden ve renklerimden benim kim olduğumu keşfe çalışsınlar. Bu da bizi şimdi çok revaçta olan üslup konusuna getiriyor: Nakkaşın kendi şahsi usûlü, kendine mahsus bir rengi, sesi, var mıdır, olmalı mıdır? Ustalar ustası, nakşın piri Behzat'ın bir resmini ele alalım. Bir cinayet resmi olduğu için, benim durumuma da iyi uyan bu harika şeye, acımasız bir taht kavgasında öldürülmüş bir Acem şehzadesinin kütüphanesinden çıkmış Herat işi doksan yıllık bir kusursuz kitabın Hüsrev ile Şirin'in hikâyesini anlatır sayfalarında rastlamıştım. Hüsrev ile Şirin'in sonunu bilirsiniz; Firdevsi'nin değil de Nizami'nin anlattığını diyorum: İki âşık ne maceralar ve fırtınalardan sonra evlenirler, ama Hüsrev'in önceki karısından olan çocuğu genç Şiruye Şeytan gibidir, onları rahat bırakmaz. Babasının tahtında ve genç karısı Şirin'de gözü vardır bu şehzadenin. Nizami'nin "Ağzı aslanlar gibi pis kokardı," dediği Şiruye, bir yolunu bulup babasını esir alır ve tahtına oturur. Bir gece, babasının Şirinle yattığı odaya girer, karanlıkta dokuna dokuna onları yatakta bulur ve hançeriyle babasını ciğerinden bıçaklar. Babanın kanı sabaha kadar akacak ve yanında huzurla uyuyan güzel Şirin ile paylaştıkları yatakta ölecektir. Büyük üstat Behzat'ın resmi, bu hikâye kadar yıllardır içinde taşıdığım gerçek bir korkuyu da işliyordu: Gece yarısı karanlıkta uyanıp, göz gözü görmez odada tıkırtılar çıkaran başka birisi olduğunu farketmenin dehşeti! O başka birisinin bir elinde bir hançer olduğunu, öbür eliyle de sizin boğazınıza sarıldığını düşünün. Odadaki ince ince işlenmiş duvar, pencere ve çerçeve süslerinin, sıkılmış gırtlağınızdan çıkan sessiz çığlığın rengindeki kızıl halının kıvrım ve yuvarlaklarının ve katilinizin sizi öldürürken çıplak ve iğrenç ayağıyla acımasızca bastığı harika yorgana inanılmaz bir incelikle ve neşeyle işlenmiş sarı ve mor çiçeklerin hepsi, aynı amaca hizmet ederler: Bir yandan bakmakta olduğunuz resmin güzelliğini vurgularken, bir yandan da içinde ölmekte olduğunuz odanın, terketmekte olduğunuz dünyanın ne de güzel bir yer olduğunu hatırlatırlar. Resmin ve dünyanın güzelliğinin sizin ölümünüze kayıtsızlığı, ölürken yanınızda karınız da olsa yapayalnız oluşunuz resme bakarken kafanıza dank eden asıl manadır. "Behzat'ın," demişti yirmi yıl önce benimle birlikte titreyen ellerimdeki kitaba bakan ihtiyar usta. Yüzü yanı başımızdaki mumdan değil, görme zevkinden aydınlanmıştı. "O kadar Behzat'ın ki, imzaya gerek yok." Behzat da bunu bildiği için imzasını resmin gizli bir köşesine bile atmamıştı. İhtiyar ustaya göre Behzat'ın bu tutumunda bir utanç ve sıkılma vardı. Gerçek hüner ve ustalık hem erişilmez bir harika resmetmek, hem de bu harikada nakkaşın kimliğini ele veren hiçbir iz bırakmamaktır. Zavallı kurbanımı can havliyle bulduğum sıradan ve kaba bir usûlle öldürdüm. Eserimden geriye beni ele verecek kişisel herhangi bir iz kalıp kalmadığını araştırmak için geceleri bu yangın verine geldikçe üslup sorunları kafama daha da çok üşüşmeye başladı. Üslup diye tutturdukları şey, kişisel bir iz bırakmamıza yol açan bir hatadır yalnızca. Yağan karın aydınlığı olmasaydı da burayı bulurdum: Burası, yirmi beş yıllık arkadaşımı katlettiğim yangın yeri. Kar, benim imzam olarak görülebilecek bütün izleri örtüp yok etmiş. Bu, Allah'ın da üslup ve imza konusunda benimle ve Behzat'la aynı fikirde olduğunu kanıtlıyor. Dört gece önce, o akılsızın ileri sürdüğü gibi bağışlanmaz bir günahı, farkında olmadan bile olsa, kitabı nakşederken işlemiş olsaydık, Allah biz nakkaşlara bu sevgiyi göstermezdi. O gece, Zarif Efendi'yle bu yangın yerine girdiğimizde kar yağmıyordu daha. Uzaklardan yankılanarak gelen köpek ulumalarını işitiyorduk. "Niye buraya geldik?" diye soruyordu zavallı. "Bu vakitte bana burada ne göstereceksin?" "İleride bir kuyu, ondan on iki adım ötede de yıllardır biriktirdiğim gömülü param var," dedim. "Bu anlattıklarımı kimseye söylemezsen Enişte Efendi de, ben de seni sevindiririz."

"Demek baştan beri ne yaptığını bildiğini kabul ediyorsun" dedi hevesle. "Ediyorum," diye çaresizlikle yalan söyledim. "Yaptığınız resim çok büyük bir günahtır biliyor musun?" dedi saflıkla. "Kimsenin cüret edemediği bir küfür, bir zındıklık. Cehennem'in en dibinde yanacaksınız. Azabınız, acılarınız hiç dinmeyecek. Beni de ortak ettiniz." Bu sözleri işitirken dehşetle anlıyordum ki, pek çok kişi ona inanacaktı. Niye? Çünkü bu sözlerin öyle bir gücü, öyle bir çekimi vardı ki, ister istemez insan ilgi duyuyor, başka alçaklar hakkında gerçek çıksın istiyordu. Yaptırdığı kitabın gizliliği ve verdiği paralar yüzünden Enişte Efendi hakkında bu tür dedikodular zaten çok çıkıyordu; Ayrıca Başnakkaş Üstat Osman da ondan nefret ediyordu. Müzebhip biraderimin iftirasını bile bile bu gerçeklerin üzerine kurnazca oturttuğunu da düşünmüştüm. Ne kadar samimiydi? Bizi birbirimize düşüren iddialarını ona tekrarlattım. Lafı evirip çevirerek gevelemedi. Sanki, birlikte geçirdiğimiz çıraklık yıllarımızda kendimizi Üstat Osman'ın dayağından korumak için bir kabahati örtmeye çağırıyordu beni. İçtenliğini o sırada inanılır buluyordum. Çıraklığında da gözlerini böyle kocaman açardı, ama o zamanlar tezhipten küçülmemişti daha onlar. Ama ona sevgi duymak istemedim hiç, çünkü her şeyi başkalarına anlatmaya hazırdı. "Bak," dedim zorlama-bir pişkinlikle. "Tezhip yaparız, kenar süsü buluruz, cetvel çeker, sayfaları renkli altınla parıl parıl süsler, en güzel resimleri biz yapar, dolapları, kutuları şenlendiririz. Yıllardır bunları yapıyoruz. Bu bizim işimiz. Bize resim sipariş ederler, şu çerçevenin içine bir gemi, bir ceylan, bir padişah oturt, şöyle kuşlar, bunun gibi adamlar olsun, hikâyenin şu meclisi, filanca şöyle dursun, derler, biz de yaparız. Bak, bu sefer 'içinden gelen bir at çiz şuraya,' dedi Enişte Efendi. Üç gün içimden gelen at resminin ne olduğunu anlamak için eski büyük üstatlar gibi yüzlerce kere at çizdim." Elimi alıştırmak için kaba Semerkand kâğıda çizdiğim bir dizi atı çıkarıp gösterdim ona. İlgilenip kâğıdı aldı ve solgun ay ışığında gözlerini yaklaştırıp siyah beyaz atları seyretmeye başladı. "Şirazlı, Heratlı eski üstatlar," dedim, "Allah'ın istediği ve gördüğü hakiki bir at resmi çizebilmek için nakkaşın elli yıl,biç durmadan at çizmesi gerektiğini söyler ve zaten en iyi at resminin karanlıkta çizileceğini eklerlerdi. Çünkü elli yılda gerçek nakkaş çalışa çalışa kör olur ve eli çizdiği atı ezberler." Yüzünde tâ çocukluk yıllarımızda onda gördüğüm masum bakış benim çizdiğim atlara dalıp gitmişti. "Bize sipariş ederler, biz de en gizli, en erişilmez atı eski üstatların çizdiği gibi çizmeye çalışırız, o kadar. Sipariş ettikleri şeyden sonra bizi sorumlu tutmaları haksızlık." "Bilmiyorum bu doğru mu?" dedi. "Bizim de sorumluluklarımız, irademiz var. Ben Allah hariç kimseden korkmuyorum. O da bize, iyiyle kötüyü ayırdedelim diye bir akıl vermiş." Yerinde bir cevaptı. "Allah her şeyi görür, bilir" dedim Arapça olarak. "Senin, benim, bizlerin bu işi bilmeden yaptığımızı da anlayacaktır. Enişte Efendi'yi kime ihbar edeceksin? Bu işin arkasında Padişahımız Hazretleri'nin iradesi olduğuna inanmıyor musun?" Sustu. Düşündüm: Gerçekten bu kadar kuş beyinli miydi, yoksa içten bir Allah korkusundan soğukkanlılığını kaybetmiş de saçmalıyor muydu? Kuyunun yanında durduk. Karanlıkta bir an gözlerini görür gibi oldum da anladım korktuğunu. Ona acıdım. Ok yaydan çıkmıştı bir kere. Karşımdakinin yalnızca akılsız bir korkak değil, bir rezil olduğunu bir kere daha kanıtlaması için Allah'a dua ettim. "Buradan on iki adım sayıp kazacaksın," dedim. "Sonra siz ne yapacaksınız?" "Söylerim Enişte Efendi'ye, resimleri yakar. Başka ne yapabiliriz ki? Erzurumlu Nusret Hoca'nın cemaatinden böyle bir laf olduğunu duyarlarsa ne bizi sağ koyarlar, ne de nakkaşhane kalır. Onlardan hiç tanıdığın var mı? Bu parayı şimdi sen kabul et ki bizi onlara, ihbar etmeyeceğini anlayalım." "Para neyin içinde?" "Eski bir turşu küpünün içinde yetmiş beş tane Venedik altını var." Venedik dukalarım anladım da bu turşu küpü niye gelmişti aklıma? O kadar saçmaydı ki, inandırıcı oldu. Böylece, Allah'ın benim yanımda olduğunu bir kere daha anladım, çünkü her yıl daha da paragöz olan çıraklık arkadaşım gösterdiğim yönde on iki adımı saymaya hevesle başlamıştı bile.

Aklımda o an iki şey vardı. Toprağın altında Venedik altını maltını yok hiç! Para veremezsem bu alçak budala bizi mahvedecek! Bir an, o alçak budalaya çıraklığımızda bazen yaptığım gibi sarılıp öpmek geldi içimden, ama yıllar bizi birbirimizden o kadar uzaklaştırmıştı ki! Aklım toprağın nasıl kazıtacağına takılmıştı. Tırnaklarımızla mı? Bütün bunları düşünmem, buna düşünmek denebilirse bir göz kırpması kadar sürdü, sürmedi. Kuyunun yanı başında duran kayayı telaşla iki elimle kavradım. O daha yedinci sekizinci adımındayken yetişip başının arka kısmına bütün gücümle indirdim. Taş kafasına öyle hızla ve sert bir şekilde indi ki bir an sanki kendi kafama inmiş gibi irkildim, acıdım hatta. Ama yaptığım şeye dertleneceğime, başladığım işi bir an önce bitirmek istiyordum. Çünkü yerde öyle bir şekilde debelenmeye başlamıştı ki, insan ister istemez daha da telaşlanıyordu. Onu kuyudan aşağıya attıktan çok sonradır ki, yaptığım işte bir nakkaşın inceliğine hiç mi hiç yakışmayacak kaba bir yan olduğunu düşünebildim.

5

5. B e n E n i ş t e n i z i m

Ben Kara'nın Enişte Efendisiyim, ama başkaları da Enişte der bana. Bir zamanlar, annesi bana Kara'nın öyle seslenmesini isterdi, sonra bunu yalnız Kara değil, herkes kullanır oldu. Kara, evimize gidip gelmeye bundan otuz yıl önce, Aksaray'ın arkalarında kestane ve ıhlamur ağaçlarının gölgelediği o karanlık ve nemli sokağa yerleşmemizden sonra başladı. O bundan önceki evimizdi. Yazları ben Mahmut Paşa ile sefere çıkarsam, sonbaharda İstanbul'a döndüğümde Kara'yı annesiyle bizim eve sığınmış bulurdum. Rahmetli anası, benim rahmetli hanımın ablasıydı. Bazen de, kış akşamları eve döndüğümde anasıyla benimkini birbirlerine sarılmış gözleri yaşlı dertleşirlerken görürdüm. Hiçbirinde tutunamadığı küçük ve ücra medreselerde müderrislik eden babası huysuzdu, öfkeliydi ve iyice de içerdi. Kara, o zamanlar altı yaşındaydı, annesi ağlıyor diye ağlar, annesi sustu diye susar, bana, Eniştesine korkuyla bakardı. Şimdi onu karşımda kararlı, kemale ermiş ve saygılı bir yeğen olarak görmekten memnunum. Bana gösterdiği saygı, elimi öpüşündeki dikkat, hediye getirdiği Moğol hokkasını verirken "yalnızca kırmızı mürekkep için," deyişi, karşımda dizlerini dikkatlice birleştirmiş olarak derli toplu oturuşu, bütün bunlar, yalnız onun olmak istediği aklı başında, yetişkin adam olduğunu değil, benim de olmak istediğim ihtiyar adam olduğumu bana bir kere daha hatırlatıyor. Bir iki kere gördüğüm babasına benziyor: Uzun boylu, ince, biraz asabice el kol hareketleri var, ama bu ona yakışıyor. Ellerini dizlerine koyuşu, ben önemli bir şey söylerken "anlıyorum, hürmetle dinliyorum", diyen bakışlarla gözlerimin içine içine istekle bakışı ve sözlerimin veznine uygun gizli bir makamla başını sallayışı çok yerinde. Bu yaşıma geldim, gerçek saygının yürekten değil, küçük kurallardan ve boyun eğmekten kaynaklandığını bilirim. Anasının, bizim evimizde oğluna bir gelecek gördüğü için her bahaneyle onu buraya sık sık getirdiği yıllarda kitaplardan hoşlandığını keşfetmem bizi birbirimize bağladı ve ev halkının yakıştırdığı sözle, bana çıraklık etti. Ona Şirazlı nakkaşların ufuk çizgisini resmin tâ yukarısına çekmekle Şiraz'da yeni bir usûlü ortaya çıkarttıklarını anlatırdım. Leylasının aşkından deliren Mecnun'u herkes çöllerde perişan resmederken, büyük usta Behzat'ın nasıl onu yemek pişiren, üfleyerek odunları tutuşturmaya çalışan, çadırlar arasında yürüyen kadınların kalabalığı içinde, ama daha da yalnız gösterebildiğini anlatırdım. Hüsrev'in gece yarısı gölde yıkanan Şirin'i çırılçıplak seyrettiği anı resimleyen nakkaşların çoğunun Nizami'nin şiirini okumayıp âşıkların atlarını ve elbiselerini akıllarına esen renklerle boyamalarının ne kadar gülünç olduğunu söyler, resimlediği metni şöyle dikkatle ve akıllıca okuyamayacak kadar ilgisizse o nakkaşın eline kalemi fırçayı almasının paradan başka hiçbir nedeni olmayacağını anlatırdım. Şimdi Kara'nın başka bir temel bilgiyi de edinmiş olduğunu sevinçle görüyorum: Nakış ve sanatta hayâl kırıklığına uğramak istemiyorsan eğer, sakın onu mesleğin olarak görme. Ne kadar hünerin ve yeteneğin olursa olsun parayı ve iktidarı başka yerlerde ara ki, hüner ve emeğinin karşılığını alamayınca sanata küsmeyesin. İstanbul'daki ve taşradaki paşalara ve zenginlere kitaplar yaptırdığı için tek tek tanıdığı Tebriz'in üstat nakkaş ve hattatlarının yoksulluk ve umutsuzluk içinde olduğunu anlattı. Yalnız Tebriz'de değil, Meşhed'de, Halep'te parasızlık ve ilgisizlikten pek çok nakkaş kitap nakşetmeyi bırakmış ve tek yapraklık resimler yapmaya, Frenk seyyahlarını eğlendirecek acayiplikleri resmetmeye ve açık saçık resimler çizmeye başlamışlar. Şah Abbas'ın, Tebriz'de barış antlaşması sırasında Padişahımıza hediye verdiği kitabın şimdiden parçalanıp sayfalarının başka bir kitap için kullanılmaya başlandığını işitmiş. Hint Padişahı Ekber yeni bir büyük kitap için öyle paralar saçmaya başlamış ki, Tebriz ve Kazvin'in en parlak nakkaşları ellerindeki işi bırakıp onun sarayına koşmuşlar. Bütün bunları bana anlatırken arada tatlılıkla başka hikâyeler sıkıştırıyor: Mesela düzmece bir Mehdi'nin eğlenceli hikâyesini, ya da Safevilerin barış olsun diye Özbeklere rehin verdiği aptal şehzadenin üç gün içinde ateşlenerek ölüvermesi üzerine o tarafta çıkan telaşı tarif ediyor ve bana gülümsüyor. Ama gözlerine düşen bir gölgeden anlıyorum ki, ikimizi de korkutan o bahsedilmesi zor mesele hâlâ bitmemiş.

Evimize girip çıkan, bizim hakkımızda anlatılanları işiten, uzaktan da olsa onun varlığından haberdar her genç erkek gibi Kara da tabii ki tek ve güzel kızım Şeküre'ye âşık olmuştu. Güzeller güzeli kızıma o zamanlar, çoğu onu hiç mi hiç görmeden, herkes âşık olduğu için bu benim gözümde üzerinde durulacak tehlikeli bir şey değildi belki. Ama Kara'nınki eve girip çıkan, evde kabul ve sevgi gören ve Şeküre'yi görme fırsatı bulan bir gencin kara sevdasıydı. Umduğum gibi sevdasını içine gömmeyi başaramadı ve içindeki şiddetli yangını doğrudan kızıma açmak gibi yanlış bir iş yaptı. Bunun üzerine evimizden ayağını kesmek zorunda kaldı. İstanbul'u terk etmesinden üç yıl sonra kızımın en güzel yaşında, bir sipahi ile evlendiğini, bu aklı bir karış havada savaşçının kızıma iki oğlan çocuk doğurttuktan sonra sefere çıkıp bir daha dönmediğini ve dört yıldır ondan kimsenin haber dahi almadığını şimdi Kara'nın da bildiğini sanıyorum. Böyle dedikodu ve havadisler İstanbul'da çabuk yayıldığı için değil, aramızdaki sessizlik anlarında gözümün içine bakışından her şeyi çoktan öğrendiğini seziyorum. Hatta şu anda, rahlenin üzerinde açık duran Kitab-ur Ruh'a göz atarken, evin içinde gezen çocukların seslerine kulak kesildiğini, çünkü iki yıldır kızımın iki oğluyla birlikte baba evine geri dönmüş olduğunu bildiğini de anlıyorum. Kara'nın yokluğunda yaptırdığım bu yeni evden önce hiç söz etmedik. Büyük bir ihtimalle, servet ve itibar sahibi olmayı aklına koymuş istekli bir gencin hissedebileceği gibi Kara, bu konulardan söz açmayı çok ayıp bir şey olarak görüyor. Ama yine de daha eve girer girmez merdivenlerde ikinci katın her zaman daha kuru olduğunu, kemiklerimdeki ağrılara ikinci kata taşınmanın iyi geldiğini söyledim. İkinci kat, derken tuhaf bir utanç duyuyordum, ama şunu bilmenizi de isterim: Benden çok az serveti olanlar, küçük bir tımarı olan basit sipahiler bile yakında iki katlı ev yaptırabiliyor olacaklar. Biz kışları nakış odası olarak kullandığım odadaydık. Bitişikteki odadaki Şeküre'nin varlığını Kara'nın hissettiğini sezdim. Onu İstanbul'a çağırmak için Tebriz'e yolladığım mektupta anlattığım asıl konuya girdim hemen. "Tıpkı senin Tebriz'deki hattatlar ve nakkaşlarla yaptığın gibi ben de bir kitap hazırlatıyordum," dedim. "Benim siparişçim Âlemin Temeli Padişahımız Hazretleri'dir. Kitap gizli olduğundan, Padişahımız benim için Hazinedarbaşı'ndan gizli bir para çıkarttı. Padişahımızın nakkaşhanesinin en usta nakkaşlarıyla tek tek anlaştım. Onların kimine bir köpeği, kimine bir ağacı, kimine kenar süsleriyle ufuktaki bulutları, kimine atları resimlettiriyordum. Resmettirdiğim şeyler, tıpkı Venedikli üstatların resimlerindeki gibi, Padişahımızın bütün âlemini temsil etsin istiyordum. Ama bunlar Venediklilerin yaptığı gibi malın mülkün değil, tabii ki iç zenginliğinin ve Padişahımızın âleminin sevinçlerinin ve korkularının resimleri olacaktı. Para'yı resmettirdiysem küçümsemek içindir, Şeytan'ı ve Ölüm'ü korkuyoruz diye koydum. Bilmiyorum dedikodular ne diyor. Ağaçlarının ölümsüzlüğü, atlarının yorgunluğu, köpeklerinin arsızlığı Padişahımız Hazretleri'ni ve âlemini temsil etsin istedim. Leylek, Zeytin, Zarif ve Kelebek takma adlı nakkaşlarım da keyiflerince konu seçsin istedim. En soğuk, en uğursuz kış geceleri bile Padişahımın nakkaşlarından biri kitap için resmettiği şeyi göstermeye gizlice bana gelirdi." "Nasıl resimler yapıyorduk ve neden öyle yapıyorduk, onu şimdi tam söyleyemem. Senden sakladığım, söyleyemeyeceğim için değil. Resimlerin neyi anlattığım sanki tam ben de bilmediğim için. Ama onların nasıl resimler olması gerektiğini biliyorum." Kara'nın benim mektubumdan dört ay sonra İstanbul'a döndüğünü eski evimizin sokağındaki berberden işitmiş, onu eve ben çağırmıştım. Hikâyemde bizi birbirimize bağlayacak bir dert ve bir mutluluk vaadi olduğunu biliyordum. "Her resim bir hikâye anlatır," dedim. "Okuduğumuz kitabı güzelleştirmek için nakkaş, hikâyenin en güzel meclisini resmeder. Âşıkların birbirini ilk defa görüşü; kahraman Rüstem'in şeytani canavarın kafasını kesişi; öldürdüğü yabancının kendi oğlu olduğunu anlayan Rüstem'in kederi; aşkından aklını kaçıran Mecnun ıssız ve vahşi tabiatın içinde aslanlar, kaplanlar, geyikler, çakallar arasında; İskender savaştan önce kuşlardan geleceği okumak için gittiği ormanda kendi çulluğunun koca bir kartal tarafından paralandığını görünce dertleniyor Bu hikâyeleri okurken yorulan gözümüz resme bakarak dinlenir. Eğer hikâyede aklımızın ve hayal gücümüzün canlandırmakta zorlandığı bir şey varsa, resim hemen imdada yetişir. Resim hikâyenin renklerle çiçeklenişidir. Kimse hikâyesi olmayan bir resim düşünemez." "Düşünemez sanırdım," diye ekledim sanki bir pişmanlıkla. "Ama bu yapılabiliyormuş. İki yıl önce Padişahımızın elçisi olarak bir kere daha Venedik'e gitmiştim. Hep İtalyan üstatlarının yaptığı yüz resimlerine bakıyordum. Resmedilenin hangi hikâyenin hangi meclisi olduğunu bilmeden, ama anlamaya ve hikâyeyi çıkarmaya çalışarak. Günün birinde, bir saray duvarında bir resimle karşılaşınca tutulup kaldım." "Resim her şeyden çok, birinin, benim gibi birinin resmiydi. Bir kâfir elbette, bizim gibi biri değil. Ama ona baktıkça ona benzediğimi hissediyordum. Üstelik, bana hiç mi hiç de benzemiyordu. Kemiksiz, yuvarlak bir yüz,

elmacık kemikleri hiç yok, buna karşılık, benim masallardık çeneden onda hiç iz yok. Bana hiç benzemiyor, ama nedense baktıkça sanki benim resmimmiş gibi yüreğimi oynatıyor." "Bana sarayını gezdiren Venedikli beyden, duvardaki resmin bir dostunun, kendi gibi bir soylu beyin resmi olduğunu öğrendim. Hayatında kendi için önemli ne varsa, hepsini kendi resmine koydurtmuştu: Arkadaki açık pencereden gözüken manzaradaki çiftlik, köy ve renkleri birbirine karışarak hakiki gibi gözüken orman. Önündeki masada, saat, kitaplar, zaman, kötülük, hayat, kalem, harita, pusula, kutular, içlerinde altın paralar, başka şeyler, ıvır zıvır, kimbilir pek çok resimde olduğu gibi anlamadığım ve sezdiğim şeyler Cinin, Şeytan'ın gölgesi ve sonra babasının yanında güzeller güzeli rüya gibi kızı." "Hangi hikâyeyi süslemek ve tamamlamak için bu resim yapılmıştı? Resme bakarken anlıyordum ki bu resmin hikâyesi kendisiydi. Bir hikâyenin uzantısı değildi de resim, kendisi için bir şeydi." "Karşısında öyle şaşakaldığım resim hiç aklımdan çıkmadı. Saraydan çıktım, misafir kaldığım eve döndüm ve bütün gece o resmi düşündüm. Ben de öyle resmedilebilmek isterdim. Hayır, benim haddim değil, Padişahımız öyle resmedilmeli! Padişahımızı sahip olduğu şeylerle, âlemini gösteren ve kuşatan her şeyle birlikte resmetmeli. Bu fikirle bir kitap resmedilebilir, diye düşündüm." "Venedikli beyin resmini öyle bir şekilde yapmıştı ki İtalyan üstadı, o resmin o beyin resmi olduğunu hemen anlıyordun. O adamı hiç görmemişsen ve kalabalık içinde o adamı bul deseler, binlerce adam içinden o resim sayesinde onu bulup çıkarabilirdin, İtalyan üstatları herhangi bir adamı, bir diğerinden kıyafetleri ve nişanlarıyla değil, yüzünün şekliyle ayırabilecek gibi resmetmenin usûllerini ve hünerini bulmuşlar. Portre dedikleri şey bu." "Yüzün bir kere olsun böyle resmedilmişse artık hiç kimse unutturamaz seni. Sen çok uzaklardayken bile, resmine bir bakan, seni yakınındaymış gibi içinde hisseder. Yaşarken seni hiç görmemiş olanlar bile, senin ölümünden yıllar sonra, sanki sen karşılarındaymışsın gibi seninle göz göze gelebilirler." Uzun bir süre sustuk. Sofadan sokağa bakan ve aşağı kısmındaki kepenklerini hiç açmadığımız küçük pencerenin balmumlu kumaşla yeni kapladığım üst kısmından içeriye dışarının soğuğu renginde ürpertici bir ışık geliyordu. "Bir nakkaşım vardı," dedim. "Padişahımın bu gizli kitabı için, öteki nakkaşlar gibi, gizlice bana gelir, sabahlara kadar çalışırdık. En iyi tezhibi o yapardı. Zavallı Zarif Efendi bir gece buradan çıktı, ama evine hiç dönmemiş. Öldürmüşlerdir usta müzehhibimi diye korkuyorum."

6

6. B e n , O r h a n

"Öldürmüşler midir?" dedi Kara. Uzun boylu, ince ve biraz da korkutucuydu bu Kara. Onlara doğru gidiyordum ki, "Öldürmüşlerdir," dedi dedem ve beni gördü. "Ne yapıyorsun sen burada?" Ama öyle bir bakıyordu ki bana, hiç çekinmeden gidip kucağına çıkıp oturdum, ama hemen beni indirdi. "Kara'nın elini öp," dedi. Elini öptüm. Kokusuzdu. "Çok sevimli," dedi Kara beni yanağımdan öptü. "İleride aslan gibi olacak." "Bu Orhan, altı yaşında. Bir de büyüğü var, Şevket, yedi yaşında. İnatçıdır o çok." "Aksaray'daki sokağa gittim," dedi Kara. "Soğuktu, her yer kar ve buz içindeydi, ama sanki hiçbir şey değişmemişti." "Her şey değişti, bozuldu her şey," dedi dedem. "Hem de çok." Bana döndü. "Ağabeyin nerede?" "Ustanın yanında." "Sen niye buradasın?" "Ustam bana, aferin, sen artık git." dedi. "Yolu tek başına mı geldin?" dedi dedem. "Seni ağabeyin getirmeli." Sonra Kara'ya dedi ki: "Haftada iki kere Kuran mektebinden sonra gittikleri bir ciltçi dostum var, çıraklık ediyor, ciltçilik öğreniyorlar." "Deden gibi nakış yapmayı da seviyor musun?" dedi Kara. Sustum. "Peki," dedi dedem. "Hadi bakalım sen şimdi." Mangaldan yayılan sıcaklık o kadar tatlıydı ki yanlarından hiç ayrılmak istemedim. Boya ve zamk kokusunu koklayarak bir an durdum. Kahve de kokuyordu. "Başka türlü nakşetmek, başka türlü görmek midir?" dedi dedem. "Zavallı müzehhibi bu yüzden öldürdüler. Üstelik o eski usul tezhip yapardı. Öldürüldüğünü bile bilmiyorum, yalnıza kayıp. Padişahımız için Üstat Başnakkaş Osman'ın emrinde bunlar bir surname resimliyorlar. Hepsi evlerinde çalışır. Üstat Osman nakkaşhanededir. Önce oraya gitmeni ve her şeyi kendi gözünle görmeni istiyorum. Ötekiler, aralarında tartışıp birbirlerini öldürmüşlerdir diye de korkuyorum. Yıllar önce ustaları Başnakkaş Osman'ın verdiği takma adlarla: Kelebek, Zeytin, Leylek.. Onları gider evlerinde görürsün" Merdivenlerden ineceğime gerisin geri döndüm. Hayriye'nin geceleri uyuduğu gömme dolaplı odadan bir tıkırtı geliyordu, oraya girdim. İçeride Hayriye değil, annem vardı. Beni görünce utandı. Gövdesinin yarısı dolabın içindeydi. "Neredeydin sen?" dedi. Ama biliyordu nerede olduğumu. Dolabın içinde bir delik vardır, oradan dedemin nakış odası, onun kapısı açıksa sofa, sonra sofanın öbür tarafında dedemin yattığı odanın içi gözükür, tabi onun da kapısı açıksa. "Dedemin yanındaydım," dedim. "Anne sen ne yapıyorsun burada?"

"Sana misafir var, yanına girilmeyecek, demedim mi?" Bağırıyordu, ama çok yüksek sesle değil, çünkü misafir duymasın istiyordu. "Ne yapıyorlardı?" diye sordu sonra, tatlı sesiyle. "Oturmuşlardı. Boyalarla değil ama. Dedem anlatıyordu, öbürü dinliyordu." "Nasıl oturmuştu?" Birden hop yere oturdum, misafiri taklit ettim: Ben şimdi çok ciddi bir adamım bak anne; ben şimdi kaşlarımı çatmış dedemi dinliyorum, ve mevlit dinler gibi kafamı makamla ciddi ciddi misafir gibi sallıyorum. "Git aşağı," dedi annem. "Hayriye'yi çağır bana. Hemen." Oturdu, kucağına aldığı yazı tahtasının üzerindeki bir küçük kâğıda yazmaya başladı. "Anne ne yazıyorsun sen?" "Çabuk aşağı git Hayriye'yi çağır demedim mi sana." Mutfağa gittim. Ağabeyim gelmiş. Hayriye, önüne misafirin pilavından bir sahan koymuş. "Kalleş," dedi ağabeyim. "Bırakıp beni ustayla, gittin. Bütün kıvırmayı ben yaptım. Parmaklarım mosmor oldu." "Hayriye, annem çağırıyor." "Yemeğim bitince seni dövücem," dedi ağabeyim. "Tembelliğinin, kalleşliğinin cezasını çekeceksin." Hayriye çıkınca ağabeyim pilavını bile bitirmeden kalkıp üzerime geldi. Kaçamadım. Kolumu yakaladı bileğimden, bükmeye başladı. "Yapma Şevket yapma, canım çok acıyor." "Bir daha işi yıkıp kaçacak mısın?" "Kaçmayacağım." "Yemin et." "Yemin ederim." "Kuran üzerine et." "Kuran üzerine ederim." Ama bırakmadı. Beni sininin yanına çekti, çökertti. Bir yandan pilavını kaşıklıyor, bir yandan, benden o kadar kuvvetli ki, kolumu daha da büküyor. "Yine kardeşine işkence etme zalim," dedi Hayriye. Örtünmüş sokağa çıkıyordu. "Bırak onu." "Sen karışma esir kızı," dedi ağabeyim. Kolumu hâlâ büküyordu. "Nereye gidiyorsun sen?" "Limon alacağım," dedi Hayriye. "Yalancı," dedi ağabeyim, "dolap limon dolu." Kolumu gevşettiği için birden kendimi kurtardım, tekme attım, Şamdanı sapından tuttum, ama üzerime atılıp beni altına aldı. Şamdana vurdu, sini devrildi. "Allahın belaları!" dedi annem. Misafir duymasın diye bağırmıyordu. Kara'ya gözükmeden sofayı geçip merdivenden aşağı nasıl inmişti? Bizi ayırdı. "Siz insanı rezil edersiniz, piç kuruları." "Orhan yalan söyledi bugün," dedi Şevket. "Beni ustamın yanında bütün işle bırakıp kaçtı." "Sus," dedi annem, ona bir tokat attı. Hafifçe vurmuştu, ağabeyim de ağlamadı. "Ben babamı istiyorum," dedi. "Babam dönünce Hasan Amca'nın kırmızı kılıcını çekecek ve biz bu evden Hasan Amca'nın yanına döneceğiz." "Sus," dedi annem. Birden öyle öfkelendi ki Şevket'i kolundan tuttuğu gibi çekti sürükleyerek, taşlığın ucundaki karanlığa götürdü. Ben de peşlerinden gitmiştim. Annem kapıyı açtı, beni de görünce: "Girin ikiniz de içeri," dedi. "Ama anne ben bir şey yapmadım," dedim, ama girdim içeri Annem kapıyı üzerimize kapadı, içerisi kör karanlık değildi, nar ağacına bakan kepenklerin aralığından içeriye hafif bir ışık vuruyordu, ama korktum.

"Anne kapıyı aç," dedim. "Üşüyorum." "Ağlama korkak," dedi Şevket, "Açar şimdi." Annem kapıyı açtı. "Misafir gidene kadar uslu duracak mısınız?" dedi. "Peki o zaman, Kara gidene kadar mutfakta ocağın başında oturursunuz, yukarı çıkmayacaksınız." "Orada sıkılırız," dedi Şevket. "Hayriye nereye gitti?" "Her şeye karışıyorsun, çok oluyorsun sen," dedi annem. Ahırda bir atın hafifçe kişnediğini duyduk. Sonra bir daha duyduk. Dedenin atı değil, Kara'nın atıydı bu. Bir panayır günü ya dîni bir bayram sabahı başlıyormuş gibi bir neşe geçti aramızdan. Annem gülümsedi, sanki bizim de gülümsememizi isteyerek. İki adım atıp ahırın bu yana bakan kapısını açtı. "Drrsss," diye seslendi içeri doğru. Döndü, bizi Hayriye'nin yağ kokan fareli mutfağına sokup oturttu. "Sakın misafir gidene kadar buradan çıkayım demeyin Kavga da etmeyin aranızda ki kimse sizin şımarık, huysuz çocuklar olduğunuzu düşünmesin." "Anne," dedim kapıyı kapamadan önce. "Anne, bir şey söyleyeceğim. Dedemin zavallı müzehhibini öldürmüşler."

7

7. B e n i m A d ı m K a r a

Çocuğunu ilk gördüğümde, yıllardır Şeküre'nin yüzünün nesini yanlış hatırladığımı hemen anladım. Orhan'ın yüzü gibi Şeküre'ninki de inceydi, çenesi de hatırladığımdan daha uzundu. Bu yüzden sevgilimin ağzı, tabii ki yıllar boyunca düşündüğümden daha küçük ve dar olmalıydı. On iki yıl boyunca, o şehir senin bu şehir benim gezerken hayalimde Şeküre'nin ağzım istekle genişletmiş, dudaklarını daha derli toplu, ama iri ve parlak bir vişne gibi daha etli ve dayanılmaz hayal etmiştim. Şeküre'nin yüzünün İtalyan üstatlarının usulleriyle yapılmış bir resmi olsaydı yanımda, demek ki, on iki yıl süren yolculuğumun ortalarında bir yerde geride bıraktığım sevgilimin yüzünü artık hiç mi hiç hatırlayamıyorum diye kendimi yersiz yurtsuz hissetmeyecektim hiç. Çünkü içinizde kalbinize nakşeylediğiniz bir sevgilinin yüzü yaşıyorsa eğer, dünya hâlâ sizin evinizdir. Şeküre'nin oğlunu görmek, onunla konuşmak ve yüzüne yakından bakıp öpmek içimde uğursuzlara, katillere, günahkârlara özgü bir huzursuzluk başlattı hemen. İçimden bir ses, "Haydi, şimdi Şeküre'yi git gör." diyordu bana. Bir ara, Eniştemin yanından hiçbir şey demeden çıkayım, sofaya açılan kapıları -göz ucuyla saymıştım, biri merdivenlerinki beş karanlık kapı- hepsini Şeküre'yi bulana kadar tek tek açayım diye düşündüm. Ama yüreğimden geçenleri zamansız ve hesapsızca açıverdiğim için sevgilimden on iki yıl uzak kalmıştım ben. Sessizce ve sinsice bekledim ve Şeküre'nin kimbilir ne kadar sık oturduğu minderlere, dokunduğu eşyalara bakıp Eniştemi dinledim. Sultan'ın bu kitabı Hicret'in bininci yıldönümüne yetiştirmek istediğini anlattı bana. Cihanpenah Padişahımız takvimin bininci yılında, kendisinin ve devletinin Frenklerin usûllerini de onlar kadar kullanabileceğini göstermek istiyordu. Padişah ayrıca bir de surname yaptırttığı için çok meşgul olduğunu bildiği usta nakkaşların evlerinden çıkmamalarını, nakkaşhanenin kalabalığında değil, evlerinde çalışmalarını buyurmuştu. Onların gizlice Enişteme geldiklerinden de haberdardı tabii. "Başnakkaş Üstat Osman'ı görürsün," dedi Eniştem. "Kör olmuş diyorlar, bunamış diyorlar: Bence hem kör hem bunaktır." Usta bir nakkaş olmamasına, aslında bu onun zanaatı hiç olmamasına rağmen Eniştemin Padişah'ın izni ve teşvikiyle bir kitap yaptırıp denetlemesi elbette yaşlı Üstat Başnakkaş Osman ile arasını açacaktı. Çocukluğumu hatırlayarak evin içindeki eşyalara verdim, dikkatimi. Yerdeki Kula işi mavi kilimi, bakır sürahiyi, kahve tepsisini ve bakracı, tâ Çin'den Portekiz üzerinden geldiğini rahmetli teyzemin kaç kere iftiharla söylediği kahve fincanlarını on iki yıl önceden de hatırlıyordum. Bu eşyalar, tıpkı kenardaki sedef kakmalı rahle, duvardaki kavukluk, yumuşaklığını hatırlayarak dokunduğum kırmızı kadife yastık gibi Şeküre'yle çocukluğumuzu geçirdiğimiz Aksaray'daki evden kalmaydı ve o evdeki mutlululuk ve resim günlerimin ışıltısından hâlâ birşeyler taşıyorlardı. Mutluluk ve resim. Bunları hikâyeme ve kederime dikkat gösterecek sevgili okurlarımın benim âlemimin başlangıç noktası olarak hep akıllarında tutmalarını isterim. Bir zamanlar burada kitaplar, kalemler ve resimler arasında çok mutluydum. Sonra âşık oldum da bu Cennet'ten kovuldum. Gençliğimde hayatı ve dünyayı iyimserlikle benimsememe yol açtığı için Şeküre'ye ve ona olan aşkıma çok şey borçlu olduğumu aşk sürgünlüğü çektiğim yıllarda çok düşünmüşümdür. Bir çocuk saflığıyla, aşkıma karşılık alacağımdan kuşkum olmadığı için, aşırı iyimserdim ve dünyayı da iyimserlikle kabul edip iyi bir yer olarak görüyordum. Kitapları, Eniştemin o zamanlar bana oku dediği şeyleri, medresede öğretilenleri, nakşı ve resmetmeyi işte bu iyimserlikle benimseyerek sevdim. Eğitimimin güneşli ve şenlikli bu ilk ve en zengin yarısını Şeküre'ye duyduğum aşka borçlu olduğum kadar, onu berbat eden karanlık bilgilerimi de reddedilmeye borçluyum: Buz gibi gecelerde, han odalarında ocağın sönen aleviyle birlikte yok olup gitme isteği, seviştikten sonra rüyalarımda sık sık yanımdaki

kadınla birlikte ıssız bir uçuruma düştüğümü görmem ve "beş para etmez herifin tekiyim" fikri Şeküre'den bana mirastır. "Ölümden sonra," dedi Eniştem çok sonra, "ruhlarımızın bu dünyada yataklarında mışıl mışıl uyumakta olanların ruhlarıyla buluşabileceğini biliyor muydun?" "Bilmiyordum." "Ölümden sonra bir uzun yolculuk var, bu yüzden ölmekten korkmuyorum. Korktuğum Padişahımızın kitabını bitiremeden ölmek." Aklımın bir yanı kendimi Enişteme göre daha güçlü, daha aklı başında ve sağlam bulurken, diğer yanı da on iki yıl önce kızının benimle evlenmesine izin vermeyen bu adama gelirken aldığım kaftanın pahalılığına, merdivenden şimdi inip ahırdan çıkarıp bineceğim atın gümüş koşumlarına ve işlemeli eğer takımına takılmıştı. Nakkaşlar arasında öğrendiğim her.şeyi ona yetiştireceğimi söyledim. Elini öptüm, merdivenleri indim, avluya çıktım, kar soğuğunu üzerimde hissettim de ne bir çocuk ne de yaşlı bir adam olduğumu hatırladım: Dünyayı mutlulukla tenimde hissediyordum. Ahırın kapısını kaparken bir rüzgâr esti. Taşlıktan avluya geçerken geminden tutup çektiğim beyaz atım benimle birlikte ürperdi: Onun geniş damarlı güçlü bacaklarım, sabırsızlığını, o zor zaptedilir halini kendimin bildim. Sokağa çıkar çıkmaz, tam bir hamlede atımın üzerine atlamak üzereydim ki, tam bir daha hiç dönmem diyen masalsı atlı gibi dar sokaklardan kaybolacaktım ki, nereden çıktığını hiç anlayamadığım koskocaman bir kadın, baştan aşağı pembeler giyen bir Yahudi, elinde bohçası üzerime geldi. O kadar büyük ve genişti ki, dolap gibiydi. Ama hareketli, canlı, hatta işveliydi de. "Aslanım, delikanlım, hakikaten dedikleri kadar yakışıklıymışsın sen," dedi. "Evli misin, bekâr mısın, gizli sevgilin için İstanbul'un en başta gelen bohçacısı Ester'den ipek mendil alır mısın?" "Yok." "Atlastan bir kızıl kuşak?" "Yok." "Yok, yok, deme bakayım! Senin gibi bir aslanın nişanlısı, gizli sevgilisi olmaz mı hiç? Kaç gözü yaşlı kız senin için cayır cayır yanıyordur kimbilir?" Bir anda gövdesi bir cambazın narin gövdesi gibi uzadı ve şaşırtıcı bir zarafetle bana sokuldu. Aynı anda yoktan var eden hokkabazın hüneriyle, elinde bir mektup belirdi. Mektubu kaşla göz arasında kaptım ve sanki yıllardır bu an için terbiye edilmişim gibi hünerle kuşağımın içine soktum. Koca bir mektuptu ve kuşağımın içinde belimle göbeğimin arasında buz gibi tenimin üzerinde şimdiden ateş gibi hissediyordum onu. "Atına bin, rahvan sür onu," dedi bohçacı Ester. "Bu duvarla birlikte sağa sokağa dön, istifini hiç bozmadan git, ama nar ağacının yanına gelince dön ve çıktığın eve bak, karşındaki penceresine." Yoluna devam edip bir anda kayboldu. Ata bindim, ama hayatında ilk defa ata binen acemi gibi. Kalbim koşar gibi atıyordu, aklım telaşa kapılmıştı, ellerim atın koşumlarını nasıl tutacağım şaşırmıştı, ama bacaklarım atın gövdesini sıkı sıkıya sarınca sağlam bir akıl ve hüner hakim oldu atıma ve bana ve Ester'in dediği gibi, tamı tamına rahvan yürüdü akıllı atım ve sağa sokağa da döndük ne güzel! O zaman hissettim belki de gerçekten yakışıklı olduğumu. Masallardaki gibi her kepengin, her kafesin arkasından mahalleli bir kadın beni seyrediyordu ve ben yeniden aynı yangınla yanmak üzere olduğumu hissediyordum. Bu muydu istediğim? Onca yıllık hastalığa geri mi dönüyordum? Birden güneş açılıverdi de şaşırdım. Nar ağacı nerede? İşte bu kederli, cılız ağaç mı? Evet o! Atımın üzerinde hafifçe yan döndüm: Tam karşımda bir pencere vardı, ama kimse yoktu orada. Cadaloz Ester beni aldattı! Diyordum ki, birden, buzla kaplı kepenk patlar gibi açıldı ve orada güneşte ışıl ışıl parlayan pencerenin çerçevesi içinde gördüm on iki yıl sonra, güzel yüzü karlı dallar arasından. Kara gözlüm bana mı bakıyordu, benden ötede başka bir hayata mı? Hüzünlü müydü, gülümsüyor muydu, yoksa hüzünle mi gülümsüyordu anlayamadım. Ahmak atım, yüreğime uyma sen, yavaşlasana! Yine de eğerimin üzerinde pervasızca geri döndüm, sonuna kadar özlemle baktım, beyaz dalların arkasındaki zarif ve ince yüzü kayboluncaya kadar. Benim atımın üzerinde, onun da pencerede duruşumuzun Hüsrev'in Şirin'in penceresinin altına geldiği o binlerce kere resmedilmiş meclise -aramızda ama biraz arkada kederli bir ağaç da vardı- ne kadar da çok benzediğini çok sonra, bana verdiği mektubu açtıktan, içindeki resmi gördükten sonra anladığımda sevdiğimiz bayıldığımız o kitaplarda resmedildiği gibi aşktan cayır cayır yanmaktaydım.

8

8. B e n i m A d ı m E s t e r

Kara'ya verdiğim mektupta neler yazdığım hepinizin merak ettiğini biliyorum. Bu bende de bir merak olduğu için hepsini öğrendim. İstiyorsanız hikâyenizin sayfalarını geri geri çeviriyormuş gibi yapın da bakın ben ona o mektubu vermeden daha önce neler oldu, bir anlatayım. Şimdi, akşamüstündeyiz, Haliç'in çıkışındaki bizim Yahudi mahalleciğimizdeki evimizde kocam Nesim'le oturuyoruz da ocağa of-puf iki ihtiyar, odun atarak ısınmaya çalışıyoruz. Bakmayın şimdi kendime ihtiyar deyivermeme, ipek mendillerin, eldivenlerin, çarşafların, Portekiz gemisinden çıkma renkli gömlekliklerin arasına yüzüktü, küpeydi, gerdanlıktı gibi hem pahalısından hem ucuzundan karıları heyecanlandıracak incikboncuk da koydum mu, takarım bohçamı koluma İstanbul kazan Ester kepçe, girmediğim sokak kalmaz. Kapıdan kapıya taşımadığım mektup, dedikodu yoktur ve bu İstanbul'un kızlarının yarısını ben evlendirdim, ama şimdi bu sözü övünmek için açmamıştım. Diyordum ki, akşamüstü oturuyorduk, tık tık, kapı çaldı, gittim açtım, karşımda bu salak cariye Hayriye. Elinde de mektup. Soğuktan mı, heyecandan mı anlayamadım titreye titreye bana Şeküremin ne istediğini anlatıyor. Önce bu mektup Hasan'a götürülecek sandım da şaşırdım. Güzel Şeküre'nin savaştan bir türlü dönmeyen kocası -bana kalırsa postu çoktan deldirtmiştir o bahtsız- var ya. İşte evine dönmez savaşçı kocanın bir de gözü dönmüş kardeşi var; Hasan'dır adı. Ama anladım ki Şeküre'nin mektubu Hasan'a değil, bir başkasınaymış. Ne yazıyor mektupta, Ester meraktan kuduracak. Sonunda mektubu okumayı başardım. Sizlerle de öyle fazla tanışmıyoruz. Açıkçası, birden bir utanma sıkılma geldi üzerime. Mektubu nasıl okudum size söylemeyeceğim Belki benim merakımı -siz de en azından berberler kadar meraklı değil misiniz sanki- ayıplar, bor görürsünüz beni. Ben size yalnızca mektubu bana okurlarken işittiğimi söyleyivereyim. Şöyle yazmıştı şeker Şeküre: "Kara Efendi, babamla olan yakınlığına dayanarak evime geliyorsun. Ama zannetme ki benden herhangi bir işaret alacaksın. Sen gittiğinden beri çok şey oldu. Evlendim, aslan gibi iki çocuğum var. Bir tanesi Orhan, demin içeri girmiş de görmüşsün. Ben dört yıldır kocamı bekliyorum ve başka da bir şey düşünmüyorum. Kendimi iki çocuk ve ihtiyar bir babayla kimsesiz, çaresiz ve güçsüz hissedebilirim, bir erkeğin gücüne ve koruyuculuğuna ihtiyacım olabilir, ama kimse bu durumumdan yararlanabileceğini sanmasın. Bu yüzden lütfen bir daha kapımızı çalma. Bir kere zaten mahcup etmiştin ve o zaman benim, babamın gözünde kendimi temize çıkarmam için ne kadar çile çekmem gerekmişti! Sana bu mektupla birlikte, aklı bir karış havada bir gençken nakşedip bana yolladığın resmi de geri gönderiyorum. Hiçbir umut beslemeyesin, hiçbir yanlış işaret almayasın diye. İnsanların bir resme bakıp âşık olabileceklerini sanmak yalanmış. Ayağın evimizden kesilsin, en iyisi budur" Zavallı Şeküreciğim, bir erkek, bey, paşa değil ki altına gösterişli mührünü vursun! Kâğıdın dibine adının ilk harfini, küçük, ürkek bir kuş gibi atmış, o kadar. Mühür, dedim. Ben bu mühürlü mektupları nasıl açıp kapıyorum diye merak ediyorsunuzdur. Mühürlü değil ki mektuplar. Bu Ester cahil bir Yahudidir, bizim yazımızı sökemez diye düşünüyor canım Şekürem. Doğru, ben sizin yazınızı okuyamam, ama başkasına okuturum. Mektubunuzu ise pekâlâ kendim okurum. Aklınız mı karıştı? Şöyle izah edeyim ki en kalın kafalınız da anlasın. Bir mektup diyeceğini yalnız yazıyla demez. Mektup tıpkı kitap gibi, koklayarak, dokunarak, elleyerek de okunur. Bu yüzden akıllı olanlar, oku bakalım, mektup ne diyor, derler. Aptallar da; oku bakalım, ne yazıyor, derler. Hüner yalnız yazıyı değil, mektubun tümünü okumakta. Dinleyin bakalım Şeküre başka ne demiş, 1. Mektubu gizlice yolluyorsam da, mektup taşımayı iş ve huy edinmiş Ester ile yollamakla öyle fazla bir gizlilik maksadım yoktur, diyor.

2. Kâğıdın muska böreği gibi fazla fazla katlanması da gizlilik ve sır anlamına geliyor. Oysa mektup açık. Üstelik yanında koca bir resim var. Maksat sırrımızı aman herkesten saklayalım, gibi yapmak. Bu da, aşkı geri çevirme mektubundan çok, aşka davet mektubuna yakışır. 3. Ki mektubun kokusu da bunu doğruluyor. Eline alanın kararsız kalacağı kadar belirsiz (acaba bilerek mi koku sürülmüş?) ama kayıtsız kalamayacağı kadar çekici (bu bir ıtır kokusu mu yoksa onun elinin kokusu mu?) bu koku, mektubu bana okuyan zavallının aklını başından almaya yetti. Sanırım Kara'nın da aynı şekilde aklını başından alacaktır. 4. Okumaz yazmaz bir Ester'im ben, ama hattın akışından, bu kalemin, aman acele ediyorum, önemsemeden dikkatsizce yazıveriyorum demesine rağmen, harflerin hep birlikte tatlı bir rüzgâra kapılmış gibi zarifane titreyişlerinden, içinden içinden tam tersini söylediği anlaşılıyor. Orhan'dan söz ederken "demin" diyerek şimdi yazıldığını ima etmesine rağmen, belli ki bir müsvette yapılmış, çünkü dikkat seziliyor her satırda. 5. Mektupla yollanan resim, ben Yahudi Ester'in bile bildiği masaldaki güzel Şirin'in yakışıklı Hüsrev'in resmine bakıp âşık olmasını anlatıyor. İstanbul'un hülyalı kadınlarının hepsi bayılırlar bu hikâyeye, ama ilk defa resminin yollandığını görüyorum. Siz okuryazar talihlilerin sık sık başına gelir: Okuması olmayan biri yalvarır da ona gelmiş bir mektubu okursunuz. Yazılanlar el kadar sarsıcı, heyecan verici, huzursuz edicidir ki, mektup sahibi kendi mahremiyetine ortak olmanızdan da mahcup, utana sıkıla yazıyı bir daha okumanızı rica eder. Yine okursunuz. Sonunda mektup o kadar çok okunur ki ikiniz de ezberlersiniz. Bundan sonra mektubu ellerine alır, bu lafı şurada mı ediyor, şunu burada mı demiş, diye size sorar ve parmağınızın ucuyla sizin gösterdiğiniz noktaya oradaki harfleri anlamadan bakarlar. Okuyamadıkları ama ezberledikleri sözlerin harflerin kıvrılışına bakarken bazen, bazen öyle içlenirim ki ben, kendimin de okuma yazma bilmediğini unutur da mektuplara gözyaşı döken bu okumasız yazmasız kızları öpmek gelir içimden. Bir de şu uğursuzlar vardır, sakın benzemeyin onlara: Kız mektubunu eline alıp ona yeniden dokunmak, nerede hangi sözün dendiğini anlamadan bakmak istediğinde ona, "Ne yapacaksın, okuman yok, daha neye bakacaksın," diyen bu hayvanların, kimisi sanki kendisinmiş gibi kızın mektubunu geri bile vermezler de onlarla kavga edip mektubu geri almak bazen bana, Ester'e düşer. Böyle iyi bir karıyımdır işte ben Ester, seversem sizi, size de yardım ederim

9

9. B e n , Ş e k ü r e

Kara, beyaz atının üzerinde, tam karşımdan geçerken ben niye! orada penceredeydim? Tam o anda, bir sezgiyle niye kepengi açmıştım da karlı nar dallarının arasından onu görünce öyle uzun uzun bakmıştım? Bunları size tam söyleyemem. Hayriye ile Ester'e ben haber saldım; Kara'nın oradan geçeceğini biliyordum elbette. Nar ağacına bakan gömme dolaplı odaya, o ara, ben tek başıma sandıklardaki çarşaflara bakmak için çıkmıştım. İçimden öyle geldiği için kepengi o an coşkuyla bütün gücümle itince önce odaya güneş doldu: Pencerede durdum ve Kara ile güneşten gözlerim kamaşır gibi göz göze geldim; çok güzeldi. Büyümüş, olgunlaşmış, gençliğindeki o sarsak sallantılı halini üzerinden atmış da yakışıklı olmuş. Bak Şeküre, dedi yüreğim bana, Kara yalnızca yakışıklı değil, gözlerinin içine bak, yüreği çocuk gibi, ne kadar temiz, ne kadar yalnız. Evlen onunla. Ama ben ona tam tersini yazdığım bir mektup gönderdim. Benden on iki yaş büyük olmasına rağmen, ben on ikisindeyken, ondan daha yetişkin olduğumu bilirdim. O zamanlar karşımda bir erkek gibi dimdik durup, şunu yapacağım, bunu yapacağım, şuradan atlayıp, buraya tırmanacağım diyeceğine, her şeyden utanmış olarak önündeki kitabın ve resmin içine gömülür, gizlenirdi. Sonra o da bana âşık oldu. Bir resim çizip aşkını ifade etti. İkimiz de büyümüştük artık. On iki yaşıma geldiğimde Kara'nın benim gözlerimin içine bakamadığını, sanki göz göze gelirsek bana âşık olduğunu anlayacağımdan korktuğunu sezdim. "Şu fildişi saplı bıçağı verir misin?" derdi mesela, ama bıçağa bakardı da sonra gözünü kaldırıp benim gözümün içine bakamazdı. "Vişne şerbeti güzel mi?" diye sorarsam mesela, bani hepimizin ağzımız doluyken yaptığı gibi tatlı bir gülümseme, bir yüz ifadesiyle güzel olduğunu ifade edemezdi. Bir sağırla konuşur gibi bütün gücüyle "Evet," diye bağırırdı. Çünkü korkudan suratıma bakamazdı. Çok güzeldim o zamanlar. Bütün erkekler, uzaktan, perdeler, kapılar ve kumaşların kalabalığı arasından da olsa, bir kere beni görebilmiş olanlar hemen âşık olurlardı bana. Bunları övünmek için değil, hikâyemi anlayın da kederimi paylaşın diye söylüyorum. Herkesin bildiği Hüsrev ile Şirin'in hikâyesinde bir an vardır, Kara ile ben çok konuşmuştuk bunu. Hüsrev ile Şirin'i birbirlerine âşık etmeye niyetlidir Şapur. Bir gün, Şseafoodplus.infoleriyle birlikte kır gezintisine çıktığında, altlarında oturup dinlendikleri ağaçlardan birinin dalma Şapur gizlice Hüsrev'in resmini asar. Şirin yakışıklı Hüsrev'in o güzel bahçenin bir ağacına asılı resmim görünce âşık olur ona. Bu ânı, nakkaşların dediği gibi bu meclisi, Şirin'in Hüsrev'in dala asılı resmine hayranlık ve şaşkınlıkla bakışını gösterir çok resim yapılmıştır. Kara babamla çalışırken pek çok kere görüp bir iki kere de baka baka istinsah etmişti bu resmi tam aynısı gibi. Sonra bana âşık olunca bir kere de kendi için yeniden yapmış. Ama resimdeki Hüsrev ile Şirin'in yerine kendisiyle beni, Kara ile Şeküre'yi resmetmiş. Resimdeki kız ile erkeğin bizler olduğunu altındaki yazı olmasaydı bir tek ben anlayabilirdim, çünkü bazen şakalaşırken beni ve kendini aynı hatlarla, renklerle resmederdi: Ben maviler içinde; kendisi de kırmızı olurdu. Bu yetmiyormuş gibi, bir de Hüsrev'in ve Şirin'in resimlerinin altına adlarımızı yazmıştı. Resmi bir suç gibi, benim görebileceğim bir yere bırakmış kaçmıştı. Resme bakışımı, ondan sonra ne yapacağımı seyrettiğini hatırlıyorum. Şirin gibi ona âşık olamayacağımı çok iyi bildiğim için önce hiç renk vermedim. Tâ Uludağ'dan getirildiği söylenen buzlarla soğutulan vişne şuruplarıyla serinlemeye çalıştığımız o yaz gününün akşamı, Kara evine döndükten sonra, onun bana ilam aşk ettiğini babama söyledim. Kara o zamanlar medreseden yeni çıkmıştı. Kenar mahallelerde müderrislik ediyor, kendi isteğinden çok babamın zorlamasıyla pek güçlü, pek itibarlı olan Naim Paşa'ya intisap etmeye çalışıyordu. Babama göre aklı bir karış havadaydı. Naim Paşa'nın yanına girebilmesi, en azından bir katiplikle işe başlayabilmesi için dertlenen ve Kara'nın da bunun için pek bir şey yapmadığını, yani akılsızlık ettiğini söyleyen babam, o akşam bizi kastederek, "Gözü çok daha yukarılardaymış meğer fakir yeğenin," demişti. Anneme aldırmayarak, şöyle de demişti: "Sandığımızdan da akıllıymış meğer." Ondan sonraki günlerde babam neler yaptı, ben Kara'dan nasıl uzak durdum, önce evimizden, sonra bütün bütün semtimizden; ayağı nasıl kesildi, bütün bunları kederle hatırlıyorum, ama size anlatmak istemiyorum: Babamı ve beni sevmezsiniz diye. İnanın bana, başka çaremiz yoktu. Umutsuz aşk umutsuz olduğunu anlar,

kural tanımaz gönül dünyanın kaç bucak olduğunu kavrar da böyle zamanlarda makul insanlar kibarca "bizi birbirimize uygun bulmadılar" diyerek kısa keserler ya haklı olarak: Öyleydi işte. Annemin birkaç kere "Bari çocuğun kalbini kırmayın," dediğini hatırlatayım. Annemin çocuk dediği Kara yirmi dört, ben ise onun yarı yaşındaydım. Babam Kara'nın aşk ilanını küstahça bulduğu için annemin ricasını kasten yerine getirmemiş de olabilir. İstanbul'dan gittiği haberini aldığımızda onu büsbütün unutmadıysak bile gönlümüzden tamamen çıkarmıştık. Yıllarca hiçbir şehirden haberini de almadığımız için, yapıp da bana gösterdiği resmi çocukluk hatıralarımızın ve çocukça arkadaşlığımızın bir nişanesi olarak saklamamın yerinde olduğunu düşünmüşümdür. Önceleri babam, sonraları da savaşçı kocam resmi bulup huzursuz olmasın, kıskanmasın diye altındaki Şeküre ile Kara kelimelerinin üstünü babamın Hasan Paşa mürekkebi sanki damlamış da damladan çiçekler yapılmış gibi ustaca örtmüştüm. Bugün ona o resmi geri yolladığıma göre, aranızda pencerede onun karşısına çıkıvermiş olmamı benim aleyhime yorumlamaya çalışanlar varsa, belki biraz utanır, belki biraz düşünürler. Onun karşısına on iki yıl sonra birdenbire çıktıktan sonra orada, pencerenin önünde, akşam güneşinin kızıl ışıkları içinde bir süre kaldım da, bahçenin bu ışıkta hafifçe kırmızımsı bir renge, turunç rengine bürünüşüne, iyice üşüyene kadar hayranlıkla baktım Hiç rüzgâr yoktu. Sokaktan geçen biri ya da babam beni açık pencerede görseydi, ya da Kara atıyla geri dönüp önümden geçseydi ne derlerdi umurumda değildi. Haftada bir güle oynaya hamama gittiğim Ziver Paşa'nın kızlarından o hem sürekli gülen, eğlenen, hem de en olmadık zamanda en şaşırtıcı lafı eden Mesrure bir keresinde, hiçbir zaman tam ne düşündüğünü insanın kendisinin bile bilemeyeceğini söylemişti bana. Ben şöyle düşünürüm: Bazen bir şey söylüyorum, onu düşünmüş olduğumu söylerken anlıyorum, ama anladığını vakit tam tersim inançla düşünüyorum. Babamın eve çağırdığı ve hepsini tek tek dikizlediğimi sizden saklamayacağım nakkaşlardan zavallı Zarif Efendi'nin kocam gibi kayıp olmasına üzüldüm. En çirkin ve fakir ruhluları da oydu. Kepengi kapadım, odadan çıktım, aşağıya mutfağa indim. "Anne, Şevket seni dinlemedi," dedi Orhan. "Kara ahırdan atını alırken mutfaktan çıktı da delikten onu seyretti." "Ne var!" dedi Şevket elinde havanın eli. "Annem de dolabın içindeki delikten seyrediyordu onu." "Hayriye," dedim. "Akşama bunlara badem ezmeli, şekerli ekmek kızartırsın az yağda." Orhan tepinerek sevindi de, Şevket hiç ses etmedi. Yukarı merdivenleri çıkarken ikisi de bağıra bağıra arkamdan yetişip, paldır küldür, bir neşeyle itişerek yanımdan geçerlerken: "Yavaş, yavaş," dedim ben de kahkahalar atarak. "Kör olasıcalar." Birer tatlı yumruk indirdim narin sırtlarına. Ne kadar güzeldir akşamüstü evde çocuklarla birlikte olmak! Babam sessizce kitabına vermişti kendini. "Misafiriniz gitti," dedim. "Umarım sıkmamıştır sizi." "Yok," dedi. "Eğlendirdi beni. Eskisi gibi Eniştesine saygılı." "İyi." "Ama ihtiyatlı ve hesaplı da." Bunu, benim tepkimi ölçmekten çok Kara'yı küçümser bir havayla, konuyu kapatmak için söylemişti. Başka zaman olsaydı sivri dilimle bir cevap yetiştirirdim. Bu sefer, hâlâ beyaz atı üzerinde ilerlediğini hissettiğim o adamı düşündüm de ürperdim. Sonra, dolaplı odada nasıl oldu bilmiyorum Orhan ile birbirimize sarılmış bulduk kendimizi. Şevket de sokuldu; bir an aralarında itiştiler. Kavgaya tutuştular zannediyordum ki sedire yuvarlanmış bulduk kendimizi. Köpek yavruları gibi onları sevdim; başlarının arkasından, saçlarından öptüm, göğsüme bastırdım onları, ağırlıklarım memelerimin üzerinde hissettim. "Hımmn" dedim. "Saçlarınız kokuyor sizin. Hayriye ile hamama gidersiniz yarın." "Ben artık Hayriye ile hamama gitmek istemiyorum," dedi Şevket. "Çok mu büyüdün sen," dedim. "Anne niye bu güzel mor gömleğini giydin?" dedi Şevket. İçeri odaya gittim, mor gömleği çıkardım. Hep giydiğim soluk yeşili geçirdim üzerime. Giyinirken üşüdüm, ürperdim, ama tenimin ateş gibi olduğunu, dahası gövdemin canlılığını, diriliğini hissettim. Yanaklarımda bir parça allık vardı, çocuklarla itişir, öpüşürken silinip dağılmıştır, ama onu da tükürüp avucumun içiyle iyice yaydım. Biliyor musunuz, hısım akrabalar, hamamda gördüğüm kadınlar, beni gören herkes yirmi dört yaşında

iki çocuklu geçkin bir kadın değil de. on altı yaşında bir genç kız gibi olduğumu söylerler. Onlara inanmanızı, sizin de inanmanızı istiyorum, anladınız mı, yoksa hiç anlatmayacağım. Sizinle konuşmamı yadırgamayın. Babamın kitaplarındaki resimlere yıllardır bakar, içlerinde hep kadınları, güzelleri ararım. Seyrek de olsa vardırlar ve hep mahcup, utangaç, önlerine, en fazla özür diler gibi birbirlerine bakarlar. Erkekler, savaşçılar ve padişahlar gibi başlarını kaldırıp dimdik dünyaya baktıkları hiç olmaz. Ama aceleyle nakışlanmış ucuz kitaplarda, ressamın dikkatsizliği yüzünden bazı kadınların gözleri yere, hatta resmin içinde başka bir şeye, ne bileyim bir kadehe ya da sevgiliye bakmaz da, doğrudan okuyucuya bakar. Kimdir baktıkları o okuyucu, diye düşünürüm hep. Tâ Timur zamanından kalma iki yüz yıllık kitaplarla, meraklı gâvurların altınları verip tâ memleketlerine götürdükleri ciltler aklıma gelince ürperirim: Belki de benim şu hikâyemi öyle tâ uzaklardan biri, bir gün dinleyecektir. Kitaplara geçme isteği bu değil mı, bütün padişahlar, vezirler, kendilerini anlatan, kendilerine adanmış kitapları yazanlara keseler dolusu altını bu ürperti için vermiyorlar mı? Bu ürpertiyi içimde duyduğumda, ben de, tıpkı bir gözü kitabın içindeki hayata, bir gözü de kitabın dışına bakan o güzel kadınlar gibi, beni kimbilir tâ hangi yerden ve zamandan seyretmekte olan sizlerle de konuşmak isterim. Ben güzelim, akıllıyım ve beni seyrediyor olmanız da hoşuma gidiyor. Arada bir bir iki yalan söylesem de, bu benim hakkımda yanlış bir fikir edinmeyesiniz diyedir. Belki sezmişsinizdir, babam beni çok sever. Benden önce üç oğlu olmuş, ama Allah onların canını teker teker almış da ben kıza dokunmamış. Babam üzerime titrer, ama onun seçtiği bir adamla evlenmedim ben; kendi görüp beğendiğim bir sipahiye vardım. Babama kalsa beni vereceği adam hem en büyük âlim olacak, hem nakıştan, sanattan anlayacak, hem güç iktidar sahibi olacak, hem de Karun gibi zengin olacaktı ki, böyle bir şey onun kitaplarında bile olmayacağı için ben yıllarca evde oturup bekleyecektim. Kocamın yakışıklılığı dillere destandı, kendim de aracılarla haber salıp bir fırsatını bulup hamam dönüşü karşıma çıkıverince gördüm, gözlerinden ateş çıkıyordu, hemen âşık oldum. Esmerdi, bembeyaz tenli, yeşil gözlü bir güzeldi; güçlü kolları vardı, ama aslında uyuyakalmış çocuk gibi hep masum ve sessizdi. Belki de, bütün gücünü savaşlarda adam öldürerek, ganimet toplayarak tükettiği için, bana belli belirsiz kan kokar gibi gelirdi, ama evde hamın gibi yumuşacık ve sakin dururdu. Babamın yoksul bir savaşçı diye önce istemediği ve ben kendimi öldürürüm dediğim için beni vermeye razı olduğu bu adam, savaştan savaşa kahramanca koşarak en büyük yiğitlikleri yaparak on bin akçelik bir tımar sahibi oldu ki herkes bizi kıskanırdı. Dört yıl önce Safevilerle savaştan dönen orduyla birlikte geri gelmemesine önceleri aldırmadım. Çünkü savaştıkça ustalaşıyor, kendi başına işler çeviriyor, daha büyük ganimetler getiriyor, daha büyük tımarlara çıkıyor, daha çok asker yetiştiriyordu. Ordunun yürüyüş kolundan ayrılıp kendi adamlarıyla birlikte dağlara doğru gittiğini söyleyen şahitler de vardı. Önceleri hep şimdi dönecek diye umdum, ama iki yılda yavaş yavaş yokluğuna alıştım, İstanbul'da benim gibi kocası kayıp ne kadar çok savaşçı karısı olduğunu anlayınca durumumu kabullendim. Geceleri yataklarımızda çocuklarla birlikte birbirimize sarılır ağlaşırdık. Ağlaşmasınlar diye onlara bir yalan atar, mesela filanca söylemiş, kanıtı var, babanız bahar gelmeden dönüyor der, daha sonra benim yalanım onların ağzından, başkalarının kulağına değişe dolaşa, dönüp bana "Müjde" diye geri gelince herkesten önce ben inanırdım. Kocamın gün görmemiş, ama çelebi ruhlu Abaza babası ve onun gibi yeşil gözlü kardeşiyle birlikte Çarşıkapı'da bir kira evinde oturuyorduk. Evin orta direği kocam kaybolunca sıkıntılar; başladı. Kayınpeder büyük oğlunun savaşa savaşa zenginleşmesi üzerine bıraktığı aynacılık işine o yaştan sonra geri döndü. Kocamın gümrükte çalışan bekâr kardeşi Hasan, eve getirip bıraktığı para çoğaldıkça erkeklik taslamaya başladı. Ev işlerini gören cariye kızı, kirayı verememekten korktukları bir kış, alelacele esir pazarına götürüp sattılar ve benden onun gördüğü mutfak işlerini görmemi, çamaşırı yıkamamı, hatta çarşı pazara çıkıp alışveriş etmemi istediler. Ben bu işleri görecek kadın mıyım, demedim, yüreğime taş basıp hepsini yaptım. Ama artık geceleri odasına alacak bir cariyesi olmayan kayınbirader Hasan, benim kapımı zorlamaya başlayınca ne yapacağımı şaşırdım. Elbette hemen buraya, baba evine dönebilirdim, ama kadıya göre kocam hukuken yaşadığına göre, onları öfkelendirirsem beni çocuklarla birlikte zorla kayınpederimin yanına, yani kocamın evine geri götürmekle kalmaz, bunu yaparken beni ve beni alıkoyan babamı cezalandırıp aşağılayabilirlerdi. Aslına bakılırsa, kocamdan daha insancıl ve makul bulduğum ve tabii ki bana çok fena âşık olduğunu bildiğim Hasan ile sevişebilirdim. Ama bunu düşüncesizce yapmak beni sonunda onun karısı değil, Allah korusun, cariyesi olmaya götürürdü. Çünkü, mirastan payımı istemeye kalkarım, hatta belki de, onları terk eder, çocuklarla babamın yanına dönerim diye korktukları için, kocamın kadı gözünde öldüğünü onlar da kabul etmeye razı değillerdi hiç. Kocam kadıya göre ölmemişse, Hasan ile evlenemezdim tabii, ama başka birisiyle de evlenemeyeceğini için ve bu durum da o eve ve evliliğe beni bağladığı için kocamın "kayıp" olması, sürüp gitmekte olan o belirsiz durum, onlara göre

tercih edilebilir bir şeydi. Çünkü unutmayın ki, onların ev işlerini görüyor, yemeklerinden çamaşırlarına her işlerini yapıyordum ve biri de bana deli gibi âşıktı. Kayınpederim ve Hasan için en iyi çözüm, benim Hasan ile evlenmemdi, ama bunun için önce şahitleri ayarlamak, sonra kadıyı ikna etmek şarttı. O zaman kayıp kocamın en yakınları, babası ve kardeşi de rıza gösterdiğine göre, kocamın artık ölüden sayılmasına karşı çıkan biri olmayacağına göre, kadı da, biz bu adamın savaşta ölüsünü gördük, diyen yalancı şahitlere üç beş akçeye inanır gözükecekti. En büyük sorun, dul düştükten sonra evi terketmeyeceğime, miras hakkı, ya da evlenmek için para istemeyeceğime, daha önemlisi kendi seçimim ile Hasan ile evleneceğime onu inandırabilmemdi. Bu konuda ona güven vermek için onunla sevişmem ve bunu boşanabilmek için değil -inandırıcı olacak bir şekilde- ona âşık olduğum için yapmam gerektiğini elbette anlamıştım. Gayret etsem Hasan'a âşık olabilirdim. Hasan kayıp kocamdan sekiz yaş küçüktü, kocam evdeyken kardeşim gibiydi ve bu duygu beni ona yaklaştırmıştı. İddiasız, ama tutkulu oluşunu, çocuklarımla oynamayı sevişini ve bana bazen sanki o susuzluktan ölen birisi, ben de bir bardak soğuk vişne şerbetiymişim gibi özlemle bakışını seviyordum. Ama bana çamaşır yıkatan, cariyeler, köleler gibi çarşı pazar gezip alışveriş etmemden gocunmayan birine âşık olabilmem için çok gayret etmem gerektiğini de biliyordum. Babamın evine gidip gidip tencerelere, kap kaçağa, fincanlara bakıp uzun uzun ağladığım ve geceleri birbirimize destek olmak için çocuklarla koyun koyuna uyuduğumuz o günlerde Hasan bana o fırsatı vermedi. Benim de ona âşık olabileceğime, evlenebilmemiz için gerekli bu tek yolun gerçekleşebileceğine inanamadığı, kendine güveni olmadığı için edepsizlikler etti. Bir iki kere beni sıkıştırmaya, öpmeye, ellemeye kalktı, kocamın hiç dönmeyeceğini beni öldüreceğini söyledi, tehditler savurdu, çocuk gibi ağladı ve aceleciliği ve telaşıyla efsanelerde anlatılan gerçek ve soylu aşka vakit tanımadığı için onunla evlenemeyeceğimi anladım. Bir gece çocuklarla birlikte yattığımız odanın kapısını zorlayınca hemen kalktım, çocukların korkmasına aldırmadan avazım çıktığı kadar bağırıp eve kötü cinlerin girdiğini söyledim. Kayınpederi uyandırdım ve daha hevesinin şiddeti geçmemiş olan Hasan'ı cin korkuları ve çığlıklarım arasında babasına teşhir ettim. Benim abuk sabuk ulumalarım, ipe sapa gelmez cin laflarım arasında, aklı başında ihtiyar, berbat gerçeği, oğlunun sarhoş olduğunu ve diğer oğlunun iki çocuklu karısına edepsizce yaklaştığını utançla farketti. Sabaha kadar uyumayacağımı, cine karşı oğullarımı kapının önünde oturup bekleyeceğimi söyleyince ses etmedi. Sabah hasta babama bakmak için uzun bir zamanlığına, çocuklarla birlikte baba evine döneceğimi ilan edince yenilgiyi kabullendi. Kocamın satmayıp savaşlardan bana getirdiği Macar'dan ganimeti zilli saati, en asabi Arap atının sinirinden yapılmış kamçıyı, çocukların taşlarını savaş oyunları oynarken kullandıkları Tebriz yapımı fildişinden satranç takımını ve satılmasın diye ne kavgalar ettiğim Nahcivan savaşından ganimet gümüş şamdanları evlilik hayatımın nişaneleri olarak alıp baba evine geri döndüm. Gaib kocamın evini terk etmem, beklediğim gibi, Hasan'ın bana olan saplantılı, saygısız aşkını, çaresiz, ama saygıdeğer bir yangına dönüştürdü. Babasının kendisini desteklemeyeceğini bildiği için, beni tehdit etmek yerine, köşelerinde kuşların, gözü yaşlı aslanların ve mahzun ceylanların oturduğu aşk mektupları yollamaya başladı. Bir nakkaş ve şair ruhlu dostu yazıp resimlemiyorsa eğer, Hasanla aynı çatı altında yaşarken farkedemediğim zengin hayal âlemini gösteren bu mektupları son zamanlarda yeniden yeniden okumaya başladığımı sizden saklamayacağım. Son mektuplarında Hasan’ın beni ev işlerine köle etmeyeceğini, çünkü çok para kazandığını anlatması, saygılı, tatlı ve şakacı dili ve çocukların bitip tükenmez kavgalarıyla istekleri ve babamın şikayetleri kafamı kazan gibi yaptığı için penceremin kepengini sanki dünyaya bir "oh" diyebilmek için de açmıştım. Hayriye akşam sofrasını kurmadan önce babama Arabistan'dan gelen en iyi hurma çiçeğinden ılık bir kavi yaptım, içine bir kaşık bal koyup azıcık limon suyuyla karıştırdım, sessizce yanına girdim ve Kitab-ur Ruh'u okurken, tam da istediği gibi, kendimi hiç farkettirmeden, bir ruh gibi önüne koydum. Öyle kederli ve cılız bir sesle, "Kar yağıyor mu?" diye sordu ki bana, bunun zavallı babamın hayatında göreceği son kar olduğunu hemen anladım.

10

B e n B i r A ğ a c ı m

Ben bir ağacım, çok yalnızım. Yağmur yağdıkça ağlıyorum. Allah rızası için kulak verin şu anlatacaklarıma. Kahvelerinizi için, uykunuz kaçsın, gözleriniz açılsın, bana cin gibi bakın da size niye bu kadar yalnız olduğumu anlatayım. 1. Üstat meddahın arkasında bir ağaç resmi olsun diye aharsız kaba kâğıda alelacele resmedildiğimi söylüyorlardır. Doğru. Şimdi yanımda ne başka narin ağaçlar, ne yedi yapraklı bozkır otları, ne kimi zaman Şeytan'a ve insana benzeyen lüle lüle karanlık kayalar, ne de gökte kıvrım kıvrım Çin bulutları var. Bir yer, bir gök, bir ben, bir de ufuk çizgisi. Ama hikâyem daha karışık. 2. Bir ağaç olarak illaki bir kitabın parçası olmam şart değil. Ama bir ağaç resmi olarak herhangi bir kitabın sayfası değilim diye huzurum kaçıyor. Bir kitapta bir şey göstermiyorsam putataparlar ve kâfirler gibi resmimin duvara asılıp bana secde edilip tapılacağı geliyor aklıma. Erzurumi Hocacılar duymasın, bundan gizlice övünüyorum ve sonra utançla çok korkuyorum. 3. Yalnızlığımın asıl sebebi ise hangi hikâyenin parçası olduğumu benim de bilmemem. Bir hikâyenin parçası olacaktım, ama bir yaprak gibi düştüm oradan. Onu anlatayım:

AĞAÇTAN DÜŞEN YAPRAK GİBİ HİKÂYEMDEN DÜŞÜŞÜMÜN HİKÂYESİ Acem Şahı Tahmasp, ki hem Osmanlı'nın baş düşmanıydı, hem de cihanın en nakışsever padişahıydı, bundan kırk yıl önce bunamaya başlayınca ilk iş eğlenceydi, şaraptı, musikiydi, şiirdi, nakıştı, bunlardan soğudu. Kahveyi de bırakınca kafası durdu; asık suratlı, karanlık ihtiyarların evhamlarıyla Osmanlı'nın askerinden uzak olsun diye payitahtını o zaman Acem mülkü olan Tebriz'de Kazvin'e taşıdı. Daha da yaşlanınca bir gün cin çarpmasıyla buhrana kapılıp, şaraba, oğlancılığa ve nakşetmeye tövbeler tövbesi dedi ki bu yüce şahın kahve zevkinden sonra aklıselimini de kaybettiğinin iyi bir ispatıdır. Böylece, Tebriz'de yirmi yıldır cihanın en büyük harikaların yapan mucize elli ciltçiler, hattatlar, müzehhipler, nakkaşlar çil yavrusu gibi şehir şehir dağıldılar. Bunların en parlaklarını, Şal Tahmasp'ın yeğeni ve damadı, Sultan İbrahim Mirza, vali olduğu Meşhed'e çağırdı ve onları nakkaşhanesine yerleştirip Timur zamanında Herat'ta en büyük şair olan Câmi'nin Heft Evreng'in yedi mesnevisini yazdırıp nakışlı, resimli harika bir kitap yaptırmaya başladı. Akıllı ve hoş yeğenini hem seven hem kıskanan, kızını ona verdiği için pişmanlık duyan Şah Tahmasp bu harika kitabı işitince haset etti ve öfkeyle yeğenini Meşhed valiliğinden Kain şehrine, sonra yine bir öfkeyle daha küçük Sebzivar şehrine sürdü. Meşhed'deki hattatlar ve nakkaşlar da böylece başka şehirlere, başka memleketlere, başka sultanların, şehzadelerin nakkaşhanelerine dağıldılar. Ama bir mucizeyle Sultan İbrahim Mirza'nın harika kitabı yarıda kalmadı; çünkü hakikatli bir kitapdarı vardı. Bu adam atına atlar, hüner, en iyi tezhibi yapan usta oradadır diye ta Şiraz'a gider, oradan en zarif nestalik hattı yazan hattat için iki sayfayı alır Isfahan'a götürür, sonra dağları geçip ta Buhara'ya çıkıp Özbek Han'ının yanında nakşeden büyük üstat nakkaşa resmin istifini yaptırır, insanlarını çizdirir; Herat'a inip bu sefer yarı kör eski üstatlardan birine otların ve yaprakların kıvrım kıvrım kıvrılışını ezberden nakşettirir; Herat'ta başka bir hattata uğrayıp resmin içindeki kapının üstündeki levhadaki yazıyı altın rika ile yazdırıp hadi yine güneye, Kain'e gider ve altı ay yolculuk ederek yarılayabildiği sayfayı Sultan İbrahim Mirza'ya gösterip aferini alırdı. Bu gidişle kitabın hiç bitmeyeceğini anladılar ve Tatar ulaklar tuttular. Her birinin eline üzerine işlenip yazılacak sayfayla birlikle sanatçıya istenilen şeyi tarif eden birer mektup verdiler. Böylece bütün Acem ülkesinin, Horasan'ın, Özbek memleketinin, Mavaünnehir'in yanından kitap sayfalarını taşıyan ulaklar geçti.

Ulaklar gibi kitabın yapımı da hızlandı. Bazen elli dokuzuncu yaprakla yüz altmış ikinci yaprak karlı bir gece kurt ulumalarının işitildiği bir kervansarayda karşılaşır, yarenlik ederken aynı kitap için çalıştıklarını anlayıp, odalarından çıkarıp getirdikleri sayfaların hangi mesnevinin neresine düştüğünü, birbirlerine göre yerlerini anlamaya çalışırlardı. Bugün bitirildiğini kederle işittiğim bu kitabın bir sayfasında da ben olacaktım. Ne yazık ki soğuk bir kış günü beni taşıyarak kayalık geçitlerden geçen Tatar ulağın yolunu haramiler kesti. Önce dövdüler zavallı Tatar'ı, sonra harami usulünce soydular, ırzına geçip imansızca öldürdüler. Bu yüzden ben de bilmiyorum hangi sahifeden düştüğümü. Sizden ricam bana bakıp bunu söylemeniz: Acaba Leyla'yı çadırında çoban kılığında ziyaret eden Mecnun'a gölge mi olacaktım? Umutsuz inançsızın ruhundaki karanlığı anlatayım diye gecenin içine mi karışacaktım? Bütün cihandan kaçıp denizler aşıp, kuşlar, meyvelerle dolu bir adada huzur bulan iki sevgilinin mutluluğuna eşlik etmek isterdim! Diyar-ı Hind'i fethederken basma güneş geçip günlerce burnu kanaya kanaya ölen İskender'in son anlarına gölge olmak isterdim. Yoksa oğluna aşk ve hayat nasihatları veren babanın gücünü ve yaşını ima etmeye mi yarayacaktım? Hangi hikâyeye mana ve zarafet katacaktım? Ulağı öldürüp, beni yanlarına alıp dağ şehir demeden gezdiren haramilerden biri, arada bir kıymetimi biliyor, bir ağaç resmine bakmanın, bir ağaca bakmaktan daha hoş olduğunu anlayacak kadar incelik gösteriyordu, ama bu ağacın hangi hikâyenin parçası olduğunu bilmediği için çabuk sıkılıyordu benden. Beni şehir şehir gezdirdikten sonra korktuğum gibi yırtıp atmadı bu haydut, bir handa ince bir adama bir testi şaraba sattı. Geceleri bazen ağır bir mum ışığında bana bakardı bu zavallı ince adam. Kederden ölünce mallarını sattılar. Beni alan üstat meddah sayesinde tâ İstanbul'a kadar geldim. Şimdi çok mutluyum, bu gece burada Osmanlı Padişahı'nın siz mucize elli, kartal gözlü, çelik iradeli, zarif bilekli, hassas ruhlu nakkaşları ve hattatları arasında olmakta şeref duyuyorum ve Allah aşkına, bir üstat nakkaşın duvara assın diye beni kötü kâğıda alelacele çizdiğini söyleyenlere inanmayın diye yalvarıyorum. Bakın ne yalanlar, ne iftiralar, ne pervasız yakıştırmalar daha var: Dün gece hani buraya duvara bir köpek resmini asıp bu edepsiz köpeğin serüvenlerini hikâye etmişti ya üstadım, bu arada, Erzurumlu bir Husret Hoca'nın serüvenlerini anlatmıştı ya! Şimdi Erzurumlu Nusret Hoca Hazretleri'ni sevenler bunu yanlış anlamış; sözümona biz ona laf dokunduruyormuşuz. Biz büyük vaiz Efendimiz Hazretleri'ne babası belirsiz diyebilir miyiz? Hâşa! Hiç aklımızdan geçer mi? Bu nasıl bir fitne sokmak, ne pervasız bir yakıştırmadır! Madem Erzurumlu Husret, Erzurumlu Nusret ile karışıyor, ben size Sivaslı Şaşı Nedret Hoca'nın ağaç hikâyesini anlatayım. Bu Sivaslı Şaşı Nedret Hoca da güzel oğlanları sevmekle nakşetmeyi lanetlemekten başka, kahvenin Şeytan işi olduğunu, içenin Cehennem'e gideceğim söylüyormuş. E Sivaslı, sen benim şu koca dalımın nasıl eğildiğini unuttun mu? Size anlatayım, ama kimseye söylemeyeceğinize yemin edin, çünkü Allah kuru iftiradan saklasın. Bir sabah bir baktım, maşallahı var, minare boylu, aslan pençe dev gibi bir adam ile yukarıda adı geçen benim bu dala çıkıp gül yapraklarımın arasına gizlenmiş, afedersiniz takır takır iş görüyorlar. Sonradan Şeytan olduğunu anladığım dev bizimkini becerirken güzel kulağını hem şefkatle öpüyor, hem de içine fısıldıyor: "Kahve haramdır; kahve günahtır" diye. Kahvenin zararına inanan, güz dinimizin buyruklarına değil Şeytan'a inanır ona göre. Bir de son olarak Frenk nakkaşlarından söz edeceğim ki, onlara özenen soysuz varsa ibret alsın. Şimdi bu Frenk nakkaşları, kralların, papazların, beylerin, hatta hanımların yüzlerini öyle bir nakşediyorlar ki, o kişiyi resmine bakıp sokakta tanıyabiliyorsun. Bunların karıları zaten sokakta serbest gezer, artık gerisini siz düşünün. Ama bu da yetmemiş, işleri daha ileri götürmüşler. Pezevenklikte değil, nakışta diyorum Bir büyük üstat Frenk nakkaşı ile başka büyük bir nakkaş ustası bir Frenk çayırında yürürler ve ustalık ve sanat üzerine konuşurlarmış. Karşılarına bir orman çıkmış. Daha usta olanı, ötekine şöyle demiş: "Yeni usûllerle resmetmek öyle bir hüner gerektirir ki" demiş, "bu ormandaki ağaçlardan birini resmettin mi, resme bakan meraklı buraya gelip, isterse o ağacı diğerlerinden ayırt edip bulur." Ben fakir, gördüğünüz ağaç resmi, böyle bir akılla resmedilmediğim için Allahıma şükrediyorum. Frenk usullerince resmedilseydim beni sahici bir ağaç sanan İstanbul'un bütün köpekleri üzerime işer diye korktuğumdan değil. Ben bir ağacın kendisi değil, manası olmak istiyorum.

11

B e n i m A d ı m K a r a

Geç vakit başlayan kar sabaha kadar yağdı. Şeküre'nin mektubunu bütün gece yeniden yeniden okudum. Boş evin boş odasında aşağı yukarı sinirli sinirli yürürken şamdana sokuluyor, soluk mumun titreyen ışığında sevgilimin öfkeli harflerinin asabi titreyişlerini, bana yalan söylemek için attıkları taklaları, sağdan sola kıvırta kıvırta ilerleyişlerini seyrediyordum. Derken gözümü önünde kepengin birden açılışı ve sevgilimin karşıma çıkıveren yüzü ve kederli gülümseyişi beliriyordu. Son altı yedi yıldır aklımın içinde Şeküre'dir diye değiştire değiştire taşıdığım ve vişne rengindeki ağızları gittikçe genişleyen yüzlerin hepsini, onun gerçek yüzünü görünce unutmuştum. Gece vakti bir ara evlilik düşlerine kaptırdım kendimi. Hayalimde aşkımdan hiç şüphem yoktu, aşkımın karşılık gördüğünden de. Böylece büyük bir mutluluk içinde evleniyorduk biz, ama merdivenli bir evde hayallerimdeki mutluluk tuzla buz oluyordu. Doğru dürüst bir iş bulamıyor, karımla kavga edip söz geçiremiyordum. Bu karanlık hayalleri Arabistan'daki bekâr gecelerim sırasına okuduğum Gazzali'nin Ihya-ı Ulum'unun evliliğin zararları kısmından apardığımı anlayınca, gecenin ortasında, aynı sayfalara evliliğin yararları konusunda daha fazla laf olduğu geldi aklıma Ama kendimi onca zorlamama rağmen kaç kere okuduğum bu faydaların yalnızca ikisini hatırlayabildim. Erkek evlenince evini birisi düzene sokuyordu, ama hayalimdeki merdivenli evde hiç düzen yoktu. İkincisi, suçlu suçlu otuz bir çekmekten ve daha da suçlulukla karanlık arka sokaklarda pezevenklerin arkasından orospu peşinde sürüklenmekten kurtuluyordum. Bu kurtuluş düşüncesi, gecenin ilerlemiş bir saatinde aklıma yine otuz bir çekmeyi getirdi. Bir saflık isteğiyle, takıntıyı bir an önce kafamdan çıkarmak için her zamanki alışkanlıkla odanın bir köşesine çekildim, ama bir süre sonra otuz bir çekemediğimi anladım. On iki yıldan sonra ben yine âşık olmuştum! Bu şaşmaz kanıt yüreğime öyle bir heyecan ve korku saldı ki mumun ışığı gibi neredeyse titreye titreye yürüdüm odada. Pencereye çıkıp kendini gösterecekse Şeküre, bir de tam tersi mantığı harekete geçirdiği o mektuba ne gerek vardı ki? Kızı beni o kadar istemiyorsa, babası niye çağırıyor, bunlar, baba kız bana oyun mu oynuyorlardı? Odada aşağı yukarı yürüyor, kapının, duvarın, gıcırdayan döşemenin her soruma gacır gucur bir cevap vermeye çalışarak benim gibi kekelediğini hissediyordum. Yıllar önce yaptığım o resme, Şirin'in bir ağacın dalına asılı Hüsrev'in resmini görüp ona tutuluşunu anlatır resme baktım. Tebriz'den gelip Eniştemin eline yeni geçmiş vasat bir kitaptaki aynı resimden aldığım ilhamla yapmıştım onu. Resme bakmak, ne sonraki yıllarda her hatırlayışımda olduğu gibi utandırdı beni (resmin ve aşk ilanının basitliği yüzünden) ne de mutlu gençlik hatıralarıma geri götürdü. Sabaha doğru aklım duruma hakim oldu da, resmi bana geri yollamasını, Şeküre'nin benim için ustaca kurmakta olduğu bir aşk satrancının bir hamlesi olarak gördüm. Oturdum, şamdanın ışığında Şeküre'ye bir cevap mektubu yazdım. Biraz uyuduktan sonra sabah mektubu göğsümün üzerine koydum ve sokaklara çıktım, uzun uzun yürüdüm. Kar İstanbul'un dar sokaklarını genişletmiş, şehri de kalabalığından arındırmıştı. Her şey çocukluğumda olduğu gibi daha sessiz ve hareketsizdi. Çocukluğumun karlı kış günlerinde zannettiğim gibi, İstanbul'un anılarını, kubbelerini, bahçelerini kargalar sarmış gibi geldi bana. Karın üzerindeki ayak seslerimi dinleyerek ağzımdan çıkan buhara bakarak hızla yürüyor, Eniştemin gitmemi istediği saray nakkaşhanesinin de sokaklar gibi sessiz olduğunu düşünerek heyecanlanıyordum. Yahudi mahallesine girmeden mektubumu Şeküre'ye ulaştıracak Ester'e bir çocukla haber saldım, öğle namazından önce buluşmak için yer söyledim. Ayasofya'nın arkasındaki nakkaşhane binasına erkenden gittim. Çocukluğumda bir ara çıraklık ettiğim, Enişte'nin aracılığıyla girip çıktığım nakkaşhane binasının görünüşünde, saçaklardan sarkan buzlar hariç hiçbir değişiklik yoktu. Genç ve yakışıklı bir çırak önde, ben arkada, zamk ve çiriş kokuları içerisinde başları dönmüş yaşlı cilt ustalarının, erken yaşta kamburu çıkmış usta nakkaşların, gözleri ocağın alevlerine kederle takıldığı için

dizlerinin üzerindeki kâselere bakmadan boya karıştıran gençlerin arasından geçtik. Bir köşede kucağındaki devekuşu yumurtasını özenle boyayan bir ihtiyar, bir çekmeceyi neşeyle nakşeden bir amca, onları saygıyla izleyen genç bir çırağı gördüm. Açık bir kapıdan, ustalarının azarladığı genç öğrencilerin yaptıkları yanlışı anlamak için kıpkırmızı yüzlerini önlerindeki kâğıtlara değdirircesine yaklaştırdıklarını gördüm. Bir başka hücrede kederli ve hüzünlü bir çırak renkleri, kâğıtları, nakşı unutmuş, benim az önce heyecanla yürüdüğüm sokağa bakıyordu. Açık hücre kapılarının önünde nakış istinsah eden, kalıp boya hazırlayan, kalemlerini sivrilten nakkaşlar ben yabancıya yan gözle düşmanca baktılar. Buzlu merdivenleri çıktık. Nakkaşhane binasının ikinci katlı dört yanından dolanan revakının altından yürüdük. Aşağıda kat kaplı iç avluda çocuk yaşta iki öğrenci, kalın aba kumaştan cübbelerine rağmen belli ki soğuktan tir tir titreyerek bir şeyi, belki verilecek bir cezayı bekliyorlardı. İlk gençliğimizde tembellik eden ya da pahalı boyaları ziyan eden öğrencilere atılan dayakları, ayaklarını kanatıncaya kadar tabanlarına vurulan sopaları hatırladım. Sıcak bir odaya girdik. Dizlerinin üzerine rahatça oturmuş nakkaşlar gördüm, ama hayallerimin ustaları değil, çıraklıktan yeni çıkmış gençlerdi bunlar. Bir zamanlar bende fazlasıyla saygı heyecan uyandıran bu oda, Üstat Osman'ın takma adlar verdiği büyük ustalar artık evlerinde çalıştıkları için bir büyük zengin padişahın nakkaşhanesi değil de, Doğu'da ıssız dağlar içinde yitip gitmiş bir kervansarayın büyükçe bir odasına benziyordu şimdi. Hemen kenarda, bir piştahtanın başında on beş yıl sonra ilk defa gördüğüm Başnakkaş Üstat Osman, bir gölgeden çok bir hortlakmış gibi geldi bana. Yolculuklarım sırasında ne zaman nakşetmeyi, resmetmeyi düşlesem, Behzat gibi hayallerim içinde hayranlıkla beliren büyük usta, Ayasofya tarafına bakan pencereden gelen kar beyazı ışığın içinde beyaz kıyafetleriyle sanki çoktan öteki dünyanın hayaletlerine karışmıştı bile. Üzerinin benlerle kaplanmış olduğunu gördüğüm elini öptüm, kendimi hatırlattım. Eniştemin beni buraya çocukluğumda soktuğunu, ama benim kalemi tercih edip çıktığımı, yıllarımı yollarda, Doğu şehirlerinde paşalara katiplik, defterdar katipliği ederek geçirdiğimi, Serhat Paşa ve öteki paşalarla birlikte Tebriz'de hattat ve nakkaşları tanıyıp kitaplar hazırlattığımı, Bağdat ve Halep'te, Van'da ve Tiflis'te bulunduğumu, savaşlar gördüğümü söyledim. "Ah, Tiflis!" dedi büyük üstat penceredeki muşambadan süzülüp karlı bahçeden içeri vuran ışığa bakarak. "Orada şimdi kar mı yağıyor?" Sanatında ustalaşa ustalaşa körleşen ve bir yaştan sonra yarı evliya yarı bunak hayatı süren ve bitip tükenmez efsaneleri anlatılan eski Acem üstatları gibi davranıyordu, ama cin gibi gözlerinden Eniştemden şiddetle nefret ettiğini, benden şüphelendiğini görebildim hemen. Yine de ona Arap çöllerinde karın, burada olduğu gibi yalnızca Ayasofya Camii'ne değil, hatıralara da yağdığım anlattım. Tiflis kalesine kar yağdığı zaman çamaşır yıkayan kadınların çiçek renginde şarkılar söylediğini, çocukların da yastıklarının altında yaz için dondurma sakladıklarını hikâye ettim. "Gittiğin ülkelerde nakkaşlar, ressamlar ne nakşediyor, ne resmediyorlar anlat," dedi. Bir köşede sayfalara cetvel çekerken hayaller içinde dalıp gitmiş hülyalı genç nakkaş rahlesinden başını kaldırıp, bana, en gerçek masalı şimdi anlat, dercesine ötekilerle birlikte baktı. Çoğu mahallesinde bakkal kimdir, komşu manavla niye kavgalıdır, ekmeğin okkası kaçadır bilmeyen bu insanların Tebriz'de, Kazvin'de, Şiraz ve Bağdat'ta kimin nasıl nakış yaptığından, hangi hanların, şahların, padişahların, şehzadelerin kitap için kaç para döktüğünden haberdar olduklarından, en azından bu çevrelerde veba gibi hızla yayılan en son dedikodu ve söylentileri fazla fazla işitmiş olduklarından hiç kuşkum yoktu, ama yine de anlattım. Çünkü ben oradan, Doğu'dan, orduların savaştığı, şehzadelerin birbirini boğazlayıp şehirleri yağmalayıp yaktığı, savaş ve barışın her gün konuşulduğu ve asırlardır en iyi şiirlerin yazılıp, nakşın ve resmin yapıldığı Acem ülkesinden geliyordum. "Elli iki yıldır tahtta oturan Şah Tahmaşp son yıllarında, bildiğiniz gibi kitap, nakış, resim aşkını unutup şairlere, nakkaşlara, hattatlara sırtını dönüp kendini ibadete vererek ölmüş, yerine de oğlu İsmail oturmuştu," dedim. "Huysuzluğunu ve kavgacılığını bildiği için babasının yirmi yıl hapiste tuttuğu yeni şah tahta geçer geçmez kudurup kardeşlerini boğazlattı, kimini de kör edip başından attı. Ama düşmanları sonunda afyonlayıp zehirleyip ondan kurtuldu da tahta yarım akıllı ağabeyi Muhammet Hüdabende'yi geçirdik Onun zamanında bütün şehzadeler, kardeşler, valiler, Özbekler, herkes ayaklandı, birbirleriyle ve bizim Serhat Paşamızla öyle bir savaşa tutuştular ki Acem ülkesi toz duman içinde kaldı, taruman oldu. Parasız, pulsuz, akılsız ve yarı kör şimdiki Şahın ne kitap yazdıracak hali var, ne resimletecek. Böylece, Kazvin'in ve Herat'ın efsanevi nakkaşları, Şah Tahmasp'ın nakkaşhanesinde harikalar yaratan bütün o yaşlı ustalar ve çırakları, fırçaları atları dörtnala koşturan, kelebekleri sayfadan çıkarıp uçuran ressamlar, renkbazlar, bütün o usta ciltçiler, hattatlar, hepsi işsiz güçsüz, parasız pulsuz hatta yersiz yurtsuz kaldılar. Kimi kuzeye Şeybaniler arasına, kimi Hindistan'a, kimi buraya İstanbul'a göç etti. Kimi başka işlere girip, orada kendini ve şerefini tüketti. Kimi de her biri birbirine düşmüş küçük şehzadelerin, valilerin yanına girip en fazla üç beş yaprak resmi olan avuç içi kadar kitaplar için

çalışmaya başladılar. Sıradan askerlerin, görgüsüz paşaların, şımarık şehzadelerin zevki için alacele yazılıp şıpınişi nakışlanmış ucuz kitaplar sardı her yeri." "Ne kadardan gidiyor?" diye sordu Üstat Osman. "Koskoca Sadıki Bey'in bir Özbek sipahisi için yalnızca kırk altına bir Acaip-ül Mahlukat resmettiği söyleniyor. Doğu seferinden Erzurum'a geri dönen görgüsüz bir paşanın çadırında, araların üstat Siyavuş'un elinden çıkma resimler de olan, açık saçık resimlerle dolu bir murakka gördüm. Resmetmekten cayamayan büyük ustalar bir kitabın, seafoodplus.infoâyenin parçası olmayan tek tek resimler yapıp satıyorlar. O tek resme bakarken bu hangi hikâyenin hangi meclisidir demiyorsun da, yalnızca resmin kendisi için, görme zevki için bakıp, mesela tam bir at olmuş bu, ne güzel diyor, ressama parayı bu yüzden veriyorsun. Savaş resimleri de, sikiş resimleri de pek isteniyor. Kalabalık bir savaş meclisi üç yüz akçeye kadar düşmüş ve sipariş eden yok gibi. Bazıları ucuz olsun alıcı çıksın diye aharsız, cilasız kâğıda, boya bile sürmeden siyah beyaz resimler yapıyorlar." "Mutlu mu mutlu, hünerli mi hünerli bir müzehhibim vardı," dedi Üstat Osman. "Öyle bir zarafetle iş görürdü ki, biz ona Zarif Efendi derdik. Ama o da bizi bıraktı gitti. Altı gün oluyor, ortalıkta yok. Sırra kadem bastı." "İnsan bu nakkaşhaneyi, bu mutlu baba evini nasıl bırakır da gidebilir?" dedim. "Çıraklıklarından beri yetiştirdiğim benim dört genç üstadım, Kelebek, Zeytin, Leylek ve Zarif, Padişahımızın iradesiyle artık evlerinde nakşediyorlar," dedi Üstat Osman. Görünüşte bütün nakkaşhanenin ilgilendiği Surname için daha rahat çalışabilsinler diyeydi bu. Sultan bu sefer usta nakkaşlarına özel bir kitap için saray avlusunda bir özel köşe açtırmamış, onlara evlerinde çalışmalarını buyurmuştu. Bu buyruğun Eniştemin kitabı için verilmiş olabileceği aklıma gelince sustum. Üstat Osman ne kadar imalı konuşuyordu? "Nuri Efendi," diye seslendi, kambur ve solgun bir nakkaşa, "Kara Çelebi'ye bir vaziyet ver!" "Vaziyet," nakkaşhanede olup bitenleri çok yakından takip ettiği o heyecanlı zamanlarda, Padişahımızın her iki ayda bir nakkaşhane binasını ziyaretleri sırasında yapılan bir törendi. Hazinedarbaşı Hazım, Şehnamecibaşı Lokman ve Başnakkaş Üstat Osman'ın eşliğinde Padişahımıza nakkaşhanenin üstatlarının, hangi kitapların hangi sahifeleri üzerinde çalıştığı, kimin hangi tezhibi yaptığı, kimin hangi resmi renklendirdiği, renkbazların, cetvelkeşlerin, müzehhiplerin, ellerinden her iş gelir on parmağında on marifet usta nakkaşların tek tek hangi işlerin üzerinde oldukları anlatılırdı. Nakşedilen kitapların çoğunun yazarı Şehnamecibaşı Lokman Efendi elden ayaktan düşüp evinden çıkmaz olduğu, Bâşnakkaş Osman sürekli bir kırgınlık ve öfkenin dumanları içinde kaybolduğu ve Kelebek, Zeytin, Leylek ve Zarif takma adlı dört üstat evlerinde çalıştığı ve Padişahımız da artık nakkaşhanede çocuk gibi heyecanlanamadığı için artık hiç yapılmayan bu tören yerine onun bir taklidinin yapılması beni kederlendirdi. Pek çok nakkaşa olduğu gibi, hayatı hiç yaşayamadan ve zanaatında hiç ustalaşamadan boşu boşuna ihtiyarlamıştı Nuri Efendi, ama iş tahtasına yıllarca eğilip boşu boşuna kambur olmuş değildi: Nakkaşhanede olup bitenlere, kimin hangi güzel sayfayı yaptığına dikkat etmişti hep. Böylece, Padişahımızın şehzadelerinin sünnet düğünü törenlerini anlatan Surname'nin efsane sayfalarını ilk defa heyecanla seyrettim. Her meslekten, her loncadan bütün İstanbul'un katıldığı bu elli iki gün süren sünnet düğününün hikâyelerini tâ Acemistan'da duymuş, töreni anlatan kitabı daha yapılırken işitmiştim. Önüme konan ilk resimde, Cihanpenah Padişahımız merhum' İbrahim Paşa'nın sarayının şehnişinine kurulmuş, aşağıda At Meydanı'nda yapılan şenlikleri hoşgörülü bir bakışla seyrediyorlardı. Yüzü, onu başkalarından ayırabilecek kadar ayrıntılı olmasa da, iyi ve saygıyla çizilmişti. Padişahımızın solunda yerleştiği iki sayfalık resmin sağ yanında ise pencerelerde, kemerler içinde vezirler, paşalar, Acem, Tatar, Frenk ve Venedik elçileri vardı. Padişah olmadıkları için acele ve dikkatsizce çizilen ve hedefe odaklanmayan gözlerini meydandaki harekete dikmişlerdi hepsi. Daha sonra diğer resimlerde de aynı yerleştirme ve istifin, duvar işlemeleri, ağaçlar, kiremitler başka türlü ve başka renklerle çizilse tekrarlandığını gördüm. Yazılar hattatlarca yazılıp resimleri bitirilip Surname ciltlendiğinde, sayfaları çeviren okur, böylece hep aynı duruşla hep aynı meydana bakan Padişah'ın ve davetli kalabalığının bakışları altındaki At Meydanı'nda her seferinde bambaşka renkler içinde bambaşka bir hareketi görecekti. Ben de gördüm: Oraya, At Meydanı'na konmuş yüzlerce kâse pilavı kapışanları ve kızarmış sığırı yağmalarken içinden çıkan tavşanlardan, kuşlardan korkanları gördüm. Tekerlekli bir arabaya binip lonca halinde Padişahımızın önünden geçerken aralarından birini arabaya yatırıp çıplak göğsü üzerindeki köşeli bir örste bakır döverken çekiçleri çıplak adama isabet ettirmeden vuran usta bakırcıları gördüm. Padişahının önünden araba içinde geçerken camların üzerine karanfiller, serviler işleyen camcıları ve develere inildenmiş çuvallar dolusu şeker ile kafesler içinde şekerden papağanlarla geçerken tatlı şiirler okuyan şekercileri ve araba

içinde çeşit çeşit askılı, zarflı, sürmeli, dişli kilitlerini sergileyerek ve yeni zamanların ve yeni kapıların kötülüklerinden şikâyet ederek geçen ihtiyar kilitçileri gördüm. Hokkabazları gösterir resme usta nakkaşlardan hem Kelebek, hem Leylek, hem de Zeytin dokunmuştu: Bir hokkabaz bir sırığın üzerinde yumurtaları sanki geniş bir mermerin üzerinde yürütür gibi hiç düşürmeden yürütüyor, bir başkası da ona tef çalıyordu. Kaptanıderya Kılıç Ali Paşa denizlerde yakalayıp esir ettiği kâfirlere çamurdan bir kefere dağı yaptırmış, hepsini arabaya bindirmiş ve Padişah'ın tam önündeyken dağın içindeki barutu patlatarak kâfirin memleketini toplarıyla nasıl inim inim inlettiğini göstermişti, resimde aynen gördüm. Ellerinde satırları gül ve patlıcan renkli elbiseler giyen sakalsız, bıyıksız kadın yüzlü kasapların çengelden sarkan derisi yüzülmüş pembe koyunlara gülümsediklerini gördüm. Zincirler ile Padişahımızın huzuruna getirilmiş aslan kızdırılıp alay edilince gözleri kan içinde kalıp öfkelenmiş, seyirciler bakıcıları alkışlamışlar ve İslam'ı temsil eden aslan, öbür sayfada domuz gâvuru temsil eden boz ve pembeye boyanmış domuzu kovalamıştı. Padişah'ın huzurundan geçerken arabanın üzerine yerleştirilmiş dükkânının tavanından baş aşağı sarkıp müşterisini tıraş eden berberin ve o müşteriye gümüş kap içinde kokulu sabunla ayna tutup bahşiş bekleyen kırmızılar içindeki berber çırağının resmine de doya doya baktıktan sonra harika nakkaşın kim olduğunu sordum. "Resmin, güzelliğiyle insanı hayatın zenginliğine, sevgiye, Allah'ın yarattığı âlemin renklerine saygıya, iç düşünceye ve imana çağırması önemlidir. Nakkaşın kimliği değil." Eniştemin beni buraya soruşturmaya yolladığını anlayıp da ihtiyatlı mı davranıyordu sandığımdan çok daha incelikli olan nakkaş Nuri yoksa Başnakkaş Üstat Osman'ın sözlerini mi tekrarlıyordu? "Bütün bu tezhipleri Zarif Efendi mi yapmıştı?" diye sordum. "Onun yerine tezhipleri kim yapıyor şimdi?" Açık kapının iç avluya bakan aralığından çocuk çığlıkları, haykırışlar gelmeye başladı. Aşağıda serbölüklerden biri, büyük iri mal, ceplerinde lal tozu, ya da kâğıt içinde altın varak saklayan şakirtleri, herhalde az önce soğukta titreyerek bekleyen ikisini falakaya yatırtmıştı. Dalga geçmek için fırsat kollayan genç nakkaşlar seyir için kapıya koşuştular. "Çıraklar, meydanın zeminini, bu resimde Osman ustamız buyurduğu gibi gülgûni bir pembeye boyayıp bitirene kadar," dedi Nuri Efendi ihtiyatla, "Zarif Efendi kardeşimiz de gittiği yerden dönüp bu iki sayfanın tezhibini yapar bitirir inşallah. Nakkaş Osman üstadımız, Zarif Efendi'den At Meydanı'nın toprak zemin her seferinde başka bir renge boyanmasını istedi. Gülgûni pembe, hint yeşili, safran sarısı ya da kaz boku rengine. Çünkü resme bakan göz oranın meydan olduğunu, toprak rengi olacağını ilk resimde anlar da, ikinci, üçüncü resimde oyalanmak için başka renkler ister. Nakış, sayfayı şenlendirmek için yapılır." Bir köşede bir kalfanın bıraktığı, üzeri, resmedilmiş bir kitap gördük. Bir zafername için donanmanın savaşa gidişini gösteren bir tek sayfalık resim üzerinde çalışıyormuş, ama belli ki ayak tabanları sopalarla parçalanan arkadaşlarının çığlıklarını duyup seyretmeye koşmuştu. Bir kalıbın üzerinden geçe geçe çizdiği bir örnek gemilerle yaptığı donanma sanki denizin üzerine hiç oturmuyordu bile, ama bu iğretilik, yelkenlerin rüzgârsızlığı kalıptan değil, genç nakkaşın yeteneksizliğindendi. Kalıbın ne olduğu çıkaramadığım eski bir kitaptan, belki bir murakkadan vahşi kesilip çıkarıldığını kederle gördüm. Üstat Osman belli ki aldırmıyordu artık pek çok şeye. Sıra kendi iş tahtasına gelince Nuri Efendi üç haftadır üzerinde çalıştığı tuğra tezhibinin bittiğini gururlanarak söyledi. Kime, hangi amaçla yollanacağı anlaşılmasın diye boş kâğıda çizim tuğraya ve tezhibine saygıyla baktım. Doğu'da pek çok huysuz paşanın, Padişah'ın tuğrasının bu soylu ve güç dolu güzelliği görüp isyandan vazgeçtiğini bilirim. Sonra hattat Cemal'in yazıp bitirip bıraktığı en son harikaları gördük de, asıl sanatın hat, nakşın hattı öne çıkarmak için bir bahane olduğunu söyleyen renk ve nakış düşmanlarına hak vermemek için çabuk geçtik. Cetvelkeş Nasır, Timur'un oğulları zamanından kalma bir Nizami Hamse'sinden bir sayfayı, Hüsrev'in Şirin'i yıkanırken çıplak görüşünü tasvir eden bir resmi, tamir ediyorum diye bozuyordu. Altmış yıl önce Tebriz'de Üstat Behzat'ın elini öptüğünü ve o sırada efsane büyük üstadın kör ve sarhoş olduğunu iddia etmekten başka bir hikâyesi olmayan doksan iki yaşındaki yarı kör bir eski usta Padişahımıza üç ay sonra bitirip vereceği bayram hediyesi kalem kutusunun işlemelerini kendi titreyen elleriyle gösterdi. Alt kat odalarındaki dar hücrelerinde, seksene yakın nakkaş, öğrenci ve çırağın çalıştığı bütün nakkaşhaneyi bir sessizlik sarmıştı. Benzerlerini çok dinlediğim dayak sonrası sessizliğiydi bu; bazen sinir bozucu bir kahkaha ya da bir şaka, bazen de çıraklık yıllarını hatırlatan bir iki hıçkırık ve bastırılmış bir ağlama öncesi iniltisiyle kesilir, usta nakkaşlar da kendi çıraklık yıllarında yedikleri dayakları hatırlarlardı. Doksan iki yaşındaki yarı kör usta bana bir an daha derin bir şeyi, burada bütün savaşlardan ve alt üst oluşlardan uzakta her şeyin sona ermekte olduğunu hissettirdi. Kıyamet kopmadan hemen önce de böyle bir sessizlik olacaktır. Nakış aklın sessizliği, gözün musikisidir.

Veda etmek için Üstat Osman'ın elini öperken yalnız büyük bir saygı değil, ruhumu altüst eden bambaşka bir şey de duydum: Bir evliyaya duyacağınız cinsten hayranlıkla karışık bir acıma: Tuhaf bir suçluluk duygusu. Belki de Frenk üstatlarının usûlleri gizlice açıkça taklit edilsin isteyen Eniştem ona bir rakip olduğu için. Aynı anda büyük üstadı hayatta son kere gördüğüme karar veriverdim ve hoşuna gitmek, onu sevindirmek telaşıyla bir soru sordum. "Büyük üstadım, efendim, has bir nakkaşı, sıradan bir nakkaştan ne ayırır?" Biraz dalkavukça olan bu tür sorulara alışık Başnakkaş baştan savma bir cevap vereceğini, zaten şu anda beni bütünüyle unutmakta olduğunu sanıyordum. "Has nakkaşı hünersiz, imansız nakkaştan ayıracak tek bir kıstas yoktur," dedi ciddiyetle. "Zamana göre değişir bu. Sanatıma tehdit eden kötülüklere karşı nakkaşın ahlakının ve hünerinin ne olduğu önemli. Bugün bir genç nakkaş ne kadar has, anlamak için üç şeyi sorardım ona." "Nedir bunlar?" "Yeni âdete uyup Çinlilerin ve Frenklerin etkisiyle aman beni şahsi bir nakış usûlüm, bir üslubum olsun diye tutturuyor mu? Nakkaş olarak herkesten ayrı bir edası, bir havası olsun istiyor, bunu da nakşının bir yerine Frenk üstatları gibi imza koyarak kanıtlamaya çalışıyor mu? İşte bunu anlamak için ben ona üslup ve imzayı sorardım ilk." "Sonra?" diye sordum saygıyla. "Sonra kitaplarımızı ısmarlayan şahlar ve padişahlar ölüp, ciltler el değiştirip parçalanıp yaptığımız resimler başka kitaplarda, başka zamanlarda kullanılınca bu nakkaş ne hissediyor onu öğrenmek isterdim. Üzülmekle de, sevinmekle de üstesinden gelinmeyecek bir hassas şeydir. Bu yüzden nakkaşa zamanı sorardım. Nakşın zamanını ve Allah'ın zamanını. Anlıyor musun oğlum?" Hayır. Ama öyle demedim de, "Üçüncüsü?" diye sordum. "Üçüncüsü körlüktür!" dedi büyük üstat Başnakkaş Osman ve bu söylediği yorum gerektirmez aşikâr bir şeymiş gibi sustu. "Körlüğün nesidir?" dedim ezile büzüle. "Körlük sessizdir. Demin dediğim birinciyle ikinciyi birleştirsen körlük belirir. Nakşın en derin yeri, Allah'ın karanlığında belireni görmektir." Sustum, dışarı çıktım. Buzlu merdivenleri acele etmeden indim. Büyük üstadın üç büyük sorusunu Kelebek'e, Zeytin'e, Leylek'e yalnız lafı açmak için değil, yaşarken efsane olan bu yaşıtlarımı anlamak için de soracağımı biliyordum. Ama hemen usta nakkaşların evlerine gitmedim. Yahudi mahallesine yakın, Haliç'in Boğaziçi'ne açıldığı yeri tepeden görür yeni bir pazar yerinde Ester ile buluştum. Alışveriş eden köle kadınlar, yoksul mahallelerin soluk ve bol kaftanlar giyen kadınları ve havuçlara, ayvalara, soğan ve turp demetlerine dalıp gitmiş kalabalık içinde giymek zorunda olduğu pembe Yahudi elbisesi, hareketli koca gövdesi, hiç durmayan çenesi ve fıldır fıldır oynayarak bana işaretler yollayan kaşları ve gözleriyle Ester cıvıl cıvıldı. Ona verdiğim mektubu sanki bütün çarşı bizi dikizliyormuş gibi pek esrarlı ve pek işbilir hareketlerle şalvarından içeri soktu. Şeküre'nin beni düşündüğünü söyledi. Bahşişini aldı ve "Aman acele acele doğru götür," demem üzerine, daha pek çok işi olduğunu bohçasını işaretle gösterdi ve mektubu ancak öğleye doğru Şeküre'ye ulaştıracağını söyledi. Ondan, Şeküre'ye üç büyük genç üstadı görmeye gittiğimi söylemesini istedim.

12

B a n a K e l e b e k D e r l e r

Öğle namazından önceydi. Kapı vuruldu, açtım baktım: Kara Çelebi. Çıraklık yıllarımızda bir ara aramızdaydı. Sarılıp öpüştük. Şimdi Eniştesinden bir haber mi getirmiş, diye merak ediyordum ki nakşettiğim sayfalara, resimlerime bakacağını, dostluk için geldiğini ve beni Padişahımız adına bir soruyla sınayacağını söyledi: Peki, dedim. Bana düşen soru nedir? Söyledi! Peki!

ÜSLUP VE İMZA Nakşı göz zevki ve imanı için değil de parası ve namı için yapan soysuzlar çoğaldıkça, dedim, üslup ve imza merakı gibi daha pek çok çirkinlik ve tamahkârlık göreceğiz demektir. İnanarak değil, usûldendir diye yapıyordum bu girişi: Çünkü hakiki yetenek ve hüner, altın ve ün sevgisiyle bile bozulmaz. Hatta, doğrusunu söylemek gerekirse, bana olduğu gibi, para ve ün hüner sabibinin hakkıdır ve onu aşka getirir. Ama bunu söylersem, nâkkaşlar bölüğünün kıskançlıktan kuduran sıradan nakkaşları, açık verecek bir söz ettim diye üzerime gelirler de bu işi onlardan daha çok sevdiğimi kanıtlamak için pirinç üzerine ağaç resmederim. Frenk etkisiyle Batı'dan ve cizvit papazlarının götürdüğü resimlere kanıp yoldan çıkmış bazı zavallı Çinli üstatların etkisiyle Doğu'dan bu üslup, imza ve şahsiyet heveslerinin tâ yakınımıza kadar geldiğini bildiğim için sizlere bu konuda kıssa olacak üç hikâye anlatayım.

ÜÇ ÜSLUP VE İMZA MESELİ Elif Bir zamanlar Herat'ın kuzeyindeki dağlardaki kalesinde nakşa ve resme meraklı bir genç han yaşamış. Haremindeki kadınlardan yalnızca birini severmiş bu han. Deli gibi sevdiği bu güzeller güzeli Tatar kızı da hana aşıkmış. Sabahlara kadar terleye terleye öyle çok sevişirlermiş ve öyle mutluymuşlar ki hayatları hep böyle sürsün isterlermiş. Bu dileklerini gerçekleştirmenin en iyi yolunun da kitapları açıp eski üstatların yaptığı harika ve kusursuz resimlere saatlerce, günlerce bakmak, hiç durmamacasına bakmak olduğunu keşfetmişler. Aynı hikâyelerin hiç şaşmadan, hep birbirini tekrar eden kusursuz resimlerine baktıkça, zamanın durduğunu ve hikâyede anlatılan altın devrin mutlu zamanına kendi mutluluklarının karıştığını hissederlermiş. Hanın nakkaşhanesinde aynı resimleri aynı kitapların sayfaları için yeniden aynı kusursuzlukla yapan ustalar ustası bir de nakkaş varmış. Âdet olduğu üzere usta nakkaş, Ferhat'ın Şirin'e olan aşkından acı çekişinin, Mecnun ile Leyla'nın birbirlerini görüp hayranlık ve özlemle bakışmalarını ya da Hüsrev ile Şirin'in Cennet misali masal bahçesinde birbirlerini çift anlamlı, manidar bakışlarla süzmelerini bir kitap sahifesinde resmederken âşıkların yerine Han ile Tatar güzelinin resmini çizermiş. Han ile sevgilisi bu sayfalara bakınca kendi mutluluklarının hiç bitmeyeceğine iyice inanır, usta nakkaşı övgüye ve altına boğarlarmış. İltifat ve altının çokluğu usta nakkaşı sonunda yoldan çıkarmış ve Şeytan'ın da dürtmesiyle resimlerinin kusursuzluğunu eski üstatlara borçlu olduğunu unutmuş ve kendi şahsiyetinden de bir parça koyarsa resimleri daha da beğenilir sanmış gururla. Oysa, usta nakkaşın yaptığı bu yenilikleri, kişisel üslup izlerini, han ile sevgilisi birer kusur olarak görüp huzursuz olmuşlar. Uzun uzun baktığı resimlerde eski mutluluklarının şurasından burasından bozulduğunu hissedince Han, önce sahifelerde o resmediliyor diye Tatar güzelini kıskanmış. Sonra o güzel Tatarı kıskandırmak için başka bir cariye ile sevişmiş. Harem dedikoducularından bunu öğrenmek o kadar kederlendirmiş ki Tatar güzelini, kendini

Harem avlusundaki sedir ağacına sessizce asmış. Yaptığı yanlışı farkeden ve bunun arkasında nakkaşın kendi üslup merakı olduğunu gören Han da Şeytan'ın kandırdığı ustayı aynı gün kör ettirmiş.

Be Doğu memleketlerinin birinde nakışsever mutlu ve yaşlı bir padişah varmış, yeni evlendiği güzeller güzeli Çinli karısıyla çok mutlu yaşarmış. Derken padişahın önceki karısından yakışıklı oğluyla genç karısının gönülleri birbirine kaymış. Babasına ihanetten ödü kopan oğul, yasak aşkından utanıp kendini nakkaşhaneye kapatıp resme vermiş. Aşkının kederi ve gücüyle resmettiği için resimlerinin her biri o kadar güzel olurmuş ki, bakanlar eski üstatlarınkinden ayıramazlar, padişah baba da oğluyla çok gururlanırmış. Çinli genç karısı ise resimlere bakıp, "Evet, çok güzel" dermiş. "Ama yıllar geçecek, bu güzelliği onun yaptığını imza atmazsa kimse bilmeyecek." "Oğlum resme imza atarsa eski ustaları, taklitle yaptığı bu resmi haksız olarak kendi üzerine almış olamaz mı?" dermiş padişah. "Üstelik imza atarsa resmim benim kusurumu taşıyor demiş olmaz mı?" Yaşlı kocasını ikna edemeyeceğini anlayan Çinli karısı, bu imza lakırdılarını, nakkaşhaneye kendini kapatmış olan genç oğula duyurmayı sonunda başarmış; Dahası, aşkını içine gömmek zorunda kaldığı için gururu kırık olan oğul, güzel ve genç üvey anasının verdiği bu akıla, Şeytan'ın da teşvikiyle kanıp bir resmin köşesine, duvarla otların arasında, hiç görülmez sandığı bir köşeye imzasını atmış. İmzaladığı ilk resim ise Hüsrev ile Şirin'den bir meclismiş. Hani bilirsiniz: Hüsrev, Şirinle evlendikten sonra ilk evliliğinden olan oğlu Şiruye, Şirin'e âşık olur ve bir gece camdan girip hançerini Şirin'in yanında yatan babasının ciğerine daldırıverir. İşte, ihtiyar padişah oğlunun yaptığı bu meclisi gösteren resme bakarken, birden resimde bir kusur sezmiş; imzayı gördüğü, ama pek çoğumuzun yaptığı gibi, gördüğünü farketmediği için resimden ona yalnızca "bu bir kusurlu resim," duygusu geçmiş. Bu eski üstatların yapacağı bir şey olmadığı için ihtiyar padişah telaşa kapılmış. Çünkü bu, okuduğu cilt bir hikâyeyi, bir efsaneyi değil, bir kitaba en yakışmaz şeyi, bir hakikati anlatıyor demekmiş. İhtiyar bunu sezince korkmuş. Aynı anda da, nakkaş oğlu tıpkı yaptığı resimdeki gibi, pencereden içeri girmiş ve resimdeki kadar iri hançerini babasının korkudan büyüyen gözlerine bakmadan göğsüne daldırmış.

Cim Bundan iki yüz elli yıl önce Kazvin'de kitap süslemenin, hattın ve nakşın en itibarlı, en sevilen .sanatlar olduğunu Raşidüddini Kazvini tarihinde keyifle yazar. Kazvin'de o sırada tahtında oturan, Bizans'tan Çin'e kırk memlekete hükmeden (nakış sevgisi bu büyük gücün sırrı olabilir) zamanın şahının, ne yazık ki, erkek evladı yokmuş. Ölümünden sonra fethettiği memleketler bölünmesin diye şah, güzel kızına akıllı bir nakkaş koca bulmaya karar verince, nakkaşhanesindeki üçü de bekâr üç büyük genç üstat arasında bir yarışma açmış. Raşidüddin'in tarihine göre, yarışmanın çok basit bir konusu varmış: Kim en güzel resmi yapacak! Tıpkı Raşidüddin gibi, genç nakkaşlar da bunun eski üstatlar gibi resmetmek olduğunu bildikleri için, üçü de, en sevilen bir meclisi çizmişler. Cennet misali bir bahçede, servi ve sedir ağaçları, ürkek tavşanlar ve telaşlı kırlangıçlar arasında aşktan kedere boğulmuş, gözü yerde bir güzel kız. Birbirlerinden habersiz aynı resmi, tıpkı eski üstatlar gibi çizen üç nakkaştan en çok farkedilmek isteyeni ise, resmin güzelliğini sahiplenmek için bahçenin en kuytu yerine nergis çiçekleri arasına imzasını gizlemiş. Ama kendisinin eski üstatların alçakgönüllülüğünden uzaklaştıran bu küstahlığı yüzünden derhal Kazvin'den Çin'e sürülmüş. Böylece öteki iki nakkaş arasında yeniden bir yarışma açılmış. Bu sefer ikisi de güzel bir kızı harika bahçede at üzerinde gösterir şiir kadar güzel birer resim çizmişler. Nakkaşlardan biri, fırçasının sürçmesi yüzünden mi, yoksa mahsus mu, bilinmez, Çinli gibi çekik gözlü, çıkık elmacık kemikli kızın beyaz atının burnunu biraz tuhaf çizmiş: Bu hemen, baba kız tarafından bir kusur olarak görülmüş. Gerçi imza atmamışmış bu nakkaş, ama harika resminde atın burnuna ustaca bir kusur yerleştirmişmiş ki farkedilsin. Kusur üslubun anasıdır, demiş Şah ve bu nakkaşı da Bizans'a sürmüş. Hiçbir imzasız, hiçbir kusursuz, tıpkı eski üstatlar gibi çizen hünerbaz nakkaşın, şahın kızı ile düğününün hazırlıkları yapılırken, Raşidüddini Kazvini'nin o kalın tarihine göre, son bir gelişme daha olmuş: Düğünden bir gün önce, şahın kızı, ertesi gün kocası genç ve yakışıklı büyük üstadın yaptığı resme bütün gün kederle bakmış. Akşam karanlığı çökerken babasının yanına çıkmış: "Eski üstatlar, harika resimlerinde güzel kızları Çinliler gibi çizerlerdi ve bu Doğu'dan gelen şaşmaz bir kuraldır, evet doğru," demiş. "Ama birini sevdiklerinde bu güzelin kaşına, gözüne, dudağını saçına, gülüşüne, hatta kirpiğine sevdikleri güzelden bir iz, bir şey koyarlardı. Resimlerine yerleştirdikleri bu gizli kusur, onların aşklarının ancak kendilerinin ve sevgililerinin bilebileceği işaret olurdu. Ata binen güzel kızın resmine bütün gün baktım, babacığım, benden hiç iz yok onda! Bu nakkaş belki bir büyük usta, hem de genç ve yakışıklı, ama beni sevmiyor." Böylece Şah düğünü hemen iptal etmiş ve baba kız ömürlerinin sonuna kadar birlikte yaşamışlar.

"Üslup denen şeyi başlatan kusur, o zaman, bu üçüncü hikâyeye göre," dedi Kara pek kibar, pek saygılı bir edayla. "Nakkaş âşık olduğu güzelin yüzünün, gözünün, gülüşünün gizli işaretinden mi çıkıyor?" "Hayır," dedim kendimden emin ve mağrur bir edayla. "Üst nakkaşın sevdiği kızdan resmine geçen şey, kusur değil kural olur sonunda. Çünkü bir süre sonra, herkes üstadı taklitle kızların yüzünü o güzel kızınki gibi resmetmeye başlar." Biraz sustuk. Anlattığım üç hikâyeyi pür dikkat dinleyen Kara'nın, sofada, yan odada gezinen güzel karımın tıkırtılarına dikkat kesildiğini görünce gözlerimi gözlerinin içine diktim. "Birinci hikâye üslubun bir kusur olduğunu gösterir," dedim. "İkinci hikâye kusursuz resmin imza istemediğini gösterir. Üçüncü hikâye de, birinciyle ikincinin aklını birleştirir ve o halde imza ve üslup kusurla küstahça ve aptalca böbürlenmekten başka bir şey değildir, bunu gösterir." Ders verdiğim bu adam nakıştan ne kadar anlıyordu? Dedim ki: "Hikâyelerimden benim kim olduğumu anladın mı?" "Anladım," dedi ama inandırıcı değildi hiç. Onun bakışı ve idraki ile sınırlanarak beni anlamaya çalışmayın ve size doğrudan ben söyleyivereyim kim olduğumu. Elimden her şey gelir. Eğlenerek ve gülerek, Kazvinli eski üstatlar gibi çizer, renklendiririm. Gülümseyerek söylüyorum: Herkesten iyiyim Ve sezgilerim doğruysa eğer, Kara'nın buraya geliş nedeni olan müzehhip Zarif Efendi'nin kaybolmasıyla benim hiç mi hiç alakam yoktur. Kara bana evlilik ile sanat birlikte nasıl oluyor diye sordu. Çok çalışırım ve severek çalışırım. Mahallenin en güzel kızıyla yeni evlendim. Nakşetmiyorsam onunla deliler gibi sevişiriz. Sonra yine çalışırım. Demedim bunları. Büyük bir meseledir, dedim. Eğer nakkaşın fırçası kâğıdın üzerinde harikalar döktürüyorsa, karısına girince aynı şenliği kopartamaz, dedim. Tam tersi de doğru olup, karıyı mutlu ediyorsa nakkaşın kamışı, kâğıdın üzerinde öteki kamış sönük kalır, diye ekledim. Nakkaşın hünerini kıskanan herkes gibi, Kara da bu yalanlara inanıp sevindi. En son nakşettiğim sayfaları görmek istediğini söyledi. Onu iş tahtamın başına, boyaların, hokkaların, mührelerin, fırça ve kalem ve maktaların araşma oturttum. Şehzademizin sünnet düğünü törenlerini gösterir Surname için yapmakta olduğum iki sayfalık resmi Kara seyrederken, yanındaki kırmızı mindere oturdum ve minderin sıcaklığından, az önce orada güzel kalçalı güzel karımın oturmakta olduğunu hatırladım. Ben kamış kalemimle Padişahımızın önündeki bahtsız mahkûmların kederini çizerken, akıllı karım benim kamışımı tutardı. Resmetmekte olduğum iki sayfalık meclis, borç alıp ödeyemedikleri için hapse düşen mahkûmların ve ailelerinin Padişah'ın ihsanıyla kurtulmalarını gösteriyordu. Hünkârı, tıpkı tören sırasında gördüğüm gibi, üzeri torba torba gümüş akçeler dolu bir halının kenarına oturtmuş, az arkasına Defterdarbaşı'nı oturtup onun eline borç kayıtlarını okumakta olduğu defteri vermiş, birbirlerine boyunlarındaki bukağı ve zincirlerle bağlanmış borç mahkûmlarını, Padişah'ın huzurunda elem ve acı içinde, kaşlar çatık, yüzler asık, kimini gözü yaşlı göstermiş, Padişah'ın onları hapisten kurtaracak ihsanı keseden verivermesi üzerine hepsinin mutlulukla söylediği dualara, şiirlere eşlik eden udi ve tamburiyi kırmızılar içinde ve güzel yüzlü çizmiş, borca batmanın acı utancını iyi anlatsın diye de, hiç hesapta olmadığı halde, mutsuz mahkûmların sonuncusunun yanına, perişanlıktan çirkinleşmiş mor elbiseli karısıyla, kızıl feraceli, uzun saçlı ve kederli, güzelim kızını çizmiştim. Zincirler içinde sıra sıra borçluların iki sayfayı nasıl yayıldıklarını, resmin içindeki kırmızının gizli mantığını, eski üstatların hiç yapmadığı bir şeyi, aşkla nakşediverdiğim kenardaki köpekle Padişah'ın atlastan kaftanını aynı renge boyamam gibi bakıp bakıp karımla gülüşe gülüşe konuştuklarımızı, bu çatık kaşlı Kara'ya da anlatacaktım ki, nakşetmenin hayatı sevmek demek olduğunu anlasın, ama o çok ayıp bir şey sordu bana. Zavallı Zarif Efendi'nin nerede olabileceğini biliyor muymuşum acaba? Ne zavallısı! Beş para etmez bir taklitçi, tezhibi yalnızca parası için yapan, ilhamı kıt bir budaladır, demedim. "Hayır," dedin "Bilmiyorum." Erzurumlu vaizin çevresindeki saldırganların Zarif Efendi'ye bir kötülük yapmış olabileceğini düşünmüş müydüm hiç? Kendimi tuttum ve, o da onlardandır, demedim. "Hayır," dedim. "Niye?" Şu İstanbul şehrinde esiri olduğumuz yoksulluk, veba, ahlaksızlık, rezillik Peygamberimiz Resulullah zamanındaki İslamiyetten uzaklaşıp yeni, çirkin âdetler edinmemizden ve Frenk usullerinin aramıza sızmış olmasından başka hiçbir şeyle açıklanamaz. Vaiz Erzurumi de böyle diyor yalnızca, ama düşmanları, Erzurumilerin musiki çalan tekkelere saldırdıklarını, evliya mezarlarını bozduklarını ileri sürüp Padişah'ı

kandırmak istiyorlar. Şimdi benim Erzurumi Hazretleri'ne onlar gibi düşmanlık beslemediğini bildikleri için, demek ki, kibarca, Zarif Efendi'yi sen mi öldürdün, demek istiyorlar. Bu söylentilerin nakkaşlar arasında çoktan yayıldığı bir anda kafama dank etti. İlhamsız, hünersiz yeteneksizler takımı şimdi büyük bir keyifle, benim alçak katilin teki olduğumu yayıyorlardır. Bu kıskanç nakkaşlar kalabalığının iftiralarını, sırf ciddiye aldığı için, bu budala Kara'nın, o Çerkez kafasına hokkayı indirmek geldi içimden. Kara gördüğü her şeyi aklında tutarak nakış odamı seyrediyor; uzun kâğıt makaslarıma, zırnık dolu çanaklara, boya kâselerine, çalışırken ara ara dişlediğim elmaya, arkadaki ocağın kenarında duran cezveme, kahve fincanlarıma, minderlere, pencerenin yarı aralığından sızan ışığa, sayfanın endamını denetlemek için kullandığım aynaya, mintanlarıma ve orada, kapı vurulduktan sonra alelacele odadan çıkarken düşürdüğü için kenarda bir günah gibi duran karımın kırmızı kuşağına dikkatle bakıyor Ondan düşüncelerimi saklamama rağmen, yaptığım resimleri ve içinde yaşadığım bu odayı pervasız ve saldırgan bakışlarına teslim ediyorum. Biliyorum, hepinizi şaşırtacak bu gurur, ama en çok parayı kazanan ve demek ki en iyi olan nakkaş benim! Çünkü Allah nakşın bir şenlik olmasını istemiştir ki, âlemin de bir şenlik olduğunu bakmasını bilene göstersin.

13

B a n a L e y l e k D e r l e r

Öğle namazı vaktiydi. Kapı vuruldu, baktım tâ çocukluğumuzda Kara. Sarıldık birbirimize. Üşümüş, içeri aldım, evin yolunu nasıl bulduğunu bile sormadım. Eniştesi onu bana, Zarif Efendi neden kayıp, nerede, ağzımı aramak için yollamıştır. Ama yalnız o değil, Üstat Osman'dan da haber getirdi; ve bir sorum var, dedi; has nakkaşı ötekilerden ayıracak şey, demiş Üstat Osman, zamandır: Nakşın zamanı. Ne mi düşünüyorum? Dinleyin.

NAKIŞ VE ZAMAN Herkesin bildiği gibi eskiden bizim âlemimizin nakkaşları, mesela eski Arap ustaları da dünyaya Frenk kâfirinin bugün baktığı gibi bakar ve sokaktaki serseriyle itin, dükkândaki tezgâhtarla kerevizlerin durduğu yerden seyredip resmederlerdi her şeyi. Bugün Frenk üstatlarının mağrurca övündüğü perspektif usûlünden de habersiz oldukları için, bu onların âlemini itin ve kerevizin görebileceği kadar sınırlı ve sıkıcı yapardı. Sonra bir şey oldu ve bütün nakış âlemimiz değişiverdi. Oradan başlayarak size anlatıvereyim.

ÜÇ NAKIŞ VE ZAMAN HİKÂYESİ Elif Bundan üç yüz elli yıl önce, Bağdat'ın Moğolların eline düştüğü ve acımasızca yağmalandığı soğuk şubat günü İbni Şakir, yalnız bütün Arap âleminin değil, bütün İslam'ın en namlı ve en usta hattatıydı ve genç yaşına rağmen, Bağdat'ın dünyaca meşhur kütüphanelerinde onun yazdığı, çoğu Kuran-ı Kerim, yirmi iki cilt vardı. Bu kitapların kıyamete kadar yaşayacağına inandığı için İbni Şakir, derin ve sonsuz bir zaman fikriyle yaşardı. Birkaç içinde Moğol Hakanı Hülagü'nün askerlerince hepsi teker teker yırtılıp, parçalanıp, yakılıp, Dicle'nin sularına atılan ve bugün bilinmeyen bu efsane kitaplardan sonuncusu için, bütün bir gece şamdanların titrek ışığında kahramanca çalışmıştı. Güneşin doğuşuna sırtını dönüp, batıya, ufka bakmak, geleneğe ve kitapların ölümsüzlüğü fikrine bağlı üstat Arap hattatlarının, beş asırdır körlüğe karşı göz dinlendirmek için başvurdukları bir yol olduğu için, İbni Şakir, sabah serinliğinde Halife Camii'nin minaresine çıktı ve beş yüz yıldır sürüp gitmekte olan bütün bir yazı geleneğini sona erdirecek her şeyi şerefeden gördü. Hülagü'nün acımasız askerlerinin Bağdat'a girişini gördü ilk ve minarenin tepesinde kaldı. Bütün şehrin yağmalanışını ve yıkılışını, yüz binlerce insanın kılıçtan geçirilişini, beş yüz yıldır Bağdat'a hükmeden İslam halifelerinin sonuncusunun öldürülüşünü, kadınların ırzına geçilişini, kütüphanelerin yakılışını, on. binlerce cilt kitabın Dicle'ye atılışını gördü. İki gün sonra, ceset kokuları ve ölüm çığlıkları içerisinde, atılan kitaplardan çıkan mürekkebin rengiyle kırmızıya kesen Dicle'nin akışını seyrederken, güzel yazıyla yazdığı ve şimdi yok olmuş onca cildin bu korkunç katliam ve tahribatın durdurulmasına hiç yaramadığını düşündü ve bir daha yazı yazmamaya yemin etti. Dahası, o güne kadar Allah'a bir başkaldırı olarak gördüğü ve küçümsediği resim sanatıyla acısını ve gördüğü felaketi ifade etmek geldi içinden ve hiçbir zaman yanından ayırmadığı kâğıda minareden gördüklerini resmetti. Moğol istilası sonrası, İslam resminin üç yüz yıl süren gücünü ve onu puta tapanların ve Hıristiyanların resminden ayıran şeyi, âlemin Allah'ın gördüğü yerden, yukarıdan, ufuk çizgisi çizilerek ve içten bir acıyla resmedilmesini bu mutlu mucizeye borçluyuz. Bir de, İbni Şakir'in katliamdan sonra, elindeki resimler ve yüreğindeki nakış azmiyle, kuzeye, Moğol, ordularının geldiği yöne yürüyüp, Çinli ustaların resmini öğrenmesine Böylece, beş yüz yıldır Arap hattatlarının gönlünde yatan sonsuz zaman fikrinin yazıda değil, resimde gerçekleşeceği

anlaşıldı. Bunun ispatı, kitapların, ciltlerin parçalanıp yok olması, ama içindeki resimli sayfaların, başka kitapların, başka ciltlerin içine girerek sonsuza kadar yaşayıp Allah'ın âlemini göstermeye devam etmesidir.

Be Her şeyin her şeyi tekrar ettiği ve bu yüzden yaşlanıp ölmek olmasa insanın zaman diye bir şeyin varolduğunu hiç farkedemediği ve âlemin de zaman hiç yokmuş gibi hep aynı hikâyeler ve resimlerle resmedildiği hem eski hem yeni bir zamanda, Fahir Şah'ın küçük ordusu, Selahattin Han'ın askerlerini, Semerkantlı Salim'in kısa tarihinde de anlattığı gibi, "perişan" etti. Muzaffer Fahir Şah, esir aldığı Selahattin Han'ı işkenceyle öldürttükten sonra, gelenek olduğu üzere, ilk iş olarak kendi mührünü vurmak için rahmetlinin kütüphanesini ve haremini ziyaret etti. Kütüphanede tecrübeli ciltçisi, ölü şahın kitaplarını parçalayıp, sayfalarını karıştırıp, yeni ciltler yapmaya, hattatları ketebelerdeki "her zaman galip" Selahattin Han'ın adını "Muzaffer" Fahir Şah'ın adıyla değiştirmeye ve nakkaşları kitapların en güzel resimlerine ustaca işlenmiş rahmeti Selahattin Han'ın şimdiden unutulmaya yüz tutmuş yüzünü silip yerine, Fahir Şah'ın daha genç yüzünü resmetmeye giriştiler. Hareme girince Fahir Şah, en güzel kadını hemen bulmakta hiç zorlanmadı, ama ona zorla sahip olmak yerine, kitaptan ve nakıştan anlayan ince biri olduğu için, gönlünü kazanmaya karar verdi ve konuştu onunla. Böylece, rahmetli Selahattin Han'ın güzeller güzeli ve gözü yaşlı karısı Neriman Sultan, yeni kocası olacak Fahir Şah'tan tek şey istedi. Leyla ile Mecnun'un aşkını anlatır bir kitapta, Leyla olarak çizilmiş Neriman Sultan'ın karşısına, Mecnun olarak yüzü çizilmiş rahmetli kocası Selahattin Han'ın yüzünün kazılıp silinmemesiydi isteği. Kocasının yıllardır yaptırdığı kitaplar aracılığıyla elde etmeye çalıştığı ölümsüzlük hakkı, hiç olmazsa bir sayfada, rahmetliden esirgenmemeliydi. Muzaffer Fahir Şah bu basit isteği cömertçe kabul etti ve bir tek o resme nakkaşlar dokunmadı. Böylece, Neriman ile Fahir hemen seviştiler ve kısa sürede birbirlerini sevip geçmişin korkunçluğunu unuttular. Ama Fahir Şah, Leyla ile Mecnun cildindeki o resmi unutamadı. Ona huzursuzluk veren karısının eski kocasıyla resmedilmesi ya da kıskançlık değildi, hayır. O harika kitapta, eski efsanelerin içinde resmedilmediği için, karısıyla birlikte sonsuz zamana, ölümsüzlerin arasına karışamamaktı içini kemiren. Bu şüphe kurdu beş yıl içini kemirdikten sonra, Fahir Şah, Neriman ile uzun uzun seviştiği mutlu bir gecenin sonunda, elinde şamdanı, kendi kütüphanesine gizlice hırsız gibi girdi, Leyla ile Mecnun cildini açtı ve Neriman'ın rahmetli kocasının yüzü yerine, Mecnun olarak kendi yüzünü işlemeğe girişti. Ama nakşı seven pek çok han gibi, acemi bir nakkaştı ve kendi yüzünü iyi çizemedi. Böylece, bir şüphe üzerine sabah kitabı açan kitapdârı, Neriman yüzlü Leyla'nın karşısında rahmetli Selahattin Han'ın yüzü yerine, yeni bir yüz belirdiğini, ama bu yüzün Fahir Şah'ın değil, baş düşmanı genç ve yakışıklı Abdullah Şah'ın resmi olduğunu ilan etti. Bu dedikodu Fahir Şah'ın askerlerinin maneviyatını bozduğu gibi, komşu memleketin genç ve saldırgan yeni hükümdarı Abdullah Şah'a da cesaret verdi. O da, ilk savaşta Fahir Şah'ı bozguna uğrattı, esir alıp öldürttü, haremine ve kütüphanesine kendi mührünü vurdu ve her zaman güzel Neriman Sultan'ın yeni kocası oldu.

Cim İstanbul'da nakkaş Uzun Mehmet, Acem ülkesinde Muhammed , Horasani diye bilinen nakkaşın hikâyesi çoğunlukla nakkaşlar arasında uzun ömür ve körlüğe misal olsun diye anlatılır, ama aslında nakış ve zaman konusunda bir meseldir. Dokuz yaşında bir çırak olarak mesleğe girişine bakılırsa, aşağı yukarı yüz on yıl kör olmadan nakış yapan bu üstadın en büyük özelliği, özelliksizliğidir. Ama burada kelime oyunu yapmıyor, içten bir övgü sözü söylüyorum. Her şeyi, herkes gibi, daha çok da eski büyük üstatların tarzında resmederdi ve bu yüzden en büyük üstattı. Alçakgönüllülüğü, Allah'a hizmet olarak gördüğü nakış işine bütünüyle bağlılığı, onu çalıştığı bütün nakkaşhanelerin içerisindeki kavgalardan ve yaşı uygun olmasına rağmen başnakkaş olma heveslerinden uzak tuttu hep. Bütün nakış hayatı boyunca, yüz on yıl kenarda köşede kalmış ayrıntıları, sayfanın köşesini doldurmak için çizilen otları, ağaçların binlerce yaprağını, bulutların kıvrımlarını, atların tek tek taranması gereken yelelerini, tuğla duvarları ve birbirini hep tekrar eden sayısız duvar süsünü ve çekik gözlü, ince çeneli, hepsi birbirinin aynı on binlerce yüzü sabırla nakşetti. Çok mesuttu ve çok sessizdi. Kendini hiç ortaya çıkarmaya, üslup ve kişilik taleplerinde bulunmaya kalkmadı. O ara hangi hanın ya da şehzadenin nakkaşhanesi için çalışıyorsa, orayı bir ev, kendini de o evin bir eşyası olarak gördü. Hanlar, şahlar birbirlerini boğazlayıp, nakkaşlar da harem kadınları gibi şehirden şehire yeni efendilere gidince, yeni nakkaşhanenin üslubu, onun çizdiği yapraklarda, çimende, eşyaların kıvrımında, onun sabrının gizli kıvrımlarında belirirdi ilk. Seksen yaşındayken onun ölümlü olduğu unutuldu da, resmettiği efsaneler içinde yaşadığına inanılmaya başlandı. Belki de bu yüzden, onun zamanın dışında varolduğunu, bu yüzden yaşlanıp da ölmeyeceğini söylerdi bazıları. Evsiz, yurtsuz hayatını nakkaşhane odalarında, çadırlarında geceleyerek ve vaktinin çoğunu kâğıda bakarak geçirmesine rağmen, sonunda kör olmamasını da, onun için zamanın durduğu mucizesiyle açıklayanlar

vardı. Bazıları da aslında kör olduğunu, ama her şeyi ezberden çizdiği için nakşetmek için artık görmesine gerek kalmadığını söylerdi. Hayatında hiç evlenmemiş, hiç sevişmemiş bu efsane üstat, yüz yıl çizdiği çekik gözlü, sivri çeneli ve ay yüzlü güzel erkek örneğine, Çinli ve Hırvat kırması kanlı canlı on altı yaşında bir çırak olarak Şah Tahmasp'ın nakkaşhanesinde yüz on dokuz yaşında rastlayınca, haklı olarak hemen ona âşık oldu ve inanılmaz güzellikteki oğlan çırağı elde etmek için, gerçek bir âşığın yapacağı gibi nakkaşlar arasında iktidar kavgalarına, dolap çevirmeye girişip, yalana, dolana, hileye verdi kendini. Yüz yıl boyunca uzak kalmayı başardığı gününün taleplerine yetişmeğe çalışmak, Horasanlı üstat nakkaşı önce canlandırdıysa da, eski efsane zamanların sonsuzluğundan da kopardı. Güzelim çırağı seyre daldığı bir ikindi vakti, açık pencere önünde Tebriz'in soğuk rüzgârıyla üşüttü, ertesi gün hapşırırken kör oldu ve iki gün sonra nakkaşhanenin yüksek taş merdivenlerinden düşüp öldü. "Horasanlı Uzun Mehmet'in adım duymuştum, ama bu hikâyeyi bilmiyordum," dedi Kara. Hikâyenin bittiğini anladığını, kafasının anlattıklarımla dolu olduğunu belirtmek için incelikle söylemişti bu sözleri. Biraz sustum ki beni doya doya seyretsin. Çünkü ellerimin boş durması beni huzursuz ettiği için, ikinci hikâyeyi anlatmaya başladıktan hemen sonra, kapı vurduğunda kaldığım yerden nakşetmeye devam etmiştim. Her zaman dizimin dibinde oturup boyalarımı karıştıran kalemlerimi yontup, kimi zaman hatalarımı silen güzel çırağım Mahmut, yanı başımda beni hem dinleyip hem seyrederek sessizce oturuyor, içeriden karımın çıkardığı tıkırtılar geliyordu. "Aa," dedi Kara, "Padişah ayağa kalkmış." Resme hayretle bakarken, ben onun hayret nedeni önemsizmiş gibi davrandım, ama size doğrudan söyleyivereyim: Surname kitabında tasvir ettiğimiz sünnet düğünü törenleri sırasında, kurulduğu şehnişinin penceresi dibinden, esnafın, loncaların, ahalinin, askerlerin ve haydutların geçişini elli iki gün boyunca izleyen yüce Padişahımız, iki yüz resmin hepsinde oturur gözükür. Bir tek bu yaptığım resimde, meydandaki kalabalığa florin dolu keselerden para atarken, onu ayakta çizdim. Paraları kapışmak için birbirlerini boğazlayan, yumruk yumruğa dövüşen, tekmeleşen, yerden para toplarken götleri göğe kalkan kalabalığın hayret ve neşesini resmedebilmek için yaptım bunu. "Bir resmin konusunda aşk varsa, resim de aşkla çizilmelidir," dedim. "Acı varsa resimden de acı akmalıdır. Ama acı, resimdeki kişilerden ya da onların gözyaşlarından değil, resmin ilk anda gözükmez, ama hissedilir iç ahenginden çıkmalıdır. Ben asırlardır hayretin resmini çizen yüzlerce üstat nakkaş gibi işaret parmağını ağzının yuvarlağına sokan birini çizmedim de, bütün resmi hayret ettirdim. Bu da hünkârı ayağa kaldırmakla olur." Bir iz arayarak eşyalarıma ve nakış malzememe, aslında bütün hayatıma bakışına aklım takıldı da, onun gözünden kendi evimi gördüm. Hani bir dönem Tebriz'de, Şiraz'da yapılmış saray, hamam, kale resimleri vardır; her şeyi gören ve anlayan ulu Allah'ın dikkatine resim de koşut olsun diye, nakkaş, resmettiği sarayı, sanki orta yerinden bir büyük mucize ustura ile kesivermişçesine, içindeki kap kacağa bardaklara, dışarıdan hiç görülmez duvar işlemelerine perdelerine, kafesteki papağana ve en mahrem köşelerine, yastıklarına ve yastığa oturan güneş yüzü görmemiş güzeller güzeline kadar nakşeder. O resme hayranlıkla bakan meraklı olduğu gibi, boyalarımı, kâğıtlarımı, kitaplarımı, güzel çırağımı, Freni gezginleri için yaptığım kıyafetname ve murakka sayfalarını, bir paşa için gizlice çırpıştırdığım sikiş resimlerini ve edepsiz sayfaları camdan, tunçtan, topraktan renk renk hokkalarımı, fildişinden kalemtıraşlarımı, altın saplı kalemlerimi ve güzel çırağımın bakışını seyrediyordu. "Eski ustaların aksine çok savaş gördüm ben, çok," dedim sessizliği kendi varlığımla doldurmak için. "Savaş makineleri, toplar, ordular, ölüler. Padişahımızın, paşalarımızın savaş çadırlarının tavanlarını hep ben nakşettim. Savaşlardan sonra İstanbul'a dönüldüğünde, herkesin unutacağı savaş manzaralarını, ikiye bölünmüş cesetleri birbirine karışmış orduları, kuşatılmış kalelerin burçlarından toplarımıza ve ordularımıza korkuyla bakan zavallı kâfirin askerini, kafaları kesilen isyancıları, dörtnala saldıran atların coşkusunu da ben resmettim. Gördüğüm her şey aklımda kalır: Yeni bir kahve değirmeni, hiç görmediğim cins bir pencere halkası, bir top, yeni cins bir Frenk tüfeğinin tetiği, bir ziyafet sırasında kimin ne renk giydiği, kimin ne yediği, kimin elini nereye nasıl koyduğu" "Anlattığın o üç hikâyenin hissesi nedir?" diye sordu Kara her şeyi özetler ve biraz hesap sorar bu edayla. "Elif," dedim. "Minareli birinci hikâye, nakkaşın hüneri ne olursa olsun kusursuz resmi yapanın zaman olduğunu gösterir. Be: Haremli, kitaplı ikinci hikâye, zamanın dışına çıkmanın tek yolunun hüner ve nakış olduğunu gösterir. Üçüncüsünü de seni söyle o zaman." "Cim!" dedi Kara kendine güvenle. "Yüz on dokuz yaşındaki nakkaşın üçüncü hikâyesi de, elif ile beyi birleştirir ve kusursuz hayattan ve nakıştan ayrılanın zamanı biter ve ölür, işte bunu gösterir."

14

B a n a Z e y t i n D e r l e r

Öğle namazından sonraydı; acele acele ama keyifle tatlı oğlan yüzleri çiziyordum ki kapı vuruldu. Elim titredi heyecanla, kalemimi bıraktım. Kucağımdaki iş tahtasını zar zor dikkatle kenara koydum ve uçar gibi koştum ve kapıyı açmadan önce bir dua ettim: Allah'ım Şu anlatacaklarımı kitabın içinden işiten sizler, Allah'a bizlerin şu kirli ve sefil dünyasından ve Padişahımızın alçak kullarından çok daha yakın olduğunuz için, sizden saklamayacağım: Hint Padişahı, cihanın en zengin şahı Ekber Han, dillere destan olacak bir kitap yaptırtıyormuş, İslam ülkesinin dört bir yanına haber salmış ki, cihanın en parlak nakkaşları yanına gelsinler. İstanbul'a yolladığı adamları dün bana geldiler, diyarı Hind'e davet ettiler. Kapıyı açtım, bu sefer, onlar değil, çocukluktan unuttuğum Kara. Eskiden aramıza giremez, kıskanırdı bizi. Evet? Konuşmaya, dostluk etmeye, nakşımı görmeye gelmiş. Buyur ettim ki her şeyimi görsün. Üstat Başnakkaş Osman'ın da yeni elini öpmüş. Büyük üstat, bir büyük laf söylemiş ona: Nakkaşın hası körlükten ve hafızadan söz ederken anlaşılır demiş. Anlayın o zaman:

KÖRLÜK VE HAFIZA Nakıştan önce bir karanlık vardı ve nakıştan sonra da bir karanlık olacak. Boyalarımızla, hünerimiz ve aşkımızla Allah'ın bize görün, dediğini hatırlarız. Hatırlamak gördüğünü bilmektir. Bilmek, gördüğünü hatırlamaktır. Görmek, hatırlamadan bilmektir. Demek ki nakşetmek karanlığı hatırlamaktır. Büyük üstatların resim aşkı, renklerin ve görmenin karanlıktan yapıldığını bilip, Allah'ın karanlığına renklerle dönmeyi ister. Hafızası olmayan ne Allah'ı hatırlar, ne de onun karanlığını. Bütün büyük üstatların resmi, renklerin içinde, zamanın dışındaki o derin karanlığı arar. Herat'ın eski büyük üstatlarının bulduğu bu karanlığı hatırlamak ne demektir, anlayın diye size anlatayım.

ÜÇ KÖRLÜK VE HAFIZA HÎKAYESİ Elif Şair Câmi'nin evliya menkıbelerini kaleme aldığı Nefehât-ül Üns'ünün Lâmii Çelebi tarafından çevrilmiş Türkçesinde, Karakoyunlu hükümdarı Cihan Şah'ın nakkaşhanesinde nam salmış üstat Şeyh Ali Tebrizi'nin, Hüsrev ile Şirin'in harika bir nüshasını nakşettiği yazılmış. Benim işittiğime göre, yapımı tam on bir yıl süren bu efsane kitapta üstatlar üstadı nakkaş Şeyh Ali, öyle bir hüner göstermiş ve ancak eski ustalardan en büyüğü Behzat'ın nakşedebileceği öyle harika sayfalar döktürmüş ki, Cihan Şah, dünyada bir eşi benzeri olmayan harika bir kitaba sahip olmak üzere olduğunu daha kitap yarılanmadan anlamış. Kendine baş düşman ilan ettiği Akkoyunlu hükümdarı genç Uzun Hasan'ın korkusu ve ona duyduğu kıskançlıkla yaşayan Karakoyunlu Cihan Şah'ın hemen aklına, harika kitap bittikten sonra kazanacağı itibar kadar, bu kitabın daha da iyisinin Akkoyunlu Uzun Hasan için resmedilebileceği gelmiş. Kendi mutluluklarını "ya başkaları da bu kadar mutlu olursa!" korkusuyla zehirleyen gerçek kıskançlardan olduğu için Cihan Şah, üstat nakkaşının bu kitaptan bir tanesini daha, hatta daha iyisini resmederse, bunu baş düşmanı Uzun Hasan için yapacağını hemen sezmiş. Böylece, bu harika kitaba kendinden başka kimse sahip olmasın diye, kitabı bitirdikten sonra, üstat nakkaş Şeyh Ali'yi öldürtmeye karar vermiş. Ama haremindeki iyi kalpli bir Çerkez güzeli, usta nakkaşı kör etmesinin yeterli olacağını hatırlatmış ona. Cihan Şah'ın hemen benimseyip çevresindeki dalkavuklara açtığı bu parlak karar, üstat nakkaş Şeyh Ali'nin kulağına da gitmiş, ama sıradan başka nakkaşların yapacağı gibi kitabı yarıda bırakıp

Tebriz'i terk etmemiş o. Hatta, körlüğünü geciktirmek için kitabı yavaşlatmak ya da kitap kusursuz olmasın diye kötü resmetmek gibi yollara da sapmamış. Her zamankinden daha da yoğun bir şevk ve inançla çalışmış. Tek başına oturduğu evinde, sabah namazından sonra çalışmaya başlar, gece yarısı şamdanların ışığında yorgun gözlerinden acı yaşları akana kadar hep aynı atları, servileri, âşıkları, ejderhaları ve yakışıklı şehzadeleri resmedermiş. Çoğu zaman Heratlı eski büyük üstatların yaptığı bir sayfaya günlerce bakar, bir yandan da hiç bakmadığı bir kâğıda aynı resmi olduğu gibi yaparmış. Sonunda, Karakoyunlu Cihan Şah için yaptığı kitap bitmiş, üstat nakkaş beklediği gibi önce övülüp altına boğulmuş, sonra ucu sivri bir sorguç iğnesiyle kör edilmiş. Şeyh Ali, daha acısı bile dinmeden hemen Herat'ı terk edip, Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan'ın yanına gitmiş. "Evet, körüm," demiş ona. "Ama son on bir yıldır nakşettiğim kitabın bütün güzellikleri, her kalem vuruşuna her fırçasına kadar hafızamda ve elim onları ben görmeden ezberden çizmeyi biliyor. Hakanım, sana gelmiş geçmiş en güzel kitabı nakşedebilirim. Çünkü gözlerim bu dünyanın pisliğine artık hiç takılıp oyalanmadığı için, Allah'ın bütün güzelliklerini hafızamdan en saf şekliyle çizebilirim." Uzun Hasan, büyük üstat nakkaşa hemen inanmış, üstat da sözünü tutup gelmiş geçmiş en harika kitabı Akkoyunlu hakanına ezberden çizmiş. Daha sonra, Akkoyunlu Uzun Hasan'ın Karakoyunlu Cihan Şahı Bingöl yakınlarında bir baskınla yenip öldürmesinin arkasında, muzaffer hakanın yeni kitabının verdiği manevi güç olduğunu herkes bilir. Bu harika kitap, üstat Şeyh Ali Tebrizi'nin rahmetli Cihan Şah'a yaptığı bir önceki kitapla birlikte, muzaffer Uzun Hasan, rahmetli Fatih Sultan Mehmet Han'a, Otlukbeli Savaşı'nda yenik düşünce, Padişahımızın hazinesine katılmıştır. Görenler bilir.

Be Cennetmekân Kanuni Sultan Süleyman Han hattatlara daha çok kıymet verdiği için, zamanın bahtsız nakkaşları, şu anlatacağım hikâyeyi nakşın hattan daha önemli olduğuna misal olsun diye söylerlermiş, ama dikkatle her dinleyenin farkedeceği gibi, bu kıssa körlük ve hafıza üzerinedir. Cihan hakimi Timur'un ölümünden sonra birbirlerine düşen ve aralarında acımasızca savaşan oğullarının ve torunlarının, birbirlerinin şehirlerini fethettiklerinde yaptıkları ilk iş, kendi adlarına para basıp, camide hutbe okutmak ise, ikinci işleri birbirlerinden ele geçirdikleri kitapları parçalayıp, başına kendilerini "cihan hakimi" diye öven yeni bir ithaf ve yeni bir ketebe koyup, yeniden ciltlemeleriydi ki, görenler bu hükümdarın kitabına bakıp cihan hakimi olduğuna inana. Bunlardan, Timur'un torunu Uluğ Bey'in oğlu Abdüllatif, Herat'ı ele geçirince babası adına hemen bir kitap yapılsın diye nakkaşlarını, hattatlarını ve ciltçilerini öyle bir hızla seferber edip, öyle bir acele ettirmiş ki onları, parçalanan ciltlerden çıkan resimler, yazılı sayfalar yırtılıp yakılırken birbirine karışmış. Hangi kitabın hikâyenin parçası olduğuna aldırmadan resimleri gelişigüzel ciltletip murakkalar yaptırmak, nakışsever Uluğ Bey'e yakışmayacağı için, oğlu, Herat'ın bütün nakkaşlarını toplayıp resimleri bir sıraya dizebilmek için hikâyelerini söylemelerini istemiş. Ama her kafadan başka bir hikâye çıkmış ve resimler daha da birbirine karışmış. O zaman, son elli dört yılda Herat'ta hüküm sürmüş bütün şahların, şehzadelerin kitaplarına göz nuru döktükten sonra unutulmuş son ihtiyar başnakkaş aranıp bulunmuş. Resimlere bakan eski üstadın kör olduğu anlaşılınca bir telaş olmuş, hatta gülenler çıkmış, ama ihtiyar üstat yedi yaşına varmamış, akıllı ama okuması yazması olmayan bir çocuk istemiş. Hemen bulup getirmişler. Çocuğun önüne bir resim koymuş, gördüğünü anlat, demiş ihtiyar nakkaş. Çocuk resimde gördüklerini anlatırken, ihtiyar nakkaş da görmez gözlerini gökyüzüne dikip dikkatle dinlemiş ve sonra şöyle deyivermiş: "Firdevsi'nin Şehname'sinden İskender'in ölen Dara'yı kucaklaması Sadi'nin Gülistan'ından güzel öğrencisine âşık olan hocanın hikâyesi Nizami'nin Mahze Esrar'ından hekimlerin yarışması" İhtiyar ve kör nakkaşa öfkelenen öteki nakkaşlar, "Bunları biz de söylerdik," demişler, meşhur hikâyelerin en bilinen meclisleri bunlar." İhtiyar ve nakkaş, çocuğun önüne bu sefer en zor resimleri koydurmuş ve yine dikkatle dinlemiş onu. "Firdevsi'nin Şehname'sinden Hürmüz'ün hattatları zehirleyerek tek tek öldürmesi," demiş yine göğe bakarak. "Mevlana'nın Mesnevi'sinden, karısını ve karısının aşığını armut ağacının tepesinde yakalayan kocanın kötü hikâyesi ve ucuz resmi," demiş ve böyle böyle göremediği bütün resimleri çocuğun tarifinden tanıyıp, kitapların ciltlenmesini sağlamış. Uluğ Bey Herat'a ordusuyla girdiğinde, ihtiyar nakkaşa, usta nakkaşların görmekle anlayamadıkları hikâyeleri, kendisinin hiç görmeden çıkarabilmesinin sırrını sormuş. "Sanıldığı gibi kör olduğum için hafızamın kuvvetli olması değil bunun nedeni," demiş ihtiyar nakkaş. "Ben yalnızca hikâyelerin hayallerle değil, kelimelerle hatırlandığını unutmuyorum hiç." Uluğ Bey o kelimeleri ve hikâyeleri kendi nakkaşlarının da bildiklerini, ama resimleri sıraya dizemediklerini söylemiş. "Çünkü," demiş ihtiyar nakkaş. "Onlar kendi hüner ve sanatları olan nakşı çok iyi düşünüyorlar, ama eski üstatların bu resimleri Allah'ın hatıralarından yaptıklarını bilmiyorlar." Uluğ Bey bir çocuğun bunu nasıl bilebildiğini sormuş. "Çocuk bilmiyor," demiş ihtiyar nakkaş. "Yalnızca kör ve ihtiyar bir nakkaş olarak ben, Allah'ın âlemi yedi yaşındaki akıllı bir çocuğun görmek isteyeceği gibi yarattığını biliyorum. Çünkü Allah âlemi önce görülsün diye yarattı. Sonra da gördüğümüzü birbirimizle paylaşalım, konuşalım diye kelimeleri verdi bize, ama biz kelimelerden hikâyeler yaptık da nakşı bu hikâyeler için yapılır sandık. Oysa nakış doğrudan Allah'ın hatıralarını aramak, âlemi onun gördüğü gibi görmektir."

Cim Nakkaş soyunun haklı ve ezeli korkusu körlük endişesi yüzünden bir dönem Arap nakkaşların gün doğarken batıya, ufka uzun uzun baktıkları, bir asır sonra Şiraz'da çoğu nakkaşın sabahları aç karnına ceviz içiyle dövülmüş gül yaprağı ezmesi yediklerini bilinir. Yine aynı dönem, Isfahanlı yaşlı nakkaşların vebaya yakalanır gibi sırayla yakalandıkları körlüğün nedeni olarak gördükleri güneş ışığı doğrudan çalışma tahtalarına değmesin diye, odanın yarı karanlık bir köşesinde ve çoğu zaman şamdanların ışığında çalışırlar ve Buhara'daki Özbek nakkaşhanelerinde, üstatlar gün sonunda Şeyhlerce okunmuş bir suyla gözlerini yıkarlardı. Bütün bu usuller içinde körlüğe en saf yaklaşanı, tabii ki, Herat'ta, büyük üstat Behzat'ın hocası üstat nakkaş Seyyit Mirek tarafından bulunanıdır. Üstat nakkaş Mirek'e göre, körlük bir bela değil, bütün hayatını onun güzelliğine adayan nakkaşa Allah'ın vereceği son mutluluktur. Çünkü nakış, Allah'ın âlemi nasıl gördüğünü nakkaşın aramasıdır ve bu eşsiz görüntü, ancak yoğun bir çalışma hayatından sonra gözler yorulup, nakkaş iyice yıprandığında ulaşılan körlükten sonra hatırlanarak olur. Demek ki, Allah'ın âlemi nasıl gördüğü bir tek kör nakkaşların hafızalarından anlaşılır, ihtiyar nakkaş, bu hayal kendine geldiğinde, yani hatıralar ve körlüğün karanlığı içinde gözünün önünde Allah'ın manzarası belirdiğinde, harika resmi el kendiliğinden kâğıda geçirebilsin diye, bütün hayatı boyunca el alıştırması yapar. Dönemin Heratlı nakkaşları ve menkıbeleri üzerine de yazmış tarihçi Mirza Muhammet Haydar Duglat'a göre, üstat Seyyit Mirek, bu nakış anlayışına, bir at resmi çizmek isteyen nakkaştan misal de vermiş. Buna göre en yeteneksiz nakkaş bile, kafasının içi bomboş olduğu için, tıpkı bugünkü Frenk ressamları gibi, bir ata baka baka at resmi çizerken bile, resmi hafızadan yapar. Çünkü, aynı anda hem ata hem de üzerine atın resmini çizdiği kağıda kimse bakamaz. Önce ata bakar nakkaş, sonra aklındakini hemen kâğıda çizer. Aradan göz kırpacak kadar bir zaman bile geçse bile nakkaşın kâğıda geçirdiği, görmekte olduğu at değil, az önce gördüğü atın hatırasıdır ki, bu da en sefil nakkaş için bile, resmin ancak hafızayla mümkün olabileceğinin kanıtıdır. Nakkaşın faal meslek hayatını, daha sonra gelecek mutlu körlüğe ve körlerin hatıralarına bir hazırlık olarak gören bu anlayışın sonucu olarak, dönemin Heratlı üstatları, kitapsever şahlar ve şehzadeler için yaptıkları resimleri bir el alıştırması, bir temrin olarak görür, çalışmayı, durmadan çizmeyi ve günlerce dur durak bilmeden şamdanların ışığında sayfalara bakmayı nakkaşı körlüğe götüren mutlu bir iş olarak kabul ederlerdi. Üstat nakkaş Mirek, bütün hayatı boyunca kimi zaman tırnak, pirinç, hatta saç üzerine bütün yapraklarıyla ağaçlar çizip körlüğe kasten ve hızla yaklaşarak, kimi zaman da mutlu ve güneşli bahçeler çizip karanlığı ihtiyatla erteleyerek, bu en mutlu sona ulaşacağı en uygun zamanı aramıştır hep. Yetmiş yaşındayken Sultan Hüseyin Baykara kilit üzerine kilit sakladığı hazinesinde birikmiş binlerce kitabın sayfalarını, bu büyük üstadı ödüllendirmek için ona açtı. Üstat Mirek, silahlar, ipek ve kadife kumaşlar ve altın dolu hazine odasının altın şamdanlarının ışığında Heratlı eski ustaların her biri birer efsane kitaplarının harika sayfalarına üç gün üç gece hiç durmadan baktıktan sonra kör oldu. Allah'ın meleklerini karşılar gibi olgunluk ve tevekkülle karşıladığı bu yeni durumundan sonra, büyük üstat bir daha hiç konuşmamış ve hiç de resim yapmamıştı. Tarihi Raşidi yazarı Mirza Muhammet Haydar Duglat bunu, Allah'ın ölümsüz zamanının manzaralarına kavuşmuş bir nakkaşın, sıradan ölümlüler için yapılan kitap sayfalarına artık hiçbir zaman geri dönememesiyle açıklar ve der ki: Kör nakkaşın hatıralarının Allah'a ulaştığı yerde, mutlak bir sessizlik, mutlu bir karanlık ve boş sayfanın sonsuzluğu vardır. Üstat Osman'ın körlük ve hafıza üzerine sorusunu, Kara'nın bana gerçekten cevabımı öğrenmekten çok, eşyalarıma, odama, resimlerime bakarken rahat edebilmek için sorduğunu elbette biliyordum. Yine de ama, anlattığım hikâyelerin içine işlediğini görmekten mutlu oldum. "Körlük Şeytan'ın ve suçun giremeyeceği bir mutlu âlemdir," dedim ona. "Tebriz'de," dedi Kara, "Üstat Mirak'ın etkisiyle körlüğü Allah'ın ihsanı en büyük erdem olarak gören eski usûl nakkaşlardan bazıları, yaşları ilerlediği halde hâlâ kör olamamalarından utandıkları, bunun yeteneksizlik ve hünersizliklerinin bir kanıtı olarak görülmesinden korktukları için kör taklidi yapıyorlar hâlâ. Kazvinli Cemalettin'den de etkiler taşıyan bu ahlak yüzünden, bazıları gerçekten kör olmadıkları halde âleme bir kör gibi bakabilmeyi öğrenebilmek için karanlıkta aynalar arasına oturup, bir kandilin soluk alevinin ışığında, Heratlı eski ustaların sayfalarına haftalarca yemeden içmeden bakıyorlar. Kapı vuruldu. Açtım, baktım, nakkaşhaneden, güzel gözlerini kocaman açmış bir güzel çırak. Müzehhip Zarif Efendi kardeşimizin cesedinin bir kör kuyuda bulunduğunu, cenazenin Mihrimah Camii'nden ikindi vakti kaldırılacağını söyledi ve haberi başkalarına yetiştirmek için koştu gitti. Allahım sen bizi koru.

15

B e n i m A d ı m E s t e r

Aşk mı insanı budala yapıyor, yoksa yalnızca budalalar mı âşık oluyor? Yıllardır bohçacılık, çöpçatanlık yapıyorum, bunun cevabını bilemiyorum. Birbirlerine tutuldukça daha zekileşen, daha bir kurnaz olup akıllıca dolaplar çeviren bir çifti, hele bir erkeği tanımak isterdim çok. Bildiğim; kurnazlıklara, küçük tuzaklara, hilelere başvuruyorsa, bir erkeğin hiç mi hiç âşık olmadığıdır. Kara Efendimiz ise daha şimdiden soğukkanlılığını kaybettiğini, benimle Şeküre'den bahsederken bile bütün ölçüleri kaçırdığını gösteriyor. Pazar yerinde ona Şeküre'nin sürekli onu düşündüğünü, onun cevabını sorduğunu, onu hiç böyle görmediğimi ve bunun gibi, herkese söylediğim nakaratı ezberden söyledim. Öyle bir bakıyordu ki bana, acıdım ona. Bana verdiği mektubu acele doğru Şeküre'ye götürmemi söyledi. Bütün budalalar, aşklarında sanki çok özel bir acele gerektiren bir durum var sanıp, aşklarının şiddetini açığa vurup, âşıklarının eline silah verir; onlar da akıllıysalar cevabı geciktirirler. Sonuç: Aşkta acele işleri geciktirir. Bu yüzden, Kara Efendi, "acele acele" diye verdiği mektubu önce başka bir yere götürdüğümü bilseydi bana şükrederdi. Çârşı yerinde onu uzun uzun beklerken donmuştum. Isınmak içini önce yolumun üzerindeki evlatlarımdan birine uğrayayım dedim. Mektubunu taşıyıp, kendi elimle evlendirdiğim kızlarıma, evladım, derim ben. Bu kaknem kız öyle müteşekkirdir ki bana, peşimde çevremde pervane olmaktan başka, elime birkaç akçe de tutuşturur. Gebeymiş, sevinçliydi. Ihlamur kaynattı, tadım çıkararak içtim. Yalnız kaldığımda Kara Efendi'nin verdiği paraları da saydım. Yirmi akçe. Tekrar yola koyuldum. Ara sokaklardan, çamuru donup yürünmez hale gelmiş uğursuz geçitlerden geçtim. Evin kapısını vururken şakacılığım tuttu da bağırdım. "Bohçacı geldi, bohçacı," dedim. "Padişah'a layık en âlâsından raksbendi tülbentim var, Keşmir'den gelmiş harika şallarım, Bursa kadifesinden kuşaklığım, en iyisinden kenarı ipekli Mısır bezinden gömlekliğim, nakış nakış tülbentten örtülerim, döşek ve yatak çarşaflarım, rengârenk mendillerim var, bohçacı!" Kapı açıldı, içeri girdim. Her zamanki gibi ev, yatak, uyku, kızarmış yağ ve nem kokuyordu. Yaşlanmakta olan bekâr erkeklerin o korkunç kokusu. "Cadaloz," dedi. "Niye bağırıyorsun?" Hiçbir şey demeden çıkarıp mektubu verdim. Yarı karanlık odada gölge gibi yaklaşıp bir anda kaptı onu elimden. Yan odaya geçti, orada yanan bir lamba vardır hep. Kapının eşiğinde durdum. "Baban Efendi yok mu?" dedim. Cevap vermedi. Kendinden geçmiş, mektubu okuyordu. Bıraktım okusun. Lamba arkasında olduğu için yüzünü hiç göremiyordum. Mektubu bitirince, bir daha okumaya başladı. "Evet," dedim. "Ne yazmış?" Hasan okudu: "Sevgili Şeküre Hanım. Ben de, yıllarca bir tek kişinin hayaliyle yaşadığını için kocam beklemeni, ondan başka hiç kimseyi düşünmemeni takdirle anlıyorum. Senin gibi bir kadından dürüstlük ve iffetten başka ne beklenir ki. (Bir kahkaha attı Hasan!) Ama nakış için babanı görmeye gelmem seni taciz etmek değildir. Bu hiç aklımdan geçmez. Senden işaret, hele cesaret aldığımı öne sürecek hiç değilim. Yüzün pencerede bana nur gibi gözüktüğünde, bunun Allah'ın bana bir ihsanı olduğundan başka bir şey düşünmedim. Çünkü senin yüzünü görebilmek mutluluğu bana yeter. ("Burasını Nizami'den araklamış" diye araya girdi öfkeyle.) Ama madem bana yaklaşma diyorsun, söyle, bir melek misin ki sen yanına yaklaşmak korkunç olsun? Dinle beni, şunu dinle: Gece yarıları umutsuz bir hancı ile idam kaçkını haydutlardan baş kimseciklerin konaklamadığı ıssız ve lanetli kervansarayların pencerelerinden çıplak dağlara vuran ay ışığını seyrederek ve benden de bahtsız yalnız

kurtların ulumalarını dinleyerek uyumaya çalışırken, bir gün ansızın bana, işte o pencerede göründüğün gibi görüneceğini düşünürdüm. Dinle: Şimdi kitap için babana geri geldiğimde, çocukluğumda yaptığım resmi bana geri veriyorsun. Bu benim için seni bulduğumun işaretidir, biliyorum. Ölümün değil. Oğullarından birini, Orhan'ı gördüm. Zavallı yetim. Onun babası olacağım!" "Maşallah, iyi yazmış," dedim. "Şair olmuş bu." "Melek misin ki sen yanına yaklaşmak korkunç olsun," dedi. "İbni Zerhani'den çalmış o sözü. Ben daha iyi yazarım."'Cebinden kendi mektubunu da çıkardı. "Al götür bunu Şeküre'ye." Mektuplarla birlikte verdiği para ilk defa huzursuz etti beni. Bu adamın karşılık alamadığı aşkına çılgınca bağlanmasında tiksinti verici bir şey hissettim. Sanki sezgilerimi doğrulamak ister gibi Hasan, uzun zamandır ilk defa efendiliği bir yana bıraktı ve şöyle dedi kabadayıca: "Söyle ona, istersek onu kadı zoruyla eve getiririz." "Gerçekten söyleyeyim mi?" Bir sessizlik oldu. "Söyleme," dedi. Odadaki lambanın ışığı yüzüne vurdu da, suçunu bilen bir çocuk gibi önüne baktığını gördüm. Bu hallerini bildiğim için aşkına saygı duyar, mektupları taşırım. Sanıldığı gibi para için değil. Evden çıkıyordum, beni kapıda durdurdu Hasan. "Şeküre'ye onu ne kadar çok sevdiğimi söylüyor musun?" sordu heyecanla ve akılsızca. "Mektuplarında bunu sen yazmıyor musun?" "Söyle bana, onu, babasını nasıl ikna edebilirim onları?" "İyi bir insan olarak," dedim, kapıya yürüdüm. "Bu yaştan sonra çok geç" dedi, içten bir acıyla. "Çok para kazanmaya başladın Hasan Çavuş. İnsanı iyi yapar bu" dedim, çıktım. Evin içi o kadar karanlık ve kasvetliydi ki, dışarıda hava ısınmış gibi geldi bana. Yüzüme güneş vurdu. Şeküre'nin mutlu olmasını istediğimi düşündüm. Ama nemli, soğuk ve karanlık evi gördüğüm o zavallıyı da bir şekilde sayıyordum. Hiç hesaplarımda yokken, içimden geliverdiği için, Laleli'deki Baharatçılar Çarşısı'na saptım, tarçın, safran, biber kokuları arasında kendime gelirim sanıyordum, ama yanılmışım. Evinde, Şeküre, mektupları aldıktan sonra Kara'yı sordu ilk. Aşk yangınının her yerini acımasızca sardığını söyledim, hoşuna gitti. "Evlerinde örgü ören karılar dahil herkes zavallı Zarif Efendi'nin niye öldürüldüğünden söz ediyor," diye sözü değiştirdim sonra. "Hayriye, helva yap da zavallı Zarif Efendi'nin karısı Kalbiye'ye götür," dedi Şeküre. "Cenazesine bütün Erzurumiler, pek çok kalabalık gelecekmiş," dedim. "Akrabaları kanı yerde kalmayacak diyorlarmış." Ama Şeküre, Kara'nın mektubunu okumaya başlamıştı. Bütün dikkatimle ve öfkeyle yüzüne baktım. Bu kadının o kadar hayat deneyimi vardır ki tutkularının yüzüne yansıyış biçimini denetleyebilir. Mektubu okurken, susmamın hoşuna gittiğini, bunu Kara'nın mektubuna verdiği özel önemin benim tarafımdan da onaylanması olarak gördüğünü hissettim. Böylece, mektubu bitirip bana gülümseyince Şeküre'nin hoşuna gitsin diye, şu soruyu ona sormak zorunda kaldım: "Ne diyor?" "Çocukluğundaki gibi Bana âşık." "Ne düşünüyorsun?" "Ben evliyim. Kocamı bekliyorum." Tahminlerinizin aksine, benim ilgilenmemi istedikten sonra, bu yalanı atıvermesine hiç kızmadım, hatta bunun beni rahatlattığını söylemeliyim. Mektup taşıyıp, hayat üzerine öğütler verdiğim pek çok genç kız ve kadın Şeküre'nin gösterdiği dikkati gösterseydiler hem benim işim, hem onların işi yarı yarıya kolaylaşır, hatta bazıları çok daha iyi kocalara varabilirlerdi. "Öteki ne diyor?" diye sordum yine de.

"Hasan'ın mektubunu şimdi okumak istemiyorum," diye cevap verdi. "Hasan'ın, Kara'nın İstanbul'a döndüğünden haberi var mı?" "Varlığından bile haberi yok." "Hasan'la konuşuyor musunuz?" diye sordu güzelim kara gözlerini açarak. "Sen istediğin için." "Evet?" "Acılar içinde. Seni çok seviyor. Gönlün bir başkasına meyletse bile, bundan sonra ondan kurtulman çok zor. Mektuplarını kabul etmen onda çok umutlar uyandırdı. Ondan kork. Çünkü değil seni eve geri getirmek, ağabeyinin öldüğünü kabul ettirip seninle evlenmeye hazırladı kendini." Son sözümün tehditkâr yanını dengelesin ve beni o mutsuzun sözcüsü durumuna düşürmesin diye gülümsedim. "Öteki ne diyor peki?" diye sordu, ama kimi sorduğunu biliyor muydu? "Nakkaş mı?" "Aklım karmakarışık," dedi birden, belki de düşüncelerinden korkarak. "Her şey daha karışacakmış gibi de geliyor bana. Yaşlanıyor artık babam. İleride bizlere, bu yetim çocuklara ne olacak? Hepimize bir kötülüğün yaklaştığını, Şeytan'ın bizler için kötülükler hazırladığını seziyorum. Ester, bana öyle bir şey söyle, mutlu olayım." "Sen hiç merak etme canım Şekürem," dedim içim titreyerek, "Gerçekten çok akıllısın, çok güzelsin sen. Bir gün yakışıklı kocanla aynı yatakta yatacak, ona sarılacak, bütün dertlerini unutup mutlu olacaksın. Bunu gözlerinin içinde okuyorum." Öyle bir sevgi yükseldi ki içimde gözüm nemlendi. "İyi de hangisi olacak o koca?" "Bunu senin o akıllı yüreğin sana söylemiyor mu?" "Yüreğimin ne dediğini anlayamadığım için mutsuzum beri Bir sessizlik oldu. Bir an Şeküre'nin bana hiç mi hiç güvenmediğini, ağzımdan laf almak için güvensizliğini ustalıkla gizlemekte olduğunu, kendini açındırdığını düşündüm. Mektuplara şu anda bir cevap vermeyeceğini anladığım zaman, bütün kızlara, şaşılara bile söylediğim şu sözü söyleyip bohçamı kapıp, çıkıp sıvıştım. "O güzel gözlerini dört açarsan başına kötü bir şey gelmez canım, merak etme sen."

16

B e n , Ş e k ü r e

Eskiden bohçacı Ester'in her gelişinde, benim gibi akıllı, güzel, iyi yetişmiş, dul ama namuslu bir kadının yüreğini küt küt attıracak âşığın, en sonunda harekete geçip, mektubunu yazıp gönderdiğini hayal ederdim. Gelen mektupların her zamanki taliplerimden olduğunu görünce de, hiç olmazsa kocamı beklemek için güç ve sabır kazanırdım. Şimdiyse, bohçacı Ester'in her gidişinden sonra aklım karışıyor ve kendimi daha da zavallı hissediyorum. Dünyanın seslerini dinledim. Mutfaktan kaynama fokurtusu ve limon ve soğan kokusu geliyor: Biliyorum Hayriye kabak kaynatıyor. Şevket ile Orhan avluda, nar ağacının orada itişerek kılıç oynuyor, bağırışlarını duyuyorum. Babam, sessiz, yan odada. Açıp Hasan'ın mektubunu okudum ve merak edilebilecek hiçbir şey olmadığını bir daha anladım. Yalnızca ondan biraz daha korktum ve onunla aynı evi paylaştığım zamanlar, koynuma girmek için gösterdiği çabalara direndiğim için kendimi kutladım. Sonra Kara'nın mektubunu sanki incinebilecek kırılgan bir şeymiş gibi dikkatle tutarak okudum ve aklım karıştı. Mektupları bir daha okumadım; güneş çıktı ve şöyle düşündüm: Gecelerin birinde Hasan'ın koynuna girseydim ve onunla sevişseydim hiç kimse farketmezdi bunu; Allah hariç. Kayıp kocamla benzeşiyor, aynı şey. Bazen böyle saçma ve tuhaf bir düşünce aklıma düşüveriyor. Güneş ve birden ısınınca sanki bir gövdem olduğunu, tenimi, göğüslerimin ucunu bile hissetmiştim. Güneş kapıdan üzerime öyle vururken birden Orhan giriverdi içeri. "Anne, ne okuyorsun?" dedi. Peki, demin Ester'in son getirdiği mektupları bir daha okumadım dedim ya, size yalan söylemiştim. Yine okuyordum. Ama sefer gerçekten mektupları katlayıp koynuma soktum ve Orhan'a dedim ki. "Gel bakayım buraya sen kucağıma." Geldi. "Ooff maşallah, ne kadar da ağırsın, kocaman olmuşsun," dedim ve öptüm. "Buz gibisin," derken ben: "Anne ne kadar sıcaksın," dedi, sırtını göğüslerime yasladı. Birbirimize sıkı sıkıya dayanmış, hiç konuşmadan oturmak ikimizin de hoşuna gidiyordu. Boynunu kokladım, öptüm. Daha da sıkı sarıldım. Sessizlik oldu, öylece durduk. "Gıdıklanıyorum," dedi çok sonra. "Söyle bakalım," dedim ciddi sesimle. "Cinler padişahı gelse dile benden ne dilersin dese, hayatta en çok neyi istersin?" "Şevket bizimle olmasın isterim." "Başka ne istersin? Bir baban olsun ister misin?" "Hayır. Büyüyünce seninle ben evleneceğim." Kötü olan şey yaşlanmak, çirkinleşmek, hatta kocasız ve yok kalmak değil, hayatta kimsenin sizi kıskanmaması, diye düşündüm. Orhan'ın ısınan gövdesini kucağımdan indirdim. Benim gibi kötü ruhlu biri, iyi bir insanla evlenmeli diye düşünerek babama yanına çıktım. "Padişahımız Hazretleri kitabın bittiğini kendi gözleriyle görüp, sizi ödüllendirecek," dedim. "Venedik'e gideceksiniz yine." "Bilemiyorum," dedi babam. "Bu cinayet beni korkuttu. Düşmanlarımız güçlü olmalı." "Benim bu durumumun da onları cesaretlendirdiğini, yanlış anlamalara, temelsiz umutlanmalara yol açtığını biliyorum." "Nasıl?"

"Artık bir an önce evlenmeliyim." "Ne?" dedi babam. "Kiminle?" dedi. "Ama sen evlisin," "Bu nereden çıktı?" diye sordu, "isteyenin kim? Çok makul ve dayanılmaz bir isteyenin olsa bile," dedi makul babam, "öyle birini kolay bulup beğeneceğimizi sanmıyorum ya," diye araya ekleyip, şöyle özetledi talihsiz durumumu: "Evlenebilmen için çözmemiz gereken çok büyük meseleler var biliyorsun." Uzun bir sessizlikten sonra da şöyle dedi: "Beni bırakıp gitmek mi istiyorsun canım?" "Kocamın öldüğünü dün rüyamda gördüm," dedim. Ama bu rüyayı gerçekten görmüş bir kadın gibi ağlamadım. "Nakşa bakıldığında onu okumayı bilenler gibi, rüyayı da okumayı bilmek gerek." "Gördüğüm rüyayı size anlatmamı uygun bulur musunuz?" Bir an bir durgunluk oldu ve konuştukları şeylerden çıkarılabilecek diğer bütün sonuçlan hızlı hızlı gözden geçiren akıllı insanların yapacağı gibi birbirimize gülümsedik. "Rüyanı yorumlayarak onun öldüğüne inanabilirim ama, kayınpederin, kayınbiraderin ve onlara kulak vermek zorunda olan kadı başka kanıtlar isteyecektir." "Çocukları alıp eve döneli iki yılı geçti, ama kayınpeder ile kayınbirader beni geri getiremiyorlar." "Çünkü bir kusurları olduğunu gayet iyi biliyorlar," dedi babam. "Ama bu senin boşanmana razı oldukları anlamına gelmez." "Mezhebimiz Maliki ya da Hanbeli olsaydı," dedim, "Aradan dört yıl geçtiğine bakıp kadı beni boşar, bir de üstüne nafaka bağlardı. Ama biz Allaha şükürler olsun Hanefi olduğumuz için bunu da yapamıyoruz." "Bana Üsküdar Kadısının Şafii naibinden bahsetme. Onlar çürük işler." "Savaşta kocası kayıp olan bütün İstanbullu kadınlar boşanmak için tanıklarıyla ona gidiyorlarmış. Şafii olduğu için, kocan kayıp mıdır, kaç zamandır kayıptır, geçim sıkıntısı mı çekiyorsun, bunlar da tanıkların mıdır, deyip hemen boşuyormuş." "Kim sokuyor bunları senin kafana benim canım kızım?" dedi. "Aklını başından alan kim?" "Bir kere boşandıktan sonra, aklımı başından alabilecek birisi varsa eğer, onu tabii ki siz bana söyleyeceksiniz ve ben kiminle evlenmem konusunda sizin kararınızdan asla çıkacak değilim." Benim kurnaz babam, kızının da kendisi kadar kurnaz olduğunu görüp gözlerini kırpıştırmaya başladı. Aslında babam, gözlerini böyle hızla üç sebepten kırpıştırır: 1. Sıkıştığı zamanlarda kurnazlık bulmak için acele acele kafasını çalıştırırken. 2. Sessizlik ve kederden içtenlikle ağlayacağı zamanlarda. 3. Sıkıştığı zamanlarda kurnazlık edip birinci ve ikinci nedeni karıştırarak sonra kederden ağlayabilirmiş izlenimi vermek için. "Çocukları alıp gidiyor, ihtiyar babam yalnız mı bırakıyorsun? Biliyor musun ki kitabımız -kitabımız dedi evet- yüzünden öldürülmekten korkuyordum, ama şimdi sen çocukları alıp gitmek isteyince ben zaten ölmeyi istiyorum." "Babacığım, o işe yaramaz kayınbiraderden kurtulabilmek için boşanmam gerektiğini her zaman siz söylemez miydiniz?" "Beni terketmeni istemiyorum. Kocan bir gün geri dönebilir. Dönmese de, evli olmanın bir zararı yok. Yeter ki bu evde babanla otur." "Bu evde sizinle oturmaktan başka hiçbir şey istemiyorum." "Canım, az önce bir an önce evlenmek istediğini de söylemiyor muydun?" İşte böyledir babayla tartışmak: Sonunda haksız olduğuma ben de inanırım. "Söylüyordum," dedim önüme bakarak. Sonra ağlamamak için kendimi tutarken aklıma geliveren şeyin haklılığından cesaretlenerek dedim ki: "Peki, ben bir daha hiç evlenmeyecek miyim?" "Seni benden alıp uzaklara götürmeyecek bir damadın başımın üzerinde yeri var. Talibin kim, bizimle birlikte bu evde oturur mu?" Sustum. Bizimle birlikte bu evde oturacak damada babamın saygı duymayıp onu yavaş yavaş ezeceğini elbette ikimiz de biliyorduk. Babam, içgüveysi diye o damadı öyle bir sinsice ve ustalıkla küçümseyecekti ki, ben o adama kendimi vermek bile istemeyecektim.

"Babanın onayı olmadan bu halinle evlenmenin neredeyse imkansız olduğunu biliyorsun değil mi? Evlenmeni istemiyorum! İzin vermiyorum." "Ben evlenmek değil, boşanmak istiyorum." "Çünkü kendi çıkarlarından başka hiçbir şeye aldırmayan düşüncesiz bir hayvan seni incitebilir. Seni ne kadar sevdiğimi biliyorsun, değil mi canım kızım. Bu kitabı da bitirmemiz lazım." Sustum. Çünkü konuşmaya başlasaydım, öfkemin farkına varmış olan Şeytan da dürtüyordu, babamın yüzüne, geceleri Hayriye'yi yatağına aldığını bildiğimi söyleyiverecektim, ama benim gibi bir kıza yaşlı babasına cariye ile yattığını bildiğini söylemek hiç yakışır mı? "Kim evlenmek istiyor seninle?" Önüme baktım ve sustum, ama utancımdan değil de öfkemden. Daha kötüsü, bu kadar öfkelendiğimi bilmeme rağmen bir türlü cevap verememek daha da öfkelendiriyordu beni. O zaman hayalimde babamla Hayriye'yi o gülünç ve iğrenç durumda yatakta düşünüyordum. Tam ağlayacaktım ki, önüme bakarak dedim ki: "Ocakta kabak var, yanmasın." Merdivenin yanında, hiç açılmayan penceresi kuyuya bakan odaya geçtim, karanlıkta el yordamıyla hızla yatağımı bulup serdim, kendimi üzerine attım: Ah ne kadar da güzeldir çocukken haksızlığa uğrayıp, yatağa yatıp ağlaya ağlaya uyuyakalmak! Bir tek ben seviyorum kendimi ve bu yalnızlık o kadar acıklı ki, kendi yalnızlığıma ağlarken benim hıçkırıklarımı ve çığlıklarımı duyan sizler yardımıma geliyorsunuz. Biraz sonra baktım, Orhan, benim yatağıma uzanmış. Başını göğüslerimin arasına soktu, baktım o da orada iç çekerek gözyaşı döküyor, iyice kendime çekip bastırdım onu. "Ağlama anne," dedi biraz sonra. "Babam savaştan dönecek." "Nereden biliyorsun?" Sustu. Ama o kadar sevdim, öyle bir göğsüme bastırdım ki onu, bütün sıkıntılarımı unuttum. İnce kemikli Orhanımın narin gövdesine sarılıp uyuyakalmadan önce, şimdi, bir tek derdim var, onu söyleyeyim size. Demin babam ve Hayriye hakkında öfkeyle size söylediğim şeyden şimdi pişmanım. Hayır, dediğim yalan değildi, ama yine de bunu söylemiş olmaktan öyle utanıyorum ki, Siz o dediğimi unutun, hiç söylenmemiş, babam da Hayriye ile öyle yapmıyormuş gibi bakın bizlere olmaz mı?

17

B e n E n i ş t e n i z i m

1

2 Baranovichi State University Germany Institute of World of Turks Selcuk University Turkish Handicrafts Research and Application Center XI. ULUSLARARASI TÜRK KÜLTÜRÜ, SANATI VE KÜLTÜREL MİRASI KORUMA SEMPOZYUMU/SANAT ETKİNLİKLERİ TÜRKİYE BELARUS İLİŞKİLERİ XI. INTERNATIONAL TURKIC CULTURE, ART and PROTECTION OF CULTURAL HERITAGE SYMPOSIUM/ART ACTIVITY TURKEY-BELARUS RELATIONS Editörler: Prof. Dr. Osman KUNDURACI-Ahmet AYTAÇ Ekim Baranovichi/Belarus

3 Tüm hakları saklıdır. Copyright sahibinin izni olmaksızın, kitabın tümünün veya bir kısmının, elektronik, mekanik ya da fotokopi ile basımı, yayımı, çoğaltılması ve dağıtımı yapılamaz. Sayfa Tasarımı Ahmet AYTAÇ Kapak Tasarımı Ahmet AYTAÇ Dizgi ve Baskı Anka Basım Yayın Ltd. Şti. Basım Tarihi: ISBN: Kitapta Yer alan metinler, fotoğraf, resim, şekil ve çizimler, alıntı ile kaynakça sorumlulukları yazarlarına aittir.

4 İÇİNDEKİLER Baranovichi Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Vasiliy KOCHURKO nun Açılış Konuşması (Çeviri: Doç. Dr. Ümit YILDIZ) XI Kongre Genel Sekreteri ve Sergi Küratörü Ahmet AYTAÇ ın Açılış Konuşması XIII Kongre Eş Başkanı Prof. Dr. Osman KUNDURACI nın Açılış Konuşması XV Kongre Eş Başkanı Prof. Dr. Necati DEMİR in Açılış Konuşması XVII Açılış Konuşması Vasiliy KOCHURKO, Взаимодействие Учебных Заведений Как Механизм Конкурентоспособного Функционирования На Рынке Образовательных Услуг Современная Оценка Oturum Galina NIKASHINA, Intellectual Creativity As A Stipulation For Outstripping Development Of Children Of Preschool Age III

5 Fatma ÜNAL, Yunus PINAR, Emine Ela KÖK, Çocuk Şarkılarında Ve Parmak Oyunlarında Değerler Aliaksei SOLAKHAU, Tьrkisms In The Modern Belarusian Language: Their Semantics, Word-Derivational Activity, Their Functioning In The Structure Of Phraseological Units Oleg N. FIENCHUK, Divine Secrets Of The Koran In The Collection Of Poems "Islam" I. A. Bunin Sabri CEYLAN, Yabancılara Türkçe Öğretim Setlerindeki Metinlerde Atasözleri Oturum Necati DEMİR, Oğuz-Name ye Göre Oğuz Kağan ın Avrupa yı Fethi Yüksel KAŞTAN, Alman Kaynaklarına Göre I. Dünya Savaşı nda Romanya Cehpesi Ve Romanya nın Stratejik Önemi Seda ÖZMEN,Avrupa da Yahudi Yaşamı Christian Johannes HENRİCH, Dealing With Cultural Heritage İn The 20th Century On The Examples Of Nagorny-Karabakh And Northern Cyprus A.V.

6 7. Oturum Vasily SCHUR, Natalya TOCHYLO, Words Ethnonyms Wıth Turkıc Roots In Dıalects Of Polesıa Dilek ZERENLER, Karagöz ün Filozofluğu Oyunuda Karagöz ün Felsefesi Ayşe Gülbün ONUR, From Shadow Theatre To Puppet Show Hakan KUYUMCU, Ağa Haşr Kaşmiri nin Turki Hoor Draması Üzerine Bir Çalışma Oturum Nurettin HATUNOĞLU, Muzaffer Han Dönemi Buhara Emirliği nde Siyasi Ve Askeri Gelişmeler Alla NIKISHOVA, Victoria KREMENEVSKAYA, Особенности Туристической Политики В Области Защиты Историко-Культурного Наследия В Республике Беларусь Iryna PINIUTA, Teaching Strategıes To Develop Intercultural Communıcation Skills Aleksandr ITSENKO, Features Of The Space Of Multiculturalism In The Post-Secular Era Oturum Alexander N. UNSOVICH, Сетевое Международное Взаимодействие Образовательных Ayşe Gamze ÖNGEN, Tekstil Tasarımcısına Yön Veren Tasarım Prensiplerinden Çizgi Öğesi Sevinç ÇELİKYAY, Günümüzde Hesap İşi Tekniğinin Şile Bezi Dokumalarına Uygulanması Gürbüz ARSLAN,The Establıshment Process Of The State Of Israel And Turkey&#;s Recognıtıon Of Israel Sinan YÜKSEL, Bir Eflak Voyvodası Nikola Mavroyeni Tatsiana YATSENKA, Anti-Innovative Barriers In The High School: Classification Characteristic And Prevention Oturum Recep DURGUN, Nasim Hicazi nin Son Darbe Romanında Tarihi Gerçeklik Victorya N. POZNYAKEVICH, Modern Trends In Accounting Education Galina Y. ZHİTKEVİCH, Integratıon Of Educatıon And Scıence: Regıonal Aspect Alexandr N. KOROB, Creatıon Of A Busıness Incubator For O utsourcıng Of Accountıng Servıces At The Department Of Accountıng Ceyda ERDİN, Sarı Saltık Ve Kırım Kapanış Paneli Kongreden Görüntüler V

7 Panel ve Türk Sanatları Çalıştayı Necati DEMİR, Tarih İçerisinde Türkçe Ve Türk Kültürü Osman KUNDURACI, Türk Evi Ahmet AYTAÇ, Gelenekli Türk Dokumaları Çalıştay ve Sergi Uluslararası Türk Sanatları Sergisi VI

8 SYMPOSIUM HONORARY COMMITTEE Prof. Dr. Mustafa ŞAHİN (Selçuk University, Rector, Turkey) Prof. Dr. Vasiliy KOCHURKO (Baranovichi State University, Rector, Belarus) SYMPOSIUM CO-CHAIRS Prof. Dr. Vladimir KLIMUK (Baranovichi State University, Belarus) Prof. Dr. Osman KUNDURACI (Selçuk University, Turkey) Prof. Dr. Necati DEMİR (Germany Turkish Institute of World President) SYMPOSIUM GENERAL SECRETARYS Ahmet AYTAÇ (Selçuk University, Turkey) SCIENTIFIC COUNCIL OF SYMPOSIUM Prof. Dr. Mehmet OKKA (Selçuk University, Vice Rector, Turkey) Prof. Dr. Mahmut ATAY (Selçuk University, Turkey) Prof. Dr. Osman KUNDURACI (Selçuk University, Turkey) Prof. Dr. Ahmet AY (Selçuk University, Turkey) Prof. Dr. Yılmaz KOÇ (Selçuk University, Turkey) Prof. Dr. Nuriye BİLİK (Selçuk University, Turkey) Assoc. Prof. Dr. Mehmet TEKOCAK (Selçuk University, Turkey) Assoc. Prof. Dr. Ahmet DALKIRAN (Selçuk University, Turkey) Assist. Prof. Dr. Yaşar ERDEMİR (Selçuk University, Turkey) Assist. Prof. Dr. Hakan KUYUMCU (Selçuk University, Turkey) Ahmet AYTAÇ (Selçuk University, Turkey) Prof. Dr. Alexander UNSOVICH (Baranovichi State University, Belarus) Prof. Dr. Oleg PHENCHUK (Baranovichi State University, Belarus) Prof. Dr. Tatsiana PUCHINSKAYA (Baranovichi State University, Belarus) Prof. Dr. Elena BELAYA (Baranovichi State University, Belarus) Prof. Dr. Zoya KOZLOVA (Baranovichi State University, Belarus) Prof. Dr. Irina PINYUTA (Baranovichi State University, Belarus) Prof. Dr. Zhanna MANKEVICH (Baranovichi State University, Belarus) Prof. Dr. Zoya LUKASHENYA (Baranovichi State University, Belarus) Prof. Dr. Necati DEMİR (Gazi University, Turkey) Prof. Dr. Mustafa SEVER (Gazi University, Turkey) Prof. Dr. Salih YILMAZ (Ankara Yıldırım Beyazıt University, Turkey) Prof. Dr. İdris BOSTAN (İstanbul University, Turkey) Prof. Dr. H. Feriha AKPINARLI (Gazi University, Turkey) Prof. Dr. Ahmet ALTIN (İzmir Demokrasi University, Turkey) Prof. Aysen SOYSALDI (Gazi University, Turkey) Assoc. Prof. Dr. Kürşat ÖNCÜL (Osman Gazi University, Turkey) Assoc. Prof. Dr. Yüksel KAŞTAN (Akdeniz University, Turkey) Assoc. Prof. Dr. Mustafa ŞENEL (Alger 2 University Yunus Emre Institute Coordinator, Algeria) Assoc. Prof. Dr. Ümit YILDIZ (Akdeniz University, Turkey) Assist. Prof. Dr. Berrin OKKA (N. Erbakan University, Turkey) Assist. Prof. Dr. Osman Kubilay GÜL (Cumhuriyet University, Turkey) Assist. Prof. Dr. Feryal SÖYLEMEZOĞLU (Ankara University, Turkey) Assist. Prof. Dr. Özkan AYDOĞDU (Cumhuriyet University, Turkey) Assist. Prof. Dr. İbrahim ÖZBAKIR (Cumhuriyet University, Turkey) Prof. Dr. Shahid Iqbal KAMRAN (Allama İkbal Open University, Pakistan) VII

9 Prof. Dr. Gadir GOLKARİAN (Yakın Doğu University, KKTC) Prof. Dr. Qafar JEBIYEV- (National Academy of Sciences of Azerbaijan) Prof. Dr. John ZEMKE (Missouri University, Columbia) Prof. Dr. Mariya LEONTİK (İştip Gotse Delçev University, Macedonia) Prof. Dr. Ekrem CAUSEVİC (Hırvatistan Zagrep University, Croatia) Prof. Dr. Chakib BENAFRİ (Alger 2 University, Algeria) Prof. Dr. Julia PULİDO (Rey Juan Carlos University, Spain) Prof. Dr. Mahmut ÇELİK (İştip Gotse Delçev University, Macedonia) Prof. Dr. Galina MİŞKİNİENE (Vilnuis University, Lithuanian) Prof. Dr. Juan Carlos ZAPATERO (Autonoma University, Spain) Prof. Dr. Dmitriy SEN (Southern Federal University, Russia) Prof. Dr. İrfan MORİNA (Kosova University, Kosovo) Prof. Dr. Enrico CILIBERTO (Kataniya University, Italy) Prof. Dr. Muhammad KAMRAN (Punjab University, Pakistan) Prof. Dr. Alisia BORISENKO (Novosibirsk State University, Russia) Prof. Dr. Cherifa TAYAN (Alger 2 University, Algeria) Prof. Dr. Samoil MALCHESKI (Institute for Socio-Cultural Anthropology of Macedonia) Prof. Dr. Serghei ZAHARİA (Komrat State University, Moldova) Prof. Dr. Rubin ZEMON (Institute for Socio-Cultural Anthropology of Macedonia) Prof. Dr. Battulga TSEND (National University of Mongolia, Mongolia) Assoc. Prof. Dr. İsmet TOUATİ (Tlemcen University, Algeria) Assoc. Prof. Dr. Tudora ARNAUT (Taras Şevçenko Kiev University, Ukraine) Assoc. Prof. Dr. Mustapha BENHAMOUCHE (Bilda University, Algeria) Assoc. Prof. Dr. Belhadj MAROUF (Tlemcen University, Algeria) Dr. C. Johannes HENRICH (Southeast Europe and Caucasus Research Center, Germany) Dr. Shirin MELİKOVA (Carpet Museum, Azerbaijan) Dr. Farhat Jabeen WİRK (Fatima Jinnah Women University, Pakistan) Dr. Monika KOPERSKA (Varşova University, Poland) Dr. Hebibe ALİYEVA (Historia Museum, Azerbaijan) Irina GUSACH (Senior Staff Scientist Azov Museum, Russia) Nadia CHEREPAN (Vilnuis University, Lithuanian) Alexey PRONİN (Novosibirsk National University, Russia) EXHIBITION CURATOR Ahmet AYTAÇ (Selçuk University, Turkey) Assoc. Prof. Dr. Ahmet DALKIRAN (Selçuk University, Turkey) EXHIBITION BOARD OF JURY Prof. Dr. Elena PONOMARYOVA (Baranovichi State University, Belarus) Prof. Dr. Hüseyin ELMAS (Selçuk University, Turkey) Prof Dr. Nacereddine SAİDOUNİ (Alger 2 University, Algeria) Prof. Dr. Serap YANGIN BUYURGAN (Başkent University, Turkey) Prof. Dr. Zoya KOZLOVA (Baranovichi State University, Belarus) Prof. Dr. Filiz Nurhan ÖLMEZ (Ahi Evran University, Turkey) Prof. Dr. Rachid KOURAD (Alger 2 University, Algeria) Prof. Dr. Zhanna MANKEVICH (Baranovichi State University, Belarus) Prof. Nana JANASHIA (Tphilisensis University, Georgia) Prof. Dr. Meliha YILMAZ (Gazi University, Turkey) Prof. Dr. Marina ANDRIYASHKO (Baranovichi State University, Belarus) Prof. Dr. Özer KANBUROĞLU (İstanbul Aydın University, Turkey) Prof. Dr. Pınar GÖKLÜBERK ÖZLÜ (Gazi University, Turkey) VIII

10 Assoc. Prof. Dr. Ahmet DALKIRAN (Selçuk University, Turkey) Assoc. Prof. Dr. Fatma MOEEN (Jamia Millia İslamia University, India) Assoc. Prof. Dr. Mehmet KOŞTUMOĞLU (Dokuz Eylül University, Turkey) Assoc. Prof. Dr. Oğuz YURTTADUR (Selçuk University, Turkey) Assoc. Prof. Ruhi KONAK (Kastamonu University, Turkey) Assoc. Prof. N. Rengin OYMAN (S. Demirel University, Turkey) Assist. Prof. Dr. Amila SMAJOVİC (Uluslararası Saraybosna University, Bosnia) Dr. Mohammet YOUNIS (Fayoum University, Egypt) Dr. Karim MIRZAYE (Islamic Art University, Iran) Ahmet AYTAÇ (Selçuk University, Turkey) Lela GELEISHVILI (State University, Georgia) Shefqet EMİNİ (Artist, Netherlands) Halit YALABAK (Yüzüncü Yıl University, Turkey) Byambajav TSOGBAYAR (Artist, Mongolia) SYMPOSIUM and EXHIBITION ORGANIZING COMMITTEE Ahmet AYTAÇ (Selçuk University, Turkey) Dr. Galina NIKASHINA (Baranovichi State University, Belarus) Assist. Prof. Dr. Hakan KUYUMCU (Selçuk University, Turkey) Dr. Anatoliy DEMIDOVICH (Baranovichi State University, Belarus) Assoc. Prof. Dr. Ahmet DALKIRAN (Selçuk University, Turkey) Assoc. Prof. Dr. Ümit YILDIZ (Akdeniz University, Turkey) Assist. Prof. Dr. Berrin OKKA (N. Erbakan University, Turkey) Assist. Prof. Dr. Osman Kubilay GÜL (Germany Institute of World of Turks, Turkey) Dr. Tatsiana YATSENKO (Baranovichi State University, Belarus) Berker KURT (Akdeniz University, Turkey) Dr. Ülker ŞEN (Gazi University, Turkey) IX

11

12 Baranovichi Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Vasiliy KOCHURKO nun Açılış Konuşması (Çeviri: Doç. Dr. Ümit YILDIZ) Değerli misafirlerimiz sizleri aramızda görmekten ve Baranovichi Üniversitesi nde ağırlamaktan büyük şeref duymaktayım. Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Belarus Devleti tarafından resmi olarak Baranovichi Üniversitesi nde Türkçe eğitimi ve öğretimi yaklaşık 10 yıldır tamamlanmış bulunmaktadır. Ülkeler arasındaki eğitim ve öğretim, demokratik işbirliği anlaşmaları karşılıklı olarak düzenli ilişkilerle yapılacak bir deyiştir. Bizde bu özel ilişkileri Türkiye Cumhuriyeti ve Türk halkı ile kısa sürede karşılıklı olarak güçlendireceğimize inanıyorum. İlk seneler karşılıklı olarak bir anlaşma bulunmamaktaydı. Selçuk Üniversitesi ne ve değerli Rektörüne bize bu konuda aracı olduğu için teşekkür ederim. Tekrar bizim bu organizasyonu yapmamız için Selçuk Üniversitesi nin bize yaptığı bu öneriyi şerefle kabul ettik. Üniversitemizin anahtarı size aittir. İstediğiniz kadar kalabilir. İstediğiniz şekilde üniversitemizin imkânlarından yararlanabilirsiniz. Özellikle bu konferansın ve bu işlerimizin verimli sonuçlarını görmek için ilerde karşılıklı iş birliği anlaşmaları yapmayı öğrenci, öğretmen programlarını değiştirmeyi tabi ki ümit ederim. Geldiğiniz için teşekkür ederim. Şimdi sözü konferans genel sekreteri Sayın Ahmet AYTAÇ hocama vermek istiyorum. XI

13

14 Kongre Genel Sekreteri ve Sergi Küratörü Ahmet AYTAÇ ın Açılış Konuşması Sayın Rektör, değerli öğretim üyeleri hepinizi saygıyla selamlıyorum. Uluslararası Türk Kültürü Sanatı ve Kültürel Mirası Koruma Sempozyumuna hepiniz hoş geldiniz. Tabi ülkeler arası kültürel, sanatsal ve bilimsel işbirliğinin ne denli önemli olduğunu globalleşen dünyada günümüzde çok daha iyi anlıyoruz. Belarus ve Türkiye global dünyada daha iyi ilişkiler kurmak durumundadır. Baranovichi Üniversitesi nin Sayın Rektörü Vasilly Bey bu bilimsel ve sanatsal işbirliğine bir kapı açtı ve üniversitesinde bu sempozyumun düzenlenmesine imkan sağladı. Bu bizim için çok önemli bir konu. Selçuk Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mustafa ŞAHİN hocam, Sayın Rektör Vasilly Beye selamlarını iletmemizi istedi. Sayın Vasilly Beyin üniversitesi ile Selçuk Üniversitesi nin bu işbirliğinden son derece memnun olduğunu ve tüm katılımcılara ve sizlere de selamlarını iletmemizi istedi. Bu kongrede yine Almanya, Pakistan, Belarus ve Türkiye den değerli bilim adamlarının bildirilerini dinleme şansımız olacak. Tabi bir kongre düzenlemenin ne kadar zor olduğunu biliyoruz. Ama hele bir de bunu kendi ülkemizin dışında başka bir ülkede yaptığımızda bu zorluk ikiye katlanıyor. Ama biz bu zorlukları çok kolay aştık. Çünkü Belarus ta bir kahraman var. Benimle Ümit hoca 7/24 maille, telefonla gece yarıları belki de son birkaç aydır yani eşimden daha çok Ümit hocayla konuştuk desem yeri var. Ve kongremizin bir diğer ortağı da Almanya Türklerin Dünyası Enstitüsü ve bu enstitünün de değerli Direktörü hepinizin yakından da tanıdığı bilim adamı Prof. Dr. Necati DEMİR. Bu kongreye katkı sağladılar ve paydaş oldular. Ben burada merkezimizin yaptığı bütün kongrelerde, düşüncesiyle kongreye katkı sağlayan Merkez Başkanımız Prof. Dr. Osman KUNDURACI başta olmak üzere can dostum Ahmet DALKIRAN a, Prof. Dr. Necati DEMİR e, az önce ifade ettiğim gibi Doç. Dr. Ümit YILDIZ a ve bize bu imkânları bize buralarda bu kongreyi yapma fırsatı veren Sayın Rektörümüz Prof. Dr. Mustafa ŞAHİN e ve Baranovichi Üniversitesi nin Değerli Rektörü Prof. Dr. Vasily KUCHORKO ya huzurlarınızda teşekkür ediyorum. XIII

15

16 Kongre Eş Başkanı Prof. Dr. Osman KUNDURACI nın Açılış Konuşması Evet benim açılış seremonilerinde alışık olduğum gibi konuyla ilgili açıklanacak şeyleri Ahmet hoca zaten söyledi. Şimdi bizler Selçuk Üniversitesi ni temsilen Türk El Sanatları Merkezi olarak Baranovichi Üniversitesi ile ortaklaşa gerçekleştirdiğimiz Türk Sanatları Kültür ve Folkloru ile Kültürel Mirası Koruma Sempozyumu nun sini burada gerçekleştiriyoruz. Burada bize ev sahipliği yapan Sayın Rektör e teşekkür ederiz. Selçuk Üniversitesi nin Rektörü Prof. Dr. Mustafa ŞAHİN hocamızın selamlarını getirip kendisine ayrıca teşekkürlerimizi sunuyoruz. Bugün de gerçekleştireceğimiz kongre çerçevesinde yurt dışından yani Belarus tan, Belarus un dışında biz Türkiye den 30 kişilik bir ekiple geldik. Umarız Belarus ta katılımcılarla beraber 60 katılımcıya ulaşabiliriz. Türk Kültürü Sanatı ve Folklorü üzerine neler yapılacağına, işte bu da bizim yaptığımız kongrenin içeriği hakkında çok önemlidir. Belarus bayrağına bakarsanız Belarus bayrağının solunda bizim Anadolu kilimlerinin ve halılarının motifleri ve aynı zamanda da armalarımız yine başak, buğday başağı var. Demek ki bizim Belarus la ilgili olarak bir ortak kültürel mirasımız olduğunu görüyoruz. Bu kültürel miras birlikteliğinde inşallah birbirlerine daha da güçleneceği duygusuyla herkesi saygı ile selamlıyorum. XV

17

18 Kongre Eş Başkanı Prof. Dr. Necati DEMİR in Açılış Konuşması Sayın Rektörüm, kıymetli meslektaşlarım hepinizi saygı ile selamlıyorum. Değerli konuklara Türk kültürünü, tarihini tanıtmak üzere Almanya da kurduğum Türklerin Dünyası Enstitüsü adına buradayım. Bu sempozyum bu sene buraya hitap etmek üzere düşünülmüştür. Rektörümüz Vasilly Bey daha evvel Türk Tarihi Türk Kültürünü tanıtmak üzere bir konferans düzenleyerek buraya bizleri davet etmişti. Ben Mayıs ayında bu üniversiteye geldim ve Türk kültürüyle ilgili bir konferans verdim öğrencilere. Sayın Rektörümüz Vasilly Bey de beni bir devlet başkanı gibi ağırlamıştı o zaman. Ben gerçekten çok şaşırdım. Biz bu coğrafyanın iki önemli devletin Belarus ve Türkiye Cumhuriyeti dünyanın gelişen şartları bizi çok yakın olmaya zorluyor. Dost olmaya zorluyor. Ben en kısa zamanda Sayın Rektörü Ankara ya davet edeceğim. Orada kendisinden bir konferas isteyeceğiz. Dediğim gibi gelişen dünyada Belarus ve Türkiye daha güçlü ilişkiler kurmak zorundadır. Ve bu sempozyum biz bilim adamlarınca düzenlenmektedir ve devletlerarası işbirliğinin hızla artmasına inşallah vesile olur. Ahmet AYTAÇ çok ilginç bir adamdır. Ben, benim gibi çalışan bir ikinci kişi daha yoktur derdim. Bu Ahmet AYTAÇ beni yanılttı. Kendisine de enstitüm adına yılı Bilim ödülü takdim etmek istiyorum ki gerçekten yayınlarıyla da bir markadır Ahmet AYTAÇ. Evet Ahmet hocanın bu azmi Ümit YILDIZ ın da desteği ile birleşti ve bu sempozyum ortaya çıktı. Bilim dünyası için hayırlara vesile olmasını diliyor, hepinizi saygı ile selamlıyorum. XVII

19

20 AÇILIŞ OTURUMU (OPENING SESSION)- A Salonu (A Hall) Oturum Başkanları (Session Moderators): Prof. Dr. Vasily SCHUR-Yrd. Doç. Dr. (Assist. Prof. Dr.) Yaşar ERDEMİR

21

22 ВЗАИМОДЕЙСТВИЕ УЧЕБНЫХ ЗАВЕДЕНИЙ КАК МЕХАНИЗМ КОНКУРЕНТОСПОСОБНОГО ФУНКЦИОНИРОВАНИЯ НА РЫНКЕ ОБРАЗОВАТЕЛЬНЫХ УСЛУГ Vasiliy KOCHURKO Взаимодействие организаций является одним из механизмов борьбы с конкуренцией на рынке. И рынок образовательных услуг в этом направлении не исключение. Образовательная среда представляет собой постоянно и динамично меняющийся организм, поэтому в условиях постоянной конкуренции на различных уровнях, в различных сферах деятельности одним из вариантов сохранения и возможного укрепления своих позиций выступает объединение организаций (долгосрочное, среднесрочное или краткосрочное). Взаимодействие партнеров на основе конкурентных преимуществ каждого создает условия для построения мощной, современной платформы качественной реализации обозначенных целей. Одной из основных и широко распространенных форм такого взаимодействия выступает сетевая форма сотрудничества, в рамках которой каждый из участников реализует индивидуальный блок закрепленных за ним функций. Специализация участников сети позволяет достичь высокого качества конечного результата, так как каждый является высококомпетентным партнером в указанной области. На основе данной формы объединения достигается синергетический эффект. В качестве альтернативной формы взаимодействия (блочного, не тотального) выступает дистанционная форма функционирования, позволяющая достичь экономии материальных средств, обеспечить мобильность, оперативность, индивидуальность в направлении реализации запланированного комплекса мероприятий: образовательных программ (в том числе магистратуры), научно-исследовательских, инновационных проектов, программ академической мобильности. Также в качестве одной из возможных форм альянса организаций выступает консорциум как добровольное объединение организаций в рамках реализации единой цели. Создание образовательных, научных консорциумов позволяет повысить эффективность работы каждого участника за счет широких возможностей реализации международных проектов, в том числе финансируемых (таких как Erasmus+, Horisont ). Также реализуются перспективы соответствия вектору развития формируемым и меняющимся тенденциям глобализации образования. Prof. Dr., Baranovichi University, Rector, Belarus. 3

23

24 WOODEN DECORATIONS ON THE DOORS OF THE HOUSES IN MUGLA PROVINCE, YATAĞAN DISTRICT- KATRANCI VILLAGE Osman KUNDURACI Muğla is an important province, which is located in south of Anatolia, surrounded by Aydın and Denizli in north, Antalya in east and Mediterranean in south and Egean in West. Muğla, in the Southwest Anatolia s indented, high mountains, has also plateaus such as Bozüyük, Ula and Gökova. Although its climate is generally mild, plateau climate can be observed locally. Muğla and that region s history is down to BC. Known as Karia in Antique Age, the region was under the control of Kingdom of Lydia BC, after that for a short time was in Persian domination. Turkish periods settlements in Yatağan region was started in the Menteseogullari period which was played an important part of turkization of Anatolia. Ibn-i Batuta who travelled Anatolia in beginning of 14th century, mentioned about Turkmen emirates in the region. Sinan Efendi, who was a scholar in 16th century, indicated that he was from Leyne in one of his poems called Mesahib-i Serife shows Muğla was an important Ottoman province in that century. Evliya Çelebi, who was one of the 17th century travellers, mentioning flat earth roof houses in Muğla, in Bozüyük and in Eskihisar-, gave information about 17th century Ottoman domestic architecture. Comprehensive studies on Mugla s 19th century settlements and domenestic architecture were made. We see that in 18th and 19th century hipped roof houses took place instead of 17th century s flat earth roof houses. However in some villages flat earth roof still was in use. Examples, most of them built in end of 19th and begining of 20th century, are typical Turkihs houses both in point of plan and construction elements. Generally located in a yard, houses were built in exterior hall plan type which is called önlük. Sections such as kitchen, toilets, barn and hayloft were located in basement or yard. We see that exterior hall was encircled with wooden bars and the area is called çıkartmalık. In one corner of the çıkartmalık a place for ablution which is called abdestlik was built. Other parts of çıkartmalık are called kibet. Large closet, bathing cubicle, flowerpot, shelf (almelik or çanaklık), furnace and closet nishes were made in rooms. On basements hardly any windows were used, but on upper floors number of windows are increased. Windows were closed on both sides with wooden shutters or bars which are locally called dırbızan. Room ceilings are generally flat, lath ceilings which have straight or diagonal rosettes in the centre. Houses mostly built with stone and wood. The walls are cm. thickness and made of mortar-bond timber. Prof. Dr., Selçuk University Department of Art History, Konya. 5

25 The most important ornamental motifs in the district houses are the entrance doors and dırbızan (windowa bars). This study will introduce these gates which are important for ornamentation of Yatağan Katrancı Village houses. Having decorations on the door reflects Turkish people s perspective on life, culture, the status of the house owner and the sense of fashion of the period. For Turkish people, their houses are sacred places where they have in-family privacy. For this reason, doors have had specific importance and they have been decorated. Additionally, they have decorated their doors with symbolic motifs in an attempt to reflect their status, value judgement and beliefs. The artisans doing the decoration work tried to choose the motifs they were to engrave based on the wishes of the owner of the house and their experiences. Decorations on the doors of the houses in Yatagan-Katrancı village are generally on the room doors and the surfaces facing the sofa in the room. For wooden materials, turpentine tree, pine tree and mulberry tree were used and for technique batten-built-up, surface engraving and curve-cut techniques were applied. No paint was used on the wood, revealing the texture of the wood. If there are two doors decorated as in Huseyin Kocagöz s house, these two doors were decorated with similar decorations symmetrically(photo:1). On most of the vertical rectangular formed doors, there are semi-circle formed, arches engraved like lacework and looking like curtains fixed on the frame of the door. Along with the leaves of the doors, these arches resemble prayer rugs. As in Ramazan Karaoglu s house, there are stars or medallion shaped motifs on both sides of the cusped arches(photo:2). In some samples, there are crown formed caps above the cusped arches. On both sides of these caps, there are generally knobs places on wooden columns. Single sided leaves of the doors are where most of the decorations are placed. Rectangular door leaves are generally framed with 10 cm wide jambs. Inner sides are separated into smaller boards with 5 cm wide wooden laths, and each of these was decorated with different ornaments. These boards are placed in different organizations of square, rectangular, triangle and star shapes. The most common of these compositions are formed with rectangles, with a square part in the middle reflecting the circling move of the pinwheel. A thin moulding is circled in each plate. There are various symbolic motifs in the blank parts of the plates. The most common motif is named künar by the local people, which represents the top-view of the pine cone which grows in that region. This motif resembling the top view of a flower is used on almost every door(photo:3). Crescent and star, symbolizing the Turkish flag is another very common motif like künar, which can also be found on almost every door in the region. On the doors of Huseyin Kocagöz s house, there are dagger motifs above the cusped arches engraved in hemstitch technique(photo:4). As in Mehmet Bozkurt s house, arm motifs are engraved mostly with stars and flowers. They can be taken as the symbols of peace. Additionally, arm motifs indicate that most of the residents of that house are male(photo:5). In Osman Omak s and Mustafa Kocagöz s houses, heart motifs are placed in circles around star forms. 6

26 Birds are used in decorations, sometimes single and sometime as couples facing each other. In Mehmet Angın s house, there is a star in a circle in the middle of two bird motifs facing each other, and the evil eye talisman in the middle of that star looks like a protection for the affection within the family. These blue talismans were placed in the centre of the motifs afterwards. On the doors of Mehmet Alakaya s house, pinwheel motif reflecting the dynamism of circling movement is circled with small interwoven circles, which reflects the Turkish perspective of the universe and life. The flying bird motif with open wings in Mehmet Bozkurt s house is one of the most common motifs. Motifs of pitcher, which are used for washing hands and ablution represents the religious beliefs of the household. Flower bouquets coming out of vases are among the different applications(photo:6). On the doors of Abdullah Sivri s house, there are reverse S forms with three cusps on the edges. Besides the heavily ornamented doors, some doors are decorated with simple compositions of tulip motifs, as the doors in Faden Kocagöz s house. On the doors in Mustafa Dirik s house, there a tread motif placed on the edge of a pentagram. Pentagram or hexagram motifs placed in cusped circles like in Mustafa Tosun s house are also among the common motifs. On conclusion, some wooden door examples which are found in houses in Katrancı village of Muğla-Yatağan district are important in traditional handicrafts in terms of their construction and ornamentation characteristics. The doors, which are significant in the context of both composition and iconograhpic meanings, are the most important structural elements applied in Yatağan region traditional houses by local craftsman at the begining of 20th century. BİBLİOGRAPHY Ertuğrul Aladağ, Muğla Evi, Muğla, Oktay Ekinci, Yaşayan Muğla, İstanbul, Osman Kunduracı, Muğla-Yatağan Çevresindeki Ahşap Süslemeli Kapılar, li Yıllarda Türkiye de Geleneksel Türk El Sanatlarının Sanatsal, Toplumsal ve Ekonomik Boyutu Sempozyumu Bildirileri, Ankara, s Osman Kunduracı, Yatağan-Turgut Çevresindeki Eski Evler, Osmanlı nın Yılında Muğla Sempozyumu ( Mayıs ), Muğla, Osman Kunduracı, Batı Toroslar da Bulunan Geç Dönem Türk Evlerinde Ahşap Süsleme, Türk Tarihi Ansiklopedisi, Cilt: 18, Ankara, , s Osman Kunduracı, Muğla-Yatağan Çevresindeki Türk Devri Mimarisi ve El Sanatları, Muğla, Osman Kunduracı, Denizli Serinhisar İlçesi nin Eski Evleri, Uluslararası Denizli ve Çevresi Tarih ve Kültür Sempozyumu, ( Eylül ),Denizli, ,s

27 Osman Kunduracı, Muğla-Yatağan İlçesi Turgut(Leyne) Kasabasının Eski Evleri, Prof. Dr. A. Adil Tırpan a Armağan, Denizli, Photo1- Doors of Hüseyin Kocagöz House Photo2- Doors of Ramazan Karoğlu House 8

28 Photo3- Künar (Pinecone) Motif from Doors of Katrancı Houses Photo4- Dagger Motif from Door of Hüseyin Kocagöz House 9

29 Photo5- Arm Motif from Door of Mehmet Bozkurt House Photo6- Flowers in Vase motifs from Doors of Katrancı Houses 10

30 1. OTURUM (1. SESSION)-A Salonu (A Hall) Oturum Başkanları (Session Moderators): Prof. Dr. Necati DEMİR-Doç. Dr. (Assoc. Prof. Dr.) Galina NIKASHINA

31

32 INVESTIGATION OF HANDMADE DOLLS IN AYDIN REGION IN TERMS OF THEIR MATERIALS, MAKING AND EMBRODERY TECHNIQUES Aysel ÇAĞDAŞ * Fatma ÜLKÜ YILDIZ ** Miyase ÇAĞDAŞ *** INTRODUCTION With their rich variety and beautiful examples, our handcrafts make up colorful and the most important part of our culture. Transferred from thousands years ago to nowadays, handcrafts reflect the emotions, artistic tastes and cultural properties of the communities they emerge from (Doğan, ). One important value of Turkish culture is the handcrafts. Handmade dolls included in the handcraft works are significant in that they can introduce cultural values to children at early ages (Çağdaş and Yıldız, ). Stuffed dolls were first discovered in Egypt in s BC (İlhan, ). The first time that dolls were made at home by adults for children to play was in the 16 th century. (Ergün, ). Within family life in Turkish communities, dolls have always been made and their functionality has been maintained in the growth process of children. They have managed to survive throughout the Turkish history from Central Asia to Anatolia (Begiç, ). Made to entertain and educate children, toys provide valuable clues about their times (Onur, ). It is possible to understand social tendencies of Turkish culture by looking at the appearances of hand-made dolls as traditional toys. Clothes of the dolls and the accessories used display the characteristics of their regions (Güner, ; Onur and Demir, ). Children need dolls that carry the properties of their cultural and ethnic origin (Cited in Egemen, Yılmaz and Akil, ). Traditional handmade dolls will always continue to exist though handmade dolls are likely to be replaced with those manufactured by both national and international companies in parallel with the recent industrial and technological developments. The growth and diversification of tourism sector worldwide and people s interest in different cultures have increased the interest in handmade dolls belonging to certain regions (Begiç, ). An investigation into handmade dolls is needed to contribute to tourism, to create work areas for housewives by offering them opportunities to make regional handmade dolls, to keep the cultural values alive and to introduce Turkish culture to children at early ages. Purpose of the Study The main purpose of this study is to introduce handmade pillow dolls from Aydın (Turkey) region and examine the materials, making and embroidery techniques used in the making of dolls. * Assoc Prof. Selcuk University, Faculty of Health Sciences, Konya, [email protected] ** Lecturer, Selcuk University, Faculty of Health Sciences, Konya, [email protected] *** Assoc Prof. Selcuk University, Faculty of Art and Design, Konya, [email protected] 13

33 Research Questions Accordingly, the following research questions will be addressed; Regarding the handmade dolls made in Aydın region; 1. What are the materials used in the making process? 2. What are the stitch techniques applied in the making process? 3. What are the making and embroidery techniques applied? Significance of the study The findings of the study are expected to 1. Create a discussion platform by updating the topic of handmade dolls that are a part of Turkish handicrafts 2. Be effective in introducing Turkish culture to children at early ages 3. Be effective in supporting the production of handmade dolls, encouraging their manufacture and finding market for them 4. Contribute to the introduction and publicity of our cultural values at international platforms 5. Provide guidance to those working in the toy industry on how to make dolls characterizing Turkish culture METHODOLOGY The study was designed as a survey model. The research population of the study is the province of Aydın. As a result of field research, 10 handmade dolls were obtained and all of these dolls were included in the research sample. Observation sheets developed by the researcher were used to collect research data. Initially, handmade dolls were assigned a number based on the degree of difficulty of embroidery work, starting from the easier ones. Later, each doll was analyzed in numerical order in terms of the materials used in their making, stitch techniques used in the making process and the techniques used in their making and embroidery. Besides, pictures of the dolls were also taken. Photo 1 First 5 handmade dolls from Aydın region RESULTS, INTERPRETATION AND DISCUSSION In this part, the materials and the stitch techniques used in the making process and the techniques used in the making and embroidery of the handmade dolls from Aydın region were presented in tables. Findings were interpreted and discussed in accordance with the research questions. 14

34 Table 1 Materials used in the making of dolls Primary Materials Secondary Materials Embroidery Materials Doll No Fabric Sponge Scraps Sewing Thread Fabric Embroidery Thread Lace Thread (Cotton) Lace Thread (Nylon) 1 X X X X X X X 2 X X X X X X X 3 X X X X X X 4 X X X X X X X 5 X X X X X X X X 6 X X X X X X X 7 X X X X X X X X 8 X X X X X X X X 9 X X X X X X 10 X X X X X X X X Total % Bead Ready-made Lace Festoon As can be seen from the data given in Table 1, the same primary and secondary materials were used in all of the dolls. For embroidery, fabric and embroidery thread were used in all of the dolls, followed by lace thread (nylon), ready-made lace and bead. Lace thread and festoon were the least favored materials used in the embroidery. Based on the findings, it can be suggested that economy was a priority in the use of primary and secondary materials of the handmade dolls. The findings related to the primary and secondary materials used in the making of dolls are consistent with those reported by Temiz Çağdaş and Çağdaş (). Table 2 Stitch Techniques Used in the Making of Dolls DDoll No Machine made Handmade Straight Stitch Tacking Machine stitch Hemming Stitch 1 X X X X 15

35 2 X X X X 3 X X X X 4 X X X X 5 X X X X 6 X X X X 7 X X X X 8 X X X X 9 X X X X 10 X X X X Total % The data in table 2 shows that straight stitch made by machine and handmade tacking, machine and hemming stitches were used in all of the dolls. Results indicate that sewing machines are also used at homes in parallel with the rapid developments in technology. However, it is also seen that stitch techniques made by hand are the ones that are still implemented. Çağdaş and Yıldız () found that machine straight stitch and handmade tacking were used in the clothing of all handmade dolls from Argıthanı. Çağdaş, Çağdaş and Temiz () reported that machine straight stitch, and handmade tacking, hemming stitch and handmade machine stitch were used in the clothing of cultural dolls made in Nevşehir. Findings of these studies appear to share similarity with the stitch techniques applied in the making of the dolls examined in the present study. Table 3 - Techniques Used in the Making and Embroidery of Dolls Techniques Used in Making Techniques Used in Embroidery Doll No Filling Straight Stitch Applique Simple Needlepoint Stitches Crochet Lacework Use of Readymade Laces 1 X X X X X Crochet Lace Edging Festoon Beaded Lace Edging Tatting 2 X X X X X 3 X X X X 4 X X X X X 5 X X X X X 6 X X X X 16

36 7 X X X X X 8 X X X X X 9 X X X X X 10 X X X X X Total % Filling technique was used in all of the dolls, as evidenced by Table 3. Using this technique in all of the dolls might be resulting from the fact that it is an appropriate technique to make dolls, it is easier to apply and relatively economical. Data in Table 3 indicates that straight stitch applique and simple needlepoint stitches were used in the embroidery of all dolls, followed by the use of readymade laces, beaded lace edging, crochet lace edging, crochet lacework and festoon. Tatting was the least used technique. Termed by the Europeans as appliqué, this is an embroidery technique that has long been known by Turks (Ögel, a). Turks have also used beads in their embroideries (Ögel, b). Beaded lace edging is the most commonly used embroidery technique in Anatolia. It is commonly used in Aydın, as well (Tük Oyaları Kataloğu, ). Tatting is easier than needle-point lace yet more difficult than crochet lace edging (Türk Oyaları Kataloğu, ). Apparently, the use of tatting technique is rare and this could be because it is hard to apply and the number of those who still use this technique today has declined. Simple needlework stitches and crochet lace edgings are easier to apply; and the use of readymade laces is more practical and festoon is easily accessible. These all could be the reasons why they have been widely preferred over the others. Photo 2 Second 5 handmade dolls from Aydın region CONCLUSION 1. In all of the dolls, fabric and sponge scraps were used as the primary materials, and sewing thread as the secondary materials. For the embroidery of dolls, fabric and needlepoint thread were used in all of the dolls, lace thread (nylon) in almost all of the dolls, readymade lace in more than half and beads in half of the dolls. Lace thread (cotton) and festoon were preferred much less. 2. Machine-made straight stitch; handmade tacking, machine stitch and hemming stitch were used in the making of all dolls. 17

37 3. Filling was used in all of the dolls. Straight stitch applique and simple needlepoint stitches were used in the embroidery of all dolls and the use of readymade lace and beaded lace edging was observed in half of the dolls, followed by crochet lacework, festoon and tatting, Recommendations 1. Handmade doll makers need to be supported, making of handmade dolls should be encouraged and markets should be found by the Ministry of Culture. 2. Handmade dolls can be publicized in national and international exhibitions. 3. Competitions can be organized in the regions where handmade dolls are made widely. 4. Cooperating with the toy industry would be a good opportunity to produce on large-scales the dolls that help introduce Turkish culture to children 5. Further research is needed on the dolls belonging to different regions to provide valuable guidance and suggestions for future studies. REFERENCES Begiç, H. N. () Türk Kültüründe Geleneksel Bebekler, Motif Akademi Halk Bilimi Dergisi. Cilt 9, Sayı: 18 (Temmuz - Aralık). Ankara Çağdaş, M, A. Çağdaş ve G. Temiz (). Nevşehir de Üretilen Kültürel Bebeklerin Giyim ve Aksesuar Özelliklerinin İncelenmesi, Birinci Uluslararası Nevşehir Tarih ve Kültür Sempozyumu ( Kasım). Nevşehir Üniversitesi. Yayınları, Nevşehir Çağdaş, A. F. Ü, Yıldız (). Konya İli Argıthanı Kasabası El Yapımı Kültürel Bebeklerin Giyim Kuşam Özelliklerinin Çocukların Sosyo - Kültürel Gelişimine Katkı Sağlamak Açısından İncelenmesi, VI. Uluslararası Türk Sanatı, Tarihi ve Folkloru Kongresi / Sanat Etkinlikleri ( Mayıs). Konya Doğan, Ş. (). Konya Etnografya Müzesinde Bulunan Para Keseleri, Uluslararası Geçmişten Geleceğe Sanat Sempozyumu ve Sergisi (24 26 Eylül). Hitit Üniversitesi. Çorum Egemen, A. Yılmaz, Ö, Akil, İ. (). Oyun Oyuncak ve Çocuk, ADÜ Tıp Fakültesi Dergisi. 5 (2) Eskişehir. Ergün, M. (). Oyun ve Oyuncak Üzerine. Milli Eğitim Yayınları, Ankara Güner, Y. (). Türkiye de Tarih Öncesinden Bu yana Oyun Sanat Oyuncak İlişkisi. Yüksek Lisans Tezi. Mimar Sinan Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. İstanbul İlhan, A. Ç. (). Dolgu Oyuncaklar Okul Öncesi Eğitimde Araç Geliştirme. Anadolu Üniversitesi Açık Öğretim Fakültesi Yayınları. Eskişehir Onur, B. (). Türkiye de Çocukluğun Tarihi. Ankara Onur, B. ve T. Demir (). Türkiye de Çocukların Oyuncak Sandığı: Ulusal ve Küresel Etkenler, Türkiye de Çocuk Oyunları Araştırmaları. (No) Ankara Üniversitesi Çocuk Kültürü Araştırma ve Uygulama Merkezi Yayınları. Ankara Ögel, B. (, a). Türk Kültür Tarihine Giriş. Cilt: 5. T.C. Kültür Bakanlığı Ankara Ögel, B. (, b). Türk Kültür Tarihine Giriş. Cilt: 6. T.C. Kültür Bakanlığı Ankara Temiz, G. A, Çağdaş ve M, Çağdaş (). Nevşehir Kültüründe Yer Alan El Yapımı Bebeklerin Malzeme Yapım Teknikleri ve Kültürel Özelliklerin İncelenmesi, 1. Uluslararası Nevşehir Tarih ve Kültür Sempozyumu. (16 19 Kasım) Nevşehir Üniversitesi Yayınları. Nevşehir Türk Oyaları Kataloğu (). Hazırlayan El Sanatları Şubesi. (Baskıyı Hazılayan Kahveci, M., A, Bahşişoğlu) Kültür Bakanlığı, Ankara 18

38 INVESTIGATION OF KONYA TRADITIONAL INFANT BODYSUITS AND THEIR PROPERTIES Miyase ÇAĞDAŞ Fatma ÜLKÜ YILDIZ Aysel ÇAĞDAŞ*** Rapid development in technology and industrialization today has also led to changes in the area of clothing. These changes are apparent in clothing types, materials and colors used, model and cutting techniques and embellishment techniques. It is a significant change that the bodysuits once made at homes are produced today using ready-made clothing techniques. Bodysuits are especially important in baby underwear as newborns have very sensitive skin. The purpose of this study is to investigate the handmade infant bodysuits from Konya region in terms of their materials, colors, models and their sewing and embellishment techniques. The present study is considered significant in terms of documenting cultural values to keep them alive and giving designers insights into making designs appropriate for cultural values and infant health. The study was conducted on the basis of the survey model. The province of Konya was selected as the target population of study. Five traditional infant bodysuits were obtained through field research and all were included in the sample. Pictures of the bodysuits were presented and tables were formed in accordance with their properties. Data obtained using observation forms was entered into the tables and, a conclusion was drawn and some recommendations were offered in the light of this data. INTRODUCTION Clothing is an indispensable phenomenon for human beings. It is a basic need that needs to be met starting from birth to death. Clothing has a special place and importance in modern and social life. Children s clothing, among three main clothing categories of Women s, men s and children s clothing, has different characteristics in comparison with the adult s clothing. Children continue to grow and develop physically from birth to adolescence. Children s clothes need to be designed on the basis of their development. When designing clothes for children, it is essential to be knowledgeable about children s body development and make accurate and careful assessments in order to produce clothes appropriate for their changing body size (Kuru and Çeğindir, , 2). Assoc Prof. Selcuk University, Faculty of Art and Design, Konya Lecturer, Selcuk University, Faculty of Health Sciences, Konya *** Assoc Prof. Selcuk University, Faculty of Health Sciences, Konya 19

39 As children are important to societies and families, so is clothing to children. Children, after they begin to speak, use the word cici (means cute) pointing to their clothes (Sevüktekin, , 8). An infant bodysuit, among the children s underwear, is a type of garment once worn by infants during the infancy between the ages of years (Dursunoğlu Tavbek, , ). Today it is worn by infants between the ages of months. In Turkish dictionary, the infant bodysuit is defined as 1. A short garment with sleeves made of fine cotton worn by infants as underwear (Türk Dil Kurumu,, ). Plain and comfortable models with fewer cuts and stitches are preferred in infant bodysuits (Tavbek Dursunoğlu, , ). Selection of fabric is really important as bodysuit is a garment that directly touches the skin of an infant. Looking at the examples survived until today, it is seen that fabrics such as opal and fustian were used (Berk and Emzen, ), and fabrics like muslin (finely-woven breathable fabric) and gauze-like muslin were also preferred in the past. Today, mostly combed cotton fabrics are used. The sewing and embroidery techniques by hand that were once used widely in infant bodysuits have now replaced with those made by machine. Today, infant bodysuits are manufactured as ready-made clothing. For that reason, handmade infant bodysuits made individually at homes by housewives have become a cultural heritage. This change in infant bodysuits has necessitated the investigation of traditional infant bodysuits and their properties. Purpose of the Study The purpose of this study is to investigate the infant bodysuits made at homes by women in Konya in terms of their materials, colors, models and cutting, sewing and embroidery techniques and also to identify their properties and thus pass them onto the next generations by providing documentary evidence. Significance of the Study Due to the changes occurred in industrialization, the materials and the sewing and embroidery techniques once used in infant bodysuits have also undergone some changes. In this sense, infant bodysuits once sewn and embroidered by hand at home have cultural characteristics. The present study is considered significant in terms of documenting cultural values to pass on to the next generations and giving designers insights into making designs appropriate for cultural values and infant health. The province of Konya was selected as the target population of study. Pictures of the bodysuits were presented and tables were formed in accordance with their properties. Data obtained using observation forms was entered into the tables and, a conclusion was drawn and some recommendations were offered in the light of this data. METHODOLGY The study was carried out on the basis of survey model. A literature review was conducted and the sources were contacted in person. Information was obtained on the topic. 20

40 Population and sample The target population of the study was the infant bodysuits made at homes by women in Konya. Five traditional infant bodysuits obtained through field research were included in the sample. Data Collection and Instruments Based on the properties of infant bodysuits, observation sheets were developed by the researchers and the properties of infant bodysuits were determined by means of these observation sheets. Information about cultural characteristics was collected through making contact with sources. Infant bodysuits were examined from simple to the complex ones based on their model and embroidery features. Tables were formed in accordance with the determined features and the data obtained using observation forms was entered into the tables. Also, images of infant bodysuits were presented. RESULTS It was found that, of the infant bodysuits sampled in the study, bodysuit no: 1, bodysuit no: 2, bodysuit no: 4 and bodysuit no: 5 were made at homes by women in and bodysuit no: 3 was made the same way in (Elmas Ünlüdüvenci, ; Hüsniye Kozlu, ; Miyase Çağdaş, ; Saniye Dil, ; Payende Saksağan, ; ile kişisel iletişim). Table 1 Materials used in Traditional Infant Bodysuits Primary Materials (Fabrics) Secondary Materials Materials used in Embroidery Bodysuit No Muslin (Cotton) Gauze-like Muslin (Cotton) Opal (Cotton) Fustian (Baby) (Cotton) Sewing Thread (Cotton) Embroidery Thread (Cotton and Thin) 1 X X X X 2 X X X X Ribbon Embroidery Thread (Cotton) Tram Silk (Silk Yarn) Edging 3 X X X 4 X X X 5 X X X Total % Among the fabrics used as primary materials, fustian comes first and it is followed by muslin, gauze-like muslin and opal in the second place, as seen in Table 1. 21

41 It is therefore noteworthy that cotton fabrics were used in all of the infant bodysuits. This can be considered an important feature in order to protect children s health. Muslin, gauze-like muslin and salaşpur (a sort of loosely woven fabric) are among Turkish fabrics muslin is the typical fabric widely used in 19 th and 20 th centuries (Yatman, , 66; Barışta, , 66). It is seen that embroidery thread (cotton and thin) is the material most commonly used in sewing infant bodysuits. The use of cotton and thin embroidery thread to make infant bodysuits can be considered an indication that skin sensitivity of the infants are taken into consideration. In their study on kıvratma undershirt - a type of underwear in traditional women s and men s underwear, Çağdaş et al. reported that cotton sewing thread was used as the secondary material (, ). Their finding is in line with that of this study regarding the secondary materials used in infant bodysuits. Thread is the most widely used material in embroidery, which could be connected with the embroidery techniques implemented. Table 2 Colors Used in Traditional Infant Bodysuits Colors Used Fabric in Colors Used in Secondary Materials Colors Used in Embroidery Bodysuit No White White Light Pink Dark Pink White Grenadine Red Dark Pink 1 X X X X Mustard Yellow Lilac 2 X X X X 3 X X X 4 X X X 5 X X X Total % As can be seen in Table 2, white color was used in the fabric of all traditional infant bodysuits. It is noteworthy that white is the only color used in fabric. The wider use of white in fabric seems to be resulting from the fact that achieving hygiene in white-colored fabric is easier, when compared to the coloredfabrics, and this is importance for the protection of infant health. Ögel emphasizes the significance and the meaning of white color to Turks by stating that White color means whiteness, cleanness, purity and greatness to Turks (, ). 22

42 The numerical value of white color is consistent with the numerical value seen in the choice of fabric color. The use of white thread to sew white fabric was naturally the reason for this result. It is seen that the colors of white, grenadine red, dark pink, mustard yellow and lilac wee preferred when embroidering infant bodysuits. It was also found that a different color was used in each of the sampled bodysuits and this choice indicates that a variety of colors were preferred for embroidery. Findings related to the colors used to embroider infant bodysuits could be explained through the rationale that white color combines well with other colors. Eronç reports that traditional children s clothes are decorated with colored threads (, 4), and this finding is in consistent with our finding regarding the colors used when embroidering infant bodysuits. Infant bodysuit 1 Infant bodysuit - 2 Table 3 Model Cutting Techniques Used in Traditional Infant Bodysuits Body Collar Sleeve Closure Bodysuit No Body Width Hemline Side Seam Length Falling Band Collar Model Cuff Sleeve Length Closure Technique Where to Close Wide Regular Cut Wide Pleated Cut Body-width Seamless Knee-length Below-Knee-Length Crew-Neck V Neck Set-in-Sleeve Raglan Sleeve Wide Cut Fastening with Ribbon Fastening with Drawstring or Bias Tape 1 X X X X X X X X X X X Long Sleeve Regular Closure Double Breasted Closure Front Center Back Center 2 X X X X X X X X X X X 3 X X X X X X X X X X X 23

43 4 X X X X X X X X X X 5 X X X X X X X X X X Total % Body features of infant bodysuits were analyzed in terms of body width, hemline, side seam and length. It ıs seen that wide regular cut and wide pleated cut were applied for body width. Wide regular cut is the most commonly applied model and cutting technique. It is seen in all of the infant bodysuits that seamless cutting was used in the hemline width. For the bodysuit length, knee-length and below-knee-length cuttings were applied. Based on these findings, it can be suggested that wide, simple and plain models were favored for traditional infant bodysuits. This choice appears to be an important factor in terms of suitability for children. Crew-neck and V-neck models among the falling band collars were chosen for the infant bodysuits. Crew-neck is the most commonly used collar model. It is obvious that crew-neck is a popular collar model used for infant bodysuits. Crew-neck is a suitable collar model for underwear. That s why it is widely used in traditional and modern underwear. The falling-band collars applied to traditional women s and men s underwear (Çağdaş et al., , ) have similarities with the collar model used in infant bodysuits. Set-in-sleeve and raglan were the two sleeve models applied to the bodysuits. Set-in-sleeve is the most preferred model of sleeve. For cuff, it is seen that wide cut, fastening with ribbon and fastening with drawstring or bias tape were used. Wide cut was chosen for the cuffs of all infant bodysuits. Long sleeve was used in the models, as seen in the sleeve length category of Table 3. Based on the findings related to the features of sleeves, it could be suggested that comfortable and easy-to-apply models convenient for children were favored by the women. It is also seen the closure mostly occured in the front central area and regular closure was applied generally as the closure technique. Closure in the front central area stands out as an important feature as it makes the bodysuit easier to be worn by infants. Regular closure is a simple, easily applicable and useful closure technique. It can therefore be said that this technique is suitable for infants and underclothing. Infant bodysuit 3 Infant bodysuit 4 Infant bodysuit

44 Table 4 Stitch and Embroidery Techniques used in Traditional Infant Bodysuits Stitch Techniques Embroidery Techniques Bodysuit No Machine Made English- Style Machine and Hand Made Blind Stitch Machine Made Braid Stitch with Bias Tape 1 X X Crochet Embroidery (Blanket Knit) Rib (Tacking) Handmade Antique Point Lace 2 X X 3 X X X X X 4 X X 5 X X Total % As can be seen in Table 4, blind stitch was used in all of the infant bodysuits and English-Style stitch was the other technique applied to the bodysuits. Blind stitch made by machine and hand could be considered an indication that infant bodysuits were made by hand at homes. This application can be explained through the technological conditions of the years when infant bodysuits were made. Considering that 80% of the bodysuits were made in and 20% in , it could be argued that readymade clothing industry was not developed in those years. Of the handmade embroidery techniques, crochet embroidery (blanket knit) and point lace were the most used embroidery techniques. Crochet embroidery and particularly point lace are the demanding embroidery techniques. The use of these techniques to embroider infant bodysuits explicitly indicates that Turkish women really care about their children and underclothing. Crochet embroidery and point lace are two of the techniques that are widely used in traditional handicrafts (Barışta, , ; Özbağı, , ). Clothes once used to be embroidered by handicraft techniques, but today they are embroidered by the latest technological machinery that enables mass production (Yayla and Çağdaş, , 76). 25

45 CONCLUSION It was found that traditional infant bodysuits were made at homes by house wives in and It was seen that cotton fabrics were use as primary material and cotton sewing thread and cotton (thin) embroidery thread were used as secondary materials when sewing the infant bodysuits. Cotton and silk yarn were the most used materials for embroidery work. White was the color preferred not only for fabric but for secondary material, as well. White, grenadine red, dark pink, mustard yellow and lilac were the colors used for embroidery work. Wide, simple, functional and ergonomic cutting techniques were applied to infant bodysuits. Blind stitch, which is done by hand as well as on a sewing machine, was applied in the sewing of infant bodysuits. It was discovered that handmade embroidery techniques were mostly used for embroidery work and, of these techniques, crochet embroidery and point lace were the most preferred ones. The study results revealed noticeable differences between traditional infant bodysuits and those used in modern life. It is seen that infant bodysuits that were once made by hand at homes have become cultural heritage due to the technological developments in readymade clothing industry. In this sense, it is recommended that; 1. Traditional infant bodysuits are preserved and exhibited in museums, 2. Further research is undertaken to investigate the infant bodysuits and other types of children s clothing that have cultural characteristics 3. Children s clothing with cultural characteristics is made use of when designing modern clothes for children. REFERENCES Barışta, H.Ö.(). Türk El Sanatları. Ankara. Berk, R. Emzen. L., (). Biçki Dersleri. 1. Ankara. Çağdaş, M., Barışeri, N., Kelleci F. (). Geleneksel Konya Merkez Kadın ve Erkek İç Giyimlerinden Kıvratma Gömleklerin Özeliklerinin Belirlenmesi. Selçuk Üniversitesi Araştırma Fonu Proje No/ Konya. Dursunoğlu., T. (). Pfaff Biçki Sistemi ve Uygulama Kitabı III. Kadın-Erkek ve Çocuk İç Giyimleri. Ankara. Eronç, Y.P. (). Giyim Süsleme Teknikleri. İstanbul. Kuru, S., Çeğindir, Y.N. (). Çocuk Giysi Tasarımında Kalıp Çizimleri. Ankara. Ögel, B. (). Türk Kültür Tarihine Giriş. Cilt: VI, Üçüncü Baskı. Ankara. Özbağı, T. (). Geleneksel Türk El Sanatlarımızdan Oyaların Dünü Bugünü Geleceğin Sorunları, El Sanatları Dergisi. Sayı:1 (Türk El Sanatlarının Dünü Bugünü-Yarını Sempozyumu Tebliğleri, 4 Nisan ). Konya. Sevüktekin, M. (). Çocuk Giyimi. Ankara. Türk Dil Kurumu (). Türkçe Sözlük. Cilt 2, Sekizinci Baskı. Ankara. Yatman, N. (). Türk Kumaşları. Ankara. Yayla, M., Çağdaş, M. () Konya Merkez Geleneksel Kadın İç Giyiminde Uygulanan Süslemelerin Sanatsal Açıdan İncelenmesi, Ulusal Sanat ve Tasarım Sempozyumu ve Sergisi. Konya. 26

46 CARPET CUSHION TRADITION IN ANATOLIA: TWO SAMPLES FROM BEKIR YAMAN S COLLECTION (ANADOLU DA HALI YASTIK GELENEĞİ: BEKİR YAMAN KOLEKSİYONUNDAN İKİ ÖRNEK) Ahmet AYTAÇ ÖZET Dokumacılıkta, Orta Asya gelenekli olarak Anadolu önemli bir üretim merkezidir. Selçuklularla birlikte Konya ve Karaman bölgesinde dokumacılık başlamıştır. Avrupalı ressamların tablolarında bile tasvirlenen Türk halıları içerisinde ise halı yastıklar önemli bir grubu oluşturur. Halı yastıklar genellikle ya günlük kullanım/çeyiz amaçlı, ya da taban halısı dokunduktan sonra varsa artan çözgü ipliğinin değerlendirilmesi ile üretilmişlerdir. Geleneksel Türk evlerinin iç dekorasyon düzenlemelerinin ve yaylak-kışlak hayat tarzının bir gereği olarak önemli olan halı yastıklar Karaman bölgesinde de geçmiş dönemlerde sıklıkla üretilmiştir. Bildiride Bekir Yaman ın özel koleksiyonunda yer alan iki adet Karaman yöresine ait halı yastık teknik ve desen özellikleri bakımından değerlendirilecektir. Anahtar kelimeler: Halı, dokuma, desen, çeyiz, gelenek. INTRODUCTION Traditional handicrafts, which are depicted in products through pattern compositions, and in which visual and aesthetic values are kneaded with their functions and become inseparable from each other are the mirrors of the national culture and important corner stones of material culture. It is known that every nation reflects their spiritual world and culture on their traditional crafts. Since the carpets form the basis for decoration, they have a special importance among the traditional handicrafts. Carpets can provide spaces with pureness, comfort, softness and inhabitability. They may be one of the easiest ways of personalizing a space. With its central Asian traditions, Anatolia is an important centre of weaving art. The Turkmen, who settled in Anatolia during Seljuk Empire period, have produced unique samples of hand weaving. Some carpets of Konya were depicted in paintings of European artists (Aytaç, ). Carpets, which have a very important place in Turkish handicrafts, have also been woven in smaller sizes to be used as cushions. There is not much evidence relating to the development of carpet cushions. Yet, due to their resemblance to Anatolian carpets in terms of design, they are associated with these. During the end of Seljuk in the early 14 th century, Ottoman took control in Anatolia. After that period, traditional designs were taken as heritage in the cushions. Cushions were woven with Seljuk carpet designs. Carpet motifs used in cushions are; geometrical and animal figures, Holbein motifs, medallion motifs, Memling roses and Uşak carpet motifs (Morehouse, ). Selcuk University, Turkish Handicrafts Research and Application Centre, Konya. 27

47 There is evidence for the existence of cushion covers besides small carpets and doormats in Turkey during Ottoman period. A hand written text from depicts a man standing on a small carpet. These carpet cushions were sent to other nations through diplomatic envoys as presents. These cushions carry the combination of European and Asian style motifs (Morehouse, ). While the original purpose of these was covering cushions, they started to be used as doormats after their export to the east. The term cushion was generally used to define cushions or pillows. They were sized inches long ( cm) and inches wide ( cm) (Morehouse, ). With the changing socio-economic conditions in the world, a rich and dominant class emerged in the late 19 th century. In such an economic system, possession of old objects was considered as an investment tool and a hobby. Additionally, a new period started and collecting old carpets spread rapidly and antique carpets became the most wanted pieces of auctions. These antique carpets were demanded more in countries that didn t have carpet-weaving traditions. Carpet cushions became especially more important as they were more attractive due to their smaller size and affordability. CARPET CUSHION Classified in terms of their use, they form a group of carpet cushion or cushion carpet. They are generally sized 50X70 cm or 60X90 cm and were produced in Anatolia to be laid on higher seating wooden furniture named minderlik, somya (sofa) or by the wall in houses where seating is on the floor. They date back as old as floor carpets. In periods of nomadic life style (summer pasture-winter quarters), they were laid in the tents. There were two reasons for the production of carpet cushions, which existed in many parts of Anatolia and are used rarely today. The first of these was daily use/dowry purposes and the other is to utilize the extra warp yarn after the floor carpets were woven. There is evidence for the existence of cushion covers besides small carpets and doormats in Turkey during Ottoman period. A hand written text from depicts a man standing on a small carpet. These carpet cushions were sent to other nations through diplomatic envoys as presents. These cushions carry the combination of European and Asian style motifs While the original purpose of these was covering cushions, they started to be used as doormats after their export to the east. The term cushion was generally used to define cushions or pillows. They were sized inches long ( cm) and inches wide ( cm) (Morehouse, ). 2. CARPET CUSHION IN ANATOLIA During the course of Anatolian history, hand-woven carpets from Seljuk Empire period have had an important place. Many different types of Turkish weaving samples, with their own unique quality, colour and style exist in Anatolia. In some areas where these weaving samples are produced, they have different functional uses. Carpet cushions, the first samples of which can be supplies bag and sacks when classified in terms of their functional uses, form good samples of weaving that still exists today. 28

48 Carpet cushions, which were an important part of traditional Turkish houses internal decorations and the nomadic life style (summer pasture-winter quarters) of Turkmen, existed commonly in Anatolia. Carpet cushions were generally woven as the small-sized samples of large-sized carpets (Aral, ) and they have existed for centuries in almost every region of Anatolia besides the well-known weaving centres, where local weaving existed. 3. TWO SAMPLES OF KARAMAN REGION FROM BEKIR YAMAN S COLLECTION Photo:1, Bekir YAMAN. A certain coterie, collecting this type of items, emerged in Konya. Both people, who conduct carpet business commercially, and the collectors started collecting Konya and around carpet cushions, which no longer are produced much today. Bekir Yaman, who conducts antique business named Ottoman Antique and also is a good collector, collects carpet cushions of Konya region, which are almost not produced any longer today. It is not very clear how consciously these carpet cushions, which are no longer produced today, are conserved by collectors and how well they will be transferred to the next generation. Therefore, this paper focuses on these carpet cushions, which are possessed by collectors and have been studied very little by the related literature, so that they are included in the literature and they can be recorded. Bekir Yaman, who trades ethnographic and antique items and also is a good collector, runs a store named Ottoman Antique in Konya. 29

49 Bekir Yaman, who learnt the business from his father, didn t receive any formal education on the subject. However, he runs a store, which has traded ethnographic and antique items for 40 years. He also keeps the items he likes for his collection and keeps them out of his business. Photo: 2. First Sample: SAMPLE NO : 1 DATE OF EXAMINE : RELATED COLLECTION : Ethnography Museum HOW IT WAS INCLUDED IN THE COLLECTION: Purchase REGION : Karaman DATES BACK : 1 st quarter of 20 th century TYPE : Cushion carpet SIZE Width : 53 cm Height : 95 cm Fringe length : - Pile height : 0,2 Width of Carpet Weaving : 6 cm FREQUENCY of KNOTS : 25x32 MATERIAL Warp : Wool Weft : Wool Pile : Wool TECHNIQUE : Turkish knot PRESENT CONDITION : whole COLOURS : Red, purple, green, yellow, brown, white, blue NAMES OF MOTIFS IN THE LITERATURE : Star, cufic PATTERNS 30

50 Geometrical pattern : x Object pattern : x Figure pattern : Symbolic pattern : Plant pattern : x COMPOSITION : There is an octagonal medallion in the middle composition area with red background. There are geometrical plant patterns in white hexagons in the edging. There are foot parts in the start and end directions. Second Sample: Photo: 3. SAMPLE NO : 2 DATE OF EXAMINE : RELATED COLLECTION : Ethnography Museum HOW IT WAS INCLUDED IN THE COLLECTION: Purchase REGION : Karaman DATES BACK : 1 st quarter of 20 th century TYPE : Cushion carpet SIZE Width : 54 cm Height : 94 cm Fringe length : - Pile height : 0,1 Width of Carpet Weaving : - FREQUENCY of KNOTS : 24x32 MATERIAL Warp : Wool Weft : Wool Pile : Wool TECHNIQUE : Turkish knot 31

51 PRESENT CONDITION : whole COLOURS : Red, purple, green, yellow, brown, white, blue NAMES OF MOTIFS IN THE LITERATURE : Star, cufic PATTERNS Geometrical pattern : x Object pattern : x Figure pattern : Symbolic pattern : Plant pattern : x COMPOSITION : There is an octagonal medallion in the middle composition area with BROWN background. There are geometrical plant patterns in white hexagons in the edging. There are foot parts in the start and end directions. CONCLUSION There have been many different types of weaving in terms of technique and pattern in Anatolia, from the Seljuk Period. Among these, some, such as sacks, rugs, prayer rugs, have different functions. Carpet cushions form another group. Carpet cushions, which have attracted collectors interest due to their small sizes and affordability compared to bigger carpets, existed in many of the weaving areas of Anatolia, where there was production. Carpet cushions, which can be preferred by people with limited purchasing power due to their smaller sizes, may provide hand weaving carpet sector with an outlet in terms of production and economic input. Carpet cushions offer an affordable price with their smaller sizes in today s world weaving market, where competition with countries like China, who supply low quality and cheap products, is more difficult due to increased costs. Therefore, carpet cushions can be easily afforded by people, who want to possess Turkish carpets, without being a problem for their budgets. Carpet cushions can provide hand-weaving sector with an outlet, through an advertising campaign, which puts the affordable prices forward. REFERENCES ARAL, Songül, Malatya Halı Yastıklar, Arış, Ankara, Mart , s AYTAÇ, Ahmet, Bazı Yabancı Ressamların (XV-IXX yy.) Tablolarında Görülen Konya Halı Tasvirleri, Selçuk Üniversitesi, Selçuklu Araştırmaları Merkezi II. Uluslararası Türk El Dokumaları (Tekstil) Kongresi Bildirileri, Konya, Mayıs , s AYTAÇ, Ahmet, Türk Dokuma Sanatında Konya Yöresine Ait Halı Yastıklar ve Bir Koleksiyon, S. Ü. Selçuklu Arş. Mrk. ve Akfid, IV. Uluslararası Türk Kültürü ile Sanatları Kongresi ve Sanat Etkinlikleri, (Editör: Yusuf Küçükdağ-Ahmet Aytaç), Sharm el Sheikh Mısır, Kasım , s ÇETİN, Yusuf, Ağrı Yöresi Halı Yastıkları, Sanat Dergisi, Erzurum, , s MOREHOUSE, Brian, Yastıks, Philadelphia 8th ICOC, Inc.,

52 EDİRNE DE MİSK MEYVE SABUNU VE YAPIM TEKNİĞİ EDİRNE, TÜRKİYE (PRODUCTION TECHNIQUE OF MISK FRUIT SOAP IN EDIRNE, TURKEY) Aynur SARICA * ABSTRACT The history of the soap is as old as human. The soap is produced by the chemical reaction of vegetable or animal based oils or fatty acid with alcalies. The soap has been used not just for cleaning, it has also been used for trading and as a drug during its long history. The soap is the main source used for the production of Misk Fruit Soap in Edirne which has been mentioned in the article called as Soap Production Teqhnique Although Edirne is a famous city because it has been a capital of Ottoman Empire about 92 years. But it is also famous due to Misk Fruit Soap. This soap is manufactured by hand, the soap is shaped and painted like a fruit. The first introduction date of the Misk Soap in Edirne is yet known clearly. As a result of the investigations, it is thought to have started with Arif Çamdere who migrated from Hasköy in Bulgaria since Misk Fruit Soap has been used as a cleaning material and ornament in the past, but today it is used only as a decorative material. This paper gives information about the Edirne Misk Soap which is gathered from the survey obtaining from the children and descendants of old producers. Thus, the production techniques, history and other details are given in this article. Key words: Misk Fruit Soap, Gifting Soap, Edirne. GİRİŞ Edirne Meriç, Arda, Tunca ırmakların suladığı bereketli topraklar üzerinde yer alan bir şehirdir. Traklar soyundan olan Odrisler, Edirne şehrinin en eski halklarıdır. Meriç, Tunca, Arda adlı üç nehirlerin birleştiği bu verimli topraklarda bir şehir kurdukları bilinmektedir. 1 Dünyadaki binlerce şehirlerden birisi olan Edirne, başkentlik yapma şansını yakalayan şehirlerden biridir. 2 Edirne, yüzyılda Osmanlı Devletine Bursa dan sonra 92 yıl başkentlik yapmıştır. 3 İstanbul un başkent yapılmasından sonra bile Edirne yüzyıla kadar önemini korumuştur. 4 Muradiye Cami, II. Bayezid Cami, Selimiye Cami, Eski Cami, Üç Şerefeli Cami gibi eserlerle, bugün günümüze * Lec., Trakya University, Şehit Ressam Hasan Rıza Vocational School, Hand Crafts Department, Edirne, Turkey, [email protected] 1 Neriman Köylüoğlu, Sarayda Su İle İlgili Yapılar, I. Edirne Sarayı Sempozyumu Bildirileri, Edirne , s Nazım Hikmet Polat, Sa y ve Tetebbu Dergisi, Edirne İçin, Doğu Kitabevi, İstanbul , s Gülbün Mesara, Edirne de Yaşayan Osmanlı Kültürü, Edirne de Osmanlı Kültüründen Dekoratif Örnekler ve Edirne Sarayı İznik Çinileri, Edirne Valiliği Kültür Yayınları, İstanbul , s 4 Peremeci Osman Nuri, Edirne Tarihi, Bellek Kitabevi, Edirne , s

53 ulaşmayan birçok sivil mimari ile ünlü olmakla birlikte 5 günümüzde süpürgecilik, peynircilik, şekercilik, saraçlık, misk meyve sabunculuğu gibi el sanatları ile ünlü bir şehirdir. 6 Sabun kelimesi Latince kökenli bir kelimedir. Saipo, sapo olarak kullanılmış olup, buradan Doğu bölgesine de geçmiş ve yaygın bir şekilde kullanılmıştır. 7 Temizliği ve saflığı temsil eden sabun, günlük yaşantımızın önemli bir parçasıdır. Tarih içinde kimi zaman ilaç olarak kimi zamanda değiş tokuş aracı olarak kullanılmıştır. 8 Bazı dönemlerde ise eve misafir geleceği vakit sabunluklara her kesimin kullanamayacağı pahalı sabun konularak gösteriş amacıyla kullanılmıştır. 9 Bitkisel ve hayvansal yağların yağ asitlerinin kuvvetli bazlar (NaOH veya KOH) ile tepkimesi sonucu elde edilen ürüne sabun denir. 10 Günümüzde insanların konfor ve sağlık gibi sebeplerle sabun tüketimi ve üretimi giderek artmaktadır. 11 Büyüme, gelişme, yenilenme sonucu canlılar dış etkilere maruz kalarak kirlenirler. Temizlenmeyen bir insan vücudu da belli bir zaman sonra sıkıntı vermeye başlar. Dolayısıyla temizlik ihtiyaç ve mecburidir. 12 Alman kimyacı Justus Von Liebig in, Bir devletin sabun tüketimi sağlık ve medeniyetinin ölçüsü olabilir. Eğer iki ülkenin nüfus toplamları birbirine eşitse en fazla sağlıklısı ve en fazla medeni olanı daha çok sabun tüketeni olacaktır. demektedir. 13 Bu sözlerden de anlaşılacağı gibi temizlik maddelerin kullanım miktarı toplumların medeniyetinin bir göstergelerinden biri sayılmaktadır. 14 Sabunun ne zaman ortaya çıktığı konusunda çeşitli görüşler vardır. İlk kez kullanılan yer olarak bugün Mezopotamya gösterilir. 15 M.Ö li yıllarda dokumacılığın artık Mezopotamya da çok gelişmiş olduğu, ticarete yönelik olarak üretim yapan Susa şehrinde büyük çapta dokuma evleri kurulmuştur. Dokuma evlerinde iplik ve kumaşların yıkanmasında sabun, potas ve şap kullanıldığı 5 Akar Azade, Yüzyıl İznik Çinilerine Dair Bir Araştırma, Edirne de Osmanlı Kültüründen Dekoratif Örnekler ve Edirne Sarayı İznik Çinileri, Edirne Valiliği Kültür Yayınları, İstanbul , s İsmail Engin, Edirne de Meyve Sabunculuğu ve Meyve Sabunu Yapım Tekniği, Türk Halk Kültürü Araştırmaları, Ankara , s File://C:\Users\Documents\Sabunotu ve Çöven SABUN VE DİĞERLERİ 8 s 9 Halil Erdoğan. Cengiz, Eski Çamaşırlar, Killer, Sabunlar ve Leke Çıkarma Yöntemleri, Tarih ve Toplum, Nisan , C. 19, Sayı, İstanbul , s s. 11 seafoodplus.infoıs Shreve-Joseph seafoodplus.infoınk,JR., Kimyasal Proses Endüstrileri 2, Çeviren: seafoodplus.info Çataltaş, İnkılap Kitabevi İstanbul , s Hüseyin Çelik, Temizlik Doğudan Gelir, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara Sait Öztürk, Osmanlı Kültürel Mirasında Sabun, Acta Turcia Çevrimiçi Tematik Türkoloji Dergisi, Yıl: II, Sayı:2 İstanbul, Temmuz , s Ergün Veren, Aydın-Sultanhisar da Yerel Sabun Yapımı ve Sabunun İşlevleri, II: Uluslararası Genç Halkbilimciler Sempozyumu Bildirileri, Hacettepe Üniversitesi Türk Halkbilimi Bölümü Yayınları: 1, Ankara , s Sait Öztürk, a.g.m. s

54 bilinmektedir. 16 Antik dönemlerden itibaren sabun üretimi bilinmekte ise de endüstri haline gelmesi yüzyılda başlamıştır EDİRNE DE MİSK MEYVE SABUNUNUN TARİHÇESİ Osmanlı-Rus Harbi nde Bulgaristan da yaşayan Türklerden yaklaşık olarak bin Türk öldürülmüştür. Anadolu ya bu dönemde ise bir milyondan fazla Türk göç etmek zorunda kalmıştır. 18 Bu yıllarda Arif ve kardeşi Bulgaristan Hasköy den kaçıp Edirne ye yerleşmişlerdir. Soyadı kanunu çıktıktan sonra Arif Usta Çamdere, kardeşi Ramazan ise Hasköy soyadını almışlardır. Edirne ye yerleştikten sonra bugünkü Saraçhane Caddesinde bir dükkân satın alıp meyve sabunu yapmaya başlamıştır. Arif Ustanın nerede, kimden meyve sabunu yapımını öğrendiği bilinmemektedir. 19 Yapılan litaratür taramaları ile bilinen misk meyve sabunu ustalarının çocukları, torunları ve yerel araştırmacılar ile yapılan görüşmeler sonucun da Edirne de misk meyve sabunu yapımının yılında Bulgaristan Hasköy den göç eden Arif Çamdere ile başladığı düşünülmektedir. Çeşitli kaynaklardan edinilen bilgilere göre, yaklaşık üç yüzyıldan beri yapıldığı, İstanbul Topkapı Sarayı na Edirne den gönderildiği, padişah kızları ve cariyelerin çeyizlerine, odalarına konulduğu, çeşitli devlet yöneticilerine hediye olarak verildiği yazılmış olsa da bunu doğrulayan herhangi bir belge gösterilmemiştir. Ayrıca Edirne de bir mahalle olan Sabuni Mahallesinde yapılan sabunlarla meyve sabunları arasında bir bağ kurulmuş olmakla beraber bu mahallede yapılan sabunlarla bir alakası yoktur. Evliya Çelebi Seyahatnamesinde Sabuni Mahallesinde sabun yapıldığını belirtmekle birlikte meyve sabunu ile ilgili herhangi bir şey yazmamıştır. Arif Çamdere yılında vefat etmiştir. Arif Çamdere den sonra yılında doğan oğlu Reşat Çamdere, baba mesleği olan meyve sabunu yapımına devam etmiştir. Karısı da Reşat Çamdere den meyve sabunu yapmayı öğrenmiş, Reşat Usta ölene kadar beraber bu işi yapmışlardır. Reşat Ustanın üç kız çocuktan Şehriban ve Şahinde evlenene kadar babalarına yardım etmişlerdir. Reşat Çamdere yılında Selanik de düzenlenen bir fuarda altın madalya, yılında Edirne Rotary Kulübünden Başarı Belgesi almıştır ile yıllarında iki sefer İzmir de düzenlenen fuarlara katılmıştır. 20 Bir diğer usta Mehmet Postancılgil (Kimlikte ismi Fazıl Postancılgil, D: İstanbul doğumlu, Ö: ) dir. Meyve sabunu mesleği yapmadan önce zabit görevinde bulunmuş olup, bir sürede öğretmenlik yaptıktan sonra sabun işine girmiştir. Fakat Mehmet(Fazıl) Ustanın da meyve sabunu yapımını kimden nerede öğrendiği bilinmemektedir. Mehmet usta yanına çırak olarak aynı zamanda damadı olan Basri Ergörsel i almıştır. Basri Usta daha sonra PTT ye memur olarak girmiş, boş zamanda meyve sabunu yapmış, emekli 16 Emre Dölen, Tekstil Tarihi, Marmara Üniversitesi Teknik Eğitim Fakültesi yayınları No/1, İstanbul , s Ahmet N Özdal, Orta Çağ İslam Dünyasında Farklı İşletmecilik Türleri ve Organizasyonel Yapıları, Marmara Türkiyat Araştırmaları Dergisi, Cilt I, Sayı I, Bahar , s Kaynak Kişi: Reşat Çamdere nin kızı Şahinde Palabıyık, Doğum Yılı, Doğum Yeri: Edirne, Eğitim Durumu: İlkokul, Yaşadığı Yer: Edirne 20 Şahinde Palabıyık ile yapılan görüşme. 35

55 olduktan sonra Bedestende meyve sabunu dükkânı açmıştır. Meyve sabununu ailesi ile yapıp kendi dükkânında satmıştır. 21 Basri Ergörsel i kimin yetiştirdiği konusunda iki iddia vardır. Reşat Çamdere nin kızı dedesi Arif Çamdere nin çırağı, 22 Basri Ergörsel in kızı 23 ve baldızı 24 ise Mehmet (Fazıl)Postancılgil in çırağı olduğunu söylemektedirler. Basri Ergörsel yılında vefat etmiştir. 25 Bir başka meyve sabunu ustası ise Selahattin Atakanı dır. Çok iyi el becerisi olan bu kişi, çeşitli işler yaptıktan sonra meyve sabunu yapmaya başlamıştır. Basri Ergörsel in akrabası olup, yapılmış olan meyve sabunlarını inceleyerek kendi kendine deneme yanılma yoluyla öğrenmiştir. 26 Çünkü Basri Ergörsel meyve sabunun nasıl yapıldığını gizli tutup, kimseyle paylaşmamıştır yılların başına kadar son usta olarak Selahattin Atakanı devam etmiştir. Selahattin Usta ile birlikte Kız Meslek Lisesinde de amatörce misk meyve sabunu yapılmıştır. 28 Selahattin Atakanı yılında vefat etmiştir. 29 Maliyetin artması, ekonomik nedenlerle çırakların bu işi tercih etmemeleri, ustaların işi bırakmaları vb. sebeplerle yüzyılın son çeyreğinde eski değerini yitirmiştir. 30 Trakya Üniversitesi Rektörü seafoodplus.info Osman İnci bu konu ile yakından ilgilenmiş olup yılında Çamdere ailesinden belli bir ücret karşılığında tescilini almıştır. Misk meyve sabunun nasıl yapıldığını ortaya çıkarmak için Reşat Çamdere nin karısını misk meyve sabunun nasıl yapıldığını göstermesi için ikna etmiştir. 31 Çünkü Reşat Çamdere son vasiyetinde meyve sabunun yapımını kimseye anlatmamasını vasiyet etmiştir. 32 Trakya Üniversitesi, Şehit Ressam Hasan Rıza Güzel Sanatlar Meslek Yüksekokulu Öğr.Gör. Vahdet Malik e yapımını göstermiş olup, bu hoca da öğrencilere öğretmiştir. Emine Çamdere ye misk meyve sabunun yapım aşamaları ve konu ile ilgili bilgiler anlattırılmış olup kameraya çekilmiştir. 33 Fakat bu kaseti maalesef çok aramama rağmen 21 Kaynak Kişi: Basri Egörsel in kızı Nesrin Demirezer, Doğum Tarihi: , Doğum Yeri: Edirne, Eğitim Durumu: İlkokul, Yaşadığı Yer: Edirne 22 Şahinde Palabıyık ile yapılan görüşme. 23 Nesrin Demirezer, ile yapılan görüşme. 24 Kaynak Kişi: Mehmet (Fazıl) Postancılgil in kızı Sevgi Yelgin, Doğum Tarihi, Doğum Yeri: Edirne, Eğitim Durumu: Okur yazar, Yaşadığı Yer: Edirne 25 Nesrin Demirezer ile yapılan görüşme. 26 Kaynak Kişi: Selahattin Atakanı nın yeğeni Yüksel Kuran ın kocası Şevki Kuran, Doğum Tarihi, Doğum Yeri: Havsa/Edirne, Eğitim Durumu: Emekli Müfettiş, Yaşadığı Yer: Edirne. 27 Kaynak Kişi: Selahattin Atakanı nın yeğeni Yüksel Kuran, Doğum Tarihi, Doğum Yeri: Edirne, Eğitim Durumu: Emekli Öğretmen, Yaşadığı Yer: Edirne 28 Abdullah Kılıç, Mis Kokulu Meyve Sabunları, Skylife, Haziran , s Kaynak Kişi: Selahattin Atakanı nın karısı Adalet Atakanı, Doğum Yılı, Doğum Yeri: Havsa/Edirne, Eğitim Durumu: Okur yazar, Yaşadığı Yer: Edirne 30 İsmail Engin, Edirne de Süpürgecilik, Meyve Sabunculuğu ve Yapım Teknikleri, Edirne: Serhattaki Payıtaht, İstanbul , s Kaynak Kişi: Vahdet Malik, Doğum Yılı, Doğum Yeri: Edirne, Eğitim Durumu: Emekli Öğretim Görevlisi, Yaşadığı Yer: Edirne 32 Şahinde Palabıyık ile yapılan görüşme. 33 Vahdet Malik ile yapılan görüşme. 36

56 bulunamamıştır. Bu çekimden başka Reşat Çamdere 34 ve Basri Ergürsel 35 ile TRT kanalı tahminen yılların başında çekim yapmışlardır yıllarında Edirne Valisi Fahri Yücel in girişimiyle açılmış olan kurslarda yeniden canlandırılmaya başlanmıştır. Bu kurslarda yetişen, çok iyi sabun ustaları olan Bahar Kelleci ve Emine Karapınar günümüzdeki misk meyve sabun ustaların yetişmesini sağlamışlardır. Fakat Bahar Kelleci genç yaşta vefat etmiş olup, Emine Karapınar ise rahatsızlığı nedeniyle artık misk meyve sabunu yapamamaktadır. Edirne Halk Eğitim Merkezinde açılan kurslarla misk meyve sabunu yapımı devam etmektedir. Ayrıca özel imalâthanelerde, evlerde yapılıp yurtiçi ve yurt dışı satışlar yapılmaktadır. Bununla birlikte son yıllarda çeşitli kalıplarla da meyve sabunu yapılıp satışa sunulmaktadır. 36 Misk meyve sabunculuğunun bir kalitesi ve standardı olmalıdır. Çünkü çoğu insan misk meyve sabunu yapıp satmaktadır. Ticari bir değer taşıdığından kâr amacı olduğu için kalite düşmektedir yıllarında aile geçimini sağlamakta, fakat bununla birlikte kalitenin bozulmasından dolayı misk meyve sabunculuğuda ölmektedir. 37 Günümüzde ise geçimini sağlayan aile sayısı yılların sayısına göre yarıya inmiştir. Misk meyve sabunu ile uğraşan zanaatçılara ait yılların ilk çeyreğinde yaklaşık 25 dükkân varken 38, günümüzde Star Misk, Hamarat ve Hanımeli sabun atölyesinde el yapımı, Edmis atölyelerinde ise kalıpla meyve sabunu yapan toplam dört atölye bulunmaktadır. Çeşitli iş yerlerine ev hanımları da evde meyve sabunu yapıp vermektedirler. 2- GÜNÜMÜZDE MİSK MEYVE SABUNU YAPIM TEKNİĞİ Misk Meyve Sabunculuğu Edirne ye özgü bir zanaat çeşidi olup Türk kültürüne damgasını vurmuştur. 39 Sabunlara meyve şekli verilerek yapılan misk meyve sabunları Edirneli ustaların elinde sadece temizlik maddesi olmamış, güzellik ve süslenme ürünü de olmuştur. 40 Meyve sabunları üç boyutlu olmaları yanında güzel boyaları ile de dikkat çekmektedir. 41 Bugün çeşitli mekânlar da misk meyve sabununa rastlanmaktadır. Günümüzde en önemli işlevi hem görüntü, hem de hoş kokusu ile ofislerde, otellerde, evlerde, mağazalarda 42 dekorasyon amaçlı 34 Kaynak Kişi: Reşat Çamdere nin torunu Hakan Akdere, Doğum Tarihi, Doğum Yeri: Edirne, Eğitim Durumu: Trakya Üniversitesinde öğretim üyesi, Yaşadığı Yer: Edirne 35 Nesrin Demirezer ile yapılan görüşme. 36 Kaynak Kişi: Emine Karapınar, Doğum Tarihi, Doğum Yeri: Edirne, Eğitim Durumu: Lise olup Edirne Halk Eğitim Merkezinde Sabun Usta Öğreticisi, Yaşadığı Yer: Edirne 37 Gamze Atalay, Arasta, Edirne, Edirne İl Özel İdare Yayınları, Sayı, İstanbul, Yıl, s İsmail Engin, Edirne de Meyve Sabunculuğu ve Meyve Sabunu Yapım Teknikleri Türk Halk Kültürü Araştırmaları, Ankara ,s Osmanlı dan Günümüze Mis Kokulu Meyve Sabunları, Etso, Edirne, Cilt:7, Sayı, s Behiç Günalan, Edirne Misk Meyve Sabunu, Edirne Dergisi, Ocak-Şubat-Mart , Sayı, s Örcün Barışta, Türkiye Cumhuriyeti Dönemi Halk Plastik Sanatları, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara , s Kezban Karakaş, El imizdeki Sanat; Osmanlı Misk Sabunu, El Sanatları Dergisi, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Yayınları, Sayı: 3, İstanbul ,s

57 olarak kullanılmasıdır. 43 Misk meyve sabunları bazı kaynaklarda yıl kadar gerçek meyve görünümünde kullanılabilmektedir 44 diye yazılmışsa da çok daha uzun zaman bozulmadan kalmaktadır. Kullanılan Malzemeler Sabun Misk meyve sabunun ana malzemesi sabundur. Beyaz renk kullanılmalıdır. Yalnız bazı meyvelerde doğal rengi olan farklı renklerde sabun kullanılmaktadır. Boya Misk meyve sabunların boyanmasında gıda boyası kullanılmaktadır. Diğer Malzemeler Kiraz sapı, çeşitli meyve çekirdekleri (Şeftali, kayısı, karpuz, kavun) kuru karanfil, ince ağaç dalları, karanfil tozu, tarçın tozu. Kullanılan Araçlar Leğen Çeşitli ebatlarda olan, sabunu yoğurmak için kullanılmaktadır. Rende Çeşitli ebatlarda, sabunu rendelemek için kullanılan günlük hayatımızda mutfakta kullanılan alettir. Tel Meyve şekli verdiğimiz sabunları kurumasını sağlamak için bir yere asmada kullanılmaktadır. Küçük meyveler için soba teli, büyük meyveler için balya teli kullanılır. Fırça Farklı numaralarda, meyve sabununu boyamak içi kullanılmaktadır. Tencere Meyve sabunun cilası için kullanılan çeşitli ölçüde tencerelerdir. Meyve Sabununun Kuruması İçin Araçlar Meyve sabunların kuruması için çamaşır kurutmalığı yada bir yere gerdirilmiş ip kullanılmaktadır. Tartı Çeşitli meyve sabunları belli bir gramda yapılmaktadır. Hangi meyve kaç gram yapılacaksa o meyve sabununu tartmada kullanılır. Kap Meyve sabunu yapımı sırasında parmağın suya batırılması, boya hazırlamak için kullanılan çeşitli ölçülerde olan kap. Diğer Araçlar Çeşitli meyveler yapılırken, şekil vermede yardımcı olan ip, kalem, kürdan ve buna benzer araçlar kullanılmaktadır. 45 Misk Meyve Sabunun Yapılışı Misk meyve sabunu sabun yoğurulurken içine çeşitli kokular konulup yoğurulmuştur. 46 Bu nedenle güzel kokmasından dolayı adına misk meyve sabunu 43 Ender Bilal, Edirne de Kaybolan El Sanatları, Trakya Üniversitesi Dergisi, Sayı:6, s Mis Sabunu, Etso İş Rehberi, Edirne , s Kaynak Kişi: Sibel Zaralı, Doğum Tarihi, Doğum Yeri: Edirne, Eğitim Durumu: Üniversite, Edirne Halk Eğitim Merkezinde Sabun Usta Öğreticisi, Yaşadığı Yer: Edirne 46 Mis Sabunu, Edirne Kırkpınar Dergisi, Sayı:4, Yıl:4, Edirne, s

58 denilmiştir. Sabunlar rendelenir. Sonra yaklaşık ml 40 C deki su ile yoğurulur. 47 Hamurunun gereğinden fazla yoğurulması bezelerin çatlamasına sebep olur. 48 Hamur ne çok yumuşak nede çok sert olmalıdır. Gereğinden yumuşak veya sert olursa meyve şekli vermek zorlaşır. Normal oda sıcaklığında ortalama bir gün dinlenen hamurdan yapacağımız meyve büyüklüğünde parçalar alınıp tartılarak meyve yapımına geçilir. Günümüzde büyük meyve gr küçük meyve ise gr arasında değişmektedir. Ele alınan hamur birazda elde yoğurularak hava boşlukları alınarak, elde ya da düz bir zeminde yuvarlak hale getirilir. 49 Yoğurulma sonucu sıkıştırılarak, yuvarlak, küçük top haline getirilen hamura, beze denilmektedir. 50 Beze haline getirilen hamura, hangi meyve şekli verilecekse bir heykeltraş gibi o şekil verilir. Armut, şeftali, portakal, elma, çilek, kayısı, kavun, karpuz vb. gibi meyvelerin yapım aşamasında, meyvenin şekline göre usta parmakları ya da kürdan, kalem, ip gibi araçlar kullanmaktadır. Örneğin şeftali yaparken meyvenin doğal yapısı olan girinti şeklindeki görüntüyü verebilmek için bir tarafını ortadan ikiye bölerken kalem kullanıp, sonra suya batırılan baş parmağın yan tarafıyla çizilen yerin arasına girilip düzeltilir. Meyvenin şekli verildikten sonra baş parmak suya batırılarak meyve sabunun üzerindeki sivrilikler düzeltilir. Düzeltmeler düzgün olmazsa meyve sabunu güzel olmaz. Meyveyi gösteren üst düzeltmelerdir. Yapımı biten meyve sabunları hava sıcaklığına bağlı olarak ortalama iki gün ile bir hafta arasında kurumaya bırakılır. Eğer meyve sabunları gerektiği kadar kurumaz nemli olursa boyama işlemi düzgün olmaz. Çünkü boyayı tam olarak meyve sabunu tutmaz, tutsa da gün içerisinde boya solar. Meyve sabunları kuruduktan sonra boyama işlemine geçilir. Boyamaya başlamadan önce iki ucu kanca haline getirilmiş tel meyve sabununa geçirilir ve boyama hazır hale gelir. Boyanacak olan meyve sabunu mesela kiraz ise bir kabın içine kırmızı boya konur. İçine ortalama 40 C ılık su konarak göz yardımı ile kiraz rengi ayarlanır. Kiraz meyve sabununda kiraz sapı olarak kirazın kendi doğal sapı kullanılmaktadır. Bu saptan tutarak hazırlanan kırmızı boya içine batırılır. Kuruması için asılır. Eğer boyanacak meyve sabunu çilek ise yaprak kısmı yukarda anlattığımız gibi hazırlanmış yeşil renge fırça yardımıyla boyanır. Daha sonra kırmızı renkli boyaya tel takılmış çilek yaprak kısımlarının yakınına kadar batırılıp yeşil yaprak kırmızı renge boyanmasın diye yaprağa yakın yerler fırça ile dikkatlice boyanır. Kayısı meyve sabunu boyanacaksa telden tutarak hazırlanmış sarı rengin içine bir miktar turuncu renk konulup hazırlanan boyanın içine batırılır daha sonra kayısının bir yüzünü fırça ile kırmızı renk sürülüp kuruması için asılır. Bütün meyve sabunları bu şekilde meyvenin cinsine göre doğal rengine, görünüşüne bağlı kalınarak boyanır. Yeşil elma, yeşil armut, siyah üzüm, sarı üzüm gibi meyve sabunları kendi doğal renginde olan sabunlardan yapıldığı için boya ve cila işlemine gerek yoktur. 47 Sibel Zaralı ile yapılan görüşme. 48 Ender Bilal, Edirne de Kaybolan El Sanatları Oluşum, Temmuz-Ağostos-Eylül , Yıl:7, Sayı, s Kaynak Kişi Müberra Pomakoğlu, Doğum Tarihi: , Doğum Yeri: Kırklareli, Eğitim Durumu: Üniversite Öğrencisi, Edirne Halk Eğitim Merkezinde Usta Öğreticisi, Yaşadığı Yer: Edirne 50 İsmail Engin, Edirne de Meyve Sabunculuğu, s

59 Boyama işleminden sonra cilalama işlemine geçilir. Cila şu şekilde hazırlanır: Ocağın üzerine içi su dolu tepsi, onun içine de iki litre su bulunan tencere konur. Tenceredeki su kaynamaya yakın ısındıktan sonra suya rendelenmiş gr. sabun aralıklarla sabun eridikçe serpilir. Sonra içine cilanın miktarına göre bir miktar sarı boya su içinde eritilerek katılır. Boyaması yapılmış olan meyve sabunları tellerden tutularak açık renkli olanlardan başlayarak cila içine batırılıp çıkarak kurumak üzere asılır. Oda sıcaklığında en az iki gün kurutulur. Daha sonra armut, elma gibi meyvelerin sap kısımlarına meyvesine uygun saplar takılarak işlem tamamlanır. 51 KAYNAKÇA 1- Akar Azade, Yüzyıl İznik Çinilerine Dair Bir Araştırma, Edirne de Osmanlı Kültüründen Dekoratif Örnekler ve Edirne Sarayı İznik Çinileri, Edirne Valiliği Kültür Yayınları, İstanbul , s Atalay Gamze, Selimiye den Sonra İlk Durak: Arasta, Edirne, Edirne İl Özel İdare Yayınları, Sayı, İstanbul Yıl, s Bilal Ender, Edirne de Kaybolan El Sanatları Oluşum, Temmuz-Ağustos- Eylül , Yıl:7, Sayı, s Bilal Ender, Edirne de Kaybolan El Sanatları, Trakya Üniversitesi Dergisi, Sayı:6, s Cengiz, Halil Erdoğan, Eski Çamaşırlar, Killer, Sabunlar ve Leke Çıkarma Yöntemleri, Tarih ve Toplum, Nisan , C, S. , İstanbul , s Çelik Hüseyin, Temizlik Doğudan Gelir, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara Engin İsmail; Edirne de Meyve Sabunculuğu ve Meyve Sabunu Yapım Tekniği, Türk Halk Kültürü Araştırmaları, Ankara , s Engin İsmail, Edirne de Süpürgecilik, Meyve Sabunculuğu ve Yapım Teknikleri, Edirne: Serhattaki Payıtaht, İstanbul , s Emre Dölen, Tekstil Tarihi, Marmara Üniversitesi Teknik Eğitim Fakültesi yayınları No/1, İstanbul Günalan, Behiç, Edirne Misk Meyve Sabunu, Edirne Dergisi, Ocak-Şubat- Mart , Sayı, s Karakaş Kezban, El imizdeki Sanat; Osmanlı Misk Sabunları, El Sanatları Dergisi, İstanbul Büyükşehir Beldiyesi Yayınları,, Sayı: 3, İstanbul , s Kılıç Abdullah, Mis Kokulu Meyve Sabunları, Skylife, Haziran , s Köylüoğlu Neriman, Sarayda Su İle İlgili Yapılar, I. Edirne Sarayı Sempozyumu Bildirileri, Edirne , s Mesara Gülbün, Edirne de Yaşayan Osmanlı Kültürü, Edirne de Osmanlı Kültüründen Dekoratif Örnekler ve Edirne Sarayı İznik Çinileri, Edirne Valiliği Kültür Yayınları, İstanbul , s Örcün Barışta, Türkiye Cumhuriyeti Dönemi Halk Plastik Sanatları, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara Kaynak Kişi: Nilüfer Eren, Doğum Tarihi, Doğum Yeri: Hayrabolu/Tekirdağ, Eğitim Durumu: Üniversite Öğrencisi, Edirne Halk Eğitim Merkezinde Misk Meyve Sabunu Usta Öğreticisi, Yaşadığı Yer: Edirne 40

60 Özdal, Ahmet N., Orta Çağ İslam Dünyasında Farklı İşletmecilik Türleri ve Organizasyonel Yapıları, Marmara Türkiyat Araştırmaları Dergisi, Cilt: I, Sayı I, Bahar , s Öztürk Sait, Osmanlı Kültürel Mirasında Sabun, Acta Turcia Çevrimiçi Tematik Türkoloji Dergisi, Yıl:2, Sayı:2, İstanbul, Temmuz , s Peremeci Osman Nuri, Edirne Tarihi, Bellek Kitabevi, Edirne Polat, Nazım Hikmet, Sa y ve Tetebbu Dergisi, Edirne İçin, Doğu Kitabevi, İstanbul , s Mis Sabunu, Edirne Kırkpınar Dergisi, Sayı:4, Yıl:4, Edirne, s Mis Sabunu,, Etso İş Rehberi, Edirne , s Osmanlıdan Günümüze Mis Kokulu Sabunları, Etso, Edirne, Cilt:7, Sayı: 28, s Shreve seafoodplus.infoıs - seafoodplus.infoınk,JR Joseph, Kimyasal Proses Endüstrileri 2, Çeviren: A.

61 İNTERNET 1- sabun- icat%c4%b1-sabun-tarihi File://C:\Users\Documents\Sabunotu ve Çöven SABUN VE DİĞERLERİ

62 ANALYSIS OF TREE OF LIFE MOTIFS IN TURKISH CARPETS, KILIMS, CICIMS AND RUGS FROM A SEMIOTIC PERSPECTIV Gökçen ÇELİK ÖZBAHÇE ABSTRACK Immortality, post-mortal life, eternity, destruction, existence and transformation have been the focus of humanity in every aspect of human history. Mankind has found the answer to these questions that he or she is looking for with myths, diverse beliefs or religions, and also translates these answers into articles of furniture, artworks, weaving symbols and symbols. Therefore, life and death concepts have been the subject of the most widespread work in Turkish society as well as in woven and handicraft products, as well as in all societies. Life tree is often processed in Turkish textiles in terms of what it carries. These motifs, mostly stylized and woven, are indicative arrays that give us clues about the lives of the societies. The symbol of the tree of life, which is a symbol of the concepts of eternal life, immortality, life and the cycle of death, has become an indicator that we often encounter in the weavers before and after the Turks&#; transition to Islam. The purpose of this study is; To examine the motifs of the tree of life which are processed in Turkish carpet, kilim, martial arts and celadon in terms of semiotics and to relate them semantically with the tree cult and the religious beliefs in Turkey. In this study, relevant literature was searched and samples were examined. It has been determined that these examples are interpretations related to both the woven period and the old Turkish beliefs, and often a geometrical language is dominant. GİRİŞ Türk toplumunda oldukça yaygın bir uğraş olan dokumacılık; evrensel sembolleri de içinde barındırdığı gibi öz benliğinden, mitlerinden, yaşanmışlıklarından, acı, sevinç ve inançlarından beslenerek kendine özgü motiflerini de doğurmuştur. Bu motiflerin bir çoğunun Anadolu nun farklı bölgelerinde başkaca yorumlandığını görürüz. Dokumalara en sık işlenen motiflerden biri de ağaç motifleridir. Bunun sebebi, Türk kültürü ve inanç sisteminde, özellikle İslam öncesi dönemlerde, ağacın önemli bir yeri olması ve tanrısal bir varlık olarak kabul edilmesidir. Ağaç motifleri genellikle hayatın devamlılığını temsil eder ve Altay Şamanizmi nde beş kutsal unsurdan biridir. (Yurteri, Ölmez, ,). Buradan da anlaşılacağı gibi ağaç, Türkler için hayatın merkez ögelerinden biridir ve bu nedenle de dokumalara sıkça konu olmuştur. Dokuma çeşitlerinden özellikle halı, kilim, cicim ve seccadeleri incelediğimizde ağaç motifleri arasında da hayat ağacının öne çıktığını görebiliriz. 1. Hayat Ağacı ve Türk Kültürü ndeki Yeri Sonbaharda yaprak döküp, baharda yeniden çiçek açan ağaçlar, insanoğluna yaşam ve ölüm döngüsünü hatırlatmıştır. Hayat ağacı veya yaşam Arş. Gör., Atılım Üniversitesi Güzel Sanatlar Tasarım ve Mimarlık Fakültesi Grafik Tasarımı Bölümü, Ankara. 43

63 ağacı olarak anılan bu ağaç ise bazen varolan ağaçlara yüklenmiş bir anlam, bazense şeklen gerçekte varolmayan soyut bir ağaç olarak işleme, dokuma ve mimari eserlerde karşımıza çıkar. Belirli coğrafyalara özgü yetişen, o coğrafyalar ile özdeşleşmiş bazı ağaçlar bölge insanı için önemli ve kıymetlidir. Kimi zaman onlardan geçim elde eder, hayatlarını kazanırlar kimi zamansa yalnızca heybetli görünüşleri hayranlık uyandırır. Bu nedenledir ki onlara hayat ağacı vasfı yüklenmiştir. Örneğin hurma gibi meyve veren ağaçlar genellikle hayat ağacını temsil eder. Afrika kültüründe Boabab ağacı, Arap ve Mısır kültüründe palmiye ağacı, Çin kültüründe de dut ağacına hayat ağacı anlamı yüklenmiştir. Yaprak dökmeyenler ölümsüzlük çağrıştırırken yaprak dökenler yeniden doğuş anlamını taşır (Wilkinson, ). Gerçek ya da soyut, her iki şekilde de hayat ağacı insanoğlunun derin anlamlar yükleyerek varettiği bir sembol ve benimsenmiş bir felsefedir. Bu simge, toplumların kendi mitlerini referans alan farklı anlamlar da taşımaktadır. Bir inanışa göre, cennette büyüyen hayat ağacı ölümsüzlüğü ve bir döngünün başıyla sonunu temsil eder. Kökleri nemli ölüler diyarında, gövdesi ölümlüler dünyasındadır ve göklere kadar yükselen yapraklarıyla büyüme, ölüm ve yeniden hayat bulmayı yani ölümsüzlüğü simgeler (Wilkinson, ). Bazı kaynaklarda, sürekli gelişim ve değişim içinde yaşayan evreni sembolize ettiği de yazmaktadır (Çelik, ). İnsanların doğada olup biteni gözlemleme ve ölüm sonrasını anlamlandırma gayesi, kökleri toprağın kim bilir kaç metre derinliklerine salınmış, her mevsim değişen, kuşaklarca daimi kalan ağaçlara tılsımlı anlamlar yüklemeyi kaçınılmaz kılmıştır. Hayat ağacının evrensel konumu içinde Türk mitolojisinde de önemli bir yeri vardır. Türklerin inançları ve meskenleri değiştikçe kutsal ağaç, can ağacı gibi farklı isimlerle ve yüklenen farklı anlamlarla bir çok Türk söylencesinde adı geçmekte ve çokça Türk sanat eserlerinde karşımıza çıkmaktadır. Türklerde Şamanizm kökenli olan bu motif dünyanın merkezi olarak kabul edilmiş ve aynı zamanda Şaman ın yer altı ve gökyüzü seyahatinde onu göğe ulaştıran merdiven olduğu düşünülmüştür. Hayat ağacı ile birlikte tasvir edilen kuşlarsa inanışa göre ya bu yolculuğunda Şaman a eşlik etmekte ya da Şamanın kendisidir (Etikan, ). Dede Korkut hikayelerindeki Kaba ağaç hayat ağacıdır (Sultan ve Nurhan, ). Holmberg tarafından aktarılan, ilk insanların türeyişinin anlatıldığı bir Altay efsanesine göre Ülgen yeri yarattıktan sonra, yeryüzünde yedi erkek ve bu yedi erkeğin her biri içinse yedi ağaç yaratır. Sonra Maidere isminde sekizinci bir adamı ve Altın Dağ ın üzerinde onun ağacını yaratır. Altay Destanı nda ise Kögüdey Mergen in doğduğunda Hayat Ağacının öz suyuyla beslendiği anlatılmaktadır (Çoruhlu, ). Oğuz Destanında Oğuz Kağan ın Gök, Dağ ve Deniz ismindeki üç çocuğundan bahsedilir. Dikkat edilirse çocukların isimleri Gök ve Yer/Su unsurlarına işaret eder (Çoruhlu, ). Buradaki isimler de bizlere Kuzey mitolojisindeki Hayat Ağacı nı anımsatmaktadır. Yggdrasil isimli bu hayat ağacı tanrılar, insanlar ve ölüler alemlerini birbirine bağlar ve köklerinden bir çeşme, ondan da ırmaklar doğar (Wilkinson, ). Yakut Türkleri ise, yeraltındaki köklerin altından köpüklü bir sarı sıvı halinde güç veren bir suyun fışkırdığını kabul ettikleri, gövdesi dünyanın merkezinde yer alan ve dalları gök tabakalarını kateden bir Hayat Ağacından söz ederler. Bu efsane, Ak Genç efsanesinin bir varyantı olarak karşımıza çıkmaktadır (Çoruhlu, ). İlk adam olan Ak Genç yerin göbeğinde yaşar. Ortaya çıktığı yeri ve evinin şeklini görmek için dolaşmaya çıktığında büyük bir tepenin üzerinde büyük bir ağaç görür. 44

64 Ağacın tepesi büyük tanrı Urun-ay-toyon un bulunduğu göğün yedinci katına, kökleriyse yeraltının derinliklerine uzanmaktadır. Ağacın yaprakları göğün sakinleriyle konuşmaktadır. Yalnızlığından sıkılan Ak Genç, hayat ağacı olan bu ağaca yaklaşarak ona bir eş göndermesi için dua eder ve ağacın yaprakları hışırdamaya başlar. Süt şeklinde bir yağmur gencin üzerine yağar ve ağacın köklerinden yarı beline kadar çıplak bir kadın ortaya çıkar. Bu kadın Ak Genç e sütünü sunar ve Ak Genç bu sütü içtiğinde kendini yüz kat daha güçlü hisseder (Çoruhlu, ,). Türkler in, hem kendi yaradılış ve türeyişleriyle ilgili hem de ilk insanın yaradılışıyla ilgili ağaç-orman kültünü görebileceğimiz ve sıklıkla hayat ağacının da dahil olduğu bu ve bunun gibi bir çok mitleri mevcuttur. Bunlar daha çok İslamiyet öncesi Türk toplumlarında türemiş efsanelerse de bu mitler ve inanışlar İslamiyetten sonra da devam etmiştir. Örneğin Mevlana nın yorumladığı bir rüyada, Hayat Ağacı cennetteki Tuba Ağacıyla ve Sidre ağacıyla bağdaştırılmıştır. (Kardeşlik, ). 2. Halı, Kilim, Cicim ve Seccadelere Dokunan Hayat Ağacı Motifleri ve Göstergebilimsel Açıdan Bir İnceleme Halı ve kilimler günümüzde çoğunlukla yaşadığımız mekanlarda zemine serdiğimiz bir ev eşyası olarak kullanılmaktadır. El halıları hâlâ üretilmekteyse de, halılar artık çoğunlukla dijital baskılı veya makinaların dokuduğu endüstriyelleşen bir obje haline gelmiştir. Halı ve kilimlerin üretilmeye başlandığı ilk zamanlarda günümüz anlayışıyla yalnızca mekan zeminlerinde kullanılması amaçlanmamıştır. Örneğin Orta Asya da yaşayan Türk sülale ve devletlerinde taht örtüsü olarak da kullanılmıştır. Göçebe kavimler arasında doğup, gelişmiş olan halı sanat kültürü, daha sonra yerleşik medeniyetler tarafından da benimsenmiştir (Kalabek, Vuruşgan ve Çoruh: ). Halı, kilim gibi dokuma ürünlerinin günümüz anlayışıyla kullanımı da işte bu yerleşik hayat sonrasında başlamıştır. Türk kültüründe oldukça önemli bir yeri olduğuna değindiğimiz hayat ağacı motifi bu dokumalarda çokça karşılaştığımız bir motiftir. Örnekleri incelediğimizde genelde kompozisyonun ana öğesi olarak dokunmuş olduğunu görürüz. Etrafında ve yanında ejderha ve bir takım mitolojik kuşlarla beraber de tasvir edilmiştir. Örneğin Anadolu motiflerinde hayat ağacı, ölümsüzlüğün sembolü olarak can ağacı adıyla nitelendirilmiştir. Kuş, ejderha ve hayat ağacı motiflerinin birlikte kullanımı, ruhun sürekliliğini ve ölümsüzlüğü temsil etmektedir. Hayat ağacı üzerinde yer alan kuşlar, yaşamı ve ruhu simgelemektedir. Ejderha ise, hayat ağacını koruyan hayvandır (Fotoğraf: 1). Fotoğraf: 1, Halı Müzesi arşivinden, E-1 envanter numaralı halı 45

65 Bunun en güzel örneklerinden biri, Halı Müzesi arşivindeki E-1 envanter numaralı halıda görülür. Ve Yüzyıllar arasında Orta Anadolu da dokunduğu kabul edilmektedir. Hayat ağacı, stilize iki ejder figürünün arasında tasvir edilmiştir. Dört köşeye de Zümrüd-ü Anka olduğu düşünülen mitolojik kuş figürü işlenmiştir. Hayat Ağacı, ejder ve anka kuşunun oluşturduğu üçlü kompozisyonda; sonsuz yaşamı simgeleyen hayat ağacı, hayat ağacının koruyuculuğunu üstlenmiş ejder ve ilim-irfan simgesi anka kuşunun misyonu, kozmolozik ve ikonografik anlatımın zengin ürünüdür (Aslanapa, / Aslanapa ve Durul, / Yetkin, / Yetkin, ). Seccade halılarında ise zeminde üst üste katlar halinde yer alan mihrap hayat ağacını sembolize etmekte, İslami inanışa göre de cennetin katmanları olarak yorumlanmaktadır (Etikan, ) (Fotoğraf: 2, Fotoğraf: 3, Fotoğraf: 4). (Fotoğraf: 2, Milas Seccade) (Fotoğraf: 3, Mucur Seccade) (Fotoğraf: 4, Kula Seccade) Göstergebilim doğada var olan her olayın belirti olarak ortaya koyduğu anlamları ve işaretleri çözümleyen bir bilim dalıdır. Ses, işaret ve davranış biçimlerinin bir dil olarak kabul edildiği, gösteren, gösterilen ve yorumlayan gibi elemanlardan oluşan göstergenin esas alındığı göstergebilim, dilbilim ve edebiyatın yanı sıra, plastik sanatlar veya iletişim gibi başka alanlarda da kullanılmaktadır. (Yılmaz, ). Hayat ağacı motifinin bu dokumalarda kullanımını göstergebilimsel açıdan değerlendirecek olursak düz anlamda, toplumların ölümü kavrayış biçiminin bir dışavurumu olduğunu ve hayat ağacı motiflerinin şekli ve ismi itibariyle bize bu dünyada sonsuzluğu yakalamayı anlattığı söylenebilir. Birçok farklı yörenin halı, kilim, cicim ve seccadelerinde dokunan hayat ağacı motifi, birbirinden farklı şekillerde stilize edilmiş ve bambaşka kompozisyonlarda kullanılmıştır fakat ortak bir kaç nokta vardır: hayat ağacı daima dikey formdadır ve dalları göğe, kökleri toprağa doğru uzanmıştır. Dikey şekilde sembolize edilmesi göğe varmak veya cennete ulaşmak kavramlarının yönsel yansıması ve yan anlamıdır (Fotoğraf: 5). 46

66 Fotoğraf: 5, Hayat ağacı motifli cicim örneği SONUÇ VE DEĞERLENDİRME Türk halı, kilim, cicim ve seccadelerde hayat ağacı motiflerinin kullanımı İslamiyet öncesi Şaman dönemine dayanmaktadır. Türkler in Şamanizm den İslamiyet e geçtikleri bu süreçte inanç sistemlerinde ve bununla beraber kaçınılmaz olarak yaşantı biçimlerinde de oldukça radikal değişiklikler meydana gelmiştir. Şamanizm kökenli bir sembol olan hayat ağacı, Türkler İslamiyet e geçtikten sonra da motif olarak kullanılmaya devam edilmiştir. Ölümsüzlüğü, sonsuzluğu anlatan bu motifin halı, kilim, cicim ve seccadelerde tüm bu radikal değişimlere rağmen kullanımı bize gösteriyor ki bambaşka bir dini kabul etmiş ve getirdiği hayat tarzını benimsemiş olsalar da bu dünyayla olan bağlarını mental anlamda koparamamışlar, yeni inanç sistemlerine de hayat ağacı motifini ve bu motifin anlamını başka bir pencereden yeniden yazıp aktarmaya devam etmişlerdir. İnançlar gereği ifade değişse de sonuç değişmemiş ve hayat ağacı motifi insanların yokolmama ve bir durumda bir yerlerde varlığını sürdürme arzusunun bir göstergesi olmuştur. KAYNAKÇA ASLANAPA, O. (). Türk Halı Sanatının Bin Yılı, İstanbul: İnkılap Yayınevi. ASLANAPA, O. ve DURUL, Y. () Selçuklu Halıları, İstanbul. Ak Yayınları. ÇELİK, D. (). Kilim Motiflerinin ve Heybe Dokumaların Modern Giysilere Yansımaları, Selçuk Üniversitesi Sanat ve Tasarım Dergisi Yıl 1, Sayı 1: ÇORUHLU, Y. (). Türk Mitolojisinin Ana Hatları. Kabalcı Yayınevi. ETİKAN, S. (). Seccade Halılarda Kullanılan Bazı Motifler ve Bu Motiflerin İslam Sanatında Yeri. Atatürk Kültüri Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Makale: , KALABEK AVCIOĞLU, N., VURUŞGAN, D., ÇORUH, E. (). Türk Halıcılığının Tarihçesi. Tekstil Teknolojileri Elektronik Dergisi Cilt 8 No 1: 53 KARDEŞLİK, Selman. (). "Vakıflar Halı Müzesinde Selçuklu Ve Selçuklu Geleneğindeki Halılarda Kozmolojik ve İkonografik Boyut." Restorasyon Yıllığı Dergisi, 2 (): 88 WILKINSON, K. (). Kökenleri ve Anlamlarıyla Semboller & İşaretler. Alfa 47

67 Yayıncılık. YETKİN, Ş. (). Yeni Bulunan Hayvan Figürlü Halıların Türk Halı Sanatındaki Yeri, Sanat Tarihi Yıllığı, Sayı V, İstanbul YETKİN, Ş. (). Türk Halı Sanatı, Ankara: Türkiye İş Bankası Yay. YILMAZ, A. H. (). Türklerde Ölüm Anlayışının Çağdaş Türk Resmı nde Göstergebı lı msel Açıdan İncelenmesı. İdil Dergisi Cilt 5 Sayı 1. YURTERİ, S. ve ÖLMEZ, F. N. (). Türk Dokumalarında Ağaç Motifi, Atatürk Kültüri Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Makale: ,,

68 2. OTURUM (2. SESSION)-B Salonu (B Hall) Oturum Başkanları (Session Moderators): Prof. Dr. Vladimir KLIMUK-Yrd. Doç. Dr. (Assist. Prof. Dr.) Gürbüz ARSLAN

69

70 TÜKETİM KÜLTÜRÜ VE REKLAMLAR (CONSUMPTION CULTURE AND ADVERTISEMENTS) Mustafa SEVER ABSTRACT The United States, Western Countries and as a result of this all the capitalist countries transformed their production system from Fordism to Post- Fordism to handle their economic and political crisis in s. This process indicates not only production and consumption systems but as a result of it a transformation in daily life. In the process of mass production and consumption, the subject is production of flashy and easily obtainable goods in accordance with global quality standards for the consumers. These developments are accepted as the sign of commodification of daily life and makes the belief popular that suggests people gain respect and status in society by the amount of their consumption. While the society evolves into a consumption society, the cultural situation as a result of this process is named as consumer culture. Consumer society is the social structure in the countries where market economy principles are applied. The concept of consumer culture is used to name hedonistic, brand-focused and pretentious consumption mentality in this kind of social structure. One of the most important instruments of the consumer culture is advertisements. Advertising can be defined as an activity to effect the perception, taste and choice of the consumers to provide them consume. The advertisements which are presented by using all the capability of the media, provide the encouragement of consumption in mass scale. Advertisements impose the society global consumption culture (charm of the products, payment advantages, international brands, etc.) no matter if they need to consume or not and make them believe that they can be more original than the rest of the society by consumption. Advertisements give the consumers the message to buy the product which is advertised. J. Williamson remarks that advertisements mostly don t give the right information about the product; even if the message is right the consumers are persuaded to buy the products that they don t need in fact (). While presenting the specialities of the advertised product advertisements are also broadcasted to give messages about mentality, belief and lifestyle. In this study, consumer culture and the role of advertisements in consumption is examined to analyse the role of global consumption culture in the erosion or even the disappearance of national cultures. GİRİŞ li yıllarda başta ABD nin, Batılı ülkelerin, Japonya nın ve dolayısıyla tüm kapitalist ülkelerin yaşadığı ekonomik ve siyasî krizden bir çıkış olarak serbest piyasa ekonomisi uygulayan ülkeler birtakım düzenlemeler yapma gereği duyarlar. Sonradan Post-Fordizm olarak adlandırılan bu süreçte, sadece üretim-tüketim sistemi açısından değil, gündelik hayata yansımalarıyla bir değişim/dönüşüm başlar. Bu süreçte kitlesel üretim-kitlesel tüketim bağlamında, ürünlerin küresel Prof. Dr., Gazi Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, Fotoğraf ve Video Bölümü, Ankara. 51

71 standartlarda, belli bir kalite ve gösterişte üretilmesi, orta gelirli tüketicinin kolay elde edebileceği ölçüde sunulması söz konusudur. Bu gelişmeler, gündelik hayatın metalaşmasının, insanların tükettiği oranda saygınlık ve statü kazanacağı insancıyla tüketime yöneldiklerinin işaretleri sayılır. Toplum, tüketim toplumuna evrilirken bu süreçte meydana gelen kültür de tüketim kültürü olarak adlandırılmıştır. Tüketim toplumu, serbest piyasa ekonomisinin uygulandığı ülkelerdeki toplumsal yapıdır. Tüketim kültürü de böylesi bir toplumsal yapıda hazcı (hedonist), markacı ve gösterişçi tüketim anlayışının adıdır. Reklamlar, tüketim kültürünün adeta lokomotifi rolündedir ve sadece malın, hizmetin, vd. tüketilmesini artırmaz, hızlandırmaz; aynı zamanda milli değerleri de yozlaştırarak, dönüştürerek tüketir. Toplumsal değer, reklam ve tüketim Toplumsal değer, toplumun her bireyi tarafından ortak şekilde algılanan, anlam yüklenen, adlandırılan, kabul edilerek savunulan ilkelerdir. Gelenek yoluyla nesilden nesle aktarılan toplumsal değerler, toplumun sağlığını ve devamını sağlayıcı etkidedirler. Toplumsal hayatta güncel olarak meydana gelen olaylarla, gelişmelerle bin yıllardan süzülüp gelen tecrübeler bir denge içinde olursa, birbirini denetleyici çerçevede yaşatılırsa, toplum sağlıklı ve huzurlu gelişimini sürdürür. Yani, bir milletin olgular dünyası (nesnel, dış dünyada meydana gelen olaylar, durumlar) ile değerler dünyası arasındaki ilişkilerde etki-tepki bağlamında paralellikler arttıkça, toplumsal düzen ve toplumsal barış tesis edilebilir. Aksi takdirde toplumda kargaşalar, huzursuzluklar meydana gelir. Her milletin bir şahsiyeti vardır. Bu şahsiyet, zamana ve zemine göre değişir ve gelişir; yani durağan bir yapıda olmayıp gelişmeye açıktır. Kimlikteki bu gelişme, kendi kültür kaynaklarından beslendiği ölçüde sağlıklıdır ve içtimaî hayatta sorunlar asgarî düzeydedir. Ancak, öteki ni taklit etme ve benimseme şeklindeki bir gelişme, daha doğrusu değişme ise, kimlik in yozlaşmasına, bozulmasına ve aslından uzaklaşmasına sebep olur. (Sever ). İşte bu noktada, öteki nin taklit edilmesi noktasında reklamlar ayrı bir etki ve öneme sahiptir. Reklam, Türkçe Sözlük te bir şeyi halka tanıtmak, beğendirmek ve böylelikle sürümünü sağlamak için denenen her türlü yol (/) olarak tanımlanmaktadır. Tanımdan da anlaşılacağı üzere reklamın amacı malın, ürünün, hizmetin satın almasını, yani sürümünü, tüketimini artırmaktır. Bu, reklamın görünen yüzü, herkesçe bilinen anlamıdır; ancak reklam, bir yandan tüketiciye satılmaya çalışılan ürünleri tanıtırken, beğendirmeye çalışırken veya özelliklerini sunarken, arka planda bir anlayış, inanış, yaşama biçimi mesajını verir. Bu mesaj psikolojik bir mesajdır ve kişinin/kişilerin bilinçaltını hedefler. Görsel, işitsel yollarla bir ürünün satışını artırmaktan bir anlayışın, inanışın toplumda yerleşmesine kadar geniş bir alanda kullanılırlar. Tüketim kültürünün en önemli araçlarından biri reklamlardır. Bu bağlamda reklam, tüketicilerin algı, zevk ve tercihlerini etkileyerek tüketime yönelmelerini sağlayıcı etkinlik olarak da tanımlanabilir. Medyanın bütün imkânları kullanılarak sunulan reklamlar, tüketimin kitlesel boyutta özendirilmesini sağlar. Kişinin ihtiyacı olsun olmasın, reklamlar, tüketiciye küresel tüketim kültürünü (ürünlerin sunuluşundaki albeni, ödeme kolaylıkları, uluslararası markalar, vd.) va z ederek tüketicinin tüketmekle toplumda daha üst bir statü elde edeceğini, diğer insanlardan farklı olacağını düşünerek hareket etmesini sağlar. Reklamla tüketiciye reklamı yapılan ürünün satın alınması mesajı verilir. J. Williamson, reklamlarda tüketiciye verilen bilginin çoklukla doğru olmadığını, doğru olduğunda bile zorunlu olmayan ürünleri alması için tüketicinin ikna edilmeye çalışıldığını () belirtir. Bu ikna, küreselleşme adı verilen ve ekonomik, teknolojik gelişmişlikleriyle dünyayı yeniden düzenlemeye çalışan emperyalistlerin öngördüğü dünya insanının inşasına yöneliktir. Bu çerçevede bu çalışmada tüketim kültürünün yaygınlaşmasını ve 52

72 tüketimin artmasını sağlayıcı etkinliklerden olan reklam üzerinde durulacak, reklamların milli kültürlerin aşınmasındaki hatta yok olmasındaki etkisi değerlendirilecektir. Tüketicilerin ürünler ve tüketim olanakları hakkında bilgilenmelerini, hatta eğitilmelerini sağlayıcı bir etkinlik olarak da görülen reklamlar, bu yönüyle toplumun düşünce ve eylemlerini de şekillendirir. Tabii ki serbest piyasa ekonomisi açısından reklamlar, bir yandan ekonominin canlanmasında etkin olurken diğer yandan küreselleşen dünyada modernlik/çağdaşlık olarak sunulan tek tip bir yaşama şeklinin, Batı (Başta ABD olmak üzere günümüzün Batı ülkeleri) kültürünün yaygınlaşmasını da sağlayıcı özelliktedir. Reklamlarda görsel-işitsel kurgulamalarla sunulan ürünler, kültürlerarası farklılıkları da törpülemektedir. Çünkü reklamlar gerek ulusal gerekse uluslararası ürünlerin (beslenme, giyim, eğlenme, teknoloji, vd.) tüketiminin benimsenmesini ve yaygınlaşmasını sağlarken aynı ürüne sahip olan ve tüketen insanların aynı davranışlar göstermesi ve dolayısıyla aynı düşünceleri taşıması olağan hâle gelmektedir. Sözgelimi aynı markalı ürünleri tüketenler arasında bir duygudaşlık oluştuğu bugün herkesçe gözlenebilmektedir. Reklam, serbest piyasa ekonomisinin uygulandığı ülkelerde popüler kültürün yaygınlaşmasında, dolayısıyla tüketimin artmasında etkilidir ve adeta tüketicinin neyi tüketip tüketmemesi hususunda yönlendiricidir. Hiçbir ahlâkî, insanî değer gözetmeyen, her yolu meşrû gören pazar ekonomisinin efendileri (yabancı, uluslararası veya ulusal şirketler) tüketici üzerinde yaptıkları geniş araştırmalar sonunda kurguladıkları reklamlarla insanları -ihtiyaçları olsun veya olmasın- tüketmeye, dolayısıyla da onu yeni bir hayat tarzını benimsemeye zorlamaktadır. Çünkü reklamlar, sahte/yapay ihtiyaçlar üretmede en önemli araçtırlar. Oysaki hayat tarzı gelenekseldir ve kişi içinde yaşadığı toplum değerleri çerçevesinde hayat tarzını kendi biçimlendirir. Fakat, tüketim toplumu kültürü, kişinin hayatı üzerinde tahakküm kurmuştur. Günümüzde başta tv ler olmak üzere diğer iletişim araçlarından yayılan ve kitleleri etkisi altına alan reklamlar, uluslararası bir nitelikte de olabilmekte, dolayısıyla küresel etki altındaki insanlar, farklı ülke kültürlerinin, anlayış ve yaşayışlarının etkisiyle kendi yaşayışlarını onlara benzetmek yönünde çaba göstermektedirler. Çünkü Türkiye gibi Batı ülkeleri karşısında ekonomik, siyasi ve teknolojik yönden daha zayıf olan ülkeler, yönlerini Batı ya döndükleri için, adeta Batılı yaşayış standartlarını ideal yaşama standardı olarak görmekte, bu nedenle de yaşayış ve kültürel açıdan Batı etkisine açık hâle gelmektedir. Bu aşamada reklamlar yoluyla ürünler devreye girmekte, insanlar bu ürünleri tüketmek yoluyla Batı tarzı yaşama biçimine eriştikleri sanısına kapılmaktadır. Dahası, reklamların etkisiyle gerçek ihtiyaçlarının karşılanmasının ötesinde artan tüketimleri yoluyla toplumda daha özel bir statü elde ettiklerine inanmaktadırlar. Reklamlarda tüketici kendisine yeni özgürlükler sunulduğuna inanabilir, oysa acımasızca aldatılmaktadır. Sunulan şey özgürlük yanılsamasından başka bir şey değildir. Piyasanın ütopyacı ideallere, siyasal ve sosyal özgürlüğe, maddi refaha ve fantazyanın gerçekleştirilmesine bağlanması, hâkimiyet ve inkârın ortak işkembesinden çıkan bir kurtuluş gösterisi sergiler. Gösteri ortak çıkarların icadıdır (Robins ). Tüketim toplumunda reklam, yeni bir yaşam tarzını topluma ürünler yoluyla sunmakta, bireyler de bu yaşam tarzını -farkında olarak veya olmayarak- gündelik davranışları hâline getirmektedir. Ancak bu davranışlar, gerçekte öyle olmayıp da Türkçede -mış gibi olmak, mış gibi yapmak sözüyle ifade edilebilecek yapay bir durumu işaret etmektedir. Özellikle uluslararası ürün ve markaların pazarlamasındaki reklamların içeriği, hedef toplum insanlarının kendi kültürlerinin birçok değeri kullanılarak ve ürün nitelikleri standartlaştırılmış şekilde oluşturulmaktadır. Bu yolla farklı ülkelerdeki insanların ihtiyaçlarının ve dolayısıyla düşünüş ve davranışlarının aynılaşması hedeflenmektedir. ihtiyaçların homojenleşmesi[ni], kabul edilebilir bir 53

73 kaliteye sahip düşük fiyatlı ürünler için evrensel bir tercihin oluşumu nu (Mattelart ) sağlamak yönündeki reklamlarla dünyada aynı özelliklerde tüketici insan tipi oluşturmaya çalışılmaktadır; ki bu insan tipi, kompleks düşünmekten uzak, global düzeyde ürün ve markaları tüketmekten haz duyan ve bu tüketimiyle toplumsal hayatta statü elde edeceğine inanmış bir tiptir. Ürünlerin standart halde sunulması, tüketimi de standart hale getirdiğinden insanlar da tek tipleşir, adeta sürüleşir. Böylesi topluluklarda milli değerler hususunda hassasiyetler kaybolur; tüketim kültürünün vitrini olan modanın öngördüğü şekilde yiyen-içen, giyinen, davranan, tek kaygısı daha üst düzeyde tüketmek olan hazcı bir topluma ulaşılır. Bu toplum, hem bir mal üretimi hem de hızlandırılmış ilişki üretimi toplumudur. Aynı anda hem bir ilgi toplumu ve bir baskı toplumu hem de barışçıl bir toplum ve bir şiddet toplumudur. (Baudrillard , ). Çünkü, tüketim toplumunda kuralsızlık en önemli ilke haline gelir. İnsan ilişkileri maddileşir ve bunun sonucunda da millî, dinî, ahlâkî hassasiyetler değişime uğrar. Featherstone nin () tespit ettiği gibi, küresel olarak yaygınlaşan tüketim kültürünün ABD nin dünyanın iktisadi düzeni üzerindeki iktidarının genişlemesini sağladığı, tüketim kültürünün her bir ülkenin kendi ulusal kültürünü çökertmeye yönelik bir evrensel kültür haline geldiği söylenebilir. SONUÇ Batı nın ekonomik, siyasî ve teknolojik gücü karşısında çağımız insanlarının gösterdiği sorgusuz, sualsiz itibar ve hürmet (Robins ) bu davranışlardaki yapaylığın ve edilgenliğin bir göstergesidir. Bu edilgenlik karşısında başta ABD olmak üzere gelişmiş Batılı ülkelerin 1 ekonomileri iyi ve kötü günde, hastalıkta ve sağlıkta, hormon verilmiş bir ergen gibi önüne çıkan her şeyi yiyerek ve ölçemeyeceğiniz kadar hızlı boy atarak büyü[rken] (Hararı ), gelişmek çabasındaki ülke ekonomileri belirsizliklerle, düzensizliklerle, kargaşalarla uğraşmaktadır. Çünkü, insanların akıl, mantık çerçevesinde düşünme ve davranmaları tüketim kültüründe çok çeşitli yöntemlerle engellenmektedir. İnsanın bulunduğu her ortamda (gerçek veya sanal dünyada, sosyal medyada, vb.) reklamın her türlüsüyle zihinler bombardıman edilmekte; insanlar adına neyin gerekli neyin gereksiz olduğuna karar verilmektedir. KAYNAKLAR BAUDRİLLARD, Jean , Tüketim Toplumu, Ayrıntı Yay. (6.b), İst. FEATHERSTONE, Mike , Post-modernizm ve Tüketim Kültürü, Ayrıntı Yay. (3.b), İst. HARARI, Yuval Noah , Hayvanlardan Tanrılara: Sapiens-İnsan Türünün Kısa Bir Tarihi, Kolektif Yay., İst. MATTELART, Armand , Beyin İğfal Şebekesi, Ayrıntı Yay., İst. ROBİNS, Kevin , İmaj-Görmenin Kültür ve Politikası, Ayrıntı Yay., (2.b), İst. SEVER, Mustafa , "Anlatım Türlerinin Kimlik İnşasındaki İşlevi", Bizim Külliye, sayı: 67, s Türkçe Sözlük (K-Z) , TDK Yay. (9.b), Ank. WILLIAMSON, Judith , Reklamların Dili-Reklamların Anlamı ve İdeoloji, Ütopya Yay., Ank. 1 Batılı ülkeler terimi, sadece coğrafî anlamda Batı Avrupa ülkelerini değil; ekonomik ve teknolojik gelişmişlikleriyle gelişmekte olan ülkeler üzerinde tahakküm kuran başka ülkeleri de, sözgelimi Jopanya yı da kapsayan bir sözdür. 54

74 ДИАЛОГ КУЛЬТУР В КУЛЬТУРНО-ИСТОРИЧЕСКОМ ПРОЦЕССЕ БЕЛАРУСИ (THE DIALOGUE OF CULTURES IN CULTURAL AND HISTORICAL PROCESS IN BELARUS) Zoya KOZLOVA Belarusian culture began to form an independent distinctive type as far back as the 10thth centuries, based on the ethnic substratum that inhabited this central European region. Due to the geopolitical situation and the historical fate of the people, the process of its development over a long period was at the interface of powerful cultural interactions, primarily of Western European and Russian cultures. For the first time the Eurocentric position of the Belarusian culture was justified in by the Belarusian philosopher Ihnat Kancheuski, who noted that there is a constant fluctuation between the West and the East in the territory of Belarus. The Belarusian culture did not act only as an intermediary for intercultural dialogue between Western and Eastern European regions. In the cultural space of Belarus there was a meeting and interaction of cultural values of many peoples: those who the Belarusians had a common state or border with (Poles, Russians, Ukrainians, Lithuanians), who lived on the land of Belarusians for centuries (Tatars, Jews) or wandered for it (gypsies). Religious ideas formed the basis of Belarusian culture. These ideas did not differ from the ideas that existed in neighboring countries. Their remarkableness and peculiarity was not in their content, but in the extraordinary freedom of their penetration and most importantly in intertwining and mutual influences. It is not only about the fact that Christianity, Judaism, Islam and paganism co-existed. The Vilnius Jews translated Christian literature into Belarusian. Tatars, having started usage of the Belarusian language, created religious handwritten monuments the Kitab, the Tajwid, the Hamail. While being on the territory of Belarus, gypsies took an active part in celebrations of national pagan holidays of the local population Vialikdzien, Kupala etc. Belarusian art culture is a unique phenomenon in the close intertwining of many ethnic traditions. Many writers, artists, composers of the 18th and 19th centuries born on the territory of Belarus made a great contribution to both Belarusian and Polish cultures: Adam Mickiewicz, Wladyslaw Syrokomla, Michal Kleofas Oginski, Napoleon Orda, Stanislaw Moniuszko. The Jewish culture of Belarus gave the world such famous artists as Zair Azgur, Marc Chagall, Iakov Kruger, Yehuda Pen. At this intersection of cultural traditions such basic features of the Belarusian mentality and national character of the Belarusians as tolerance, PhD in historical sciences, docent of the department of social and humanities disciplines Baranovichi State University, Baranovichi, [email protected] 55

75 openness, non-conflict, orientation to dialogue, aspiration for mutual understanding and consensus were formed. ВВЕДЕНИЕ В культурологии большой интерес у исследователей вызывают процессы, проходящие на стыке культурных образований, а также ценности, создаваемые людьми в ходе этих процессов. Взаимодействие культуры народа с другими этническими культурами, взаимопроникновение ценностей различных культур друг в друга является одной из важнейших закономерностей культурно-исторического процесса. От них зависит его насыщенность и динамичность. С этих позиций диалог культур, который на протяжении столетий проходил в культурно-историческом пространстве Беларуси, представляет собой несомненный интерес. ОСНОВНАЯ ЧАСТЬ Известно, что белорусская культура начала формироваться в самостоятельный, самобытный тип еще в X XII вв. на основе этнического субстрата, населявшего этот центральноевропейский регион. В то время по территории современной Беларуси, заселённой преимущественно индоевропейскими племенами балтов и, как считают в последнее время некоторые исследователи (Седов В. В., Третьяков П. Н., Шадыро В. И., Ласков И. А.) фино-угорскими племенами, с юга и юго-запада начинают продвигаться племена славян, которые также были индо-европейцами, но до этого компактно проживали в Прикарпатье, между Вислой и Одером. Переселенцы не стали враждовать, как это чаще всего встречается в истории, с автохтонным населением, а стремились к мирной жизни. Вследствие более высокого культурного развития пришельцев начинается растянувшийся на несколько столетий процесс славянизации местной балтской культуры. Однако этот процесс нельзя рассматривать как полную ассимиляцию балтов и балтской культуры. Довольно значительным было и обратное влияние балтов на доминирующие ценности культуры славян. Таким образом, диалог культур в культурном пространстве Беларуси начался ещё более тысячи лет тому назад. Весь дальнейший процесс развития белорусской культуры в следствие геополитического положения и исторической судьбы народа также шел на стыке мощных культурных взаимодействий. В первую очередь западноевропейской и российской культур. Впервые европоцентристская позиция белорусской культуры была обоснована еще в г. белорусским философом Игнатием Кончевским, который отмечал, что на территории Беларуси постоянно присутствует колебание между Западом и Востоком. На этом перекрёстке культурных традиций сформировалась уникальная, непохожая на другие белорусская культура. Белорусская культура не только выступила посредником межкультурного диалога между западно- и восточноевропейскими регионами. В культурном пространстве Беларуси происходила встреча и взаимодействие ценностей культур многих народов: тех, с которыми у белорусов было общее государство или граница (поляки, русские, украинцы, литовцы), кто на протяжении столетий проживал на земле белорусов (татары, евреи) или 56

76 кочевал по ней (цыгане). Так, благодаря цыганам из Европы на территорию Беларуси попали цимбалы музыкальный инструмент, который органично слился с белорусскими народными музыкальными мотивами и стал неотъемлемой составляющей и современной музыкальной культуры Беларуси. В процессе межкультурного взаимодействия в идеологической, этнической, религиозной, психологической сферах на нашей земле постоянно присутствовали механизмы и аккультурации, и ассимиляции, и адаптации. Например, представители татарского народа появились на белорусских землях ещё в конце XIII - начале XIV вв. Они служили в войсках великих князей Гедемина и Витовта, выделяясь отвагой и мужеством. Иногда правители Великого княжества Литовского приглашали к себе татар из Золотой Орды, из Крымского ханства, наделяя их здесь земельными участками, освобождая от налогов. Часть татарского населения княжества составляли военнопленные, часть добровольные переселенцы. Около 49 тысяч татар поселились на белорусских землях в конце XIV начале XV вв. при князе Витовте ( гг.), который разрешил им свободу вероисповедования, терпимо относился к татарским обычаям, обрядам, языку. Селились татары преимущественно колониями в западной и центральной частях Беларуси, чаще всего в городах и местечках. Отдельные улицы и кварталы в населённых пунктах обычно назывались «татарскими». Крупные колонии татар были в городах Клецк, Слуцк, Новогрудок, Гродно, Брест, Лида, Ошмяны и др. В настоящее время населённые пункты с названием Татары, Татарщина, Татарка есть в Вороновском, Сморгонском, Ивьевском районах Гродненской области, Молодеченском, Дзержинском, Столбцовском, Червеньском районах Минской области, Браславском районе Витебской области. В начале XX в. в Минске существовала Татарская слобода или Татарский конец, а на территории ныне прилегающей к проспекту Победителей в районе Дворца спорта располагались известные Татарские огороды, овощи с которых в большом количестве были постоянным товаром на минских рынках. Татары занимались также земледелием, цветочным семеноводством, скотоводством, обработкой кожи, изготовлением из кожи обуви и одежды, извозом. По причине угасания контактов с исторической родиной и преимущественно мужского состава населения с разрешения великих князей литовских татары вступали в брак с местными женщинами. При этом складывается традиция, в соответствии с которой мужчина-татарин брал фамилию жены, а жена принимала ислам. Это повлияло на обычай белорусско-литовских татар иметь только одну жену. В XVI начале XVII вв. татары Великого княжества Литовского постепенно потеряли родной язык, начали пользоваться белорусским, затем польским, а с XIX в. и русским. Но они сохранили своё этническое самосознание, хотя и подверглись значительному местному культурному влиянию. В то же время белорусская культура приняла многие ценности культуры татар: около слов-тюркизмов (по подсчетам Я. Якубовского), культуру овощеводства и цветочного семеноводства, особенности традиционного женского костюма (строя) некоторых регионов Беларуси и многое другое (Энцыклапедыя гісторыі Беларусі, ). 57

77 Важное место в белорусской культуре занимали и занимают религиозные идеи. Эти идеи ничем не отличались от тех идей, которые существовали в соседних странах. Примечательность и особенность их была не в содержании, а в необычайной свободе их проникновения и, что особенно важно, в переплетении и взаимовлияниях. Речь идет не только о том, что свободно сосуществовали христианство, иудаизм, ислам, язычество. Виленские евреи переводили на белорусский язык христианскую литературу. Татары, начав употреблять белорусский и польский языки, арабским письмом создали религиозные рукописные памятники китабы, тэджвиды, хамаилы. Предполагается, что даже текст Корана был переведён на белорусский язык. Цыгане, находясь на территории Беларуси, принимали активное участие в праздновании народных языческих праздников местного населения Великдень, Купалье и др. После принятия христианства на рубеже I и II тысячелетий на протяжении многих столетий на территории Беларуси сохранялось «двоеверие», когда население выполняло христианские обряды, но попрежнему молилось и языческим богам, принося им символические пожертвования (привязывание к деревьям разноцветных лент, рушников). Особенно это было распространено в сельской местности, где древние языческие капища оставались местами особого почитания. Элементы языческих обрядов, молитв и обычаев остаются в укладе жизни белорусов по сегодняшний день. Так, сохранился обычай после похорон умершего человека совершать «тризну» - поминальный ужин с приглашением родственников и знакомых при символическом участии умершего, посещать могилу на кладбище на следующий день и оставлять на ней угощение для покойника. Особое место в календаре семьи принадлежит Радунице и Дедам дням поминовения умерших предков. Христианская церковь стремилась искоренить язычество из сознания окрещенных, но так и не смогла это сделать. Поэтому она совместила свои праздники и обряды с языческим календарём, придавая языческим праздникам смысл церковных и имена христианских святых. Так Коляды стали Рождеством, Зеленец (Семуха) Троицей, Масленницу начали праздновать за семь недель до Пасхи и др. Еще во времена принятия новой религии на местах языческих капищ возводили христианские храмы. Этот процесс продолжается и сейчас. Несколько лет назад христианская церковь освятила на месте древнего языческого капища Стюденец возле деревни Новосады Дзержинского района Минской области комплекс родников, с которыми у местных жителей были связаны многочисленные легенды и языческие поверья. Многие древние языческие обряды и праздники в последние годы возрождаются, но они уже не носят религиозный характер. Их празднуют как древние народные обряды. Таким образом, в условиях диалога культур в конфессиональных отношениях на территории Беларуси сформировался феномен религиозной толерантности. Белорусская история не знает ни одной войны или серьёзного социального взрыва на религиозной почве. Она демонстрирует миру религиозную терпимость и сочувствие. Уникальным явлением по тесному взаимодействию многих этнических традиций является белорусская художественная культура. Многие писатели, 58

78 художники, композиторы XVIII XIX вв., которые родились на территории Беларуси, внесли большой вклад как в белорусскую, так и в польскую культуру: А. Мицкевич, В. Сырокомля, М.К. Огинский, Н. Орда, С. Монюшко. Еврейская культура Беларуси дала миру таких известных художников, как З. Азгур, М. Шагал, Я. Кругер, Ю. Пэн. Диалог культур в белорусской художественной культуре как нигде лучше прослеживается в производстве знаменитых Слуцких поясов, которые с середины XVIII до середины XIX вв. изготавливались на Слуцкой мануфактуре шелковых поясов. Сам по себе костюм шляхтича, дополнением к которому был пояс, явление уникальное по тесному переплетению идеологии сарматизма, популярной в XVII XVIII вв. в славянском мире, ценностей материальной культуры западноевропейских стран и местной культурной традиции, в которой пояс в мужском костюме имел особый смысл, т. к. символизировал собой мужскую сексуальность. Наличие в костюме богатого пояса указывало и на благородное происхождение владельца костюма, уровень его благосостояния. Первоначально пояса привозили с Востока из Османской империи, Персии, поэтому их называли «стамбульскими» или «персидскими». В середине XVIII в. Михаил Казимир Радзивилл, великий гетман Литовский, инициировал открытие в Великом княжестве Литовском ряда ткаческих мануфактур, в том числе и «персиарни» в Слуцке. В конце г. в Слуцк прибыл приглашенный из украинского города Станислава знаменитый турецкий мастер, армянин по национальности Ованес Маджаранц (его имя в Речи Посполитой Ян Маджарский). М.К. Радзивилл заключил с ним договор о создании «фабрики перской» для изготовления «пояса с золотом и шелком» с обязательным обучением «работе перской» местных мастеров. Для мануфактуры с целью заимствования узоров закупались фрагменты привозимых с Востока тканей. К тому же и мастеров первоначально приглашали из Османской империи и Персии. Поэтому в начальный период работы мануфактуры изготавливаемые пояса были с восточными узорами. Когда на мануфактуре в качестве художниц начали работать польки и француженки, процесс ткачества был освоен местными мастерами в узорах появились местные мотивы: незабудки, васильки, ромашки, листья деревьев. Растительный и геометрический орнамент на поясе свидетельствует не только о присутствии в ткачестве восточных мусульманских мотивов, но и влиянии местной культурной традиции, в которой одежда издревле, чаще всего с магической целью, покрывалась орнаментальными узорами. Орнаментарными ткались и простые пояса, которыми свою одежду подпоясывали крестьяне. Ткали Слуцкие пояса исключительно мужчины, т. к считалось что от прикосновения женских рук к золотым и серебряным нитям они потускнеют и пояс будет испорчен. Всего за время деятельности Слуцкой мануфактуры по подсчетам специалистов было изготовлено около поясов (Лыч Л., Навіцкі У., ). В связи с тем, что производство поясов такого типа было освоено на ряде других мануфактур, в углу пояса с обеих сторон ткалась метка на старославянском или латинском языках: «Слуцк», «В городе Слуцке», «Сделано в Слуцке». После включения белорусских земель в состав Российской империи в значительной степени по политическим мотивам произошла смена 59

79 культурных приоритетов. Слуцкий пояс выступал идентификацией принадлежности к Великому княжеству Литовскому. Традиционный богатый куштун с поясом на территории Российской империи носить было запрещено. Спрос на пояса упал и в году приносящая убытки мануфактура была закрыта. В белорусском искусстве фиксируются все известные европейские художественные стили, которые творчески перерабатывались и осмысливались в своеобразном культурном пространстве. Белорусская культура таким образом выступила посредником межкультурного общения между западно- и восточноевропейскими регионами и в сфере художественной культуры. ЗАКЛЮЧЕНИЕ На протяжении своей более чем тысячелетней истории белорусская культура постоянно находится в ситуации взаимодействия с другими культурами, часто более сильными и влиятельными. Однако, в этих условиях она смогла не только сохранить свои основополагающие ценности, но и, вследствие постоянного культурного общения, плодотворно взаимодействовать с культурами народов, с которыми её сводила историческая судьба. Под влиянием этого плодотворного диалога и формировались основополагающие черты менталитета и национального характера белорусов: толерантность, открытость, неконфликтность, стремление к установлению взаимопонимания и консенсуса (Языкович В. Р., ). Рассматривая национальную культуру ни как субстрат или синтез других культур, а как диалог в культурном пространстве, мы предоставляем ей возможность засиять новыми гранями и представить миру свои уникальные ценности, сформировавшиеся «здесь и сейчас», т. е. в данное историческое время, при конкретных обстоятельствах взаимодействия. БИБЛИОГРАФИЯ 1. Лыч, Л. Гісторыя культуры Беларусі / Л. Лыч, У. Навіцкі. 2-е выд. Мінск : ВП «Экаперспектыва», с. 2. Энцыклапедыя гісторыі Беларусі : у 6 т. / рэдкал.: Г. П. Пашкоў (галоўны рэд.) і інш. Мінск : БелЭн, Т. 6. Кн. 1 : Пузыны Усая Мінск. с. 3. Языкович, В. Р. Культурология : учеб.-метод. пособие / В. Р. Языкович. З- е изд. Минск : РИВШ, с 60

80 SOSYAL BİLGİLER ÖĞRETMEN ADAYLARININ KÜLTÜREL MİRASIN KORUNMASINA YÖNELİK GÖRÜŞLERİ (SOCİAL STUDİES TEACHER CANDİDATES&#; VİEWS TOWARD THE PRESERVATİON OF CULTURAL HERİTAGE) Ülkü Tuğçe ÇAL Hilmi DEMİRKAYA ABSTRACT The social studies course in Turkey is taught in the fifth, sixth and seventh grades of middle school. The social studies textbooks are prepared in accordance with the social studies curriculum prepared by the education and training board presidency of the Turkish Republic Ministry of National Education. Culture and heritage learning is one of the learning areas in the social studies curriculum. In order to preserve cultural heritage and transfer it sustainably to future generations, it is important to determine the thoughts of social studies teacher candidates in terms of preserving the cultural heritage. The aim of this research is to reveal the views of social studies teacher candidates regarding the preservation of cultural heritage. The study was conducted during the fall semester of academic year. The study group of the study comprises 60 social studies teacher candidates. The research was designed in accordance with the qualitative research design. Data were analyzed using content analysis method. Participants were determined according to purposive sampling method. The findings have been discussed with relevant literature. Some suggestions for relevant institutions and researchers have been developed. Keywords: Cultural heritage, social studies teacher candidate, qualitative study, content analysis GİRİŞ Tarih içerisinde pekçok kültür ve medeniyetin kesişme ve çatışma ortamında bulunan ve günümüzde de bu özelliğini devam ettiren Türkiye bu medeniyetlerin bıraktığı kültürel miras unsurlarını bağrında barındırmaktadır (Dağıstan Özdemir, ). Türkiye dahilinde mevcut bulunan bu mirasın köklerinde eski Anadolu medeniyetleri olan; Hitit, Likya, Karya, Frigya vb. Orta Asya, İran, Arap etkileri ile Selçuklu ve Osmanlı yer almaktadır. Bu zenginlik ve çeşitlilik Türkiye yi dünyanın en zengin kültürel miras merkezi haline getirirken, bu mirası korumak ve gelecek nesillere sürdürülebilir bir şekilde taşımak için belirlenecek politikalar ve stratejiler için gerekli kaynakların tahsisi ve çabaların gösterilmesi elzemdir. Bu araştırmanın amacı, sosyal bilgiler öğretmeni adaylarının kültürel mirasın korunmasına yönelik görüşlerinin incelenmesi olarak belirlenmiştir. Arş.Gör.,Akdeniz Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Enstitüsü. seafoodplus.info, Akdeniz Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Antalya. 61

81 YÖNTEM Bu araştırmada, nitel veri toplama tekniklerinden yapılandırılmış görüşme tekniği kullanılmıştır. Elde edilen veriler içerik analizi yoluyla çözümlenmiştir. Nitel içerik analizi, belirli nicel ölçümlere bağlı olmadan, analitik kurallar ve belli bir sistematikteki modeller takip edilerek, iletişimin ortaya çıktığı bağlam dikkate alınarak, metinlerin metodolojik ve bilimsel olarak analizidir (Mayring, ). İçerik analizinde temel amaç, toplanan verileri açıklayabilecek kavramlara ve ilişkilere ulaşmaktır. İçerik analizi yoluyla verileri tanımlamaya, verilerin içinde saklı olabilecek gerçekler ortaya çıkarılmaya çalışılır. İçerik analizinde özünde yapılan işlem, birbirine benzeyen verileri belirli nosyonlar ve temalar kapsamında bir araya getirmek ve bunları okuyucuların anlayabileceği bir şekilde düzenleyip yorumlamaktır (Yıldırım ve Şimşek, ). Nitel içerik analizinde kullanılan veriler, seçkisiz örneklem yöntemleri ile seçilmiş, araştırmanın sorusuna ilişkin metinlerden oluşur (Zhang & Wildemuth ). Araştırmanın çalışma grubunu eğitim-öğretim yılı güz döneminde Türkiye nin güneybatısında büyük bir üniversitenin eğitim fakültesi Sosyal Bilgiler Öğretmenliği lisans programına devam eden 60 sosyal bilgiler öğretmen adayı oluşturmaktadır. BULGULAR 1. Kültürel Miras ile ilgili film/ler izlediniz mi? Bu film/ler üzerinizde nasıl bir etki bıraktı? Bu soruya araştırmaya katılan sosyal bilgiler öğretmen adaylarının 26 sı evet, 34 ü hayır cevabını vermişlerdir. 2. Kültürel Miras ile ilgili bir kitap okudunuz mu? Bu kitap/lar sizi nasıl etkiledi? Araştırmaya katılan öğretmen adaylarının 15 i kültürel miras ile ilgili bir kitap okuduğunu ifade ederken, 45 i okumadığını belirtmiştir. 3. Kültürel miras ile ilgili etkinlik/lere katıldınız mı? Lütfen bilgi veriniz. Araştırmaya katılan sosyal bilgiler öğretmen adaylarının 26 sı kültürel miras ile ilgili bir etkinliğe katıldığını belirtirken, 34 ü bu tarz bir etkinliğe katılmadığını ifade etmiştir. 4. Kültürel miras nedir? Kısaca tanımlayınız a) Bir millete özgü olan ve o milletle bütünleşmiş maddi, manevi değerler, örf ve adetler bütünüdür. (K2,K4,K6,K8, K9,K12,K16,K17,K18,K19,K20,K28,K29,K32,K33,K35,K38,K40,K41,K42, K43,K47,K49,K51,K53,K54,K57,K58,K59,K60) K2: Geçmişten bizlere aktarılan örf, adetlerimiz, geçmişten gelen kıyafetlerimiz. b) Geçmişten günümüze kalan korunması gereken somut ve soyut değerlerdir. (K1,K3,K11,K13,K14,K21,K22,K23,K24,K25,K26,K27,K31,K37,K39,K46, K50,K52,K55). K1: Geçmişten günümüze kalmış evrensel değerleri olan maddi ve manevi bütün eserler. 62

82 c) Kültürel miras, geçmişle gelecek arasındaki köprüdür. (K5,K10,K15,K30,K34,K36,K44,K45,K48,K58,) 5. Sizce Türkiye nin en önemli kültürel mirası sizce hangisidir? a) Antik Kentler (Efes, Aspendos, Olimpos): (K1,K2,K3,K4,K12,K15,K24,K28,K33,K45,K46,K47,K60) b) Türk Dili: (K5,K6,K10,K19,K43,K56) 6. Türkiye açısından kültürel mirasın korunmasının önemini açıklayınız. a) Türkiye birçok medeniyete ev sahipliği yapmıştır (K6,K8,K10,K17,K26,K33,K34,K48,K53,K55,K60) K6: Anadolu toprakları yüzyıllar boyunca birçok kültüre sahiplik etmiştir. Bundan dolayı kültürel birikimi fazla olmuştur. Birden çok kültürün buluştuğu bir yer olmuştur. b) Kültürel mirası yaşatmak ve gelecek nesillere aktarmak (K1,K3,K13,K14,K18,K19,K21,K35,K36,K38,K39,K40,K41,K44,K47, K50,K51) K3: Şimdiki genç kuşağımızın batı merakı kültürünü ve kültürel mirasını unutturmaya yol açmıştır. Gençlerimiz özünü bilmemektedir. Halbuki geçmiş geleceğimizin aydınlatılmasında bir yoldur. Geçmişini, özünü, kültürünü bilmeyen bir nesil devamlılığını sürdüremez, tarih sahnesinde adı tozlu raflarda kalmaya mahkumdur. c) Türkiye nin geçmişi ile bugünü arasındaki bağlantısını kültürel miras sağlamaktadır (K9, K12,K16,K24,K45,K59) K9: Kültürel miras bizim ezelden beri süregelen korunan değerlerimizdir. Bu değerlere gereken önemi hassasiyetle vermek zorundayız. d) Türkiye kimliğini ve millî birliğini korumak için kültürel mirasına sahip çıkmalıdır (K2,K4,K5,K7,K11,K15,K20,K22,K23,K25,K27,K28,K29,K30,K31,K3 2,K37,K42,K43,K46,K49,K52,K54,K56,K57,K58) K Kültürel mirası dile benzetirim. Dilimizi kaybedersek benliğimizi kaybederiz. Kültürel mirasımızı kaybedersek aynen dilimizi kaybetmiş gibi benliğimizi, kültürümüzü kaybederiz. 7. Kültürel mirasın korunmasına yönelik hangi eğitim materyalleri geliştirilebilir? a) Kültürel mirası anlatan slaytlar (K1,K35,K36) K1: Kültürel miras hakkında bilgi veren slaytlar hazırlanabilir. b) Ders ve etkinlikler (K2,K3,K7,K11,K13,K14,K21,K22,K24,K30,K33,K38,K41,K43,K48,K 49,K51,K56,K59) K2: Öncelikle kültürün genç nesillere öğretilmesi için ders ve aktivitelerin yapılması gerekiyor. c) Kültürel miras alanlarına geziler düzenlemek (K3,K8,K9,K17,K25,K33,K37,K42,K46,K52,K54,K55,K58) K8: Kültürel mirasların olduğu yerlere geziler düzenleyip o yer hakkındaki bilgileri orada anlatarak gezi imkanı yoksa da o yerin videolarını izleterek. 63

83 d) Simulasyonlar (K5) K5: Kitap, dergi vb. yayınların yanısıra öğrencinin görebileceği dokunabileceği ortamlar oluşturulmalı (okullarda) savaşla ilgili araç gereçler, madalyalar ayrıca simülasyon tekniği ile gerçeğe yakın ortamlar oluşturularak merak ve ilgi uyandırılmalı. e) Belgesel, film, broşür ve kitaplar (K10,K18,K31,K44,K54,K55) K Belgeseller, kitaplar, broşürler. f) Maketler (K16,K30,K32,K50) K Maketler g) Yapbozlar, oyun kartları-görsel materyaller (K26,K27,K28,K34,K54) K Çocukların ilgisine çekecek kartlar olabilir. Bu yerlerin yapbozları olabilir. h) Kültürel miras panosu (K39,K56) K Okullarda bu konuda eğitim verilebilir. Toplumumuzu bilinçlendirmek adını bu konuyla ilgili duyurular, afişler geliştirilebilir. i) Takvim ve ajanda, Sempozyum ve panel (K48) K Takvim ve ajandalar geliştirilebilir. j) Kitap ve defter kapakları (K57) K Kültürümüzü anlatan kitap veya defter kapakları 8. Sosyal bilgiler derslerinde öğrencilerin kültürel mirasın korunmasına yönelik duyarlılıkları nasıl artırılabilir? a) Kültürel miras alanlarına geziler düzenleyerek (K1,K3,K4,K8,K9,K12,K14,K15,K17,K18,K19,K25,K26,K29,K33,K45, K50,K51,K59,K60) K1: Kültürel miras alanlarına geziler düzenleyerek öğrencilerin bu yerleri görerek değerlerini daha iyi anlaması sağlanır. b) Ders içinde etkinlikler yaptırarak (K2,K6,K7,K10,K16,K27,K28,K38,K41,K43,K46,K48,K58) K2: Aktiviteler yapılarak kültürel miraslarımız tanıtılabilir. c) Duyuşsal alanı geliştirici çalışmalar yaparak (K5,K15,K20,K32,K34,K35,K37) K5: Sevgi, ilgi, merak K Geçmişi bilmenin geleceğe nasıl yön verdiği bilinci öğrencilere aşılanmalıdır. d) Dersleri kültürel mirasın olduğu mekanda işleyerek (K11,K30,K52,K55,K56) K Dersleri sınıfta değil de konunun anlatıldığı yere gidilmelidir. Artık öğrenciler dersleri sınıf ortamından daha başka yerlerde görmesi gerekir. e) Kültürel mirasın korunmasının önemi vurgulanarak (K21,K22,K23,K24,K31,K36,K39,K40,K42,K44,K47,K49,K53,K54,K5 7) K Bilinçlendirmek çok önemli. Neyin ne olduğunu, nerden geldiğini ve bunun değerini bilmek önemli. Bunu bu derste aşılamalıdır. 64

84 9. Kültürel mirasın korunmasına yönelik hangi önlemler alınmalıdır? a) İnsanlar eğitilmeli ve bilinçlendirilmelidir (K1,K2,K4,K5,K6,K7,K8,K11,K12,K13,K17,K18,K19,K21,K22,K24,K 25,K29,K30,K34,K36,K39,K40,K44,K47,K49,K53,K56,K57) K1: İnsanlar bu konuda bilgilendirilmeli ve bunun için eğitimler verilmelidir. Bu konuda daha çok eğitimli kişiler yetiştirilmeli. Müzeler açılmalı. Bu konu hakkında kanunlar çıkarılmalıdır. b) Sit alanlarının sayısı artırılmalı (K2,K24,K41) K2: Kültürel miraslar için sit alanları artırılabilir. K En başta devlet ve devletin kurumları tarafından kültürel miras korunma altına alınmalıdır. c) Programa dersler konulmalı (K3,K14,K15,K46,K48) K3: Ortaokulda bu konuda dersler verilebilir. d) Film, belgesel ve dergiler yoluyla tanıtım yapılmalı (K3,K6,K20,K26,K32,K33,K46,K48,K50,K55) K Çeşitli medya araçları ile bilgilendirmeler yapılabilir. e) Kültürel mirasa zarar verenlere etkili yaptırımlar uygulanmalı (K9,K27,K28,K31,K32,K33,K37,K38,K45,K52,K54,K58,K59,K60) K9: Tarihi eser kaçakçılığı, yıkıp dökmelere engel olunmalı. f) Adet, gelenek ve göreneklerimizi yaşatma (K10,K35,K42,K43,K51) K Eserlerimiz, örflerimiz, adetlerimiz korunarak ve yeni nesillere aktarılarak bir şeyler elde edebiliriz. Korumak için ise yeni nesillere aktarmak ve değerlerimizi yaşatmak önemlidir. g) Restorasyon yapma (K16,K23,K25,K37,K50) K Tarihi yapıları restore edip manevi değerlerimizi de çeşitli etkinlikler yapıp bunları koruyabiliriz. SONUÇ VE TARTIŞMA Araştırmanın sonuçları değerlendirildiğinde, sosyal bilgiler öğretmen adaylarının kültürel mirasın korunmasına karşı duyarlı ve belirli düzeyde farkındalıklarının olduğu söylenebilir. Öğretmen adayları kültürel mirası bir toplumda toplum bilinci oluşturan maddi manevi önemli öğeler olarak görmektedirler. Öğretmen adayları ayrıca sıkça görüşme sorularında kültürel miras öğelerinin milletin tarihle olan bağlantısına ve geçmiş hakkında bilgi kaynaklığı yapmasına vurgu yapmışlardır. Türkiye nin çok kültürlü bir yapısının bulunduğuna ve bu yapının korunup gelecek kuşaklara aktarılması gerektiğine yönelik görüşler belirtmişlerdir. Görüşme sorularından sosyal bilgiler öğretmen adaylarının kültürel miras ile ilgili film/belgesel izleme oranının bu konuyla alakalı kitap okuma oranına göre düşük olduğunu sonucuna varılabilir. TÜİK verilerine göre Türkiye&#;de kişi başına kitap düşmekte ve kitap okuma alışkanlığı Türkiye de okur-yazar insanların ihtiyaç listesinde sırada yer almaktadır. Günde ortalama bir dakika kitap okumaya ayırılırken, ortalama altı saat TV izlemeye, üç saat internete ayırılmakta. Bu veriler göz önüne alındığında kültürel miras ile ilgili kitap okuma oranın belgesel/film izleme oranına göre düşüklüğünün sebebinde kitap okumaya olan ilginin ülke çapında düşüklüğünün de büyük payı olduğu söylenebilir. Sosyal bilgiler öğretmen 65

85 adaylarının 26 sı kültürel miras ile ilgili bir etkinliğe katıldıklarını belirtirken 34 ü katılmadığını belirtmiştir. Katılımcıların büyük çoğunluğu Efes, Kapadokya, Camiler, Çanakkale, Müzeler gibi somut kültürel mirasa yönelik yapılar, sit alanları ve anıtların olduğu yerleri gezdiklerini belirtmişlerdir. Daha çok soyut mirasa yönelik yöresel festival ve etkinliklere bu araştırmaya öğretmen adayları içerisinde daha az katılım oranının olduğunu söylemek mümkündür. Yine öğretmen adayları antik kentlere, ören yerlerine, müzelere geziler düzenlenmesi gerektiğine hatta zaman zaman bu somut kültürel miras öğelerinin bulunduğu yerlerde ders işlenmesi gerektiğine ve derslerde kültürel miras konusuyla ilgili slaytların gösterilmesinin kültürel mirası anlama, yaşatma, korumaya ve gelecek kuşaklara aktarılmasına yönelik öneminin olduğunu belirtmişlerdir. KAYNAKÇA Dağıstan Özdemir, M. Z. (). Türkiye de kültürel mirasın korunmasına kısa bir bakış. PLANLAMA, TMMOB Şehir Plancıları Odası Yayını, 31(1), Güler, A., Halıcıoğlu, M.B. ve Taşğın, S. (). Sosyal bilimlerde nitel araştırma yöntemleri. Ankara: Seçkin Yayınları. Mayring, P. (). Qualitative content analysis. Forum: Qualitative Social Research, 1(2). Retrieved July 28, , from TUİK (Türkiye İstatistik Kurumu) (). İstatistiklerle Türkiye. Ankara: Türkiye İstatistik Kurumu. UNESCO Genel Konferansı (). Dünya kültürel ve doğal mirasının korunmasına dair sözleşme. Paris. Yıldırım, A. ve Şimşek, H. (). Sosyal Bilimlerde Nitel Araştırma Yöntemleri (6. Baskı). Ankara: Seçkin Yayıncılık. Zhang, Y., & Wildemuth, B. M, (). Qualitative analysis of content. Applications of Social Research Methods to Questions in Information and Library Science, pp

86 TARİHİ VE KÜLTÜREL MİRASIN KİTLESEL BELLEĞE AKTARIMINDA BASININ ROLÜNE BİR ÖRNEK: YILI TÜRK ULUSAL GAZETELERİNDE TARİHİ YAPI VE ESERLERİ KONU ALAN YAYINLAR Mustafa ZENGİNBAŞ ÖZET Tarihi değerlerin toplumsal bellekte yer edinmesi ve nesiller arasında aktarımı, millet olarak yaşamanın önemli gereksinimlerinden birisidir. Okul, aile, çeşitli kurumsal yapılar, basın-yayın organları, sanatsal ve kültürel aktiviteler ve daha pek çok etken; bu değerlerin toplumsal bilince sunulmasında ve aktarılmasında rol oynarlar. Bir kitle iletişim vasıtası olan gazeteler de önemli bir aktarım kanalı olarak görülebilir. Gazeteler yayınları yolu ile toplumun güncel hayatındaki haber gereksinimini karşıladıkları gibi geçmişten çeşitli verileri de kitlenin düşünsel evrenine sunabilmektedirler. Sanat, kültür, tarih, edebiyat ve daha pek çok alanda ortaya koydukları yayınlar, geçmişten birçok değeri güncel gazete okuruna aktaran bir kanal vazifesi görür. Bu yayınlar okuru bilgilendiren, eğiten ve etkileyen bir işlev icra etme yeteneğine sahiptirler. Bu tebliğ, tarihi mirasın gündelik gazeteler vasıtası ile topluma aktarılması konusuna odaklanmaktadır. Bu kapsamda, seçilmiş bir örnek olarak yılı Türk ulusal gazetelerinde tarihi yapılar ve sanat eserleri konusunda kitleye sunulmuş yayınlar incelenmiş; bu yayınlarda ortaya konan tarihi değerler ve bunun okur kitlesinde yaratmaya elverişli olduğu etki irdelenmeye çalışılmıştır. Okt., Selçuk Üniversitesi, Konya. 67

87

88 АДАМ МИЦКЕВИЧ: СТАМБУЛЬСКИЙ ПЕРИОД. СОВРЕМЕННАЯ ОЦЕНКА Zuev Vladimir NIKOLAEVICH Адам Мицкевич славянский польскоязычный поэт, родоначальник польской романтической литературы. Родившись на стыке исторических эпох, он пронес через свое творчество традиции родной земли. Считая себя литвином, он был толерантным человеком. В силу исторических и жизненных обстоятельств Адам Мицкевич жил не только в Российской империи. Завершающий этап его творчества связан с Парижем. В году он попадает в Стамбул. Что его туда привело? Желание творить? Или помогать своему народу? Стамбульский период жизни поэта, продолжавшийся всего неполных три месяца, был наполнен встречами и беседами. Стамбульский период один из самых таинственных в жизни нашего земляка. Baranovichi State University, Belarus. 69

89

90 3. OTURUM (3. SESSION)-A Salonu (A Hall) Oturum Başkanları (Session Moderators): Prof. Dr. Mustafa SEVER-Yrd. Doç. Dr. (Assist. Prof. Dr.) Ayşe Gülbün ONUR

91

92

Kuznetsov P I Turetskiy Yazyk Zavershayushchiy Kurs PDF

0 оценок0% нашли этот документ полезным (0 голосов)
5K просмотров страницы

Оригинальное название

kuznetsov_p_i_turetskiy_yazyk_zavershayushchiy_seafoodplus.info

Авторское право

Доступные форматы

PDF, TXT или читайте онлайн в Scribd

Поделиться этим документом

Поделиться или встроить документ

Этот документ был вам полезен?

0 оценок0% нашли этот документ полезным (0 голосов)
5K просмотров страницы

Оригинальное название:

kuznetsov_p_i_turetskiy_yazyk_zavershayushchiy_seafoodplus.info

со
о
гз
GJ
ТУРЕЦКОГО
ЯЗЫ КА
^БК-9*(5Туц)
К 89

Печатается по постановлению
Издательского совета
Института стран Азии и Африки при МГУ
и Издательского Дома «Муравей»

Рецензенты
профессор Э. А. Грунина
доцент Г. П. Александров

ч Кузнецов П. И. Учебник турецкого языка. Завершающий


i курс. — М.: ИД «Муравей-Гайд», — с.

' Учебник излагает все основные сведения по фонетике турецкого языка,


вводит и закрепляет наиболее важные правила морфологии и синтакси­
са, самую употребительную лексику н фразеологию. Предназначен для
работы в аудиторных условиях, а также для лиц, желающих изучать язык
самостоятельно.

Издательский совет
ИСАА прн МГУ и ИД «Муравей»:

проф. М. С. Мейер (председатель)


проф. А. А. Вигасин
проф. А. М. Карапетьянц
В. Я. Кофман
проф. А. В. Панцов
проф. JI. А. Фридман

ISBN

© П, И. Кузнецов,
О Издательский Дом «Муравей-Гайд»,
ПРЕДИСЛОВИЕ

нием1аюно“!т 9 РС\У',еб',ИКа7>Рсщ:_0Г0я1ика яагмется прадолже-


" -гш п Т Г Г ’ ВМа"НОГ° курса. Этой книгой » .

грамматики турецкого языка Темном ИЗУЧеНие нормативного курса,


до усвоивший НС Менее’ ЧеловеК, достаточно твер-
Г ф р ^ о г и е й Т W ИВЛ»ДеЮЩИ* ВВадеНнбй в учебнике лексикой'
сочетаний и Лп ° К0Л° 00 СЛОВи окол° 1ОООустойчивых слово-

гг“-аЧ "^“
построенныхКпо v НаЧШ1ЬНЫЙ Курс’ “ ™ °raet и уроков (№№ 15—28), ,
тыре темы} слои * извеР™°и схеме: грамматическая часть (три-че-

вообразовательные^
прнипй „„ , аффтс^ы^с** ^раж невд^И^ на
; L упражнениями Ю^С ЯНеК°Т°РЫе ^вве­
закрепление
денной
стовымилексики и фразеологии и пйпИ.
общая (текстовая) часть с послетек-
стовыми Упражнениями.
чепгий гг В уучебнике ппспг^.
синике представлены также гГраммати-

лагаи,щ „йрео™ н” ™ и 1 Х Г е « Г “ еЛ
кто занимается языком без нренода^ля Г Ш> ’ - Т 0"
виду дополнить учебник фономаториатами лальне — ■
Лингнит^чГсктГтпГ,еРНЬг “ р"ант у ,е 6 »ика набирали студенты
ного университета ГИТУ иского государственного гуманитар-
Азии и Африки ГИГА д и ^ илологического отделения Института стран
ман, О. Хадарцев Е Копы ЛеЗКИНа’ ° ' СтреЛкович, М- Вуль, М. Гольд-
признательность.’ това и ДРУгие, которым автор выражает свою

3
УРОК 15{1)

ПРЕЖДЕПРОШЕДШЕЕ ВРЕМЯ
(b e lir s iz g e ç m iş z a m a n ın h ik â y e s i)

Преждепрошедшее I время образуется посредством сложного аффик­


са-mıştıf(T. e. -mış4+ i-di) и обозначает действие,совершившееся до опи­
сываемого момента в прошлом.
Можно говорить о следующих подзначениях (или оттенках значения)
этой формы: . ,
1. Ею обозначается второе из двух называемых действий, по времени
предшествующее первому.
İstasyona koşup geldi. Ne çare ki tren kalkmıştı (kalkmış idi). Он прибе­
жал на станцию. Увы, поезд (уже)ушел.
2. Внимание может фиксироваться не столько на действии (совершен­
ном до описываемого момента), сколько на его результате.
İyi giyinmişti. Он был хорошо одет (т. е. в то время, о котором ведет­
ся рассказ, находился в состоянии (уже) одетого). Форма на -miş(tir)
описывала бы состояние в момент речи: İyi giyinmiştir. Он хорошо одет
(сейчас, хотя действие— одет ься-—совершено ранее, и говорящий не
был ему свидетелем).
,, В описаниях наряду с -inişti часто употребляется также форма на
-(ı)yordu (определенный имперфект). При этом аффикс -dı (т. e. i-di) мо­
жет опускаться, но должен наличествовать в глаголе, который завершает
описание. '
Tablo bugünkü gibi gözümün önündedir. Büyük annem bir bahçe
iskemlesine oturmuş (oturmuş idi), Hüseyin namaz kılar gibi yanında diz
çökmüştü. Yavaş yavaş bir şey konuşuyorlardı (R. Nuri). Каргина, как жи­
вая, стоит у меня перед глазами. Бабушка сидела (букв, (уже) села) на
садовой скамейке, Хюсейин, словно совершая намаз,опустился рядом с
ней на колени. Они тихо о чем-то разговаривали.

4
3. Форма на -mıştı может обозначать действие, представляющееся гово­
рящему давно прошедшим.
— Babama bir şey söyleyeceğim. Karağıyı beiı kırm ıştım , otıu
söyleyeceğim.(Ö. Seyfettin). — Я должен признаться отцу. Это я (тогда)
сломал скребницу, вот об этом я (ему) скажу.
В видовом отношении давнопрошедшее I время равноценно формам
на-dı и -mış(tır): им обозначаются как однократные, так и многократные
действия.
Adamın yüzüne baktım ve hatırladım. Bu dairede onu birkaç defa
görmüştüm, bir gün konuşmuştukbile. Я взглянул ему в лицо и вспомнил. Я
его несколько раз видел в этом учреждении, однажды мы дажеразгова­
ривали.
В спряжении формы преждепрошедшего I времени нет никаких осо­
бенностей (по сравнению, в частности, с формой на -yordu — см.
урок 12).

Утвердительная форма

ben gelmiştim (gelmiş idim)


я (уже) пришел, приходил (к тому времени)
sen gelmiştin (gelmiş idin)
ты (уже) пришел, приходил (к тому времени)
о gelmişti (gelmiş idi)
он (уже) пришел, приходил (к тому времени)
biz gelmiştik (gelmiş idik)
мы (уже) пришли, приходили (к тому времени)
siz gelmiştiniz (gelmiş idiniz)
вы (уже) пришли, приходили (к тому времени)
onlar gelmişlerdi (gelmişler idi)
(gelmiştiler (gelmiş idiler))
‘они (уже) пришли, приходили (к тому времени)

Отрицательно-вопросительная форма

ben sormamış mıydım? (sormamış mı idim?)


я (еще) не'спросил, не спрашивал (тогда)?
sen sormamış mıydm? (sormamış mı idin?)
/ ты (еще) не спросил, не спрашивал (тогда)?
о sormamış mıydı? (sormamış mı idi?)
он (еще) не спросил, не спрашивал (тогда)?
5
biz sömiamış mıydık? (sormamış mı idik?)
мы (еще) не спросили, не спрашивали (тогда)?
siz sormamış mıydınız? (sormamış mı idiniz?)
вы (еще) не спросили, не спрашивали (тогда)?
onlar sormamışlar mıydı? (sormamışlar mı idi?)
(onlar sormamış mıydılar? (sormamış mı idiler?))
они (еще) не спросили, не спрашивали (тогда)?

ПРЕЖДЕПРОШЕДШЕЕ ИВРЕМЯ
( b e li r li g e ç m iş z a m a n ın h ik â y e s i)

Эта сложная временная форма, образующаяся посредством аффикса


-dıydı4/-tiydi4, (т. e. -dı/tı+ i-di), употребляется довольно редко. Ею обозна­
чаетсяранее илн когда-то совершенное действие, воспринимаемое как
отдельный, изолированный факт прошлого.
Форма на -dıydı4имеет два «конкурирующих» между собой типа спря­
жения:
I .geldimdi (gel-di-m i-di) «я приходил (тоща)», geldindi, geldiydi, geldikti
V.s.
II — geldiydim (gel-di i-di-m), geldiydin, geldiydi, geldiydik, v.s.
Отрицательно-вопросительная форма: sormadım mıydı (sor-ma-dı-m mı
i-di)? «разве я не спрашивал (тогда)?», sormadın mıydı?, sormadı mıydı?,
sormadık mıydı?, sormadınız mıydı?, sormadılar mıydı?.
ПРИМЕРЫ:
Biz buniı konuşmadık mıydı? — (Разве) мы не говорили об этом?
Konuştuktu: — Говорили.
О halde itiraz edemezsiniz. — В таком случае вы не можете возражать.
Hani akşamlan gelirim, dedindi, on beş gündür semtimize
uğramadın. (H. Edip)
— Помнишь, ты говорил «буду приходить по вечерам» и
вот уже полмесяца не появлялся у нас в квартале.

ALIŞTIRMALAR

1. Aşağıdaki tümceleri Rusçaya çeviriniz:


1. Öğleden sonra metroyu gezdik. Moskova’nın meşhur metrosunu. Bu metro
hakkında az çok fikrim vardı. Fotoğraflarını da evvele^görmüştüm. (Z. Sertel)
2. Defteri Vaçseafoodplus.info\:yorulmuştu. (O. Atay) 3. İyi bir iş var— Ne? — Valinin
çocuğu için benden bir beyaz eşek istem işlerdi. Seksen liraya kadar
satabileceğiz. (Ö. Seyfettin)4. Yola öğle yemeğinden sonra çıktık. Babam çarşıya

6
gitm iş gelm iş, kahveye gitm iş gelm iş, sonunda yemeğe oturmuştuk.
(S. Kocagöz) 5. Düşünün bir kere, yüzünü ben bile unutmuşum. Hiç olmazsa
elli resmini çekmiştim. Çok değişmiş. (N. Hikmet). 6. Hani, sen ata binmeye
bayılırım (= binmeyi pek severim) demiştin. Unuttun mu? İşte Hakkı Bey
unutmamış. — A, ben ata binemem. O gün lâf olsun diye öyle bir şey
söylemiştim. (Y. Kadri) 7. Babam Andrey Petroviç Grinev gençliğinde graf
Münnich’in maiyetinde (=yanında)A/z/wef etmiş, yılında orâaâanayrılmıştı.
O zamandan beri Simbirsk’teki köyündeyayamı.? ve orada Avdotya Vasiliyevna
Yuile evlenmişti. Biz dokuz çocuktuk. Bütün erkek ve kızkardeşlerim daha
pek küçükken (= pek küçük yaşta) öldüler. (A. Puşkin. «Yüzbaşının kızı»
romanının başlangıcı) 8. Taş merdiveni koşarak indim, atımın yanına gittim. At
yiyemediği otların üstüne uzanmış, yatıyordu. 9. çitasını nereye koydun,
hanım?— Gene çocukların eline geçmesin diyesakladtydım. (İ. T.) Radko
beş dakikayı boş geçirmek istemedi Sabahtanberi hiç bir şey yememişti.
Hizmetçisini çağırdı. (Ö. Seyfettin) Dün gene Fakı Haşanın kızı buraya
gelmiş. — Geldi idi, ne olacak? (M. Yesari) Dün gece radyoyu neden
kapamadın? — Ben kapadımdı, geceyansma doğru odaya giren ağabeyim
açık bıraktı. kuyruğu (=sırasım) kim dinliyor? Ben kuyruğagirdimdi, birisi
önüme geçti. Başıma geleceği biliyordum. Kendisine söylediydim.
korkuyorum, dediydim. (O. Kemal) Vay, Nevres, nerede idin yahu?—
Dün Mısır’dan geldim. — Mısır’dan mı geldin? Sen Mısır’a mıgitmiştiri? Niçin
gittin? (seafoodplus.info) Burası eski bir kontaktı. Altmış sene evvel, doksan yaştan
sonra on dört yaşında bir kızla evlenen bir ihtiyar tarafından yaptırılmıştı.
Mal sahibi bahçenin duvarlarını yapan ustaya mütemadiyen (=durmadan)
«İçerisini kargalar (=kara renkli kuşlar) bile görmesin!» demişti. (Ö. Seyfettin)
Yeryüzünde görmediğim memleket, gezmediğim yerkalmamış gibi idi. Yalnız
Sovyetler Birliğiyle Çini ziyaret etmemiştim. Bu iki memleketi görüp yakından
tanımak benim için bir ideal idi. (Z. Sertel)
2. Aşağıda sıralanan eylemlerden birini alıp Belirli geçmiş zamanın hikâyesi (= -diydi)
ve Belirsiz geçmiş zamanın hikâyesi (= -mişti)nin asıl (=olumlu), olumsuz, soru ve
olumsuz soru biçimlerine kişi ekleri getirerek sıra ile çekimlerini yapınız (çekimleyiniz):
işitmek, üşümek, korkmak, yanılmak, dökmek.

3. Üç noktanın yerine -mış, -mıştı, -dı, -dıydı, -yor, -yordu gibi biçimlerden birini
koyun, gereğinde bir kişi eki de ekleyin.
1. Evden çıkıp kenti dolaşmaya koyulduk. Arkadaşım kentimize ilk kezgel
Bu gezinti onun için çok ilginçti. 2. Yavaşça içeri girdim. Kardeşim kanapeye
otur, bir şey oku 3. Bunu bir defa Hilmi Bey Sabiha Hanımaлву/г (H. Edip)
4. Ne düşünüyorsun?— Bir gün Handan seni tarif et(=tanımla-, anlat-), onu
düşün (seafoodplus.info) 5. Sokak kapısından bahçeye doğru bakındı. Herkes#//
Kendisi gitmek için geri dönüp şapkasını al, bu sırada kulağına müzik
odasından piyano seslerime/ (S. Ali) 6. Ona elbiselerimden bir şey ver. Pek
7
hafif giyin (A. Puşkin) 7. Annesine: — Kendine bir iş bulsun. Ne derdi var?
Neden bir şey yapmak isteme'? diye sordum. Esasen bu soruyu kendisine de
defarca sor 8. Yüzüme şaşkın şaşkın bakıyordu. Her halde sözlerimden bir
şey anlayama 9. Nihayet kapı açıldı, Nâzım göründü. Basit giyin Yavaş
adımlarla bize doğruyürü (Z. Sertel)

4. Aşağıdaki tümceleri Rusçadan Türkçeye çeviriniz.


1. Язаплакал, потому что говорил правду. Да, я видел его там. 2. Странно!
До вчерашнего дня ни он, ни я не понимали этого правила. 3. Как он
постарел! Впрочем, я не видел его пять лет 4. Был конецдекабря, но земля
еще не покрылась снегом. 5. Мы приехали в три десять. На перроне было
три-четыре человека. Пять минут назад поездушел. 6. Он согласился, так
как был приучен к этому с детства. 7. Почему вы ни у кого ничего не
спросили? — Мы спрашивали, но ннкто ничего не знал. seafoodplus.info мы этого
тоща не делали? —Делали. — В таком случае что же вы хотите"} 9. По­
мнишь, ты говорил: «Он не делает того, что может». Оказывается, ты
ошибся. Я растерянно смотрел на его брата. Как изменила его бо­
лезнь!

ФОРМА -DIĞI ZAMAN


( - d ığ ı z a m a n b iç im i)

Сложная форма на -dığı zaman (или -dığı sırada, -dığı sıra, в старых
текстах-dığı vakit) состоит из нмени действия на-dık в сочетании с каким-
либо аффиксом принадлежности и служебного слова zaman (sıra, sırada,
vakit). Форма на-dık с аффиксом принадлежности может также стоять в
местном падеже: (-dığında1). Всеми этими формосочетаниями обознача­
ется сказуемое придаточного временного предложения. Подлежащее
такого предложения всегда ставится в основном падеже.
Перечисленные формы соответствуют по-русски словосочетанию:
союз «когда»+ та или иная форма изъявительного наклонения. Абсолют­
ное время совершения действия определяется по сказуемому главного
предложения, поэтому форма-dığı zaman (и другие) может переводиться
на русский язык не только прошедшим или настоящим, но также и буду­
щим временем. Названными формосочетаниями может обозначаться
действие завершенное или незавершенное, однократное или многократ­
ное.
Порядок слов внутри придаточного временного предложения обыч­
ный: форма -dığı zaman, как и всякое сказуемое, помещается в самом
конце придаточной конструкции, а сама эта конструкция обычно либо

1 Устаревшей являете* форма -dikta (-dik + -ta).


открывает сложное предложение, либо занимает место в его середине,
перед главным сказуемым. Возможны, однако, и случаи инверсии, тогда
придаточное временное замыкает собою предложение.

Образец спряжения глагола в форме


-dığı zaman (sırada, -dığında)

(ben) duyduğum zaman (sırada), duyduğumda


когда (я) (у)слышал, (у)слышу
(sen) duyduğun zaman (sırada), duyduğunda
когда (ты) (у)слышал, (у)слышишь
(о) duyduğu zaman (sırada), duyduğunda
когда (он) (у)слышал, (у)слышит
(biz) duyduğumuz zaman (sırada), duyduğumuzda
когда (мы) (у)слышали, (у)слышим
(siz) duyduğunuz zaman (sırada), duyduğunuzda
когда (вы) (у)слышали, (у)слышите
(onlar) duydukları zaman (sırada), duyduklarında
когда (они) (у)слышали, (у)слышат

ПРИМЕРЫ: (Ben) odaya girdiğim zaman (,girdiğim sıra(da), girdiğimde)


kardeşim uyumuştu (uyuyordu).
— Когда я вошел в комнату, мой брат уже заснул (спал).
Bana uğradığında (uğradığın zaman) sana o kitabı gösteririm.
— Когда ты зайдешь ко мне, я тебе покажу эту книгу.
Ona uğradığımız sıra(da) hep seni konuşur.
— Когда мы заходим к нему, он все время говорит
о тебе.
Birlikte olamadıkları zaman hemen her gün buluşurlar.
— Когда они не могут быть вместе, почти каждый
день встречаются.
1*
Формосочетание-acağı zaman (sıra, sırada) употребляется в тех слу­
чаях, когда в обозначаемое им действие включены значения намерения
или долженствования («когда собирался», «когда должен был» н т д.)
ПРИМЕР: *
Odadan çıkacağım zaman telefon çaldı.
— Когда я собирался выйти из комнаты, зазвонил
телефон.

Если слово zaman выступает в значении не послелога, а имейи суще­


ствительного («время»), то предшествующая ему форма на -dik (с аф­
9
фиксом принадлежности) является сказуемым придаточного определи­
тельного предложения (см. урок й Начального курса).
ПРИМЕР:
Sergim/ı açılacağı zaman henüz gelmedi.
— Время, когда откроется выставка, еще не пришло.

ALIŞTIRMALAR

5. Aşağıdaki tümceleri Rusçaya çeviriniz:


1. Sigarayı, canım istediği zaman içerim. (Ş. Sıtkı) 2. Ben ok\ı\agittiğim zaman
öğretmenlerle öğrencilerin velileri (=anababaları) salonda konuşmaya
başlamışlardı. (Д. Nesin) 3. Topal gidip de odaya döndükleri zaman kadın
açtı ağzını, yumdu (=kapadı) gözünü. (O. Kemal) 4. Bu yazıyı bitirdiğim
zaman doğru gazeteye koştum. 5. Döndüğümüz zaman İstanbula Ordumuzla
döneceğiz. (S. Kocagöz) 6. O tarafa yürüdü. Kapısını açtığı sırada Macide
piyanonun kapağını kapamış, çantasını almıştı. (S. Ali) 7. Bizim üç ahbap
geldikleri sırada şehrin pazarıymış. (S. Ali) 8. Beni tekrar yukarı çıkardıkları
zaman âdeta bir zafer kazanmış (almış) gibiydim. (S. Ali) 9. en yakın
hastaneye geldiğimiz zaman çoktan gece olmuştu. (A. Nesin) Kapıya
doğru yürüdüğüm zaman, koğuşta (büyük oda, salon) hiç bir ses
duyulmuyordu. (T. Gürkay) Biraz sonra hepsi bir araya geldikleri zaman,
durumu kısaca anlattım. ve çocukların İstanbula döndükleri zaman
seni burada, benim evimde bulacaklar. (Y. Kadri) Bilseniz onlar sizi
gördükleri zaman nasıl sevinirler. (O. Pamuk) Kardeşlerim mışıl mışıl
uyuyordu ben yatağımagirdiğimde. (S. Kocagöz) Şu Alman doktorunun
karşısına, on üç yıl önce çıktığında böyle miydin ya? (B. Yıldız) «Siz ne
zamandan beri bu köydesiniz?» dedim. «Elli sene oluyor her halde. Babam bu
köye yerleştiğinde on beş yaşmda vardım (S. A.) İnsanlara inanmadığı
zaman onlardan kaçıyordu. (O. Atay) Sonraları iş değişti. Kerim olmadığı
zamanlar, onun işlerini Câzim Bey görmeye başladı. (A. Nesin) Dün yazıya
oturacağım zaman masanın üstünde uzun bir kâğıt elime geçti. (Ö. Seyfettin)
İçeriye (=odaya) gireceğim sıra, bir ses duydum. (B. Yıldız). Bir şey
istemeyeceğin zaman da gel! (O. P.)

6. Aşağıdaki tümceleri Türkçeye çevirin:


1. Когда мы вышли на улицу, вечерело (спускался вечер). 2. Завтра,
когда вы его увидите, вы можете сказать и об этом. 3. Когда мой стар­
ший брат был призван в армию, я еще учился в шестом классе средней
школы. 4. Пока сидите здесь. Когда поезд прибудет на станцию, вы ра­
зыщете Свой вагон. 5. Когда проводилось («делалось») это собрание,
наши товарищи еще не вернулись из Измита. 6. Когда по тем же доро­
10
гам они вернулись, время подходило к девяти часам вечера. 7. Когда
мы видим таких людей, мы нередко спрашиваем сами себя 8. Разве,
когда вы вышли из дома, в котором живете, слева от вас, у ворот,, не
было автомобиля? 9. Когда ваш дядя приедет; передайте ему от меня
прнвет. Когда я вошел в кабинет, он сидел у стола и писал письмо
своему отцу. Подходит время, когда три наших товарища по пригла­
шению ректора университета отправятся в Стамбул. Когда их дочь
не может посетить их, она звонит им («нщет их») по телефону.

ДОЛЖЕНСТВОВАТЕЛЬНОЕ НАКЛОНЕНИЕ
(g e r e k lik k ip i )

Долженствовательное наклонение передает идеюобъективного дол­


женствования, что по-русски выражается посредством оборотов типа
«(он) должен» в сочетании с инфинитивом основного глагола.
. Долженствовательное наклонение имеет форму настоящего време­
ни и форму прошедшего времени. Настоящее время образуется путем
присоединения к основе глагола сложного ударного аффикса -malı/-meli,
за которым следуют личны е аффиксы первой группы.

Образец спряжения

(ben) sevinmeliyim я должен (мне следует) радоваться


(sen) sevinmelisin ты должен радоваться
(о) sevinmelidir) он должен радоваться
(biz) sevinmeliyiz мы должны радоваться
(siz) sevinmelisiniz вы должны радоваться
(onlar) sevinmelidirler) они должны радоваться

Отрицательная форма долженствовательного наклонения образуется


посредством аффикса отрицания -ma/-me, а при при образовании отри­
цательно-вопросительной формы чаще используется слоро değil «не»:
-malı değil nii? «Разве не следует?» Не исключено и формосочета-
ние -mamalı mı?, семантически не равноценное первому: «следует
(ли) не?»
ПРИМЕРЫ:
Kendi kendime: «Buradan derhal gitmeliyim (uzaklaşmalıyım)» dedim.
— Я сказал сйм себе: «Мне следует тотчас же отсюда
уйти (удалиться)».

11
Ona bu soruyu sormamaksınız.
— Вы не должны задавать ему этого вопроса.
Bu bilgileriyaymalı değil miyiz!
— Разве мы не должны распространять эти сведения?
(или: yaymamalı mıyız?
— Нам не следует распространять эти сведения?)

Форма прошедшего времени образуется путем присоединения к ос­


нове наклонения (-malı/-meli) аффикса прошедшего времени-(y)di н тре­
буемого личного аффикса второй группы, например: (ben) gitmeliydim
(git-meli-i-di-m) «мне следовало уходить».

Образец спряжения
в отрицательно-вопросительной форме
(ben) aramalı değil miydim? (aramamalı mıydım?)
разве я не должен был искать? (следовало ли мне
не искать?)
(sen) aramalı değil miydin? (aramamalı miydin?)
(разве) ты не должен был искать?
(о) aramalı değil miydi? (aramamalı mıydı?)
(разве) он не должен был искать?
(biz) aramalı değil miydik? {aramamalı mıydık?)
(разве) мы не должны были искать?
(siz)aramalı değil miydiniz? (aramamalı mıydınız?)
(разве) вы не должны были искать?
(onlar) aramalı değil ıtriydiler? (aramamalı mıydılar?)
(разве) они не должны были искать?
%
ПРИМЕРЫ:
Çûcuğa bu kitabı okutmamalıydınız.
— Вам не следовало давать ребенку читать эту книгу.
О da mıgitmeliydn — Ему тоже следовало идти?
Особенностью форм 3-го лица единственного числа в настоящем и
прошедшем времени (-malı(dır), malıydı) является то, что они использу­
ются и в тех случаях, когда субъект действия является неопределенным
(неопределенно-личные предложения). Подлежащее в таких предложени­
ях отсутствует.
ПРИМЕРЫ:
Oraya bir gitmeli(dir). — С лезет сходить туда.
Bu soruyu sormamalıydi. — Не следовало задавать этого вопроса.

12
Формы долженствовательнош наклонения от глагола olmak («быть,
становиться») имеют дополнительное значение: «должно быть». Они мо­
гут присоединяться не только к именам, но и к основе настоящего време­
ни (-yor) или прошедшего субъективного (-mış) времени.
ПРИМЕРЫ:
Herhalde Tüıkçekonuşuyor olmalılardı ki anlamıyordum. (R. Nuri)
— Безусловно, они (должно быть) говорили по-турецки,
ноль скоро я не понимала

ALIŞTIRMALAR

7. Aşağıdaki eylemleri asıl gereklik kipi (-ıhalı) ile bu kipin geçmiş zamanı, yani
Bileşik hikaye zamanı (-malıydı)nın olumsuz, soru, olumsuz soru gibi çeşitli
biçimlerine sokarak çekimleyiniz:
tutmak, yıkamak, yüzmek, seçmek.

8. Aşağıdaki tümceleri Rusçaya çevirin.


1. Beni dinle Rabia, sen mutlaka kocaya varmalısın. çocuklaryetiştirmelisin.
(H. Edip) 2. Bugün bir resim yapmaya karar vermişti bir şeylerbulmalıydı. (S. Ali)
3. Köpeği de hemen öldürmeli. Hemen. (A. Çehov). 4. «Artık sen de bizden mi
oldun? Çoktan böyle yapm alıydın .»(A. Puşkin). 5. İnsan olan bir insan evliliği
düşünmeli. (O. Kemal) 6. kara yoluyla döneceksin. Kımseşüphelenmemeli. Biz
hemen gitm eliyiz.^. Sıtkı) 7. «Buraya bir daha gelmeyeceğim! Daha çok
çalışacağım! Buraya bir dahagelmenKli.» (O. Pamuk) 8. Ama insan bunlan birisine
anlatmalı değil m il (O. Kemal) 9. Bütün bunlara tezelden (=çabuk, çabucak) bir
sonvermeliydim. (O. Kemal) Hemen dışarı çıkıp kapının önünde onubeklemeli
miydim? (S. Ali) bir tıraş olmalı değil mi idin ele güne (=her kese,
{tanımadığın} insanlara) karşı? (H. Taner) Almanlar Urallar’dan öteyegeçmeli
mi geçmemeli mi? (F. Baysal) Bu doğru ama ona bunu söylemeliydimj
(O. Pamuk) Nadire Hanım: «Evlendirmel'ı bu kızı!» diye düşündü. (O. Pamuk)
Bu Hilmi Bey buraya şık sıkgeliyor olmalı. (Miz. Hik., 4) Efendi, gene bir
oyun çıkarıyorsun olmalı. (M. Yesari)

9. Aşağıdaki tümceleri Türkçeye çevirin.


1. Мы обязательно должны посетить этот музей. 2. Мне не следует расска­
зывать ему об этом случае. 3. Вам следовало лучше готовиться к экзаме­
нам. 4. Следовало воспользоваться его предложением и посетить выстав­
ку, где ни один из нас не бывал. 5. «И действительно, мне не следовало
будить больного человека», — думает он. 6. К девяти часам ему следует
быть здесь. 7. Тебе следовало по крайней мере сказать об этом мне. 8. Не
нужно было этого делать. Ведь он и сам все знает. 9. Разве вам не следова­

13
ло навестить больного товарища? Я не понял: куда я должен ехать?
Он, должно быть, ничего н,е понял. Смотрит на нас с большим удивлени­
ем. Надо было верить ему или не верить? Разве не следует написать
ему письмо? Следует ли не писать ему писем?

РЕДУПЛИКАЦИЯ (УДВОЕНИЕ) ИМЕН


( ik ile m e le r )

Различают полную и частичную редупликацию имен.


Полной редупликации могут подвергаться некоторые существитель­
ные^ многие прилагательные.
удвоенные имена существительные обычно образуют сложное сло­
во (словосочетание), часто с наречным значением.
уег уег местами
zaman zaman (vakit vakit) временами, время от времени
Kenti sokak sokak dolaştı. Он обошел весь город улица за улицей.

Adım adım ilerliyorlar. Они шаг за шагом продвигаются вперед.


Удвоение имени прилагательного указывает на повышенную степень
качества.

büyük büyük (evler) большие-преболыние (дома)


san san (çiçekler) желтые-прежелтые (цветы)

Прилагательные может разделять вопросительная частица пи.


Buradaki nehir yer yer derin mi derin!
— Ну и глубока же местами здешняя река!

Многие прилагательные, особенно отглагольные прилагательные,


удваиваясь,приобретает наречное значение.
şaşkın растерявшийся, изумленный
şaşkın şaşkm растерянно, изумленно
Yavaş yavaş kendine geldi. Он постепенно пришел в себя.
В некоторых случаях второе слово может быть отличным от ^ервош,
но сходным с ним по значению или по форме (хотя бы и не имеющим
самостоятельного значения).
В других случаях начальный согласный имен существительных за­
меняется звуком ш.
şen neşeli развеселый (оба слова означают
«веселый»)
eğri büğrü искривленный, весь перекошенный (büğrü
самостоятельно не употребляется)
eski püskil старый, драный (püskü самостоятельно
не употребляется)
tek tük единичные, отдельные; понемногу
kitap mitap книги и прочее; всякие там книги
Частичной редупликации (pekiştirme) подвергаются только имена
прилагательные. В этом случае к началу слова (слева) присоединяется
первый звук (гласный) или же два звука (согласный и гласный) этого же
слова в сочетании с одним из четырех согласных звуков — m, р, г,s. Этим
способом образуются слова:
bambaşka совсем другой
bembeyaz белый-белый
bomboş совершенно пустой
dimdik крутой, отвесный, прямой
dümdüz совершенно ровный
sımsıkı очень тесный; крепко-накрепко
simsiyah черный-черный, чернущий
yemyeşil зеленый-презеленый
apaçık совершенно открытый; без (всякой) утайки, откровенно
арак белый-пребелый
арауп совсем другой
dopdolu переполненный
ipince тоненький
kapkara черный-пречерный
kapkaranlık мрачнейший
kıpkırmızı краснейший, красный, как рак
kupkuru совершенно сухой
sapsağlam очень прочный, абсолютно здоровый (невредимый)
sapsan совсем желтый, резко побледневший
sapsakin абсолютно спокойный
taptaze свеженький, наисвежайший
upuzun длинный-предлинный
yepyeni абсолютно новый
çarçabuk очень быстро, молниеносно
tertemiz чистейший
besbelli совершенно ясный, очевидный
büsbütün целиком и полностью
dosdoğru совершенно прямой; прямехонько; совершенно верно
kaskatı очень твердый, жесткий
masmavi синий-синий
tastamam совершенно готовый; ровнехонько
yusyuvarlak совершенно круглый — и ряд других слов.
Метод частичной редупликации неприменим по отношению ко мно­
гим прилагательным (ciddi, fena, geç, glizel, dik, iyi, kötü, tuhaf и мн. др.),
хотя, вероятно, допустимы (но не фиксируются словарями) i акие слова,
как gemgeniş, dipderin, ирисиги др.

ALIŞTIRM ALAR

Aşağıdaki tümceleri (ve parçayı) Rusçayaçeviıiniz.


seafoodplus.info ev gezerek durumu anlatıyorlar. 2. Ben ata mata binmem. 3. Zaman zaman
görüşürüz. 4. Bu odada dolap molap yok. 5. Simsiyah bir masa. 6. Birdenbire
kıpkırmızı oldu (sapsan kesildi). 7. Kapı apaçık duruyor. 8. Uzun uzun
(=upuzun) koridorlardan geçtik. 9. Şen neşeli bir delikanlı. Kahveye tek tük
müşteri gelmeye başladı. Dün mağazaya araba araba mal geldi. Bana
şaşkın şaşkın ne bakıyorsun? Gökmasmavi, güneş kıpkırmızı. Bilmem
nereden eğri büğrü bir masa getirdiler.
Adamın biri, yeni bir eve taşınmak için bir arabacı çağırmış, evin
eşyalarım göstererek:
— Bak, bakalım, bıinlan kaldırmak için ne vereceğiz? demiş.
Arabacf:
— Efendi, on liradan aşağı kaldıramam bunu.
— Ama da çok istiyorsun.
"v—Bak bu eşyalara: karyola maryola, dolap molap, iskemle miskemle,
lamba mamba
—Eh, öyle ise beş lira veririm.
— Neden?
— Karyolayı al, maıyolayı bırak, dolabı al, molabı bırak, iskemleyi al,
miskemleyi bırak, lambayı al, mambayı bırak

Sözlük

1. iskemle — скамья, скамейка; табу- 5* ziyaret— посещение, визит


ретка •(birinin) -ine gitmek — нанести
2. kırm ak— (с)ломать; разбить; огор- визит (кому-л.)
чить; обидеть ~ etmek — посещать, наносить ви­
3. adım — шаг зит
шаг за шагом 6. yoklamak — осматривать; прове­
~ atmak —делать шаг, шагать рять; навещать
4. ıstırap(bı)— мучение, страдание 7. saklamak— прятать; скрывать; со­
~ çekmek— испытывать мучение, хранять
страдать 8. vali — губернатор

16
9. ek — 1) (ilâve) добавление, при­ -lenmek — развеселиться
ложение; 2) аффикс randevu— свидание, встреча
eklemek (ilâve etmek) — доба­ alıcı (reseptör, almaç, ahize) —
вить; присоединить приемник; телефонная трубка
sağlam — прочный; здоровый; на­ kulak — ухо
дежный ~ı ağır — он туг на ухо, глуховат
katı — твердый, жесткий ~ asmak — прислушаться
sa k in — 1) спокойный, тихий yapıştırmak — приклеить, приле­
2) житель, обитатель пить, влепить
dik — отвесный, крутой; перпен­ yapışkan — липкий, навязчивый
дикулярный özür (zrü) —•извинение, оправда­
lâf — слово; словеса; болтовня ние
(sizden) - dilerim — прошу (вас)
~ olsun diye для красного словца;
простить меня
для проформы
af (ffı) — прощение, извинение
dert(di) — горе, беда; боль (ду­
affınızı rica ederim — прошу (вас)
шевная); болезнь
извинить меня
~li — огорченный; страдающий
affetmek — прощать, извинять
yuvarlak— 1) круглый; округлый
kahraman — герой, храбрец
2) шар dikmek — 1) втыкать, водружать
yer ~ı — земной шар 2) шить
tez — быстро, скоро bıyık — усы
- elden — быстренько, на скорую ~ bırakmak — отпустить усы
руку sakal — борода
hafif ■— легкий ak— - почтенный старец, аксакал
ağır— тяжелый; медленный sarışıh — блондин, светловолосый
—başlı — серьезный, степенный kumral — шатен, светло-коричне­
~lık — тяжесть; вес вый
merdiven— лестница esmer — брюнет; (yağız) темный,
-den (veya -i) çıkmak, inmek—под­ смуглый
няться, спуститься по лестнице tüccar — купец, торговец
çehre (=yüz) — лицо, облик
* * *
kılık— внешность, внешний вид;
alışfmak (-e) — привыкать (к че­ одеяние
му, каиу-л.) * * *
~kan — привычный; привыкший
-kanlık (itiyat*(dı)) — привычка şişmek — пухнуть, раздаваться
öğüt (nasihat) — совет; наставле­ -kin — опухший, припухлый
ние -m an — полный, толстый (о чело­
tavsiye— рекомендация, совет веке)
~de bulunmak — дать совет omuz — плечо
~ etmek — рекомендовать (кого, parm ak — палец
что-л.), советовать - oynatmak — шевельнуть паль­
neşe (=sevinç) — радость, весе­ цем
лость dudak — губа
-1İ — веселый, радостный (о чело­ yanak — щека
веке) zayıf — слабый

17
-lam ak — слабеть, худеть kurt (du) — 1) волк;
zavallı— несчастный, бедный 2) червь; червь сомнения
olasılık (ihtimal) — вероятность yorgan — одеяло
olası (muhtemel, ihtimal) —г ве­ sarmak — обвязывать, перевязы­
роятный, вероятно вать; завертывать; окружать
boyun (ynu) — шея sanlmak(-e) — браться (за что-
bağ — узел, связка, связь то); бросаться, припадать (к
boyun ~ı (kıra vat) — галстук
eğmek — сгибать, наклонять
чему-л.)
baş (boyun)склонить голову; korumak — защищать, охранять,
смириться оберегать
kaş — бровь top — 1) пушка; 2) мяч;
~la göz arasında — в мгновенье kar topu — снежки
ока nikâh — обручение; бракосочета­
nöbet — 1) дежурство; черед ние
2) приступ (болезни) (i) ~ altına almak— взять в жены;
muhatap (bı)— собеседник жениться
buyurm ak— повелеть ipek — шелк; шелковый
-unuz! — пожалуйте! пожалуйста! adalet— справедливость; юстиция
kurtarm ak — спасать; выручать - yerini bulur — справедливость
vait, vaat (dı) —1обещание
восторжествует
-te bulunm ak— дать обещание
inşallah — если будет угодно Ал­
vadetmek — обещать
лаху; дай-то Бог; надеюсь (на
ilâç (cı) — лекарство
şü k ü r (teşekkür) — благодар­ это)
ность el — посторонний, чужак
ço k премного благодарен el oğlu — посторонний, незнако­
allah a слава богу мец
hele (еще) спасибо (что) aziz — а) дорогой, милый
ümit (di) (umut) — надежда б)святой
- (-ini) kesmek (-den)— потерять adî— простой, обычный; низкого
надежду качества
~siz— безнадежный; потерявший bizzat — лично
надежду alâka (= ilgi) — 1) (-е) интерес;
reçete — рецепт
2) (ile) отношение, связь
* * • müteşekkir— благодарный, при­
знательный
nitelik (vasıf (sfı)) — качество, medeni (uygar) — цивилизован­
свойство ный, культурный
tavır (vrı)— вид, манера boz — серый, бурый

Türemiş sözcükler
1. kapak— крышка; обложка (книги)
2. boyuna— беспрерывно
3. iler(i)lemck— продвигаться; прогрессировать
4. duygu (his (ssi)) — чувство
18
5. vııryUmak (-p)— влюбиться
6. bakış (nazar*)— взгляд, взор
ilk - t a — с первого взгляда
7. tam dık-г- знакомый
8. oyuncak — игрушка
9. benzetmek (-i, -e) — 1) находить сходство (с чем-л.)
2) принять за (другого)
3) сломать
b akan — министр
baş премьер-министр
başlangıç— начало
doğrulmak— 1) выпрямиться, подняться
2) направиться (куда-то)

Deyimler
1. ne çare k i—-увы
2. görülüyor (ki) — видно (что)
3. neredeyse (nerede ise) — того н гляди, вот-вот
4. akl(ın)a gelm ek— прнйти на ум; вспомнить(ся)
5. yan gözle bakm ak — посмотреть искоса
6. ne yapıp yapıp — во что бы то ни стало, приложив все усилия
7. nâsılsa (nasıl ise) —-как-то, каким-то образом

К ом м ентарий
Имена ağır и h a fif — антонимы, и соответствуют русским прилага­
тельным «тяжелый» и «легкий» в их основных значениях: «тяжелый ка­
мень», «тяжелая болезнь», «Тяжелая (=трудная) работа», «тяжелое ^ д о ­
рогое) пальто», «тяжело (медленно) идти» (ağır ağır уйгйтек)и т. п. В зна­
чении «это (сделаггь) легко/трудно» употребляются слова kolay/güç, zor.
Имя ihtimal в значении «вероятно» употребляется только как в в о д ­
н о е с л о в о (İhtimal gelir. «Вероятно, он придет»)иВ настоящее время
заменяется неологизмом olası, который употребляется и как п р и л а ­
г а т е л ь н о е : Buolası (muhtemej*) değil. «Это невероятно».
Глагол buyurmak «повелевать» при вежливо-почтительном обраще­
нии к собеседнику может заменять собою такие глаголы, как girmek, geçmek,
gitmek, almak, söylemek, а также вспомогательный шагал etmek.
ПРИМЕРЫ:
Şu odaya buyurun.
— Пожалуйте (=проходите, войдите) в эту' комнату.
Ne buyurdu?— Что он соизволил сказать?

19
Словообразовательный,аффикс -gan/-kan

Аффикс-gan, -gen/-kan, -ken присоединяется, как правило, к двуслож­


ным глагольным основам н образует от некоторых из них отглагольные
прилагательные обычно со значением постоянно проявляющегося при­
знака: konuşkan «разговорчивый», unutkan «забывчивый», çalışkan «тру­
долюбивый», çekingen «застенчивый», yapışkan «привязчивый, прилип­
чивый», alışkan «привыкший, приученный» и т. п.

Словообразовательный аффикс -gm/-kın

Аффикс-gın, -gin, -gun, -gün/-kın, -kin, -kun, -künприсоединяется в


основном к односложным глагольным основам, образуя прилагатель­
ные обычно со знамением завершенного действия, перешедшего в состо­
яние (чаще с пассивным оттенком): şaşkın «изумленный, изумившийся»,
şişkin «опухший, вздувшийся», seçkin «избранный», düşkün «падший»,
bitkin «слабый» (доел, «кончившийся»), yorgun «уставший, усталый»,
üzgün «огорченный» и др. Иногда образует также имена существитель­
ные: bilgin (âlim) «ученый, специалист», gezgin «путешественник».
Alıştırma Şu tamlama gruplan ile tümceleri Rusçaya çevirin:
1. Çalışkan öğrenci. 2. Ne yapışkan biri! 3. Seçkin eserler. 4. Şaşkın şaşkın ne
bakıyorsun bana! 5. Düşkün kadın. 6. Yorgun görünüyordu, sesi de bitkindi.
7. Şu bilgin (âlim) biraz çekingen ama, hiç te unutkan değil. 8. Hasta olacak.
Bak, bir yanağı şişkin. 9. Alışkan bir tavırla kapının ziline bastı. Üzgün
görünüyor. Daha üç fincan kırgın. Evliya Çelebi adındaki büyük Türk
gezgini Altmış yaşım geçkin bir adam.
Alıştırma Kalın harflarla yazılan sözcük ve deyimleri ezberlemek üzere aşağıdaki
tümceleri çeviriniz:
1. Allah Allah! Çocuk bardağı kırdı. 2. Kırdım mı? Üzülme canım. İsteyerek
yapmadım. 3. Dayısını ziyaret mi etmiş? Atıyor! 4. Galiba bi nsaklanıyorbmbda.
Evin her yanını yoklasınlar. 5. Yarın öğretmen bir yoklama ödevi verecek.
6. Vali kim, ben kim? Ne diye ziyaretine gideyim? 7. Bir iskemle al da otur
yanıma. 8. Yumurta (çatı olmuş. 9. Bu tahta katı, fakatgörülüyor ki pek sağlam
değil. Dik çizgi. Bugün deniz pek sakin. Müşterileri arasında bu
köyünsakinleri de var. Uzun/â/Â hacet (=gerek) yok. Lâ/zamanı bitmiş,
iş zamanı gelmiş. Ek bir zorluk. Sözüne birşey eklemek istiyor.
Yuvarlak hesapla bu kentin nüfusu iki yüz bini aşkın. Bu işi tez elden
yaptılar. Durum pek ağır. Hafifbir kahvaltı. 21 .Ağır ağ/r yürüyor (Ağır
adımlar atıyor). Bize dik dik bakıyor. Bütün eşya sağlam geldi.

20
— Ah doktor, tuhaf bir derdim var. Dert ağlatır,aşk söyletir, (atalar
sözü). Yani dert. ıstırap verir, aşk sevindirir.
1. Надо навестить больного товарища. 2. Шаг за шагом они приближа­
ются. 3. Я хотел нанести ему визит. Не получилось. 4. Тяжелая болезнь.
5. Дорогое пальто. 6. Он одет очень легко. 7. Каков вес этого камня? 8.
Легкая головная боль. 9. Лавочник огорчен. Это мы делаем не для
проформы. Прочное здание. Твердый согласный. Почему вы
скрываете истину? Сколько миллиардов лкщей проживает на земном
шаре! Собраться за круглым столом. Что у вас за беда? Видно, что
вы страдаете.
1. Bu yeni kurallara alışamıyorum. 2. Evet, bunlara alışkanlık (itiyat) gerek.
3. Şen neşeli bir delikanlı. seafoodplus.infoeni çıktığında Öğüt terinizi kendinize
saklayın. 6. Reseptörü (alıcıyı, almacı) kulağına yapıştırdı. 7. Sizden özür
dilerim. Affediyor musunuz beni? 8. Biri esmer, biri sarışın, biri de kumral saçlı
üç çocuk Şu tuhaf kılıklı sakallı bıyıklı adam neci? Bîr tüccar mı?
Öykünün baş kahramanı kim? Kentin çehresi değişti. Bahçeye
ağaç diktiler. Gözleri yere dikilmişti. Ben o kıza randevu vermedirn.
Bu kılıkta sokağa çıkılır mı hiç?
1. Детям шьют одежду. 2. Поставьте («воткните») сюда часового. 3. Ка­
кой геройский поступок! 4. Он вдруг развеселился. 5. Вы не смотрите на
внешний облик этого смуглого человека. Он очень богатый купец. 6. Я
вперил взор в его лицо. 7. Рекомендую вам этого товарища. 8. Я никак не
могу привыкнуть к его наставлениям.
1. Geniş omuzlu gür sesli bir adam. 2. Siz önden buyurun. 3. Buyurunuz
kahvenizi. 4. Hastanın harareti yükseliyor. Sıkı bir ilâç için doktora fcay vurmalı
(müracaat etmeli). 5. Bir zamanlar pek şişmandı. Bak, ne kadar (ne denli)
zayıflamış. Buna olasılık (ihtimal) bile vermiyordum. 6. Muhatabım temiz
kıyafetli, boyun bağlı (kravatlı) efendiden bir adamdı. 1. Hasta ümitsiz gibi
görünüyor, fakat Allaha şükür, doktor hâlâ umutlu. Hattâ bir reçete yazdı.
8. Ne? Nöbet bende mi? Bir yanlışlık olacak. Benparmağımı bile oynatmam.
9. İnsanparmakları şöyle adlanır: baş parmak, ikinci parmak (işaret parmağı),
orta parmak, dördüncü parmak (adsız parmak), küçük parmak. Kız annesinin
boynuna atıldı. Aralarında kardeşlik bağları var. 12 . Zavallı adam derdine
ilâç bulamıyor. İnanmayın. Bunlar boş vaitler. Size hastayı kurtarmayı
vadeden kim? Istırap veren dert (hastalık), ıstırap çeken de zavallı
m uhatabınızın).
1. На лице каждого человека два таза, две брови, два уха, две щеки, и две
губы", верхняя губа и нижняя губа. 2. Премного благодарен, лекарство у
меня есть. 3. Ваши обещания нас не спасут. 4. Вы сегодня заступаете («вхо­
дите», «выходите») на дежурство! 5. Ярецептов не выписываю. Обра­
21
титесь к другому специалисту. 6. Вероятность этого мала . 7. В мгновенье
ока верхняя губа у негораспухла. 8. Надежда умирает последней. 9. Не­
счастная девушка все еще очень слаба. Я вам обещаю это. ^

1. Bu tarım aracının niteliklerini (vasıflarım) saysın. 2. Zavallı üzgün bir tavırla


içeri girdi. seafoodplus.info kurdu yemez (atalar sözü). 4. Yorganına göre ayağım uzat
(a.s.). 5. Adalet bakanlığına kimi getirdiler? 6. İhtimal, beni başka birine
benzetiyorsunuz. 7. Evet, ilk bakışta bir tanıdığıma benzettim sizi. 8. Kitabın
kapağını beğendim, fakat başlangıcı ilginç değil. 9. Ele güne karşı bu kılıkta
çıkıjırmı? seafoodplus.infor&p. Yasa (kanun) bizi korur. Şimdi aklıma geldi, o
söylediğiniz adam nikâh dairesinde çalışıyor. Ne yapıp yapıp kar topu
oynamak istiyorlar. Ancak kar yok, boyuna yağmur yağıyor. Yan gözle bize
baktı, fakat bir şey demedi. Bu ülke son yıllarda çok ilerledi: Benim
nazarımda (gözümde) o bir hiçtir. \1. İnşallah, yakında buluşuruz. eloğlu
neredeyse gene gelecek. Bu işe alâkanız tabiî. Uygar ülkeler (medenî
memlekefler).
I. Ни начала, ни конца! 2. Бесчувственный человек. 3. Он взял в жены
эту девушку с густыми шелковистыми волосами. 4. Они играют не в
футбол, а в ручной-мяч. 5. Ребенок сломал игрушку. 6. Он подошел ко
мне с обиженным видом. 7. Волков окружили с четырех сторон. 8. На
этом собрании министра юстиции нет. 9. Во что бы то ни стало надо
купить новое одеяло. Они шаг за шагом продвигаются вперед.
II. Несчастный вот-вот заплачет. Впрочем, понять его чувства легко.
Мне вспомнился один его знакомый. Он беспрерывно читал какую-
то книгу без обложки. Увы, он сумел отсюда каким-то образом
выйти. Я нахожу в вас сходство с моим другом. Дорогом мой,
почему ты проявляешь интерес к этому зверю? Это же обычный се­
рый волк. Вы лично видели этого незнакомца!. Я порвал связи с
этим человеком. Он признателен вам за оказанную ему помощь.

Alıştırma Kaim harflerle yazılan sözcüklerin yerine eşanlamlılarını kullanın:


1. Ben kravatsız oraya gitmem. 2. Ne hafifiş! 3. Adamı çehresinden tanıdım.
4. Elbette tanırım, eskiftoramdır. 5. Hanemize teşrif buyurunuz. 6. Bu düşünceyi
doğru bulmuyorum. 7. Çokciddi bir adam. 8. Onu sahiden tanımayız.

B ir randevu

Sabahleyin gözümü açtığım zaman saat dokuzu geçiyordu. Demek, ona bir
saatten az bir zaman vardı. Hemen yataktan kalktım. Dünkü telefon konuşması
aklıma gelmişti. O konuşan kimdi acaba? Bu koskocaman kentte ne akrabam

22
vardı, ne de bir tanıdığım. Oysa (halbuki) dün gecenin geç saatinde, buraya
geldiğim gündenberi masamın üstünde gereksiz bir oyuncak gibi duran telefon
birdenbire çalmıştı. «Acaba kim olabilir?» düşüncesiyle telefonu açmıştım (yani
reseptörü kaldırıp kulağıma yapıştırdım). Tanımadığım bir ses:
— Sermet Beyle görüşmek istiyordum Dedi. ‘
— Sermet Bey benim.
— Affımzı rica ederim, beyim. Sizi böyle geç saatte rahatsız ediyorum
daFakat başka çare yoktu—
— Zaran yok. Kiminle konuşuyorum?
— Siz beni tanımazsınız. Zaten ben de yalnız adınızı biliyorum.
— O halde
— O halde yarın sizinle görüşmeliyiz, daha doğrusu ben sizi bir iş için
görmek istiyorum (Bir rahatsızlık hissetmiştim. Çünkü böyle tanımadığım
kimserlerle görüşmek alışkalığı yok bende).
— Ne işi?
— Şimdi telefonla söyleyemem. Yarın buluşur, konuşuruz. Saat ondan sonra
boş vaktiniz var mı?
— Öğleye dek var.
— Ne âlâ. Öyleyse nerede buluşuruz?
— Oturduğum «Atlantik Palas» otelinin tâ karşısında bir kahve var. Sabahlan
orası bomboş
— Tamam efendim. O kahveyi bilirim. Yarın sabah saat onda beni orada
bulursunuz. İçeri girdiğinizde dikkat edin: solumda bir gazete bulunduracağım.
İsmimi de yazınız: Lütfı Bey.
I
***

Taş merdiveni çıkıp kahveye girdiğim zaman saat onu ya geçmiş ya


geçmemişti. Biraz karanlık olan salonda gerçekten de hemen hemen kimse yoktu.
Yalnız biri ortada biri arkada duran iki masada iki adam oturuyordu. Biraz
yavaşlayarak ikisine de şöyle bir baktım.
Arkadaki masada oturan tüccar kılıklı bir adamdı. Şöyle geniş omuzlu,
şişman, iri yarı biriydi. Garsonun getirdiği kahveyi içiyor, derin derin bir
şeyler düşünüyordu. Gözleri uzakça bir yere dikilmişti. Sol elinin parmaklan
ile bir gazete tutuyordu. Henüz ihtiyar tdeğildi, fakat 45 yaşını her halde
geçkindi. Bıyıklı sakallı çehresinde iri burunla kalın dudaklardan başka iki de
şişkin yanak insanın dikkatini çekiyordu. Kumral saçları karışmıştı.
İkinci müşteri sarışın, gözlüklü, boyun bağlı (kıravatlı) bir gençti. Temiz,
fakat basit giyinmişti. Olası (ihtimal), üniversite öğrencilerindendi. Ötekiden
çok daha zayıftı. Eline bir gazete almış, gözden geçiriyordu. En tuhafı şuydu ki
solunda bir başka gazete vardı.

23
Şaşkınlığımdan olduğum yferde durdum ve kendi kendime: «Acaba
hangisi?» dedim. Arkadaki müşteri geldiğim tarafa başını bile çevirmemişti.
Rahat rahat kahvesini içmeye devam ediyordu. Oysa daha yakın olanı
okuduğu gazeteyi biraz indirerek yan gözle bana bakmıştı. Birini bekliyor
gibiydi. Ben de nihayet kararımı verdim, oturduğu masaya doğru gittim.
Kulağına eğilerek: «Lütfi Bey?» dedim. Kaşlan yukarıya kalktı. Gülümseyerek:
«Benzetiyorsunuz, bayım. Dedi. Adım bambaşka». Bu kez şaşmak nöbeti
bana geldi. Demek, beni arayan öteki adamdı. Salonun arka tarafına doğru
yürümeğe yükümlü (mecbur) kaldım.
Evet, tüccar kılıklı adam, Lütfi Beydi. Selâmlaştık. Meğer babamın eski
ahbaplarından biriymiş. İzmir’deki telefon numaramı nasılsa öğrenmiş, babam
için yazdığı mektubu şimdi bana uzatıyordu.
— Son görüştüğümüz zaman babanız esmer, gür saçlı, yuvarlak yüzlü, şen
neşeli bir delikanlıydı. Eh, nerede o günler! Acaba şimdi nasıl görünüyor? Ne
yapıp yapıp görüşmeliyim onunla.
Muhatabım sordu, ben yanıt verdim. Böylece yarım saatten fazla konuştuk.
Öteki müşteri çoktan gitmişti. Nihayet ayağa kalktım: «Bayım, bana müsaade.
Öğleden sonra göreceğim acele bir işim var. Sizinle tanışmaya pek memnun
oldum. Konya’ya gittiğinizde bizlere buyurunuz (hanemize teşrif buyurunuz).»
Dedim. Hararetle el sıkıştık, ayrıldık.

Sağlık (bir konuşma)

Kerim: Hele şükür! Artık ayaktasınız.


Şahap: Özür dilerim! Geceleyin iyi uyuyamadım. Birazkeyfsizim.
Кл Öyle mi? neniz var?
Ş.: Ben de bilmiyorum. Epey zamandan beri boyuna başım ağrıyor, nöbet
geliyor.
K: Demek oluyor ki bir süredenberi ıstırap çekiyorsunuz. Fakat genellikle
Sağlığınız yerindedir, değil mi? İştahınız var mı?
Ş.: Son zaman bir şey yiyemiyorum.
Kj Aman, aç mı duruyorsunuz? Azizim, derhal bir doktora müracaat etmelisiniz
(baş vurmalısınız).
Ş.: Ettim, fakat verdiği ilâçlardan şimdiye dek hiç yarar (fayda) görmedim.
İşte yazdığı reçete de yanımdadır. Oysa beni kurtarmayı vadetmişti.
K: Size hangi doktor bakıyor?
Ş.: Aile doktorumuz. Âli Bey.
K : Anneme de o baktıydı.
Ş.: Bayan anneniz şimdi nasıldır?
K : Artık kalkıp dolaşabiliyor. Hatta biraz bahçede geziniyor.
Ş- Buna pek memnun oldum ŞeyHasta dedim de aklıma geldi. Hakkı Beyden

24
haberiniz var mı? Acaba şimdi nasıl oldu? İyi midir?
İ t: Maalesef, hastalığı epey ağır. Doktoru bile ümidini kesti.
Ş.: Vah zavallı! Hastalığı nasıl başladı?
K : Bay Hakkı’nın, çocukluğundan beri gözleri zayıftı. Bu derde bir çare
bulunamıyor.
Ş.: Ne yapıp yapıp yüksek nitelikli göz hastalıkları uzmanı doktor Orhan Beye
başvurmalı.
K: Ne çare ki Orhan Bey pek pahalı bir doktormuş. Hani, söz var ya: yorganına
göre ayağını uzat. Biliyorsunuz, Hakkı Bey zengin bir adam sayılamaz.
Ş,: Evet, fakat sağlığı korumaktan önemli şey yok, sanırım. Nitekim medeni
insanlarız.
K : Doğrusunuz (hakkınız var). Gördüğüm vakit doktor Orhanı onlara bizzat
tavsiye ederim. Şimdi nasılsınız? Başınızın ağrısı hafifledi mi? Dışarıya
çıkabilir misiniz?
Ş.: Tamamiyle geçti.
К : O halde çıkalım. Şimdi arkadaşımız Nuri Beyin ziyaretine gideceğiz, değil
mi?
Ş.: Hay hay. Biliyorsunuz, bir(kaç) zaman önce Nuri Bey ipek saçlı güzel bir
kızı nikâh altına aldı.
K : Artık adalet yerini bulur. EskidenNuri Bey futbol topuna vurulmuştu.
Bundan böyle işine ve ailesine sarılır.
Ş.: İnşallah!

Alıştırma Aşağıdaki tümceleri Rusçaya çeviriniz:


1. Gene içime o kurt düşüyor. Zafere nasıl inanmalı? Lâkin (=fakat) işte, asıl bu
gördüğüm şeyler için zafere inanmalıdır. Türk köylüsü top arabalarım kendi
yoıganına sarıp taşıyor, işte bunun için inanmalıdır. (Y. Kadri. Yaban) 2. Ne ise,
olan oldu. Şimdi bana bilârdo öğretmeyi teklif etti. (A. Puşkin) 4. Denıek ki
komutanın evinde idim. M.I.-na yanıma gelmişti. Saveliç’e bazı şeyler sormak
istedim, fakat ihtiyar kulaklarını tıkadı. (A. Puşkin) 5. Sofada PugaçoFa
rasladım, yol elbisesi giymişti. (P.) 6. Her şeyi gördüydük debunu görmediydik.
(seafoodplus.info)7. gözlerini gözlerimin içine dikmiş bakıyordu. (S. Kocagöz) 8. «Vah
vahKeşke bana varmalı idinizArtık nikâhınız olduğu gün kendimi
öldürmeli» demiş ve kaçmıştım. (R. Nuri) 9. Birinci soru: «Çocuğu hastalıktan
korumak için ne yapmalıdır?» (A. Nesin) Merhaba, diyorum. Otobüs
bulamadın mı? — Var, diyor. Köyüme dönemem ama. İş bulmalıyım
Ankara’d a — Var mı tanıdığın birisi?— Var.— Kim?— Bizim köyden çıkan
ilk hükümet adamı. — Görevi (=vazifesi)? — Adalet Bakanlığında kapıcı.
— İyi. diyorum. Hadi, bir kaç saat uyu. Otobüs neredeyse kalkar. Gitmeliyim
ben. Eyvallah. (B. Yıldız) Tuhaf kılıklı adam kapıdan içeri girdiği zaman
kabinede benden başka kimse yoktu. Baş vurmak istediği kulakçı henüz

25
çıkmıştı. Kumral sakalım karıştırarak düşünceli düşünceli odanın ortasında
durdu. Şişman adam başını çevirdi, parmağıyla boş sandalyeyi göstererek:
«Müsaade eder misiniz?» diye sordu. Öteki müşteri ona şaşkın' şaşkın
baktıktan sonra «Rica ederim. Oturunuz.» dedi ve başını eğerek gazetesini
okumaya devam etti. (O. Kemal) Niyazi hastalanmış, yattyordu. (O. Kemal)
Sonra «Şimdi ne yapmalı?» diye kendi kendime sordum. (S. Ali)
İçimden: «Mutlaka bütün bunlara alışmalıyım» diyordum. (Y. Kadri)
Ayol zavallı Hocanın kimi var ki? Kendi ölmüş, kendi geldi haber verdi!
Bizim de kimimizvaı? Kendi yazımızı kendimiz yazarız. (B. Felek) Meraktan
yerimde duramıyordum. Kalkacağım sırada o doğruldu, tekrar gitti. (S. A.)
Sonra, elindeki paralan sayacağı sıra Beytullah’i gördü. (B. Y.)

Alıştırma Aşağıdaki tümceleri Türkçeye çevirin:


1. До сегодняшнего дня я не знал этого. Точнее говоря, и сейчас не знаю.
2. Ну слава богу,приступ прошел. Но все же я очень слаб.— А что гово­
рит ваш !ран?— НичегоДва месяца тому назад, когда мы виделись впер­
вые, он обещал меня спасти. Но сейчас он, видимо, утратил надежду.
Такое у меня чувство. 3. Нам известны беды многих жителей этого горо­
да. Министерство юстиции должно проверить ситуацию и защитить не­
счастных. 4. Мое внимание привлекли его густые брови и ярко-красные
губы. 5. Мне не хотелось обижать моего собеседника. Но навестить я
хотел не его, а другого своего знакомого. 6. Вы хотите что-то добавить?
— Да, дать совет. Не следует ничего обещать. Особенно для красного
словца. 7. Такие прогулки дадут вам больше пользы, чем любое лекар­
ство. Сегодня вы выглядите не столько степенным, сколько здоровым и
веселым. 8. У этого незнакомца был вид морского волка. Кроме того, он
хорошо играл в ручной мяч. Другие его качества были пока неизвестны.
9. Ему как-то удалось войти в зал, но когда мы пришли, его там уже не
было. Я поднял трубку и стал говорить. Мне пришлось отклонить сви­
дание, которое хотел мне назначить мой знакомый. Ибо мне хотелось встре­
титься с девушкой, в которую я влюбился с первого взгляда и которую
хотел во что бы то ни стало взять в жены.

Alıştırma Aşağıdaki tümceleri Türkçeye çevirin:


Вы, конечно, знаете парк культуры в Измире. Несколько дней назад под
вечер я пошел туда, чтобы (дать голове) немного отдохнуть. Я живу неда­
леко от парка, в гостинице на бульваре Газилер, и время от времени посе­
щаю парк культуры. Когда я вошел (внутрь), часы уже пробили шесть.
Погода была теплой. Дождь, шедший после полудня, час назад прекратил­
ся, облака ушли на северо-запад. Вечерами здесь бывает многолюдно, но
сейчас гулявших по парку было мало. Я прошел мимо зоопарка и сел на

26
одну из скамеек. Поодаль сидел средних лет мужчина. Это был круглоли­
цый человек с каштановыми усами и внешностью чиновника или бизнес­
мена. Он не был толст, однако был крупным мужчиной. Одет он был
просто и легко, в парк пришел без пиджака и без галстука. Когда я сел, он
искоса взглянул на меня. Кого-то он мне напоминал (=я находил сход­
ство), но кого? Вдруг, поднявшись (со своего места), он подошел ко мне
и сказал:
— Прошу прощения, вы такой-то,
— Да, вы не ошибаетесь, я он (самый),— ответил я, несколько удивив­
шись. — А выНе могу узнать.
— Омер. Ваш одноклассник.
— Да, теперь узнал. Но до чего же ты изменился! Ты же был слабень­
ким, болезненным ребенком, а стал широкоплечим, сильным мужчиной.
Ты в Измире живешь?
— Да, работаю в резиденции губернатора. Пойдем,^) дороге погово­
рим.
Мы двинулись в направлении Лозаннских ворог.

Alıştırma Aşağıdaki atasözlerini ezberleyin:


1. Bir insanı tanımak için kendisiyle yol arkadaşlığı etmelidir. 2 Çok çocuk
anayı şaşkın babayı düşkün eder. 3. Dert derdi açar. 4. Dünyada rahat yaşamak
isteyen her şeyi hoş görmelidir. 5. Eğilen baş kesilmez. 6. El beş parmaktır,
hangisi bir boyda. 7. El işler baş buyurur. 8. Eski kurt yolunu şaşmaz. 9. Gezen
kurt aç kalmaz. İki iş bir olmaz, başka başka düşünmeli. Kırk kurda bir
a£lan ne yapsın. Kurdu kurt ile avlamalı. Lâfla iş bitmez. Mart ayı dert
ayı. Na oldum dememeli, ne olacağım demeli. Sakalım yok ki sözüm
dinlensin. Vaktine göre söz söylemeli. Yalan söyleyen unutkan olmamalı.
Yerin kulağı var. Yoıgamna göre ayağım uzat.
УРОК 16(2)

ПРИДАТОЧНЫЕДОПОЛНИТЕЛЬНЫЕ ПРЕДЛОЖЕНИЯ
(tü m le y ic i tü m c e )

В турецком языке придаточные дополнительные предложения, явля­


ющиеся частью сложного (полипредикативного) предложения, в струк­
турном плане напоминают распространенное дополнение простого пред­
ложения.
Ср.: Ben, ablanızın yeni çantasını (çanta-sı-n-ı) gördüm. «Я видел (кого?,
что?) новую сумочку вашей сестры».
Ben, ablanızın evden çıktığını (çık-tık-ı-n-ı) gördüm. «Я видел (что?), что
ваша сестра вышла из дома».
Сложные предложения указанного типа состоят из главного и прида­
точного предложений.
Главное предложение чаще всего разрывается: подлежащее (и отно­
сящиеся к нему слова) ставятся в начале сложного предложения, сказуе­
мое — в конце его: Ben (no/yresKai4ee)gördüm (сказуемое).
Придаточное предложение обычно помещается внутри главного.
Подлежащее представляет собой имя существительное (или, факульта­
тивно, местоимение) в родительном падеже (ср.: ablamz-ın), сказуемое—
глагол в форме на -dik или -асак с аффиксом принадлежности, обозна­
чающим лицо, совершающее данное действие, и с падежным аффиксом,
которого требует управляющий глагол (ср. : çıktığını: çık-tık-ı-n-ı (gördüm)).
Винительного падежа имен действия на -dik и на -асак требуют такие
глаголы, как açıklamak «разъяснить (что)», anlamak «понять»,anlatmak
«рассказать», belirtmek «передавать», bildirmek «сообщить», bilmek «знать»,
duymak«ycnbinıaTb, почувствовать», düşünmek «думать», farketmek «за­
метить», görmek «видеть», ispatlamak «доказать», öğrenmek «узнать», sanmak
«полагать», söylemek «сказать» (но не: demek!), yazmak «написать» и ряд
seafoodplus.infoным падежом имен действия управляют глаголы bakmak
«смотреть (, как)», dikkat etmek «обратить внимание», inanmak «верить»,
karar vermek «решить (, что)», şaşmak «удивляться»,yanmak «сокрушаться
(по поводу того, что)» и некоторые др. Имя действия получает исход­
ный падеж, если оно предшествует, в частности, глаголу korkmak «бояться
(, что)».
28
Второстепенные члены придаточного предложения помещаются в
обычном порядкемежду подлежащим и сказуемым (ср.: ablanızınevden
çıktığını), иногда— перед подлежащим.
Имя действия на -dik указывает на то, что действие совершено в про­
шлом или совершается в настоящее время, например: Arkadaşım, ayın
yirmisinde Izmire’e geldiğini bildirdi. «Мой товарищ сообщил, что двадцато­
го числа прибыл (прибывает) в Измир».
Имя действия на -асак выступает в значении будущего времени на
-асак, настоящего-будущего на -ar/-ır, а также может заключать в себе
значение долженствования, например: Arabacıya iki sokak sonra sola
dönüleceğini söyledi. (O. Pamuk) «Он сказал извозчику (водителю), что
через две улицы нужно повернуть («будет повернуто») налево».
Спряжение имен действия на -dık/-acak с аффиксами принадлежно­
сти (выступающими в значении личных аффиксов) вутвердительной и
отрицательной формах не имеет никаких специфических особеннос­
тей.

Образец спряжения

О, (benim) gel(me)diğimi // gel(mey)eceğimi söyledi.


Он сказал, что я (не) приехал/приезжаю // (не) приеду.
О, (senin) gel(me)diğini // gel(mey)eceğini söyledi.
Он сказал, что ты (не) приехал/приезжаешь // (не) приедешь.
О, (onun) gel(me)diğini // gel(mey)eceğini söyledi.
Он сказал, что он (не) приехал/приезжает // (не) приедет.
О, (bizim) gel(me)diğimizi // gel(mey)eceğimizi söyledi.
Он сказал, что мы (не) приехали/приезжаем // (не) приедем.
О, (sizin) gel(me)diğinizi // gel(mey)eceğinizi söyledi.
Он сказал, что вы (не) приехали/приезжаете // (не) приедете.
О, (onlann) gel(me)diklerini // gel(mey)eceklerini söyledi.
Он сказал, что они (не)приехали/приезжают // (не) приедут.
К формам Ha-dık/-acak может присоединяться и вопросительная ча-
стицапи (mi, mu, mü), например:
О, (benim) gelebileceğimi // gelemeyeceğimi mi söyledi?
Он сказал, что я смогу // не смогу приехать?
Если подлежащее должно быть представлено личным местоимением, то
последнее в большинстве случаев опускается, так как лицо будет обозначено
аффиксом принадлежности (в сказуемом придаточного предложения), на­
пример: İzmir’e geldiğimi bildirdim. «Я сообщил, что прибыл в Измир».
29
Если подлежащее главного предложения является также и подлежа-
щим придаточного, то последнее всегда опускается, например:
Arkadaşım, İzmir’e geldiğini yazıyor. «Мой товарищ пишет, что приехал в
Изм&р».
Если имя действия образовано от непереходного глагола в страда­
тельном залоге, то подлежащее в придаточном предложении отсутству­
ет; а сказуемое (т. е. форма на -dık/-acak) всегда получает аффикс при­
надлежности 3-го лица единственного числа, например: Sonra tiyatroya
gidilecek. «Затем пойдут в театр». —> Sonra tiyatroya gidileceğini
söylüyor. «Он говорит, что потом пойдут в театр».
Подлежащее придаточного предложения иногда ставится в основ­
ном (а не родительном) падеже. Обычнсгэто бывает тогда, когда подле­
жащее непосредственно предшествует сказуемому и обозначает неоду­
шевленный или неопределённый предмет. Например: Gazete, caddenin
her iki yanında birçok yeni binalar kurulacağını yazıyor. «Газета пишет, что
по обеим сторонам проспекта будет построено много новых зданий».
, Чтобы трансформировать в придаточное дополнительное предложе­
ние простое именное предложение (с аффиксами сказуемости или пре­
дикативными именами var и yok), используется глагол olmak «быть»,
«стать», например: (Biz) Öğrenciyiz // öğrenciydik «Мы учащиеся //
были учащимися». —> (Bizim) Öğrenci olduğumuza dikkat çekti. «Он при­
влек внимание к тому, что мы учащиеся // были учащимися». <
(Onun) Oğlu var. «У него есть сын» —>(Onun) Oğlu (без родительного
падежа!) olduğunu söyledi. «Он сказал, что у него есть сын».
Когда логическое ударение падает на подлежащее главного предло­
жения, оно по общему правилу помещается непосредственно перёд
сказуемым, а придаточное дополнительное предложение перед ним, t. е.
в самом начале сЛожнОго предложения, например: Ablanızın evden
çıktığını ben de gördüm. « # тоже видел, что ваша сестра вышла из
дома».
Возможна также и такая инверсия: главное предложение, составляю­
щее рему (наиболее значимую часть) сообщения, помещается перед
придаточным предложением, например:
Benjde gördüm çıktığım. «Я тоже видел, что он вышел (она вышла)».
Формам на -dık/-acak могут предшествовать вопросительные сло-
ea (kim, ne, nerede, ne zaman, nasıl и т. п.). Предложения этого типа соот­
ветствуют аналогичным сложным предложениям русского языка, на­
пример: Arkadaşımın nereye gittiğini biliyorum. «Я знаю, куда уехал мой
товарищ». Ne yapacağımızı bilmiyorum. «Я не знаю, что нам делать
(что мы будем делать)».

30
Alıştırma İ. Aşağıdaki tümceleri Rusçaya çeviriniz:
1. Sen Yüzbaşım, vapurların geldiğine, geleceğine şaşıyorsun. (S. Kocagöz)
2. Benim vefat ettiğimi (=öldüğümü) gazetelerde okumadınız mı? (A. Nesin)
3. Benim de Camus gibi bir ahmak olduğuma karar verdi. (O. Atay) 4. Hangi
insan kendisinin de hakikaten (^gerçekten) öteki insanlar gibi günün birinde
mutlaka öleceğine inanır. (N. Hikmet) 5. Nigâr nereye gittiğine bakmayınız,
nasıl gittiğine bakınız. (Y. Kadri) 6. Mühendislerin kesinliği olmayan (kesin
olmayan) sorunlarla ilgilenmediğini mi söylemek istiyorsunuz? (O. Pamuk)
7. Kurtulduğuma hâla inanamıyorum. («Milliyet») 8. Yeni öğreniyorum kimlerle
arkadaş olduğunu. Son zamanlarda ne yaptığını da kimse bilmiyor. 9. Şükür,
tek bacağımı kaybettiğime. (B. Yıldız) Alzylabaktıklarmı sandjm. (O. Kemal)
Kabahat(!) kimde olduğum biliyor musunuz? Babamda mı, onda mı?
(Y. Kadri) Pek yakında ordularımızla birlik İstanbul’a dönebileceğimizi
sanıyoruz. (S. Kocagöz) Ne zaman geleceklerini demin söylememiş miydim?
(Y. Kadri) Hepsi ne yapacağıma bakıyordu. (Ö. Seyfettin) Benbirşeyler
yapılacağına inanıyorum. (O. Pamuk) zamangel; beni kitaplarımın temiz
arkadaşlığından ayıracağından korkma. (S. Ali) Zeliha’yı bir sevdiğini
söylüyorsun, bir sevmediğini. (O. Atay) Güzel! Çok güzel! Böyle
yazacağınızı ummuyordum doğrusu. Ustaca yazılmış. (Çehov) Ne
gülüyorsun? dedi. Yoksa benim büyük çar olduğuma inanmıyor musun?
(Puşkin)
Alıştırma 2. Aşağıdaki tümceleri birer -dık’lı/-acak’lı tümce haline getiriniz:

Bir örnek: Dedi ki (kendisi) bu kitabı okumadı -(kendisinin).


Bu kitabı okumadığını söyledi.
söylüyor ki biz haklı değiliz. 2. Biliyorum ki kızı yoktur. 3. Dün bildirdi ki
gelmeyecekler. 4. Gazeteler yazıyor ki Ankara radyosuna genel müdür
olacaksınız. 5. Gazete bildiriyor ki festival iki ay sonra başlayacak.
Alıştırma 3. Aşağıdaki tümceleri, kaim harflerle yazılan sözcüğün yerine bir sora
sözcüğü kullandıktan sonra, Rusçaya çeviriniz:

Bir örnek: (sizin) İzmir 'den geldiğinizi biliyorum—


(sizin)Nereden geldiğinizi biliyorum.
1. Bu trende bulunduğunuzu bilmiyordum. 2. Bana bir şey söylemek istediğini
anlıyorum. 3. Ziya’mn buralara köylüleri aldatmak için geldiğini şimdi daha
iyi anlıyoruz. 4. Ancak gecenin ikisinde, doktorların saat on birde yatmayı
tavsiye ettiklerini hatırladık. 5. Masamda oturan genç kadın bana soruyor —
Nerelisiniz? Kendisine Türk olduğumu söylüyorum. 6. Bana bak, köpeği
generale götürüp sorarsın. Benim bulup gönderdiğimi de söyle. (Çehov)
7. Ablam mektubunda, bu haberimizden aldığını yazmıyor.

31
Alıştırma 4. Aşağıdaki tümceleri, kalın harflerle yazılan eylemleri yeterlik,
sonra yetersizlik biçimiyle genişlettikten sonra, Rusçaya çevirin:

Bir örnek. Dün buraya geldiğini biliyorum. —


Dün buraya gelebildiğini/gelemediğini biliyorum.
1. Tanıdığım, bunu yapacağını bildirdi. 2. Çocuk, kapıyı kapadığını söyledi,
i . Akrabamın buraların havasına alışacağına ihtimal(olasılık) vermiyorum.
4. Adamın bu sözleri işittiğini (duyduğunu) sanmıyorum (zannetmiyorum).
5. Onunla iyi geçineceğimi ne biliyorsunuz? 6. Uzmanların mühim bir şey
yaptıklarım anlıyorduk.

ПРИДАТОЧНЫЕ ПОДЛЕЖАЩНЫЕ ПРЕДЛОЖЕНИЯ


(« ö z n e -tü m c e » )

Если придаточное дополнительное предложение является как бы раз­


вернутым дополнением в составе предложения, то придаточное подле-
жащное играет роль развернутого подлежащего, (Ср.: «Сообщается
(кто?, что?) важная новость». «Сообщается (кто?, что?), что собрание
наннется в четыре часа».)
Формы на -dtk/-acak, выступающие в таких случаях в роли сказуе­
мого придаточного предложения и одновременно в роли подлежаще­
го главного предложения, оформляются аффиксами принадлежности
и нулевым падежным аффиксом (основной падеж). Сказуемым глав­
ного предложения обычно является какой-либо переходный глагол в
страдательном залоге или же слова типа belli «ясный; ясно», malûm
«известный; известно», yok «нет, не имеется» и некоторые другие.
ПРИМЕРЫ:
Toplantının saat dörtte başlayacağı bildiriliyor.
— Сообщается, что собрание начнется в четыре часа.
Bana inandığı yok. — Он мне не верит.

ОБЪЕКТНОЕ ЗНАЧЕНИЕ ПАССИВНЫХ ПРИЧАСТИЙ


НА -DIK/-ACAK

Следует различать: а) имена действия на -dık/-acak, выступающие в


значении непосредственно действия (okuduğum «то, что я читал (чи­
таю)») и б) омонимичные формы в значении объекта или результа­
та действия (okuduğum «то, чтб я читал/читаю»). В последнем случае
форма на -dık/-acak является не именем действия, а субстантивирован­
ным причастием с пассивным значением (okuduk «прочитанное/чита­
32
емое»; okuduk + um «прочитанное/читаемое мной», букв, «мое прочи­
танное/читаемое»)1.
Если глагол, следующий за причастием на -dık/-acak, требует по­
становки последнего в винительном (дательном, исходном) падеже, то
возникают конструкции, которые от придаточных дополнительных пред­
ложений отличают лишь следующие признаки:
1) Объект может быть множественным. Поэтому к пассивному
причастию может присоединяться аффикс -1ar. okuduklarım «все то
(многое), что мною прочитано/читаемо» (имена действия присоединя­
ют аффикс -1аг только в значении личного аффикса (3-е лицо множе­
ственного числа): bir kitap okuduklarını bilyorum «Я знаю, что они чита­
ли/читают какую-то книгу»);
2) Пассивное причастие, будучи объектом действия, не может
управлять прямым дополнением, т. е. именем в винительном падеже2;
3) Пассивному причастию не могут предшествовать вопроситель­
ные слова3.
ПРИМЕРЫ:
(Senin) gördüğünüZ/gördüklerini anlat.
— Расскажи, что//все, что ты видел.
(Benim) söylediğimi anladın mı?
— Ты понял, что я сказал/говорю
(сказанное/говоримое мной)?

Конструкции с пассивными причастиями в основном падеже омо­


нимичны придаточным подпежащным предложениям.
Gördüğüm şu(dur) — Я видел вот что.
(«Виденное мною — следующее».)
Alıştırma S. Aşağıdaki tümceleri Rusçaya çeviriniz:
1. Kim o gülen?.. — Kimsenin güldüğü yok. (N. Hikmet) 2. Kabahatin bizde
olmadığı hepsmee malûm (O. Kemal) 3. Ne kadar ağır yük taşıdığı belli
işte(A. Nesin) 4. Fakat bu durum karşısında hâkimin duyduğu haklı öfkenin
gittikçe şiddetlendiği meydandaydı. (T. Gürkay) 5. Kimin ölüp kimin kalacağı

1Если субстантивированное причастие образовано от непереходного глагола,


оно не может считаться пассивным ( b Icz . Alışt. S, № 18).
2За исключением тех случаев, когда оно употреблено в значении не прямого, а
косвенного объекта, например: Özür dilediği kim? «У кого он просит прошения?»
{Тот. у кого он просит прощения, кто?); Çözünü diktiği ne? «Во что он вперил
взор?» (Что есть то, во что он вперил свой взор?).
1В отдаленном прошлом был и четвертый признак: связь объекта действия со
своим обладателем — притяжательная, а подлежащее придаточного предложения
родительного падежа не получало (пою не подпало под воздействие объектной кон­
струкции).

2— 33
belli olmaz ki Fettah efendi dedi. (Ş. Sıtkı) 6. ve nihayette bütün bildiklerintt
söylemeye mecbur etti. (R. Nuı 7. Üstat, şiirlerimden hangilerini çök
beğendiniz?— Okumadıklarınızı. («Meşh.») 8. Kim geliyor, Haşan?.. — Aha,
onlarSenin dediklerin. (Y. Kadri) 9. Bu yaptığımızın makul bir hareket
olduğuna emin misin? (Y. Kadri) Ne kadar iyi efendim, hep benim
söyleyeceklerimi, benim düşündüklerimi, hatta benim kendilerine tef’atle (çok
defa) söylediklerimi siz söylüyorsunuz. (Y. Kadri) Bizim de, o eserlerden
öğreneceklerim z elbette ki olacaktır. (E. Çölaşan) Herkese, müessesenin
kurulusunun yirminci yıldönümünün kutlanacağı bildirildi. (A. Nesin)
Mayısının 29’una rastlayan Pazar günü akşamı Yeşiköy Havaalanına
Ankara’dan uçaklarla yüzelli tutuklu getirileceği bildirildi. (T. Gürkay) Ama
Kantarcının istediği olmadı. (O. Kemal) Seninle konuşacağım var (B. Nuri)
Bir şey olacağı yok (O. Pamuk) Adam sen de Yemeyeceği şeker
olsun(0. seafoodplus.info) Bizim çalıştığımız, onun en eski işiydi. (A. Nesin)
neden sizler serbest dolaşıyor, istediğinizle görüşüyorsunuz? (H. Edip)
Kulağına yapıştırdığı ne, bir alıcı mı (bir almaç mı)?

Alıştırma 6. Aşağıdaki tümleyici tümceleri «özne- tümce» haline »okunuz:

Bir örnek. Yönetmenimi.., (sizin) İzmir’e gideceğinizi söylüyor. —


(Sizin) İzmir’e gideceğiniz söyleniyor.
1. Dayısı, o kentin çok büyük ve güzel olduğunu söylüyor. 2. Saat altıda
bana gelerek elbisemizin yarın hazır olacağını bildirdi. 3. Son posta gazetesi,
dün ülkemize kalabalık bir ticaret heyeti geldiğim yazıyor. 4. Kumpanyamı an
tecim kuruluna baş seçildiğini hepimiz biliyoruz. 5. Bana bir şey söylemek
istediğini gözlerinden anlıyorum.
Alıştırma 7. Aşağıdaki «özne-tümce» leri tümleyici tümce haline sokun:

Bir örnek: (sizin) İzmir’e gideceğiniz söyleniyor. —


Arkadaşım (kardeşiniz) İzmir’e gideceğinizi söyledi.
1. Tjcim heyetinin kentimizde birkaç gün kalacağı bildiriliyor. 2. Yarın da bu
işe başlamayacaktan söyleniyor. 3. Bu güç ödevi yapmanın çok önemli ve
yararlı bir şey olduğu anlatılıyor. 4. Ali Ustanın şu bizim Cemal*' pek sevdiği
belli. 5. Şu adamın kim (kimin nesi) olduğu bilinmiyor mu?

Alıştırma 8. Aşağıdaki tümceleri Türkçeye çeviriniz:


1. Как, вы здеоь? Мы полагали, что вы несколько дней тому назад уехали
в Измир. 2. «Я вижу, что вы в хорошем настроении, — говорит мой
учитель. — Расска овайте, что вы видели на Востоке». 3. Слышали вы, о
чем говорили те двое? 4. Рефик, где ты? Пришли те, кого ты ждал. 5. Он
не знал, с чего ему начать. 6. Я, может быть, не прав. Но я же не знал,
что это будет так. 7. А теперь пусть переведет то, что прочитал. Ь. Изве­

34
стно, что у него нет ни земли, ни быка. Но корова все-таки есть! 9. Сооб­
щи своему брату, что мы завтра не сможем сюда приехать. Вы не
знаете, кого спрашивал приходивший сюда человек? И. Сообщают, что
во время этой поездки губернатор проконтролирует несколько учреж­
дений. Не обижай меня. Покажи то, что ты спрятал. Несчастный
сказал, что в ближайшее время обратится в министерство юстиции.
По его лицу было видно (ясно), что лекарство, которое порекомендовал
врач, пользы не принесло (не дало). У кого ты просишь прощения?

ДЕЕПРИЧАСТИЯ ОБСТОЯТЕЛЬСТВА ВРЕМЕНИ


(z a m a n u la ç la r ı)

Деепричастия этой группы (а равным образом сложные формы дее­


причастного значения) отвечают на вопрос «когда?» (ne zaman?), т. е.
вместе с относящимися к ним словами представляют собою разверну­
тое обстоятельство времени (zaman zarfı)1. В данном уроке вводятся
два деепричастия и одна из нескольких сложных форм деепричастного
значения (ранее уже была введена форма -diktan sonra «после того
как»).

ДЕЕПРИЧАСТИЕ НА -INCА
Деепричастие на -(y)ınca (восемь фонетических вариантов) обозна­
чает побочное действие, по окончании которого совершается главное
действие. Действие, обозначаемое деепричастием на -(y)ınca, может
быть как однократным, так и многократным. При переводе на русский
язык используются или деепричастия — чаще от глаголов совершен­
ного вида — или, когда деепричастный оборот имеет особое подлежа­
щее, глагольные конструкции (придаточные предложения), вводимые
союзами и союзными словами «когда», «как только», «стоило/стоит,
как» и т. п.
ПРИМЕРЫ:
Oğulunu görünce «Yanıma gel!» diye çağırdı (seslendi)
— Увидев сына, он позвал (окликнул): «Иди ко мне!»
General çıkınca subaylar oturdular.
— Когда (или: Как только) генерал вышел,
офицеры сели.
İki kadeh fazla içince akıllan başlarından gidiyor. (Y. Kadri)
— Стоит им выпить лишние две рюмки, и оии
теряют рассудок.
'В отличие от деепричастия образа действия (hal/durum ulacı) на -arak и соеди­
нительного (bağlama ulacı) деепричастия -ip.

2* 35
Значение деепричастия на -ınca, особенно когда речь идет о буду­
щем, может видоизменяться, приобретая смысловые оттенки, передава­
емые по-русски союзами и союзными словами «(до тех пор) пока»,
«если (уж)», «раз», «коль скоро» и т. п.
ПРИМЕРЫ:
Düşünce kim kaldırır? — А если она упадет, кто поднимет?
Deniz kenarında, güzel görüntülü geniş bahçeli, caddeye
yakın bir ev istiyordu. Olunca tam olmalı. (A. Nesin)
— Он хотел красивого вида дом на берегу моря,
с большим садом и вблизи проспекта.
Уж раз будет (дом), то должен быть что надо.

Отрицательная форма деепричастия (-mayınca) обозначает момент


или время, когда «не совершается» или выявляется невозможность со­
вершения побочного действия.. Она нередко передает также указанные
выше смысловые оттенки.
ПРИМЕРЫ:
Ali, aradığını bulamayınca (bul-a-ma-yınca) fena halde öfkelendi.
— Не найдя (не сумев найти) того, что искал, Али
страшно разгневался.
Gece olmayınca yıldız görünmez (atalar sözü).
— Пока не настанет ночь, звезд не видно.

Форма gelince(gel-ince), управляющая дательным падежом имени,


имеет еще особое значение: «что касается», например: bana gelince
«что касается меня».

СЛОЖНАЯ ФОРМА -IRM AZ

Эта сложная форма образуется путем присоединения к основе од­


ного и того же глагола сначала показателя настоящего-будущего време­
ни (-ar/ır), а затем отрицательной основы того же времени (-maz). На­
пример: alır almaz, gider gitmez. Форма -ırmaz является частичным си­
нонимом деепричастия на -ınca, однако ею специально подчеркивается
быстрота смены действий, что по-русски передается оборотами типа
«как только», «едва(как)».
ПРИМЕРЫ:
Para gelir gelmez size yeni bir palto alırız.
— Как только придут деньги, мы купим вам
новое пальто.
Sizi uzaktan görür görmez o kadar sevindim ki
— Едва завидев вас издали, я так обрадовался.

36
ДЕЕПРИЧАСТИЕ НА İKEN

Деепричастие на iken отличается от других деепричастий способом


своего образования. Оно представляет собою деепричастную — исто­
рически причастную — форму от недостаточного глагола i(m ek)
«быть»: i + -ken = iken «будучи», «когда был». Эта форма, как и все
формы глагола i(mek), присоединяется либо к именам, либо к основам
времен. При этом начальное i обычно отпадает, и форма iken превра­
щается в безударный аффикс -(y)ken, не подчинающийся закону гармо­
нии гласных.
ПРИМЕРЫ:
asker iken//askerken — будучи военным (=когда был военным)
birinci sınıfta iken//sımftayken — будучи на первом курсе
Öğrenciyken Orhan Kemal’in birçok eserlerini okudum.
— Будучи студентом, я прочитал многие
произведения Орхана Кемаля.

ФОРМА -(A)RKEN, -İRKEN


Наиболее часто аффикс -ken присоединяется к основе настояще-
го-будущего времени. Сложная форма (a)rken, -irken, имеющая семь
фонетических вариантов, обозначает побочное действие незавершен­
ного вида (действие в его развитии), которое протекает/протекало (не-
(быпо) завершено), когда совершается/совершилось главное действие.
Форме на -irken в русском языке соответствуют деепричастия от
глаголов несовершенного вида. Если деепричастный оборот имеет
особое подлежащее, то деепричастию на -irken соответствует сказу­
емое придаточного предложения, вводимого союзом «(в то время)
когда», причем опять-таки используются глаголы несовершенного
вида.
ПРИМЕРЫ:
Odaya girerken (gir-er-(i)ken) arkama baktım.
— Входя в комнату, я оглянулся.
Arkadaşım odaya girerken pencerenin önünde duruyordum.
— Когда мой товарищ входил в комнату, я стоял
у окна.
Ben dışarı çıkarken komşum: «Uğurlar olsun» diyor.
— Когда я выхожу из дома, мой сосед говорит:
«Счастливого пути!»

Лицо субъекта побочного действия обозначается местоимением


или определяется по ситуации (по контексту). Если, однако, субъект

37
представлен 3-м лицом множественного числа («они»), то между аф-
te p шцлояцего-будувдего времени и деепричастным аффиксом
pijşjijbraa' помещается показатель множественности -1аг, например:
iorotit konuşurlarken (konuş-ur-Iar-(i)ken) neredeydin? Где ты
Ф к когда они там разговаривали?
, Если за деепричастием на -irken следуют такие глаголы, как görmek
«видеть», bulmak «найти; застать» и т. п., то словосочетания такого типа
часто переводятся оборотами «видеть, как», «застать за (каким-то де­
лом)», например: Onu içeri girerken gördüm. — Я видел, как он входил
(ср. İçeri girerken onu gördüm. — Входя в помещение, я увидел его).
Деепричастие на -irken нередко выступает в противительно-усту­
пительном («в то время как» — «между тем как»), а иногда — в
причинно-следственном («раз уж») значении. В этих случаях чаще
фиксируется и употребление отрицательной формы настоящего-буду­
щего времени (-mazken).
ПРИМЕРЫ:
Biz burada eğlenirken arkadaşlarımız ders çalışıyorlar.
— Между тем как мы здесь развлекаемся,
наши товарищи готовят уроки.
Onlar bir şey yapmazlarken siz buna hoş bakıyorsunuz.
— Между тем как они ничего не делают,
вы потворствуете этому.
Alı$tırma 9. Aşağıdaki tümceleri Rusçaya çeviriniz:
I. yolda üç beş sözle arkadaşlarına şehre varınca nasıl davranacaklarını
öğretmiş. (S. Ali) 2. Sofadaki muslukta yüzünü gözünü yıkadı. Tekrar odasına
gelip (minder)e oturunca biraz evvel elinden attığı kitabı aldı veyannki
dersi gözden geçirdi. (S. Ali) 3. Bu ödevleri öğretmenimiz evine gidince saat
kaçta okumaya başlar? (A. Nesin) 4. Daireye gidince «müdür seni istiyor»
dediler. (A. Nesin) 5. Bir gün hastalanınca, onu hemen hastaneye
göndermek istemiştim. (T. Gürkay) 6. Nigâr Hanım onu görür görmez tamdı.
(Y. Kadri) 7. Ve (ben) işe başlar başlamaz yanıma geleceksin. («T. Dili»)
8. Hele siz, şurada durup gözcü olun. Anastas gelirken bana haber verin.
(O. Cemal) 9. .. .mektepte (=okulda) en çok edebiyata çalışırken riyaziyatten
(=matematikten) birinci çıkıyordum. (Ö. Seyfettin) Sakin bir tatlılıkla
sordu: — Biz bunıda otururken yanımıza kimse geldi mi? (Ö. Seyfettin)
II. Biz burada soğuktan donarken sen kocanın annesininevinde, kim bilir
ne kadar rahattasın («Ulus») Evsahibi Hafız’a doğru yürüdü, Fakaf o
fırtınayı hissedince namaza durmuştu. (R. Nuri) Bir köşeyi dönünce
birdenbire o(0. Kemal) Galiba şu mektup meselesini soracaksınız.
Sabahtanberi gelirsiniz diye bekledimsiz görünmeyince her halde kendisi
de hatâsını (=yanlışını) anlamıştır, dedim. (S. Ali) Kapının önüne çıkarak

38
beklemiş, ancak araba gelmeyince evine girmiş ve o sıralarda vefat
etmişti(=ölmüştü). (M. Birand) Özal orada ev sahibi olarak Devlet
Başkanı’nı gelirken karşılamıştı. Giderken de uğurhiyordtf. (M. Birand)
Köprüyü geçerlerken Cevdet Bey saatine baktı. (O. Pamuk) Babamın
ahbaplarından birisi bana bir iş bulacağım vadetmişti ama iki haftadır bir ses
çıkmayınca ben de eskisi gibi balığa gitmeye başladım. (O. Kemal) Arada
dinlenmeyince olmuyor. (O. Atay) Onlar ge/ırge/znezhep birden ayağa
kalkıldı. (Y. Kadri). Döndüğümde Selim’i Zeliha’nın yanında onu
seyrederken buldum. Beni görmedi. (O. Atay) Ve genç adamın, ilk defa
bu cümleleri (=tümceleri) söylerkendir ki sesi titremeye başlamıştı. (Y. Kadri)
Gerçekten amca o gece eve gelmeyince meraklanmış, sabaha kadar
uyumamıştı. (K. Nadir) Çıkarken, kendisine iyi geceler diledim.
Teşekkür etti. Çıktım. (T. Gürkay)

Alıştırma Aşağıdaki tümcelerde kalın harflerle yazılan eylemleri çevirirken


-ınca, -irken, ir -maz, -diktan sonra, -ıp, -arak gibi biçimlerden
hangisini seçeceğinizi söyleyin:
1. И Ленский, жмуря левый глаз, стал также целить, (П.) 2. И усевшись
под сосной, кашу есть, ссутулясь. (Тв.) 3. А вы, уходя от его жены,
одели мои сапоги. (Ч.) 4. Чуть утро осветило пушки и леса синие вер­
хушки — французы туг как тут. (Л.) 5. Он метил в умники, (а) попался
в дураки. (Л.) 6. Шоссе Россию здесь и тут, соединив, пересекут. (П.)
7- И, в новый мир вступая, знаю, что люди есть и есть дела. (Бл.) 8. Он
крался над вечным покоем, жестокую месть утоля. (Бел.)

Alıştırma U. Aşağıdaki tümceleri Türkçeye çeviriniz:


1. Закончив это дело, он сел у стола. 2. Заслышав вдалй шаги, она повернула
пшову. 3. По правде говоря, я не знал, как следует вести себя, встречая
главу государства: 4. Не заметив насмешливых взглядов, поэт успокоился.
5. Почувствовав, что его обманули, разгневанный клиент направился к су­
дье. Но Вто время, как он был уверен, что продавец виноват, судья возлагал
вину на нега самого. 6. Как же его фамилия? Коща шел сюда, помнил
7. То, что, я предлагаю, это надежный и разумный путь. Но если ты проиг­
раешь, ты не должен на меня сердтъся. 8. Сообщая категорически, что он
отправится послезавтра утром самолетом, маэстро не скрывал своей оза­
боченности, волнения и даже страха. 9. «Милости прошу!» — говорил хо­
зяин дома, улыбаясь своим гостям. Как только придут деньги, мы выпу­
стим подготовленный нами поэтический сборник. В то время как его
младший брат был далеко не глупец, его самого невозможно было назвать
разумным человеком. Коща я взял в руки и раскрыл журнал, они с
интересом стали слушать перевод статьи известного литератора.

39
ФОРМОСОЧЕТАНИЕ -МАК AMACIYLA
(-так maksadıyla)
В книжкой речи употребляется ряд формосочетаний, первым со­
ставляющим которых является форма инфинитива, а вторым — слово­
формы типа amariyla, maksadıyla, şartıyla, suretiyle и др. Формосочета-
ние -так amacıyla (или maksadıyla) употребляется для обозначения цели
главного действия: «с целью».
ПРИМЕРЫ:
Yeni Demokrasi Partisi’nde aktif politika yapabilmek amacıyla
— С целью получить возможность вести активную
политическую работу в партии новой демократии
Türkçeyi öprenmek maksadıyla Türkiye’ye gittiler.
— Они поехали в Турцию с целью изучения
турецкого языка.

Sözlük

1. belirmek — 1) показываться, по­ kaybetmek — 1) (yitirmek) поте­


являться; ■ рять; 2) проиграть (что-л.)
2) выявляться, выясняться suç (kabahat) — вина, проступок
belirtmek — определять; выяв­ ~ işlemek — провиниться, совер­
лять, прояснять шить проступок
2. fark— отличие, различие ummak (-i; -den) — надеяться,
4 ı — отличный, отличающийся рассчитывать (на что-л.), задать
-etm ek — различить, заметить (чего-л. от кого-л.), думать
3. ispat — доказательство, подтвер­ aldatmak— обманывать, вводить
ждение в заблуждение
~ la m a k (~ etmek) — доказывать, aldanmak — обмануться
подтверждать yük — груз, ноша; бремя
4. yanmak — 1) гореть; сгорать; ■Чешек (-İ -е) — нагружать; воз­
«погореть»; 2) (-е) сокру­ лагать (обязанности и пр.)
шаться (о чем-то) yargıç (hâkim) — судья
5. ahmak (kı) — глупец, дурак hfikimiyet // hâkimlik (egemen­
lik) — господство, владыче­
6. kesin (kati) — окончательный, ка­
ство; суверенитет
тегорический
öfke (hiddet) — гнев, ярость
~ lik — категоричность, реши­
-lenm ek (seafoodplus.info) — разгне­
тельность, твердость
ваться
7. alay — 1) насмешка; 2) процессия;
şiir — стихотворение, поэзия
толпа, полк; şair (ozan) — поэт
b ir много, куча, толпа makul — разумный; разумно
~ etmek (ile)— смеяться (над кем-л.) emin (-dan ve -e) — уверенный
8. bacak — нога (голень) (в ком, чем-л.); верный, надеж­
~ kadar крошечный, «от горшка ный;
два вершка» uçmak —летать
9. kayıp (ybı) — потеря uçak — самолет

40
davranmak — действовать; вести anî— моментальный; внезапный
себя (как-то)', basmak — 1) ступать, наступать;
gitmeye собираться уйти; начинаться; 2) нажимать; 3) на­
silâha ~ — браться за оружие грянуть
yazar (edip) — писатель, литера­ baskın — 1)налет, нападение;
тор; автор 2) превосходящий
yazın (edebiyat) — литература bağımsız (müstakil) — независи­
edebiyat yapmak — выражаться мый
высокопарно, мудрствовать bağımlı (tabi) (-e)— зависимый
donmak — мерзнуть, замерзать rivayet (söylenti) — предание,
namaz — намаз, молитва молва
~ kılmak — совершать намаз - etmek — рассказывать, переда­
~а durmak — становиться на мо­ вать
литву havali — округа, местность, край
titremek — дрожать; трястись zaptetmek (ele geçirmek) — за­
heyecan — волнение, возбужде­ хватывать, покорять; фиксиро­
ние вать
Чаптак — волноваться damla — капля; капли (мед.)
uygulamak (tatbik etmek) — ~ hastalığı — апоплексия
осуществлять, применять, mustarip (-dan) — страдающий
проводить в жизнь; cenaze — покойник, тело
haksız uygulamalar — незакон­ ~ alayı— похоронная процессия
ные действия türbe— усыпальница, гробница
*** , gömmek — зарыть, закопать, хо­
ронить
torun — внук
gazi — победитель * * *

başbuğ — главнокомандующий


tez — 1) тезис; 2) диссертация
fetih (thi) — завоевание, покоре­
denemek — пробовать, испыты­
ние
вать
fethetmek — завоевывать, поко­
deneme (= tecrübe)— испытание,
рять
проба, опыт
fatih — завоеватель, покоритель
anahtar — ключ hayran — изумленный, ошелом­
ленный; восхищенный
sunmak — вручать; направлять
ırıalik(-e) — владеющий, облада­ 4 ık —; изумление, восхищение
ющий kalp (Ы) (yürek) — сердце
~ane (yurtluk) — владение; по­ gizlemek — прятать, маскировать
местье gizli — скрытый, тайный
düğün — свадьба çağ— пора, века
~ yapmak — устроить свадьбу orta средние века
tuzak — капкан, западня; ловуш­ ~daş — 1) современник;
ка 2) (muasır) современный
~ kurmak — устроить западню lehçe — диалект
kale — крепость; ворота (фут­ Türk -leri— тюркские языки (ди­
больные) алекты)
ап— мгновение, миг vadi — долина

41
bu ~de — в таком духе; в этой ~ gelmek — победить
области galebe (=yengi) — победа
saptamak (tesbit etmek) — уста­ galebe çalmak — победить
новить, определить ortam — обстановка, среда
odak — средоточие, фокус dizmek — расставлять, распола­
~lamak — сфокусировать, наце­ гать (рядами); нанизывать
лить dizin— список, опись, индекс
üretmek (istihsal etmek) — про­ ifade — 1) выражение; 2) объясне­
изводить, изготовлять ние; показание; 3) значение
üretim (istihsal) — I) производ­ ~ etmek — выражать; объяснять,
ство; 2) продукция излагать; означать
detay — деталь tutar (meblağ) — сумма, итог
4 ı — детальный borç (си) — долг; долг, обязанность
kavramak — 1) охватывать; pusu — заёада
2) постигать, схватывать р. kurmak (-е) — устроить засаду
güven — 1) (itimat /dı/) доверие; damat (dı) — зять
2) уверенность bozmak — 1) портить; нарушать;
- т е к (-е) — доверять(ся), пола­ 2) конфузить; теряться; 3) раз­
гаться менять
tanım (tarif) — определение, опи­ bozuk— 1) испорченный; 2) мел­
сание кий (о монете)
-lam ak (tarif etmek) — опреде­ şahıs(hsı) (zat) — особа, лицо
лять, описывать cihaz — прибор, аппарат
garip — странный, непонятный; malzeme — материал
чужой gütmek — 1) пасти; 2) вести, про­
dönem — период; созыв (парла­ водить, преследовать;
мента) . amaç преследовать цель
azim (zmi) — решимость, воля menfaat — интерес, заинтересо­
azmetmek(-e) — намереваться, ванность, выгода
решаться aykırı(-e) — противоречащий,
galip— победитель; побеждающий идущий в разрез

Türemiş sözcükler
1. ilgilenmek (ile) — интересоваться
ilgili (ile) — связанный (с кем, чем-л.)
2. kurtulmak — освободиться, спастись, отделаться
3. şiddetlenmek — усилиться
4. üstat (dı) — маэстро, мэтр
5. rahatlamak — успокоиться
6. kuruluş — 1) создание, устройство;
2) учреждение, организация
7. gözcü — 1) наблюдатель; дозорный;
2) окулист
8. hissetmek — чувствовать

42
9. başkan — председатель
devlet ~ı — глава государства, президент
karşılamak — встречать
karşılaşmak — встречаться
uğurlamak — провожать, желаггь счастливого пути
meraklanmak — 1) тревожиться; 2) интересоваться
kurucu — основатель, создатель
memur etmek (kimi neye) — поручить, уполномочить
ölüm — смерть
hükümdar — монарх, правитель, властелин
bilgisayar — компьютер
söz etmek (-den) — говорить (о ком, чем-л.)
sınırlı — ограниченный
matematiksel — математический
işlem — процедура, операция, действие
gerekmek— требоваться
yetinmek (ile) — ограничиться
satış — продажа
korku — страх
işletim — эксплуатация, использование
karıştırmak — путать; перемешать
karışık — запутанный, смешанный, сложный

Deyimler
1. arada (bir) — иногда, время от времени
2. yakınlarım olarak — ориентировочно, приблизительно
3. ortadan kaldırmak — устранять; отменять
4. (bir şeyin) altından kalkmak — преодолеть (что-то),
справиться (с чем-то)
5. kargacık burgacık — кривой, искривленный
6. Osmanlı İmparatorluğu — Османская империя
7. ortaya çıkmak — возникнуть, появиться
8. hoş görmek, bakmak — относиться снисходительно, прощать

Словообразовательный аффикс -İş


Словообразовательный аффикс -(y)ış\ свободно присоединяющий­
ся к любым глагольным основам (кроме производных основ с показате­
лем взаимного залога: -(ı)ş-4, образует глагольные имена, обозначаю­
щие название действия или манеру совершения действия. Превращаясь
в отглагольное имя, получает более конкретные значения существитель­
ного, называющего каюе-то явление или предмет.
43
ПРИМЕРЫ:
atış — бросание; стрельба
yürüyüş — ходьба; марш; походка
yazış — манера писать, почерк
kuruluş — создание, устройство; учреждение, организация

Alıştırma Aşağıdaki sözcüklerin anlamlarını bilmeye (veya hatırlamaya) bakın:


açılış (toplantının açılışı), bakış, görüş (görüşleri belli), görünüş (görünüşüne
göre), kapanış, biniş, kalış, kalkış (uçağın kalkışı), basış, vuruş, gülüş (pek
tatlı (içli) bir gülüşü var), sarılış, akış (nehrin akışı; akış aşağı; akış yukarı),
duruş (esas duruş), tanış (biliş tanış çok), düşüş, katılış.

Alıştırma Kalın harflerle yazılan sözcükleri ezberlemek üzere aşağıdaki


• tümceleri çeviriniz:
1. Amacımı belirttim. Alayla baktı. 2. Hiç te ahmak değildir ama, herkesten
farklıdır. 3. Bacak kadar bir çocuk bu ağır suçu işler mi? Yargıca (hâkime)
kabahatsiz olduğunu ispatlamaya çalıştım. İnandığı yok. 4. Ozan
öfkeleniyor. Çok emek verdiği şiir kitabı satılmıyor. Fakat şair satıcının
kendisini aldattığına emin. 5. Yazar (edip) fazla sert davrandı. Böyle
davranacağım ummamıştım (ondan). Suçu bize yüklemek istiyor. Seçtiği yol
makul sayılamaz. 6. Yalancının evi yandı, kimse inanmadı. 7. İnsan kuş
değildir. Uçmak için bir uçağa binmelidir. 8. Heyecandan mı titriyor, ne? —
Hayır, burası epey soğuk. Ben de donmaya başladım. 9. Günde kaç kez
namaza durulur? — Kural olarak beş defa. Haksız uygulamalara yer
vermemelidir.
1. Я не понял. Пусть пояснит свою мысль. 2. Это был другой человек,
с короткими ногами и густыми бровями. Решительно не наш поэт. Но
в темноте я не разобрал. Мои глаза меня обманули. 3. Они с гневом
требуют (хотят) полного суверенитета и готовы взяться за оружие. Я
надеюсь, что мы найдем разумный выход. 4. Вы смеетесь надо мной?
Разве я могу нести такой груз? 5. Вот глупец'. В то время как у него
горит дом, он сел писать стихотворение! 6. Летайте (совершайте по­
ездки) самолетами нашей компании (нашего общества). 7. Он, конечно,
не виноват (его вины нет). Но уверен ли ты, что сумеешь доказать это
судье? 8. Вероятно, направляясь (идя) сюда, он потерял эти три стихо­
творения. Большая потеря для нашей литературы! 9. Нет причин вол­
новаться. Правительство вот уже год осуществляет эту политику.
Он замерз. На молитву встал, но дрожал от холода и потом долго не
появлялся в зале.
1. Bir erkek torununuzun dünyaya geldiği rivayet ediliyor. 2. Başbuğ olarak
birkaç büyük kent fethetmiştir. Bundan dolayı adına Osman Gazi denir.

44
3. Kalpten tebriklerimi sunanm efendim! 4. Düğünden sonra yurtluğuna
(malikanesine) çekildi. 5. Bu havali güzel bir iklime malik. 6. Tuzak
kapanmıştı. Anî bir baskından sonra kale ele. geçirildi (zaptedildi). 7.
Ayaklarımızın ucuna basarak çıkalım. Zavallı edip ağır hastalıktan mustarip.
Demin damla içmiş, uyuyor. 8. Cenaze alayına katılmak istiyoruz. Ancak
nereye gömüleceğini bilmiyoruz.
1. Вероятно, ключ взяла моя младшая внучка. 2. Он главнокомандую­
щий, но имени покорителя не заслуживает. Из девяти сражений восемь
проиграл. Несколько дней назад мы потеряли еще одну важную кре­
пость. 3. В связи с его свадьбой мы вручили ему ценный подарок.
4. Ключа при мне нет. Нажмите на звонок. 5. Передают, что его усы­
пальница находится в этой округе. 6. К сожалению, я не зафиксировал
его слов. Что за капли он рекомендовал? 7. Да, страна некогда была
захвачена. Но сейчас она независима. 8. Он погряз в долгах. 9. Он стра­
дал от апоплексии. Сейчас его тело в больнице. В одно мгновение
ловушка захлопнулась (закрылась).
1. Tezi hayranlığımı uyandırmadı. 2. Bu değerli mallar üzerine fiyatlar henüz
saptanmadı (tespit edilmedi). 3. Üretimde son dönemde de önemli bir artış
hissediliyor. 4. Ortam elverişli. Makinayı detaylı bir denemeden geçirmeli.
5. Ancak yapılan matematiksel işlemlere karşı tam bir güvenim yok. 6.
Ortaya çıkan zorluklara galip çıktı. 7. Bütün azmine karşın orta çağ lehçeleri
gramerinin altından çıkamadı. 8. Bilgisayardan söz ediyorsunuz. Oysa ben
bu vadide uzman değilim, kavrayamıyorum. Her şeyden önce bilgisayar
nedir, tanımını verir misiniz. 9. Borcumun tutarını görünce bozmadım,
damadıma baş vurdum. Genç devletin kurucusu olan Devlet Başkanı
hava alanında yaşlı hükümdarı uğurladı. Meraklanmayın. Üstadı
karşılamaya başkan sizi değil, beni memur etti. Üstat yakınlama olarak
ne tarihte gelecek? — Garip, dersiniz ama, bu tarih henüz gizli tutuluyor.
Yüzünün ifadesinden alana galebe çalmak {galip gelmek) için çıktığı
anlaşılıyordu. Üstadın korkusundan çok şaşırdım, her şeyi karıştırdım,
gereken matematiksel işlemi yapamadım. Gözcü olun. Yeni model
bilgisayar satışa çıkarıldı, fakat işletimi hususunda pek sınırlı bilgim var.
Bunun için de bir deneme dönemine gereksinim var. Bizimkileri buna
odaklayın. Topladığımız malzemeye göre güttükleri gaye
(amaç)»ıen/aarimize aykırıdır.
1. Современный мир иногда кажется странным. А иногда мы смотрим на
него с восхищением. 2. В Институте стран Азии и Африки изучают мно­
гие современные тюркские языки. 3. В этой долине расположены два
больших города. 4. В то время эти испытания, разумеется, проводились
тайно. 5. Вы победили. Но обстановка не была благоприятна. Я не могу
постичь причины этого успеха. 6. Его показания были путаными, да и

45
сумма, которую он называл, очень отличалась от той, что мы знали.
7. Конечно, наш завод не может производить все требующиеся товары.
8. Они расставит часовых (дежурных), устроили засаду. 9. Период
(срок) эксплуатации этого прибора не очень велик. Не описаны также
многие детали. Он испортил нам дело. Теперь уж мы не можем
ограничиться возвратом нашего долга. Не сбиться бы нам с пути
Я не очснь-то полагаюсь на этого человека. Правитель поручил вам
встретить и проводить высокого гостя. Избавиться бы нам от
страха. Тогда успехи будут большими. И все это почувствуют. Он
любит говорить о зяте президента. Однако этот вопрос не в фокусе (не в
центре) нашего внимания. Прежде всего установим сумму вашего
долга. Лицу, о котором я сказал, этот прибор не требуется.

Türkiye tarihinden. Osman I


(— )
Osmanlı devletinin kurucusudur. Ertuğrul Bey’in oğlu, Süleyman Şah’ın
torunudur. Söğüt’te doğmuştur. Ona Osman Gazi de derler. Anadolu Selçuk
devletinin Bizans hududunda bir uçbeyi' olan babasının ölümü üzerine
de başbuğluğa geçirilmiştir. Osman babasının ölümünden birkaç gün önce
Karacahisar’ı fethetmiş, oğlu Orhan da o yıl içinde doğmuştur. Osman Bey,
Karacahisar’ın anahtarını Selçuk sultanına sunmuş, bunun üzerine Selçuk
hükümdarı Karacahisar’ı ona malikâne (yurtluk) olarak vermiştir. Bu hâdise
(olay) yakmlama olarak tarihindedir. Rumlar, Osman Beyi ortadan
kaldırmak için, onu Bilecik tekfurunun (= valisinin) düğününe davet
etmişlerdir. Fakat kurulan tuzağı haber alan Osman Bey kırk kişi ile Bilecik
kalesine âni olarak bir baskın yapmış, yolda düğün alayına pusu kurarak
damadı ortadan kaldırmış, ele geçirdiği güzel Nilüfer’i oğlu Orhan’a
peylemiştir (saklamıştır). Selçuk devleti — de batınca Osman Bey
müstakil (bağımsız) kalmıştır. Osman’ın amcası Dündar Bey bu sıralarda
ölmüştür, ki Osman’ın eliyle öldürüldüğü de rivayet edilir (söylenir). Bu
olaylardan sonra Osman, oğlu Orhan’ı İzmit ve havalisini almaya, sonra gene
Orîıan’ı Bursa’yı zapta memur etmiş, kendisi damla hastalığından muztarip
olarak Yenişehir’de otururken Bursa’nm fethini haber aldıktan biraz sonra
68 yaşında ölmüştür. Cenazesi Bursa’ya götürülerek oradaki türbesine
gömülmüştür. Osman'ın başbuğluğu 11, müstakil hükümeti 27 yıl sürmüştür.

B ir tezin hikâyesi
Üniversite yıllarımda Montaigne’ın Denemeler' ini büyük bir hayranlıkla
okumuştum. Denemelerde insan kalbinin derinlikleri gizlidir. İlim adamlarının
1 Sınır boyundaki bir küçük devletin başı.

46
nasıl çalıştıklarım hep merak etmişimdir. Ben de bu vadide yol almak
istiyordum.
O günlerde, değerli bir ilim adamı olan Ahmet Hoca’dan çağdaş Türk
lehçeleriyle ilgili dersler alıyorduk. Türkmence çalışmaya karar verdim.
Türkmenceyle ilgili bir tezin kolayca altından kalkabileceğimi sanıyordum.
Ancak Türkmenlerin yirminci yüzyılda yaşayan en büyük şairinin kim
olduğunu tespit etmek bile benim için büyük sıkıntı oldu. Türkmenistan’dan
sınırlı sayıda insan, Türkiye’ye gelip gidiyordu ve bunlarla
karşılaşamıyordum.
O günlerde kendini bilgisayar dünyasına odaklayan arkadaşım İbrahim,
bana bilgisayarla çalışmanın öneminden söz etti. Ben, o zamana kadar
bilgisayarın yalnız matematiksel işlemler yapmada kullanılan bir âlet
olduğunu zannediyordum.'Daha sonra sosyal bilimlerle ilgilenenlerin yavaş
yavaş bilgisayar kullanmaya başladıklarını gördüm. Kısa sürede çok iş
üretiyorlardı. Dostlarımı sevindirmek amacıyla ben de bilgisayar almaya
karar verdim.
Tanıdığım bir arkadaşımın çalıştığı bilgisayar firmasına gitmekle ne
kadar iyi ettiğimi sonradan anladım. Çünkü detaylı izah etmeye çalışan on
yıllık arkadaşımın bile ne demek istediğini tam olarak kavrayamamıştım.
Hayatımda ilk defa duyduğum kelimelerle konuşuyordu. «Disketle mi
çalışacaksın? Remi ne kadar olsun?..» Ne cevap vereceğimi şaşırmıştım.
Önce kendisine itimat ettiğimi söylemekle yetindim. Bana vermek istediği
bilgisayarı çalıştırdı. Satış yapmanın da heyecanıyla birçok şey anlattı. Çok
önemli olan bilgileri bir kâğıda not etmeye çalıştım. Sevinç ve korkuyla
kanşık bir his kaplamıştı içimi. Bilgisayarımı alıp evin yolunu tuttum. Tarif
ettikleri şekilde masamın üstüne kurdum. Sıra çalıştırmaya gelmişti.
Arkadaşımın yazdırdığı notlan uygulamaya başladım; ekranda garip şeyler
oluyordu. Hemen telefona sarıldım. Sattıkları âletin bozuk olabileceğini
söyledim. Arkadaşım güldü. Telefonla yardımcı olmaya çalıştı. Ama ben
işin böyle yürümeyeceğini anlamıştım. İşletim sistemiyle ilgili kitaplar
aldım. Bu dönem tam iki ay sürdü. Artık bilgisayarımı ne çocuklarım
seviyordu, ne de eşim.
Hocam, ana metinde bütün uzun ünlüleri göstermenin gerektiğini
söylemişti. Metne baktığımda hiç bir uzun ünlünün bulunmadığını fark
ettim. Zaten Kiril harfleri gözlerime kargacık burgacık görünüyordu. Neden
sonra çalışma azmi bütün hislerime galip geldi, bütün metni bilgisayar
ortamına taşımaya karar verdim. Bir yandan bunu yaparken bir yandan da
uzunluklarla ilgili bilgiler ediniyordum. İlk yirmi sayfada öğrendiklerimi
uygulamaya başladım. O kadar çok uzunluk vardı ki birinci sayfada
uyguladığım uzunluğu ikinci sayfada unutuyor ve her şeyi birbirine
karıştırıyordum.
Bir cumartesi günü bilgisayarı aldığım firmaya gittim, bilgisayar
programcısına, dizin programına ihtiyaç duyduğumu belirttim .
47
Yapabileceğini ifade etti. Ancak bilgisayarın yan fiyatına yakın bir meblağ
söyledi. Sonradan programcının mobilya borcunun da o kadar olduğunu
öğrenince şaşırmadım değil
(Mehmet Kara; kısaltılmıştır).
Çalıştırma Yukarıdaki metinleri anlatmaya hazırlanırken aşağıdaki sorulan
yanıtsız bırakmayın:
1. Ertuğrul Bey’in oğlu Osman kaç yılında ve nerede doğmuştur?
Söylediğiniz yer Anadolu’nun neresindedir? 2. Osman kaç yaşındayken, kaç
yılında ve ne gibi olay üzerine Anadolu Selçuk Devletinin başbuğluğuna
getirilmiştir? 3. Yakmlama olarak bir yıl sonra ne kalesi fethedilmiştir? Bunun
üzerine de neler olmuş? 4. Bilecik tekfuru (valisi) Osman Beyi düğününe
davet ederken ne gibi bir amaç (gaye) güdüyormuş? Bu zat (şahıs)
Osmandan korkuyor muymuş? Bu olaym sonu ne olmuştur? 5. Selçuk
Devleti batınca (kaç yılında?) Osman Beyin durumunda bir şey değişmiş
midir? Osman’ın amcası Dündar Bey’in davranışları bu sıralarda (fikrinizce)
Osmanın menfaatlerine neden aykm olmuş? Sonucunda Dündar Beyin
başına ne gelmiş? 6. Osman nerede, ne zaman ve oğlu Orhan’ın hangi büyük
kenti fethettiğini haber aldıktan sonra gözlerini dünyaya kapamıştır?
Gömüldüğü yer neresi? 7. Mehmet Kara, kimin öğütlerine (tavsiyelerine)
kulak vererek kendine bir bilgisayar almaya karar vermişti? Türkmenceye
dair topladığı malzeme zengin miydi? 8. Cihazı alıp evine götürdükten sonra
ne gibi güçlükler (zorluklar) ortaya çıktı?
Çalıştırma Aşağıdaki parçayı Türkçeye çeviriniz:
Вы знаете, что основателем Османской империи был Осман Первый,
родившийся в середине XIII века. Разумеется, независимое княжество
(beylik), которое он создал в Западной Анатолии в нанале XIV века, пос­
ле того как распалось («утонуло») Сельджукское государство, еще не
было империей. Однако это государство быстро расширялось. В год,
когда родился сын Османа Орхан, т. е. в году, был завоеван неболь­
шой город Караджахисар, а через 38 лет; т. е. в году, когда умирал
сам Осман, его сын Орхан завоевал крупный город Бурса. Сюда из Ени-
шехира перенес Орхан столицу своего государства. Вообще говоря, у
Османа было два сына — Орхан и Аляэттин. Точно не известно, кто
(который) из них был старшим братом. Впрочем, властелином стал Ор­
хан, одержавший много побед. Поэтому его, как и его отца, называют
«Победитель».
Когда по приказу Орхана его сын Сулейман-Паша перешел в Румелию,
император Византии (Bizans) Кантаюозен стал думать, как ему действо­
вать в дальнейшем. Когда один за другим падали города, такие, как Гели-
болу, Текирдаг, Ипсала и другие, император с целью установить друже­

48
ственные отношения с Орханом отдал ему свою дочь принцессу Теодо­
ру. Орхан обвенчался с ней, но продолжал захватывать города и посел­
ки, находившиеся вблизи от столицы Византийской империи. Впрочем,
известно, что взял Константинополь лишь седьмой султан Мехмед Вто­
рой Фатих. Это событие произошло почти через сто лет после смерти
Орхана, в году.

Çalıştırma Aşağıdaki tümceleri Rusçaya çevirin:


1. Düğün yaparken, nasılsa bir düğün armağanı getirmeyi unutmuştu.
2. Mektubu okuyunca bir ağladı, bir ağladı. 3. Yanlarından geçerken hepsi
birden kalkıp bana selâm verdiler (Y. Kadri). seafoodplus.infoi Muhammet gibi, dağ
ayağına gelmeyince, o dağın ayağma gitti (Ş. Sıtkı). 5. İsmaile yolun üstünde
raslıyorum. Ya ben giderken o dönüyor, yahut ben dönerken o gidiyor
(Y. Kadri). 6. Bak, bu kadar yıldır bir evde otururuz, karşı karşıya geçip iki lâf
etmemişizdir. Şimdi icap etti (= gerekti). Ortada neler olup döndüğünü
bilmiyorum (S. Ali). 7- Çocuk hasta mı ki? Günler var, bahçede göründüğü
yok (M. Yesari). 8. Merhum Hamdi Beyin hiç bir defa kendisine ait bir iş için
üzüldüğü, kızdığı, meraklandığı olmamıştır (Y. Kadri). 9. Otele döndüm. Bir
çay söyledim oturur oturmaz (B. Yıldız). Nasıl hiç haber aldığın var mı?
(Y. Kadri.) Korktuğum da başıma geldi (S. Kocagöz). Ahmet Vefık
Paşa, Bursa’ya vali olur olmaz, bir tiyatro kurmayı düşünmüştür (gaz).
Yaşadıklarımız bizi şaşırtmıyor, üzüyor («Zaman»). Özal, bazı
konularda (= sorunlarda) nasıl davranacağını kestıremiyordu (M. Birand).
Hepsi ne yapacağıma bakıyordu (ö. Seyfettin). O akşam üstü,
yabancı kadından, öğreneceklerimi öğrendikten sonra odama gidiyordum
(R. Nuri). Tam Menderes çıkarken, Ada Kumandanının gür sesi duyuldu
(T. Gürkay). Sizi uzaktan görür görmez, ne sevinmiştim bilseniz! (M. S.)
Konuk umduğunu değil, bulduğunu yen Kol kesilirken parmak acımaz.
t
Çalıştırma Aşağıdaki tümceleri Tüıkçeye çevirin:
1. В то время как мы сокрушались о том, что его обманули и он потерял
столько денег, он в душе посмеивался над нами. Потому что знал, что
деньги ему вручат в другом месте. 2. Вот поэтому, переходя улицу, сле­
дует посмотреть сначала налево, а потом направо. 3. Всем известно, что
Турция — страна гористая. 4. Сын Орхана Сулейман-паша погиб. Но в
этом не было чьей-либо вины. Впрочем, мы не знаем, кто это доказал.
5. Борьба за национальный суверенитет, которую турки вели после Пер­
вой мировой войны, была необходимой и разумной. 6. Когда я был сту­
дентом, у меня было множество разных намерений. 7. Он не пояснил,
как будет действовать, если не докажет своей невиновности. Ведь судья
может принять неприятное для него окончательное решение. 8. Моло­
дая особа рассказывала: — Господи, недавно в трамвае был случай.

49
Когда кондуктор сзади сказал: «Османбей» (это название района в Стам­
буле), спереди толстый человек произнес: «Да. Я здесь». Мы умерли от
смеха. 9. Этот край обладает приятным климатом. Даже зимой мы не
мерзнем, не дрожим от холода. Ясно, что они что-то от нас скрыва­
ют. Надо установить, что они производят. Если не объяснят, мы не мо­
жем им доверять. Обстановка сложная.
Çalıştırma Aşağıdaki tümceleri ağızdan Türkçeye çevirin:
1. Кто победитель? 2. Странное определение! 3. Это не требуется. 4. Они
говорят о математических действиях. 5. На этой дороге они устроили
засаду. 6. Его зять очень сконфузился. 7. Мы, кажется, потеряли дорогу.
8. Их успехи были очень ограниченными. 9. Кого он уполномочил сде­
лать это (кому поручил)? Он не справится с этим делом. При
виде похоронной процессии ребенка охватил страх. Он глава госу­
дарства, но не его основатель. Этот закон давно отменен. Экс­
плуатация компьютера (эксплуатировать, (заставить) работать)— дело
не простое, особенно для нашего мэтра. От волнения он все перепу­
тал. Этот молодой человек — внук главнокомандующего. Завтра у
него свадьба. Я не схватываю его слов (сказанного им). Постарай­
тесь зафиксировать. В это мгновение начался воздушный налет.
Они устроили западню. В этой долине находится старинная кре­
пость. — Как его сердце? — Он страдает от апоплексии. Услышав
названную сумму, он встревожился. Его лицо выражало решимость
(решимость действовать). Он председатель этой организации. Пи­
сатель собирается уходить. Проводим его.

Çalıştırma Aşağıdaki atasözlerini ezberlemeye bakınız:


1. Akıl olmayınca ne yapsın sakal. 2. Alışın oğlu veriş. 3. Araba kırılınca yol
gösteren çok olur. 4. Ay doğuşundan insan yürüyüşünden bellidir. 5. Bir
kere aldanışta kabahat aldatanın, iki kere aldanışta kabahat aldananın.
6. Bilerek yapan aldanmaz. 7. Çok yeyen ahmak olur. 8. Fena haber tez
duyulur. 9. Gireceğini düşünme çıkacağını düşün. Gökte ararken yerde
buldum. Gönül çocuğa benzer gördüğünü durmayıp ister.
Güvendiğimiz dağlara karlar yağdı. İnsanı görürsün yüreğindekini ne
bilirsin. İstediğini söyleyen istemediğini işitir. Kale içinden alınır.
Kaş yaparken göz çıkarır. Köpek suya düşmeyince yüzmeyi
öğrenmez. Misafir umduğunu yemez bulduğunu yer. Ne kumaş
olduğunu biliriz. Perşembenin gelişi çarşambadan bellidir.
Урок 17(3)

ПРОШЕДШЕЕ НЕОПРЕДЕЛЕННОЕ ВРЕМЯ (-ARDI / -IRDI)


(geniş zamanın hikayesi)

Основа прошедшего неопределенного времени (или: неопределен­


ного имперфекта) слагается из ударного аффикса настоящего-будущего
времени -(a)r/-ır и безударного показателя прошедшего времени (i)di.
Таким образом, эта сложная форма имеет восемь фонетических вари­
антов: -rdı/rdi, -ardı/-erdi,-ırdı/irdi/-urdu/-ürdü. Например: uğrâ-rdı, уё-
rdi, sor-ârdı, ed-erdi, san-ırdı bil-ırdi, ol-ürdu, öl-ürdü. Спряжение осуще­
ствляется посредством личных аффиксов второй группы, например: ben
uğrâ-rdım (uğra-r i-di-m), sen uğrardın (uğra-r i-di-n) и т. д.
Прошедшее неопределенное время во многом сходно с настоящим-
будущим временем (см. урок 10), содержание которого перенесено в
прошлое. Оно имеет два основных значения.
Значение первое: форма на -ardı/-ırdı обозначает «абстрактное»
прошедшее действие, т. е. действие, не связанное с каким-либо конкрет­
ным моментом или отрезком времени. Такое действие может быть:
а) естественным по своей природе («Аму-Дарья некогда впадала в Кас­
пийское море»); б) совершавшимся в силу установленного порядка,
укоренившейся привычки и т. п. («Он ложился спать не позже 12 часов
ночи»).
Прошедшее неопределенное время в первом его значении всегда пе­
редается по-русски прошедшим временем несовершенного вида -
«брал», «приходил» и т. п.1
ПРИМЕРЫ:
Amu-Derya (Ceyhan) ıfehri eskiden Hazar denizine dökülürdü.
— Аму-Дарья некогда впадала в Каспийское море.
Her sabah uyanıp yataktan kalkınca jimnastik yapardı.
— Каждое утро, проснувшись и встав с постели,
он делал зарядку.
1 Однако форма прошедшего времени несовершенного вида в зависимости от
содержания высказываемой мысли может соответствовать различным турецким фор­
мам: 1) -yordu, 2) -irdi, 3) -dı, 4) -mış(tır), 5) -mıştı.

51
Значение второе. Утрачивая значение прошедшего времени,
форма на -irdi передает содержание своего рода сослагательного накло­
нения, т. е. обозначает: а) действие, совершению которого что-то пре­
пятствует («Я пошел бы сейчас в театр, но у меня нет билета»); б) дей­
ствие, которое при определенных условиях могло бы совершиться в
любой временной плоскости («Я дал бы такой совет»), включая и плос­
кость прошедшего времени («Разве я не мог (бы) (тогда) туда пойти?»)1.
ПРИМЕРЫ:
Şimdi tiyatroya giderdim ama biletim yok.
— Я сейчас пошел бы в театр, но у меня нет билета.
Bir dakika susamaz mıydınız?
— Разве вы не могли (бы) минуту помолчать?

Образцы спряжения глаголов


в прошедшем неопределенном времени
1. Утвердительная форма:
ben alırdım «я брал (вообще)», «я взял бы, брал бы», sen alirdın, о
alırdı, biz alırdık, siz alırdınız, onlar alırlardı (alırdılar).
2. Отрицательная форма:
ben gelmezdim «я не приходил (вообще)», «я не пришел бы», sen
gelmezdin, о gelmezdi, biz gelmezdik, siz gelmezdiniz, onlar gelmezlerdi
(gelmezdiler).
3. Вопросительная форма:
ben bilir miydim? «(разве) я знал (вообще)?», «знал ли бы я?», sen
bilir miydin?, о bilir miydi?, biz bilir miydik?, siz bilir miydiniz?, onlar bilirler
miydi? (bilir miydiler?)
4. Отрицательно-вопросительная форма:
ben sormaz mıydım? «(разве) я не спрашивал (вообще)?», «(разве) я
не спрашивал бы?», sen sormaz miydin?, о sormaz mıydı?, biz sormaz
mıydık?, siz sormaz mıydınız?, onlar sormazlar mıydı (sormaz mıydılar)?

Alıştırma 1. Aşağıdaki tümceleri Rusçaya çeviriniz


1. Amcam, akşamlan, çok defa, odasında pencerenin önünde iskemleye
oturur, Marmara’ya, uzaklardaki dağlara bakar, şarkı söylerdi.
(S. Üstüngel) 2. Macide etrafmdakilerde hoşuna gitmeyen herhangi bir şey

1 Отличие формы на - irdi от русского сослагательного наклонения в том, что


она не передает оттенков совета, рекомендации ( «Пошел бы ты прогуляться» - см.
урок 11).

52
gördüğü zaman aklına ilk olarak: «Acaba ben de aynı şeyi yapmıyor
muyum?» düşüncesi gelirdi. (S. Ali) 3. Kâğıtta ince, düzgün bir el yazısı ile
iki satır: «Selim'in bir arkadaşıyım. Sizinle görüşmek isterdim.» Ne imza, ne
adres. (O. Atay) 4. Size Almanca, Fransızca öğretirim — Teşekkür ederiz
ama — Goethe' den şiirler okurum — çok iyi olurdu ama
Hapisane doktoru (O. Kemal) 5. Bizim lokantanın* bitişiğindeki
apartmanda, eski paşalardan birinin kızı olduğunu söyleyen bir kadın
oturuyordu: Naciye, gayet güzel türkçe konuşurdu. Hemen ahbap olduk,
bize hayatını anlattı. (O. Kemal) 6. Araba hareket etti, önlerinde durdu. Bu
yirmi sekiz yaşmda, ama bembeyaz saçli adamı şehrin bütün arabacıları
sayarlardı. Üstelik o şehrin yerlisiydi. (Ş. Sıtkı) 7. sordum: «Kendisini
tebrik etmek istemez miydiniz?» (T. Gürkay) 8. «Bir çay içmez miydiniz'?»
dedi (T. G.) 9. Biz şimdi böyle düşünüyoruz, o zamansa büsbütün başka
türlü düşünüyorduk. Şimdi ona bin ruble bile verirdim, halbuki o zaman on
rubleyi de vermedim. (Çehov) Gruşnitski yanıma yaklaşıp kolumu
tutarak: - Bunu senden beklemezdim, dedi. (Lermontof) Amcam, iyi
yürekliydi. Halk adamlarını severdi. (S. Üstüngel).

Alıştırma 2. Aşağıdaki tümceleri Türkçeye çeviriniz.


1. Мы знали: президента всегда встречал и провожал премьер-министр.
2. Он просыпался довольно рано и немного погодя совершал свой пер­
вый намаз. 3. Они, конечно, устроили бы засаду в этой долине или со­
вершили внезапный налет на крепость. Однако противник может дей­
ствовать разумно, и тогда их план обнаружится и не даст результата, на
который они рассчитывают. 4. До часа работали, потом обещали. После
обеда работа продолжалась еще несколько часов. 5. Я бы с удовольстви­
ем прочитал новое произведение нашего уважаемого метра. Но нигде
не вижу его книги. Взять на неделю у Вас? 6. Летом мы не\ знали, как
спастись (как спасемся) от жары, зимой дрожали и замерзали от холо­
да. 7. Он насмехался и над ним самим, и над стихами, которые слышал.
Тот, естественно, втайне сердился (гневался) и ждал своего часа. 8. По­
чему ты не послушал меня (моего слова)? Мы бы вернулись в гостини­
цу, поужинали, выспались, а завтра утром продолжали бы свой путь.
I
#
УСЛОВНЫЕ ФОРМЫ И КОНСТРУКЦИИ
(koşul kipi//şart sıygası)
Условные формы турецкого глашла сводятся к двум основным типам.
Формы первого типа называются формами условного накло­
нения. Условное наклонение совпадает с желательным (дезидератив-
ным) и в турецкой грамматике носит название условно-желательного
(dilek şart kipi).
53
Основная форма (иначе -настоящее время) этого наклонения обра­
зуется путем присоединения ударного аффикса -sa, -se к основе глаго­
ла: alsa (al-sa), gel-s£ (gel-se) (см. урок 11).
Форма прошедшего времени условно-желательного наклонения об­
разуется путем присоединения к ударному аффиксу -sa, -se показателя
прошедшего времени (i)di: -sâydı, -şeydi (-sa idi, -se idi), например:
alsaydı, gelseydi. Спряжение всех условных форм осуществляется по­
средством личных аффиксов второй группы (-m, -n, -k, -nız).
В значении желательного наклонения форма -saydı, как форма
главного сказуемого, обозначает неисполнимое желание, например:
(Keşke) gelseydi! «(Ах,) пришел бы он!» (но он не пришел (или: не при­
дет)).
Форма прошедшего времени условного наклонения является фор­
мой придаточного условного предложения. Эта форма (-saydı) всегда,
а основная форма (-sa) в большинстве случаев соответствует русскому
сочетанию «если бы» + глагол в форме прошедшего времени: gelseydi
если бы он пришел (чаще о прошлом); gelsd «если бы он пришел»,
«приди он», «если он придет».

Образец спряжения в форме прошедшего времени


условного наклонения
seafoodplus.infoительная форма:
ben alsaydım «если бы я взял (брал)», sen alsâydın, о alsaydı, biz
alsâydık, siz alsâydınız, onlar alsâydılar (alsalardı).
2. Отрицательная форма:
ben âlmasaydım «если бы я не брал (не взял)», sen âlmasaydın, о âl*
masaydı, biz âlmasaydık, siz âlmasaydımz, onlar âlmasaydılar (âlmasalardı).
Формой прошедшего времени условного наклонения всегда переда­
ется нереальный тип условно-следственной связи; формой настоящего
времени — нереальный, а также предположительный тип (о котором
см. в последующих уроках).
Нереальный тип условно-следственной связи имеет место тоща, ког­
да выставленное условие оказывается в действительности неосуществ­
ленным или неосуществимым, что по-русски передается путем исполь­
зования союза (союз + частица) «если бы». Например: Если бы вчера
он пришел, то увидел бы нас (но в действительности он не пришел).
По-турецки в придаточном предложении используется любая форма
условного наклонения (несколько чаще - форма прошедшего времени), в
главном предложении —прошедшее неопределенное время. Формула
нереального случая (типа) условно-следственной связи такова: -saydı (или
-sa) irdi (в отдельных случаях также: -s a ır (или -асак)).

54
Примечания: 1. Порядок слов в придаточном условном предложении в
принципе аналогичен порядку слов в любом простом распространенном пред­
ложении. 2. Придаточное предложение может вводиться персидским по проис­
хождению союзом eğer «если» (изредка — şayet «ежели»), но постановка его
отнюдь не обязательна. Постановка каких-либо союзов или частиц между при­
даточным и главным предложениями недопустима.
ПРИМЕРЫ:
(О) gelseydi (gelse) bizi bulurdu (görürdü).
— Если бы он пришел, то нашел бы (увидел бы) нас.
(Eğer) Vaktiyle onunla konuşsâydık (konuşsak) bunu yapmazdı.
— Если бы мы в свое время поговорили с ним, он бы
этого не сделал.
Условные формы второго типа представляют собой форму -se
от недостаточного глагола i(mek) быть : i + -se = ise, причем возникает
безударный четырехвариантный аффикс -(y)sa, -(y)se, присоединяющий­
ся к именам, а также к основам времен: öğrenciyse (öğrenci ise), alırsa (alır
ise), geldiyse (geldi ise) v.s. Такие формы, называемые формами услов­
ной модальности, выражают реальный тип условно-следственной свя­
зи, передаваемый по-русски посредством союза «если», например:
«Ест он придет, то найдет», «Если он не ушел, то позови его сюда»
ит. п
Вводимая в данном уроке форма условной модальности от настоя­
щего-будущего времени (-ırsa; türkçesi: geniş zamanın şartı), как прави­
ло, соответствует по-русски сочетанию союза «если» с одной из форм
будущего времени, изредка настоящего; в главном предложении исполь­
зуется необходимая по смыслу форма изъявительного или повелитель­
ного наклонения.

Образец спряжения глагола


в утвердительной форме условной модальности
от настоящего-будущего времени

Ben alırsam («если я возьму, буду брать»), sen alırsan, о alırsa, biz
alirsak, siz alırsanız, onlar alırlarsa.
Отрицательная форма:
ben almâzsam («если я не возьму, не буду брать»), sen
almazsan, о almazsa и т. д.
ПРИМЕРЫ:
(Eğer) Yarın öğleden sonra bana uğrarsanız birlikte Kültürparka gideriz.
— Если завтра после полудня вы зайдете ко мне,
мы вместе пойдем в Культур-парк.

55
(Eğer) Selim* i bulamazsan bana haber ver.
— Если не сумеешь разыскать Селима, сообщи мне.
Форма ise, -(y)sa? (в «чистом» виде, без предварительного форманта
изъявительного наклонения) составляет формальную часть именного
сказуемого придаточного условного предложения. Поскольку глагол
i(mek) не имеет будущего времени и формы прошедшего времени ус­
ловного наклонения (форма *iseydi вышла из употребления), он в этих
случаях заменяется (как и предикативные слова var и yok) соответству­
ющими формами глагола olmak. Например: (о) öğrenci olursa «если
он будет, станет учащимся », (о) öğrenci olsaydı » если бы он был
студентом», kızı olursa «если у него будет дочь».
ПРИМЕРЫ:
(Eğer) Fakültemizin öğrencilerinden ise (öğrencılerinddnse) onu
da topla ıtıya çağırsınlar.
— Если он студент нашего факультета, пусть и его
позовут на собрание.
Yarın hava güzel olursa parka gideceğiz.
— Если погода завтра будет хорошая, мы пойдем
в парк.
Husuri otomobili olsaydı bu yaz ailece Sofya’ya giderdi.
— Если бы у него был свой автомобиль, он этим летом
(со своей) семьей поехал бы в Софию.
В главном предложении вместо формы olurdu обычно употребляют
именную форму idi, например: Yardımına koşsaydmız hali daha iyiydi —
Если бы вы поспешили ему на помощь, его состояние было бы лучше.

Alıştırma 3. Aşağıdaki tümceleri Rusçaya çeviriniz:


1. .. .Hele Yusuf kızı Şakir’e verseydi tabiî vaziyetleri ( =durumlan) başka
türlü olurdu. (S. Ali) 2. Manastırın kapısını kapadım, dünyaya döndüm.
Annem tabiî bir kadın olsaydı, ben de normal bir hayata dönerdim.
Olamadı. Beni affetmedi. (H. Edip) 3. — Aman Paşa, sen de herkesi
evlendirmek istiyorsun, Rabia kocaya varırsa beni akşamları kim
eğlendirecek! (H. E.) 4. Tevfik evlenirse, sen görürsünl — İşte o olmaz.
(H. E.) 5. Paşadan yazılı kâğıt getirmezsen yanına koymazlar. — Paşa
efendi buradaysa bana izin verir. (H. E.) 6. Eğer oğlumuz olursa ben bu
mektebe (=okula) veririm. (H. E.) 7. Efendimizin düşüncesini bilmem ama,
bizim hanım çok başka bir kadındır. Bir daha gelirse size tanıttıracağım, çok
seversiniz. (H. E.) 8 .0 cesur, o akıllı, o sevimli Rabia! Eğer kalbinde Buâl’e
zerre kadar (=azıcık olsun) alâka varsa mutlak paşa onları birbirine verecek.
(H. E.) 9. «Yerimizden aynlmasak başımıza bu işler gelmezdi. (S. Ali)
Ömer, Bakır Efe’nin yanında değil mi? — Emine’ye sorarsan, konakta

56
diyor. Ben, hiç ummuyorum Bakır Efenin niyetini bilseydim, Ömerin nerede
olduğunu söylerdim. (MYesari) «içinde onlara karşı en küçük bir
düşmanlık sakladığınıfarkederlerse seni ezerler» (S. Ali) Karısını merak
etmeye başladı. Yakın komşularda olsalar muhakkak Yusufun geldiğini
mahalle çocuklarından duyup gelirlerdi. (S. A.) Bağda köpek filân
olsaydı halim haraptı. (R. Nuri) Zannederim ki, başka bir mektepte
(=okulda) bunu yapsam ya hapsedilir, yahut da bir başka ceza görürdüm.
(R. N.) Cemal isterse misafirler geldiği zaman ben üe bulunurum. (H. E.)
Memlekette, bir avukat, bir gazetecinin oğlu olmaktan bıkmıştım.
.. .Öyle ki kaç sefer (= kerre, defa), ah, keşke bir eskicinin çocuğu olsaydım,
diye düşünmüştüm. (O. Kemal)

Alıştırma 4. Parantez içindeki eylemi gerekli biçime (biçimlere) sokarak ikişer


«şart-sonuç» tümcesi kurunuz (şu örneklere dayanarak:
Arkadaşım (gelmek), ben oı unla (konuşmak)
1. Arkadaşım gelseydi, (ben) onunla konuşurdum.
2. Arkadaşım gelirse onunla konuşurum)
1. Sen bize (gelmemek), biz sensiz (gitmek). 2. Okuduğunuz kitabı kitaplığa
(vermek), onu ben (almak). 3. Otomobilim (olmak), sizi her gün (gezdirmek).
4. Üstat (buradadır), mutlaka bizim odaya (uğramak). 5. Sevdiğin kız (hasta
düşmek), tiyatroya yalnız mı (gitmek). 6. Yazdığı şiirle (siz alay etmek), şair
öfkesini (tutamamak). 7. Yaptıkları denemeleri (devam ettirmek), belki bir gün
çalıştığımız kuruluş adına (namına) onları (kutlamak). 8. Gördüğü şeylere
hayranlığım (belirtmemek), duygusuz bir adam olduğuna (hüküm verilmek).

Alıştırma 5. Aşağıdaki tümcecikleri Türkçeye naklediniz:


I. Если бы он пришел 2. Если бы он мог прийти 3. Если бы он не
мог прийти.. Если бы он купил 5. Если бы он был куплен 6. Если
бы он мог быть куплен 7. Если бы он не мог быть куплен 8. Если он
обманет 9. Если он сможет обмануть Если он будет обманут
II. Если у него есть сын Если у него будет сын Если бы у нею
был сын Если бы у вас не было сына Я рассказал бы Я
мог бы рассказать Я (обычно) рассказывал Я не мог бы рас­
сказать. .. (Разве) вы не могли (бы) рассказать Если мы привык­
нем Если бы мы привыкли Если бы мы могли привыкнуть
Если вы нас приучите Если бы вы нас не смогли приучить
Если я смогу испытать Если ты сможешь применить Если
мы не сможем установить Если вы не сможете произвести
Если они не смогут постичь Если бы они не выбирали
Если бы мы не выражали (не излагали) Если бы они не намере­
вались уйти Если вы вознамеритесь зафиксировать Если вы
вручите.. Если он будет завоеван Если он не разгневается
57
Alıştırma 6. Aşağıdaki tümceleri Türkçeye geçiriniz:
seafoodplus.info бы он позавчера зашел к нам после полудня, то застал вы всех
нас дома. 2. Если он сейчас в библиотеке, то мы, конечно, его \зйдим.
3. Если ты не придешь к 6 часам вечера, то мы поедем в театр &з тебя.
4. Если бы у меня было столько денег, я бы давно купил себе автомо­
биль новой модели. 5. Он поступил разумно; он был бы глупцси, если
бы действовал иначе. 6. Он надежный товарищ. Впрочем, если бы
деньги потерялись (подумайте об этой сумме!), вина была бы его. 7. Я
бы с удовольствием прочитал ваши новые стихотворения, ноу меня
нет последнего номера журнала. 8. Я надеюсь, что он не виноват. Если
бы у судьи (у суда) были верные (окончательные) доказательств, па­
рень был бы давно арестован. Если бы мы проиграли этот дач, то
первенство не могло бы быть завоевано. Теперь же у нас все еде есть
надежда. Если бы я знал, что он не сумеет выполнить тако'о про­
стого задания, я поручил бы вам проводить нашего литератора.
Если свадьба будет проведена в поместье, то, возможно, наИпред­
стоит встретиться в тех краях. Бедняга! Уж лучше бы он умер!
Очень странное определение! Разве вы не могли изложить это как-
то иначе. Если бы мы прислушались (послушали) к их советам, то
еще в тот период и в той обстановке избавились бы от (любой) зависи­
мости. Если у них нет каких-либо тайных целей, если на нгаможно
положиться, давайте установим с ними нормальные отношена.

ФОРМЫ -DIĞI//-ACAĞI İÇİN, -DIĞINDAN//-AСAĞINDAÜ


Присоединением послелога için к имени действия на -dik (или и -асак)
в личной форме образуется сказуемое придаточного предложенширычи-
ны (sebeptik tümce). Придаточное причины всеща предшествует ггвному
предложению (или помещается внутри его). Подлежащее приданного
причины ставится в основном (именительном) падеже. Все членыприда-
точного причинного предложения располагаются в обычном поря^е (см.
порядок слов в простом распространенном предложении).
Формосочетание-dığı/-acağı фппередается по-русски посредством
подчинительных союзов и союзных слов «поскольку», «так как»,«ввиду
того, что», «из-за того, что» и т. п. Например: (ben) aldığım için,.— по­
скольку (так как) я беру / взял, брал(onlar) alamayacakları için../—так
как они не смогут взять (брать)
ПРИМЕРЫ:
Dün arkadaşımı görmediğim için bunu haber veremedim.
— Поскольку я вчера не видел своего тоьрища,
я не мог сообщить ему of этом.

58
Salih Bey konsere gidemeyeceği için biletini size verebilirim.
— Так как Салих-бей не сможет пойти на концерт,
я могу отдать вам его билет.
Форме -dığı/-acağı için синонимична форма -dığından /-acağından,
представляющая собой имя действия на -dik или -асак в личной форме с
аффиксом исходного падежа: (ben) aldığımdan— поскольку я беру
(взял, брал).
ПРИМЕР:
Çantamı bulamadığımdan (=bulamadığım için) çantasız
gitmeye mecbur oldum.
— Так как я не нашел (не смог найти) своего портфеля,
я был вынужден идти без него.
К форме -dığından/-acağından могут присоединяться послелоги ötürü
или dolayı, а к форме dığı/-acağı изредка также служебное имя hasebiyle
«вследствие», которые не вносят в содержание формы существенных
оттенков: (о) hasta olduğundan ötürü, hasta olduğu hasebiyle —
вследствие того, что он (был) болен
Примечания. 1. Постановка подлежащего в родительном падеже (анало­
гично подлежащему дополнительного предложения) является ошибкой - за
исключением тех, очень редких, случаев, когда форма -dığı/-acağı, сопровожда­
емая послелогом için («ради»), получает объектное значение (см. урок 16),
например: (onun) gördüğü için— ради того, что он видел / видит («ради види­
мого им»)
2. Следует учитывать, что сказуемое придаточного дополнительного
предложения также может иметь форму -dığından/-acağından (см. урок 16).

Alıştırma 7. Aşağıdaki tümceleri Türkçeden Rusçaya çevirin:


1. Köylüler pek bir şey anlamadıkları için tercüman açıklamak zorunda
kaldı. (A. Nesin) 2. Size bir yardımda bulunamayacağım için çok üzgünüm.
(F. Baysal) 3. Necla, kendisi telefon ederken annesi girdiği için belki bu
adı işitebileceğini düşünmüştü. (K. Bekir) 4. Bana beş, on milyon dolar
kazandırdığınızdan dolayı size teşekkür ederim. (A. N.) 5. Daha önceden
tanışık olduklarından büyük bir içtenlikle el sıkştılar. (A. N.) 6. Havalar hayli
(=pek) serinlediği, üşündüğü için, deniz kıyısına inmiyor lardı.
(O. Kemal) 7. sözünden dönmek mecburiyetinde kalacağı için üzülüyor
mu? (S. Ali) 8. Metin, yatak odasına gittiği için, sözlerinin sonu içerden
geliyordu. (A. N.) 9. Umduğundan önce eve döndüğünü anlayarak
sevindi.(0. Pamuk) Anadili sayesinde kültürlü, aydın, başarılı insanlar
yetiştireceğimiz hasebiyle bu ders için genel lise, meslek lisesi gibi bir ayırım
son derece yanlıştır. («T. Dili»)

59
Alıştırma 8. Aşağıdaki tümceleri Rusçadan Türkçeye çevirin:
1. Поскольку ученик не понял, что спросил учитель, вопрос остал­
ся без ответа. 2. Поскольку с той поры (aradan) прошло восемь лет и к
тому же человек отпустил усы, я, конечно, не узнал его. 3. Поскольку
завтра вы, будучи в отпуске, собираетесь ехать за город, нам следует
поговорить сегодня. 4. Чтобы иметь возможность принять участие в
этом празднике, я полетел самолетом. 5. Так как автобус двигался
очень медленно, то когда мы подъехали к театру, опера уже началась.
6. В связи с тем, что мы выиграли два крупных сражения, противник,
можно сказать, подавлен. 7. Поскольку принять такое решение не в его
власти, дело мое гиблое. 8. Поскольку эти люди косо на меня смотре­
ли, у меня отнялся язык, я не смог говорить. 9. В связи с тем, что сути
дела я не знал, это заседание быстро мне надоело. Поскольку пред­
ложенный вами метод не нов, давайте не поднимать (не открывать)
вопроса о первенстве.

Sözlük

1 .şarkı — песня 8. düşman — враг; противник


- söylemek — петь песни -—lık — вражда
2. düzmek— 1) упорядочивать, уст­ 9. ezmek — раздавить, истолочь;
раивать; 2) выдумывать, со­ подавить, изнурять
чинять harap — разрушенный, запущен­
düzgün (muntazam) — упорядо­ ный; жалкий, гиблый
ченный, устроенный, пра­ - etmek — разрушать; терзать
вильный И. hapis (psi) — заключение в тюрь­
düzen — 1) (intizam) порядок; му
строй, система; 2) интриги, hapsetmek — арестовать, запе­
козни реть; заключить (кого-л. ку-
3. masal — сказка да-л.)
- düzmek — сочинять сказки ~(h)ane — тюрьма
4. satır — строка -e girmek — попасть в тюрьму
~ başı — красная строка, абзац -te yatmak — сидеть в тюрьме
5. imza —: подпись cesur -— храбрый, смелый
~ atmak (-а) — поставить под­ cesaret — смелость, отвага
пись cesaret etmek (-e) — осмелиться,
-lamak (-İ) — подписать отважиться (сделать что-л.)
6. boylamak (-i) — 1) пройти, отма­ mahalle — квартал (города)
хать ( какое-л. расстояние)-, ceza —- наказание
2) шутл. попасть, «загре­ - görmek — понести наказание
меть» (куда-л.) - hapis —sı— тюремное заключение
7. paşa — генерал para -sı kesmek — оштрафовать
-m! -— почтенный!, любезный! ~4andırmak — наказать

60
sokmak— всовывать, втискивать; тельный (о мужчине); подо­
впускать; жалить бающий, уместный
yılan — змея fırsat — подходящий случай
nakil (kli) — 1) перевозка, пере­ ~ düştü — представился удобный
броска; 2) перевод, пересказ случай
-etm ek — перебрасывать, от­ ~ kaçırmak — упустить случай
правлять; переводить; пере­ - bu ~! — вот он, случай!
сказывать ansiklopedi — энциклопедия
nalkiye (ta şıt) — транспорт; usul (lü) — метод, способ
транспортировка (metot(du))
taşıt (nakliye) araçları — транс­ kurnaz — хитрый, хитрец
портные средства ~lık yapmak — схитрить
belediye — муниципалитет ansızın — внезапно, вдруг
~ taşıtları — городской транс­ atlamak — прыгать, впрыгнуть,
порт спрыгнуть, перепрыгнуть; пе­
mahkeme — суд рескочить, пропустить
~уе düşmek — попасть под суд kafa — голова
mahkûm (-е) — осужденный, об- ~lı — с головой, головастый
реченый (на что-л.) dam — крыша
mahkûm etmek — осудить, при­ -dan düşer gibi — ни с того ни с
говорить (кого-п. к чему-л.) сего
kazanmak — зарабатывать, приоб­ saniye — секунда
ретать; выигрывать, завоевать
mahıv(hvı) — уничтожение, ис­
sınavı выдержать экзамен
требление
* * * -etmek— уничтожать, разрушать
-olmak — быть уничтоженным,
ense — затылок
погибать
sinek — муха; комар
rezil — опозоренный
- avlamak — бездельничать
rezalet — позор, срам
sivri — заостренный, острый
-sinek — комар * * *

mizah — юмор felâket — несчастье, бедствие


telâş — тревога, беспокойство sıtma — лихорадка; малярия
~ etmek (~а düşmek, -lanm ak)
-ya tutulmak (yakalanmak) —
— тревожиться, волноваться,
заболеть малярией
суетиться
~Ь — больной малярией, малярик
dehşet — ужас
mücadele (=savaş) — борьба
~е düşmek — ужаснуться
savaşmak (~ etmek) — бороться,
-И — ужасный; ужасно, страшно
сражаться (с кем-то)
din — религия, вера
çirkin — безобразный, некраси­
mikrop — микроб, бактёрия; зло­
вый вредный тип, зараза
yakışık — 1) пригожесть; 2) при­ yaka — 1) воротник; 2) берег
личие, уместность (реки); сторона
- alm ak — приличествовать, -lamak — поймать, схватить
быть уместным ters — 1) оборотная сторона, из­
-Ь — симпатичный, привлека­ нанка; наизнанку;

61
işi ~ gidiyor— у него дело не кле­ bıkmak (-dan) — надоедать, пре­
ится сыщаться
2) нелюбезный; bundan bıktım — мне это надоело
~ adam— строптивый человек karakol — караул, патруль;
- bakmak— косо смотреть участок
-ine — наоборот polis -и — полицейский участок
-temek — осадить, поставить на iddia — 1) утверждение; 2) притя­
место (кого-л.) зание, претензия; обвинение
kanat(dı) — крыло; фланг - etmek — 1) утверждать; 2) (-а
sallamak — махать, размахивать; hak) претендовать (на что-л.)
кивать; ayna — зеркало
başını salladı — он кивнул голо­ • • •
вой bağırmak — кричать
elini salladı — он махнул рукой bağrışmak — кричать (о многих)
tokat — оплеуха, пощечина kavga— ссора, скандал; драка
~ yemek — получить пощечину ~ etmek— ссориться, скандалить
~ yapıştırmak (atmak) — вле­ hız — скорость, быстрота
пить оплеуху 4 ı — скорый, быстрый; быстро;
düdük — дудка; свисток, гулок громко
- çalmak — свистеть, гудеть silmek(-i) — стирать, вытирать;
şaka — шутка вычеркнуть
- etmek — шутить, подшучивать silinmek — стереться; исчезнуть
- (olsun) diye — в шутку kanape — диван
~cı — шутник esna — промежуток времени; мо­
tesadüf — совпадение; случайная мент
встреча alelâde — обыкновенный, обыч­
bir - (eseri) — случайное совпа­ ный
дение, по случайному совпа­ aşırı — 1) чрезмерный, крайний;
дению 2) по ту сторону; через
- etmek (-е) — повстречаться; gün через день
приходиться (на какое-л. чис­ azar — нагоняй, нарекание
ло) - lamak (-İ)—давать нагоняй, по­
herif — субъект; тип; малый прекать, отругать
inat — упрямство, упорство aptal—глупый; глупец
- (olsun diye) (-а) — назло кому-л.;
- yerim koymak (-i) — принять
из упрямства
за дурака
cins — 1) род, вид, сорт; 2) поро­
~«ı — упрямый, упрямец
да; 3) пол; род
defi — сумасшедший, помешан­
- köpek — породистая собака
ный
beriki — находящийся по эту сто­
- olmak, -ye dönmek — обезу­ рону, тот, что ближе, этот
меть (прям, и перен.) beyan— изложение; разъяснение
gayet — очень, весьма - etmek (-İ) — излагать, разъяс­
yenmek — побеждать, обыграть нять; заявлять
(кого-л.) ~at — заявление;
yenilmek (-е) — быть побежден­ -atta bulunmak — сделать заяв­
ным (кем-л.) ление
Türemiş sözcükler
L üstelik — к тому же, вдобаво , впридачу
2. sayın — уважаемый
3. sevimli — милый, симпатичный
4. birincilik — первенство
- i kazanmak — завоевать первенство
5. kaçırmak — дать убежать; упустить
tre n i опоздать на поезд
6. yollamak — посылать, направлять
yollanmak — быть посланным; направляться (куда-л.)
7. düşürmek — повергнуть (в какое-л. состояние)
(bu) beni meraka düşürdü — (это) возбудило во мне любопытство
8. gözlemek (-i) — 1) наблюдать (за кем-л., чем-л.); 2) ожидать (кого-
л., чего-л.)
9. konmak — быть поставленным; останавливаться (на ночлег,
и т. п.)
soğukluk— 1) прохлада; холодные отношения, холодок; 2) прохла­
дительный напиток
açmak — открыть (тайну), поведать (о чем-л.)
12i üzgün — расстроенный, огорченный; измученный
içten — сердечный, искренний
-lik — сердечность, искренность
ayrım — различие; различение, разветвление, подразделение; дис­
криминация
köpoğlu — сукин сын
kızgın — раскаленный, жгучий, распаленный; злой
belirli (muayyen) — определенный
serinle(ş)mek — стцровиться прохладнее, посвежеть
sözde — на словах; так сказать

Deyimler
1. günün birinde (=günlerden bir gün) — в один прецгасный день
2. yan bakmak — косо смотреть (на кого-то)
3. iş güç sahibi — занятой человек
4. neyse (ne ise) — ну (да) ладно; еще ладно
'5. ha bre (ha bire) — безостановочно, все время
6. (deli olmak) işten değil — тут недолго // ничего не стоит (сойти с ума)
7. (işin) iç yüzü — подоплека, суть (дела)
8. sessiz sedasız — беззвучно, молча
9. ne diye? — чего ради?, для чего?, зачем?
dilim tutuldu — у меня отнялся язык, я онемел
aklım başıma geldiği zaman — когда я опомнился, пришел в себя
bir aralık — в один из моментов, в какой-то момент у л у ч и в момент

63
aradan çok vakit geçti — с тех пор (с того момента) прошло
уже много времени
(bu) elimde değildir — (это) не в моей власти, не от меня зависит
elimde olmayarak — будучи не в состоянии противиться себе
(hasta) olmasın ■— уж не (болен) ли он?, как бы он не был (болен)
göz göre (göz göre göre) — прямо на глазах
aman yarabbi — о боже!, боже мой!
arkasına düştüm — я пошел следом за ним
önüne düştüm — я пошел впереди него
var kuvvetimle, olanca kuvvetimle — изо всех (моих) сил
ortalık karıştı — все перемешалось; началась сумятица
düşündüm taşındım — я поразмыслил, пораскинул умом
altı ayı giydi — он получил шесть месяцев (полгода)

Аффикс -gı/-kı
Отглагольный аффикс -gı/-kı4 образует

а) имена с конкретным значением:


çal-gı — музыкальный инструмент
iç-kı — напиток (чаще спиртной)
sar-gı — повязка; бинт
sil-gi — тряпка; резинка (для стирания)

б) имена с абстрактным значением:


bas-kı — печатание; давление, гнет; нападение, налет; издание;
тираж
bil-gi — знание
duy-gu — чувство
say-gı (hürmet) — уважение, почет
sev-gi — любовь
ver-gi — налог
vur-gu — ударение

К именам с показанием -gı/-kı могут присоединяться другие слово­


образовательные аффиксы (-Ü, -sız и др.):

bilgili(bii-gi-Ii)— знающий, сведущий


bilgisizlik (bil-gi-siz-lik)— незнание, невежество
saygılı (say-gı-h)— почтительный, учтивый, вежливый
saygısızlık (say-gı-sız-lık)— непочтительность
sevgili (sev-gi-li)— любимый
vuıgulu (vur-gu-lu) — ударный (слог и т. п.)
64
А ф ф икс -m
Относительно малопродуктивный отглагольный аффикс -ш4 образу­
ет несюэлько имен существительных (ak-ın «наплыв; налет, атака», bas­
ın «печать, пресса», ek-in «посев, всход(ы)», gel-in «невестка» (т. е. при­
ходящая в дом мужа), yay-ın «публикация, издание; передача») и прила­
гательное say-ın «уважаемый».

Alışırma 9. Aşağıdaki birkaç cümleciği Rusçaya geçiriniz:


İçkili lokanta, sevgili çocuğum, duygulu çocuk, sargılı kol, vurgulu hece,
bilgili adam, kitabın üçüncü baskısı; içkici midir?, bu içkiyle aranız nasıl?,
eğri çizgi, düz çizgi, herkesin sevgisini kazanmak, çok saygılı bir genç,
saygısız biri, saygısızlığı herkesi şaşırtıyor; Basın ve yayın bakanı, ekinlere
bakmak, hava akınlan, sayın (hürmetli) profesör.

Alışırma Altı çizilen sözcükleri ezberlemek üzere aşağıdaki tümceleri çeviriniz:
I. Şu satırların altma imza(nızı) atar mısınız? 2. Konuştuğumuz ülkenin
politika düzeni ne imiş biliyor musun? 3. «O gün eve biraz geç dönmüştüm.
Niyazı hastalanmış, yatıyordu. Babam başucunda Beni görünce: “Bu
çocuk niye hasta ulan?” diye sordu. “Bilmem” dedim. “Bilmezsin ha? Ben
sana sorarım bilmemi Kim bilir nasıl sokmuşsundur oğlanı yılan gibi”»
(O. Kemal. Baba evi.) 4. Kentin bu mahallesinde harap binalar da yok
değildir. Belediye nereye bakar? 5. Nakil işini de düzene sokmalı. Belediye
taşıtları gereği gibi işlemiyor. 6. Efendiden sayın bir adam Üstü başı
düzgün Fakat odasındaki intizamsızlık adeta şaşırtıcı.. . — İş güç sahibi bir
adam. Ha bre şiir, şarkı, masal düzüyor. Etrafındaki şeylere dikkat ettiği yok.
7. Bunu yapmağa nasıl cesaret etti? Yaptığı, bir suç sayılırsa ceza görüp
hapse girebilir. 9. O, böyle şeyleri her zaman dinlemeye mahkûmdur.
Nitekim, çalışan kazanır. önce mahkemeyi boyladı, sonra hapisaneyi.
II . Düşmanı adeta ezdiler. Adam mahkemelik oldu. Kendisini harap eden
de budur. Zaten Bulgaristanda her tarafta geniş ve muntazam yollar
yapılmış. Ülkenin her tarafını otomobille dolaşabilirsiniz. (Z. Sertel.) İçeri
soksun diye biletçinin yanma sokuldu. Paşam buraya gelsene. Her çeşit
mallarımız vair. Üç yıl hapse mahkûm edildi.
1. В нашем квартале суда нет. 2. Этого сюда не пускай. Песен петь он
не может, а чтобы сочинять и рассказывать сказки, пусть поищет дру­
гое место. 3. Подпись не моя. Я это могу доказать. 4. Я не отважусь
подписать эту бумагу. 5. Он приговорен к пяти годам тюремного за­
ключения. 6. Сидел в тюрьме четыре года. 7. Не женщина, а змея1. И
всегда остается безнаказанной. 8. Его смелость подорвана (разбита). Он

Э— 65
прямо-таки раздавлен. 9. Мой личный автомобиль сломан. Такси не
найдешь. Воспользуемся городским транспортом. Бедняга попал
под суд. Однако выиграл. К сожалению, этот матч наша команда
выиграть не сумела. Мы его проиграли. А они вдобавок и первенство
выиграли. Любезнейший). Не забудьте зайти к нам. Самый лучший
товар — у нас. Он отмахал длинный путь.

1. Duvardan atladı. 2. Din sözcüğünü atladınız. 3. Oğlu hapse girince kadm


telâşa düştü. 4. Bu ne rezaleti 5. Aferin! Hem yakışıklı, hem çesur. Korku
nedir, bilmiyor. 6. Baksana onlara, sinek avlıyorlar. 7. Böyle davıamş yakışık
û/maz. 8. Bir saniye bekleyin, mizah dergisini yanıma alayım. 9. Böyle çirkin
hareket ondan beklenemezdi. Bu bıçak sipsivri. Tavsiye ettiğim usule
baş vursunlar. Dehşetli kurnaz biri. Harap olmak, ezilmek,mahvolmak
— bu üç eylem hemen hemen aynı anlama gelir. Damdan düşer gibi: «Bu
fırsatı kaçırmayayım!» dedi. Ansızın top kaleye sokuldu (girdi).
1. Дом с зеленой крышей? Знаю. 2. Увидев это, я ощутил ужас. 3. Я
погиб. 4. Видали способ? Ну н хитрый же он человек! 5. Разве он все
еще не уехал? — Нет, он опоздал на поезд. 6. Сути дела никто не знает.
7. «Вот он, подходящий случай!» — думал я. Но когда я сел сней рядом,
у меня отнялся язык. 8. Куда это он направился? 9. Когда я опомнился,
вокруг никого не было. Уместно ли задавать такого рода вопросы?

1. Nefelâket] Evi yanmış. 2. Sol kanadımızın önünde düşman yoktur. 3. Şu


kaim enseli harife bak. Mikrobun biri. 4. Ciddi bir adamdır, fakat inatçının
biri. 5. Bak, bize elini sallıyor, galiba bizim kitaplar uçmuş, 6. Herif ceza
görmedi. Neyse, öyle olsun. 7. Şaka olsun diye bir toka atılır mı?
8. Paltosunun yakasını kaldırmış, hızlı hızlı yürüyordu. 9. İş bununla kalsaydı
neyse. Bu herif her zaman bizi gözlüyor. Bizi o kadar sıktılar ki bir
aralık: «Elimde olsaydı buradan hemen giderdim» diye düşündüm.
Herkes Mersine, o tersine. Kitabı ters tutuyorsun. Bize ters
bakıyorlar. Gayet kuvvetli, fakat ben ona yenilmem. Takımımız dijn
«Ankar9gücü»'nü yendi. Bu nevi yemeklerden bıkılır иг? Pek
üzgündü, içtenlikle söylediğime inanmıyordu. Bizde gençler de var,
yaşlılar da var. Yaş ayırımı yapmıyoruz. Aramızda çoktanberi soğukluk
var. Şimdi de bana inat (olsun diye) dediğimi yapmayacak. Bir terslemeli
herifi. Bu toprağa hak iddiasına ne dersiniz?
1. Это же несчастье! А вы шутите. 2. «Эго он получил оплеуху?» Я
кивнул головой. 3. Парня быстро поймали. Теперь он понесет наказание.
4. У них натянутые отношения. 5. Женщины закричали, началась сумяти­
ца. 6. Хотел бы вам помочь, но это не в моей власти. 7*Прямо на глазах
у человека украли чемодан. 8. Я хотел поведать ему обо всем, но с тех
пор прошло уже много времени. 9. Он пошел следом за мной, но я сразу

66
же сел в «долмуш» и уехал. Это, конечно, не что иное, как случайное
совпадение. Мне надоело каждый раз его обыгрывать. К тому же
после каждой партии он сходил с ума. Но из упрямства снова садился
шрать. Его вина была налицо. Боже! Как бы он не попал под суд и не
получил тюремного заключения ( и не получил подгода). — Даст Бог,
ограничатся штрафом (назначением штрафа). Надо зайти в полицейский
участок. Я не утверждаю, что он сошел с ума. Но в таком случае его
надо поставить на свое место.

1. Bizimle kavga mı çıkaracak? Hep bağırıp dunıyor. 2. Alelâde bir adam


dersiniz, fakat aşırı solcu diye tanınıyor. 3. Deniz aşırı ülkelerde
bulunmadım. 4. Ortadan silindi, bu esnada hızlı hızlı yürüyor. 5. Sizinki cins
köpek mi? — Nerede! Ama erkek cinsi. 6. Beni azarlarken aptal aptal
yüzüne baktım. 7. Buraya muayyen (belirli) günlerde gelir. 8. Savaş esnasında
bu kent yeryüzünden (haritadan) silinmişti. 9. O kalemi istemedim, berikini
ver. Yanlış var. Bunu beyan eden ben değilim, ben hiç bir beyanatta
bulunmadım.
1. Как громко говорит этот человек!. 2. Смотри не в зеркало, а в окно:
как быстро он бежит. 3. Мы видимся с ним чер'ёз Дёйь. 4. Они живут
через два дома от нас. 5. Его можно принять за дурака, но не обманы­
вайся, такого рода люди могут быть очень хитрыми. 6. Обыкновенный
диван. А тебе какой нужен? 7. Что ты кричишь? Кто дал тебе право
ругать меня? 8. Вычеркни его фамилию из списка. 9. Этот что спро­
сил, и тот что сказал? На этом берегу (на этой стороне) я его не
видел. Он так изложил свою мысль. По этому поводу надо сде­
лать заявление.

Ensesinde bir sinek

(Hikâye. Kısaltılarak ve biraz değiştirilerek bir mizah


dergisinden alınmıştır)
Allah korusun, günün birinde mahkemeye düşersem halim dumandır.
Çünkü sabıkalıyım1. Dört sene önce bir sivrisinek öldürdüğüm için altı ay
hapse mahkûm olmuştum.
Bir sivrisinek yüzünden insan hapse girer mi? Girdim işte!.. Hem de altı
ay yattım.
O yaz Çegelköyüne gitmiştik. Sözde dinlenme için! Benim gibi iş güç
sahibine dinlenme olur mu? Sabahleyin erkenden İstanbula in; akşam üstü
geç vakit dön! \&puru kaçırdım kaçracağım telâşı da var üstelik.

1 Sabıka = geçmişte işlenmiş suç.

3*
67
Neyse orası lâzım değil; her sabah aynı vapurla indiğim için her gün
hemen hemen aynı yüzlerle karşılaşıyordum. Bunların arasında bir yolcu
vardı ki beni dehşetli meraka düşürmüştü.
Kim olduğunu ne iş yaptığını, hatta ne dinden ne milliyetten olduğunu
bilmiyordum. Gençten bir adamdı. Güzel, çirkin, yakışıklı, yakışıksız, nasıl
olduğunun farkında bile değildim. Yalnız gözlüklü olduğunu biliyorum.
Bu adam her gün vapurda birkaç gazete alır, cebinden kalemini çıkanr;
okur, okur ve habre birçok kelimelerin altını çizerdi. Bir gün, beş gün, on
gün Hep böyle!.. Bu adamm ne yaptığını sözcüklerin altım niçin çizdiğini
çok merak ediyordum.
Hepimizin böyle merak ettiğimiz şeyler, vardır. Fakat çok defa sorup
öğrenmek cesaretini yahut fırsatını bulamayız. Ben de ne cesaret, ne de fırsat
bulabiliyordum. Adamın gazeteden baş kaldırdığı, bir an için olsun
etrafındakilerin yüzüne baktığı yoktu ki.
Bir gün yanındaki yere oturdum ve hangi sözcüklerin altım çizdiğine
baktım. Çok dikkat ettim; çok düşündüm ama sözcüklerin altını ne maksatla
çizdiğini bir türlü anlayamadım.
Deli olmak işten değildi. Hiç kimse ile konuşmuyordu ki onunla ahbap
olup sorayım. Ykpur köprüye gelinçe yerinden kalkar dosdoğru kapıya
yollanırdı.
Düşünüyordum: Bu kelimeleri niçin çizebilir? Belki bir ansiklopediye
hazırlık yapıyordur! Eğer öyle ise, pek garip bir usul.
Ancak işin iç yüzünü öğrenmek kolay değil. Siz benim yerimde
olsaydınız ne yapardım€1 Ben kurnazlığa baş vurmaya karar verdim, şöyle
bir çare buldum.
Bir gün tekrar adamın yanıbaşına oturdum. O yine elinde kalemi, hem
okuyor, hem çiziyordu. Bir zaman onu sessiz, sadasız seyrettikten sonra bir
aralık ansızın parmağımı uzatıp çizmediği bir kelimeyi göstererek:
— Atladınız! dedim.
— Hiç cevap vermedi, dönüp yüzüme bile bakmadı, gösterdiğim
kelimenin altını çizip işine devam etti. Fırsat bu fırsat. «Canım bu sözcüklerin
altını niçin çiziyorsunuz»? diye sorsaydım ya! Dilim tutuldu, soramadjm.
Aklım başıma geldiği zaman da aradan çok vakit geçmişti.
Bu işi ertesi güne sakladım. Ertesi gün yiiıe yanındaki yere oturdum.
Kafamı yaklaştırarak bir zaman yaptığı işi seyrettikten sonra damdan düşer
gibi:
— Bu çizdiğiniz sözcükleri ne yapıyorsunuz?
Diye sordum.
Başını bir saniye bana çevirdi. Günlerce uğraşarak topladığım cesareti bir
anda yok eden bir sertlikle:
— Lâzım mı?
Diye cevap verdi.
68
Aynaya bakmadım ama her halde kıpkırmızı kesilmiştim. Mahvoldum, rezil
oldum. Ne cevap verebildim, ne de bir şey yapabildim. Bir daha adamın
yanına da oturmadım.

***

Bir sabah (oturacak) yer bulamamış, ayakta kalmıştım. O-oturuyordu.


Gittim oturduğu kanapenin arka tarafında, ayakta durdum. Elimde olmayarak
onun durmadan kelimelerin altım çizen kalemini gözlüyordum.
Bu sırada kulağımın dibinde hafif bir ses iştildi: bir sivrisinek. Sol
kulağımdan burnuma doğru inerek tatlı bir uçuş yaptıktan sonra,dosdoğru
gitti, bizimkinin ensesine kondu.
Birden aklıma sıtma mücadelesi geldi. Mikroplu sivrisineklerden biri
olmasın bu! Hayvana dikkatle baktım, ta kendisi! Sıtma taşıyan
sivrisineklerden biri. Şimdi ne yapmalı? Mesele gayet ciddi idi. Göz göre
göre bir adam, hem de gayet çalışkan, ciddi bilgili bir adam sıtmaya
yakalanıyordu.
— Bayım, ensenize bir şey kondu. Bir sivrisinek!
Diyeceğim ama bir ters cevap verirse? Zaten aramızda bir soğukluk var.
— Sana ne?
Derse ne cevap veririm?
Köpoğlu sinek bir türlü uçup gitmez! Evet, ne kalkacağı var, ne de
gideceği..;. Eğer mikroplu ise herif yandı. Değilse iki ihtimal (olasılık) var.
Bu adam ya sıtmalıdır, yahut değildir. Sıtmalı değilse mesele yok. Fakat ya
sıtmalı ise hastalığı hayvan vasıtasıyla başka bir vatandaşa geçebilir. Aman
yarabbi! Burada büyük bir sıtma felâketi hazırlanıyor.
Ben böyle düşünürken sinek keyifli keyifli kanatlarını sallıyordu. O sırada
Köprüye gelmişiz. Vapurdan inmek için adam ayağa kalkınca hemen arkasına
düştüm. O gider, ben giderim. Sinek keyfinde Deli olmak işten değil
Birden ne oldu, nasıl oldu, nasıl yaptım, bilmiyorum, bilemiyorum. Olanca
kuvvetimle herifin ensesine bir tokat aşketmişim (=atmışım, yapıştırmışım).
Adam tokatı yer yemez düştü. Hem nereye? Denize!
Bitabiî ortalık karıştı. İnsanlar bağrıştı, düdükler çaldı, polis yetişti.
Kollarımdan yakalanınca aklım başıma geldi. Adamı çabucak kurtardılar. Tabiî
ben de karakolu, oradan da mahkemeyi boyladım.
Yolda düşündüm taşındım. Bu işi bir sivrisinek yüzünden yaptım dersem
gülecekler; kimse inanmayacak. Akıl muayenesi yaptıracaklar. Akıllı
olduğunu kim ispat edebilmiş ki ben edeyim?
Baktım ki o ceza daha ağır; sivrisinek sorununu hiç açmadım. Arkadan,
kendisini bir arkadaşa benzettiğimi, şaka diye ensesine bir tokat attığımı,
fena bir tesadüf eseri denize düştüğünü, kendisine karşı hiç bir düşmanlığım
olmadığını söyledim.

69
Fakat herif inatçı çıktı. Çoktandır kendisini takip ettiğimi, hattâ geçenlendç
işine karıştığım için beni terslemek zorunda kaldığını, bu yüzden kavga
çıkarmak ıtediğimi ve sonunda kendisini denize attığımı iddia etti. Kısası altı
ayı giydik!
Hiç bir şeye yanmıyorum. O adam gazetedeki sözcüklerin altım ne diye
çiziyor, onu bir türlü öğrenemedim, deli olacağım!
(Rakım Çalapala)
Alışırma Aşağıdaki somlan yanıtlayın:
1. Okuduğunuz mizah öyküsünde başlıca kaç kahraman var? 2. Öyküyü
anlatan, birkaç yıl önce ne yüzden hapse girmişti? 3. İiban bir sivrisinek
öldürdüğü için hapis cezası (veya hatta para cezası) görür mü? 4, O yaz
nereye, ne için gitmişlerdi? 5. Hikâyeci istirahattan söz edeıken neden «sözde»
sözcüğünü kullanır? 6. Her sabah tstanbula indiği vapurda öykücünün
dikkatini çeken, merakım uyandıran adamı tarif eder misiniz*? Aledâdebir i ısan
mıydı? 7 .0 adam vapurda her gün ne yapardı? 8. Sözcüklerin altım çizmekte
amacı ne olabilirdi? 9. Beriki işin içyüzünü neden cğrenem:yordu? Nihayet
ne yaptı? Hazırladığı soruyu neden sormadı? Ertesi sabah sorunca ne
oldu? Öteki bizimkini azarladı mı? Kavga mı çıkardı? bağırıp çağırdı mı? Nasıl
oldu da berikini aptal yerine koyda? Bir sabah gencin ensesine konan
sivrisinek nasıl bir sinekti? Bununla ilgili olarak beriki, akl ndan ne gibi
ihtimalleri geçirdi? Sineğin konduğunu söylemeye neden cesaret
edemiyordu? Söyleseydi ne olabilirdi? Bizimki, sineği öldürmek için nihayet
fırsat bununca ne oldu? MaLkemede ne söyledi? Sivrisinek meselesini
niçin açmadı? Genç adamın söyledikleri neydi? Sonunda beriki
duyduğu hissi beyan edencen ne diyor? Yandığı şey neymiş?

Abşırma Üç nokta yerine gerekli ekleri koyunuz:


1. Eğer (sent ileride bir daha kurnazlığa baş vur.,, (ben) seninle arkadaşlı*
etm e 2. Dün (ben) arkasına düş nerede oturduğunu b il 3. Size yan
baktıklarına şaşmıyorum. Az çok cesur ol telâşa düşmeyip onlara yardım
göster 4. İşiniz duman. Eğer anlattıklarınızı ispat etme, ceza gör.. „ hapse
gir . 5. Keşke biz meraka düşme de yolumuza devam et . 6. (Siz)
zamanında her şeyi bana aç şimdi her şey yerinde . 7. Şaka etmeyin.
İleride başımıza bir felâket gel, bunun cezasını siz g ö r 8. Uzaktan bir
polis filân görün, bana haber ver. 9. Otoyu o kadar hızlı sürme. Polis dikkat
etpara cezası kesebilir. gün kavgaya girişme, şimdi hapiste yatma,
annesi de üzülme Alelade bir olay. O esnada aşırı heyecanlanıp kavga
çıkarmaadamla pekâlâ anlaşabil

Abşırma Aşağıdaki tümceleri Rusçaya nakledin:


1. Başkanın asıl kızgınlığı otelci Hüsnü’ye idi. Üstünde frak olduğu için en
başa geçmiş, birdenbire bir önem almıştı. Frakı giyince kimse de ona «Geri
70
Air!» deyemiyordu. (A.N.) 2 Lokantanın dehşetli iş yaptığını söyledin.
Herif cuma günü gelince rezil olacağız! (A.N.) 3. Treni kaçıracağım
telâşından evden çıkarken çantamı unutmuştum. 4. Türkiye’ye gezi yapmak
fırsatı düşerse vallahi kaçırmam. 5. Gazeteme röportaj göndereyim
düşüncesiyle postaya yollandım. 6. O herifi yakalatıp hapse yatırtmak
lüzumunu (gereğini) çoktanberi duyuyoruz ama, bunu yaptırmak elimizde
(değildir. 7 .0 yıllarda iyi kötü küçük bir sermayem (param) olsaydı, bugün
ben de en azından birkaç yüzbin liralık adamdım! (O.K.) 8. Meselâ N.
Hikmet’in hayatına bakınız. Nâzım Türkiyede hayatını kazanmak için bin
bir çareye başvurur, gazetelere yazı yazar, tiyatrolara piyes hazırlar,
sinem aya rejisörlük yapardı. Şiirlerinde beş para kazandığını
hatırlanıyorum. (Z.S.) 9. Bir plaja gitseydiniz? — Sonunda öyle yaptım.
(A.N.) Bir gün sıkıldı:— Ben kitapların olduğu yere gitsem, dedi. (Ö.S.)

Alışırma Aşağıdaki parçayı Türkçeye geçiriniz:


Селим и Кямиль — два одноклассника, выпускники одной школы.
Селим был серьезным, воспитанным и немного хитрым мальчиком. Он
хорошо учился и всегда оказывался первым среди своих товарищей,
Кямиль — смелый, но резкий человек и большой упрямец. В школе он
был лентяем, на уроках бездельничал («ловил мух»). Селим его иноща
стыдил, но он не слушал.
Недавно на голову Кямиля обрушилась (пришла) беда. Между ним н
каким-то человеком возникла ссора. О подоплеке этого дела Кямиль
рассказывать не хочет. Кто-то кому-то дал несколько оплеух, к тому же
изо всех сил. Кого-то увезли в больницу, кто-то попал в полицейский
.участок. Если Кямиль попадет под суд и понесет тюремное наказание,
то положение его семьи ужасное. Особенно при нынешней дороговиз­
не жнзнн. Кямиль и сам не знает, как ему следует действовать. Чтобы
получить какой-то совет, он едет к Селиму. Кямиль говорит:
«Два года тому назад Селим с неизвестной мне целью уехал в Кыр-
шехир, и с тех пор я с ним не виделся. Сегодня утром я случайно увидел
fero, проезжая на трамвае по улице Мешрутийет, и, конечно, очень об­
радовался. Селим симпатичный парень высокого роста. Я его сразу от­
личу среди сотни людей. Если бы я крикнул и махнул рукой, он, вероят­
но, меня узнал бы. Но у меня отнялся язык — кричать в трамвае пока­
залось стыдно. От растерянности я не знал, что делать. Потом, наконец,
я пришел в себя и на следующей остановке сошел с трамвая. Однако
Селим не показывался. Проходя мимо одного кафе, я подумал: «Уж не
здесь ли он?» — и зашел внутрь. Но и там его не было. Значит, я его
упустил. Однако, поразмыслив, я сказал сам себе: «Селим — занятой
человек. Но вечером он должен быть дома. Зайду к нему, и все будет в

nest...

batman iftar saati 2021 viranşehir kaç kilometre seferberlik ne demek namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur özel jimer anlamlı bayram mesajı maxoak 50.000 mah powerbank cin tırnağı nedir