türklerde ekonomi ders notları / Sınıf Türk Kültür Tarihi Türklerde Ekonomi Ders Notu – funduszeue.info

Türklerde Ekonomi Ders Notları

türklerde ekonomi ders notları

Konu özeti

  • 1. Hafta: Kültür ve Medeniyet

    Türk Kültür Tarihi Dersine başlamadan önce kültür ve medeniyet nedir; kültür ile medeniyet arasında ne gibi farklar bulunmaktadır, bunları izah etmekte fayda vardır. Çünkü terimlerin manaları değişik olup, zaman zaman da kullanımlarında yanılgıya düşülüyor. Hakikatte bu konu üzerinde pek çok sosyal bilimci bir şeyler söylemesine rağmen, henüz ortak bir tanımın da oluşturulamadığını görüyoruz.

     

    Bilindiği üzere kültür, sosyolojinin en önde gelen kavramlarından biridir.  Buna değişik pek çok anlam verilmekle beraber, Latince kökenli bir kelimeden neşet eden kültürün manası “toprağın işlenmesi” demek olup; daha sonraları özellikle Batı dillerinde kazandığı anlam olan “yüksek dereceli bilgi, insan vücudunun ve ruhunun terbiyesi, sanat ve fikir eserlerinin geliştirilmesi” şekliyle Türkçemize girmiştir. Bir bakıma insanın her açıdan yetişmesi ve bu olgunluğunu ilerleterek, yaymasıdır.

     

    Kültür, umumiyetle insanların yaşama tarzları ve hayatlarını sürdürürken ortaya koydukları maddi-manevi bütün anlayışlardır şeklinde tarif edilmeye çalışılır. Bunun içine gelenek-görenek, töre, ahlakî kurallar, dinî, felsefî, edebî, iktisadî toplumsal müesseseler ve sanatsal zevkler ile insanı hayata bağlayan ve onu ayakta tutmaya yarayan ruhî ve fizikî değerler dâhil edilir.

     

    Bütün bunlar, kültürün daha çok toplulukların kendilerine has yaşayış ve davranışları olduğunu göstermektedir. Bununla birlikte kültür genellikle maddi unsurlar değil, manevi yapı olarak düşünülmektedir. Kültürel meselelerin izahı ve bu kelimenin tanımlanmasında, Türkiye’de en önde gelen ilim ve fikir adamı, ünlü Türk sosyologu Ziya Gökalp, kültür; bir milletin dinî, ahlakî, hukukî, ilmî, bediî, lisanî, iktisadî, teknik hayatlarının ahenkli toplamıdır, derken; kültürü herkes kendi bakış açısına göre, yukarıda çizilen ana çerçeve dâhilinde izaha çalışmaktadır.

     

    Her halkın kendine özgü bir kültürü vardır, diğer bir deyişle her kültür ayrı bir topluluğun temsilcisidir. Bunun gibi insanlık tarihine yaptıkları katkılar hâlâ Batılılarca inkâr edilmeye çalışılan Türk milletinin de dili, tarihi, edebiyatı, sanatı, dini, müziği, mimarisi, hukuk anlayışı ve olaylar karşısındaki davranışlarıyla kendine mahsus bir kültürü söz konusudur.

     

    Kültür gibi medeniyet de bizim dilimize yabancıdır ve Arapçadan geçmiştir. Bunun yerine “uygarlık” terimi kullanılmak istenmişse de, iki kelimenin birbirlerinin yerini tutmadığı da söylenmektedir. Buna bağlı olarak medeniyetin, kültürden biraz farklı anlam içerdiği ileri sürülür. Medeniyet, milletlerarası ortak değer seviyesine yükselen anlayış, davranış ve yaşama vasıtaları bütünüdür. Temelini ilim ve teknoloji oluşturur ki daha çok dışa dönüktür. Kültürler milli, medeniyet ise evrenseldir, denmekle beraber günümüzde medeniyetten anlaşılan; daha çok sanayileşme ile ortaya çıkan yeni ve daha iyi bir yaşama biçimine sahip olan topluluklar kastedilmektedir.

     

    Bu durumda; kültürlerin özel, medeniyetin genel olduğunu söylemek mümkündür. Medeniyetlerin ayrışma noktasında da çeşitlilikler görülür. Dine, coğrafyaya, hatta toplulukların etnik oluşumuna göre medeniyet tarifleri yapılırken, zamanımız itibarıyla belki iki medeniyetten söz açılabilir. Bu da; Doğu ve Batı Medeniyetidir. Her iki medeniyet de bir zamanlar kendisini üstün kılan taraflarını diğerine ihraç ettiğinden, birbirinden yararlanma yoluna da gitmiştir. Buna bağlı olarak, medeniyetler de saf değildir. Türk milleti her iki medeniyet dairesi içerisinde de bulunması itibarıyla, farklı bir konumdadır.

     

    Kültür ve medeniyet üzerindeki tartışmalar, Z.Gökalp’ten beri gündemde olup, bundan sonra da süreceği ortadadır. Ne olursa olsun, her kültür kendi öz vasfını korur ve ana yapı bir süreklilik taşır. Bunun da böyle bilinmesi gerekir.

     

    KONUNUN DEVAMI İÇİN OKUNMASI GEREKEN KAYNAK:

    funduszeue.info Saadettin Yağmur Gömeç, Türk Kültürünün Ana Hatları, 4. Baskı, Ankara


  • 2. Hafta: Türk Tarihi'ne Bakışımız

    Birtakım fikir ve ilim adamı milli menfaatlerimiz ve bugünkü bilgilerimiz ışığı altında Türk tarihi ikiye ayrılabilir diyor:

     

             1- Anayurttaki Türk tarihi.

             2- Yabancı illerdeki Türk tarihi.

     

             Anayurttaki Türk tarihinin en eski çağları yüzyıla kadar, Doğu Türk ilinde geçer. Bu Doğu Türk ili veya Türk yurduna Mogolistan ve Doğu Sibirya da girer. asırda, Selçuklularla beraber batıda ikinci bir anayurt daha kurulmuştur ki, bunun adı Türkiye’dir. Ama burası sanıldığı gibi Anadolu Yarımadasından ibaret değildir. Bu vatanın sınırlarına bugünkü Türkiye, Balkanlar, Kafkasya ve Azerbaycan, Irak ile Kuzey Suriye dâhil olmaktadır. Doğu Türk ili ve Türkiye tarihleri aralıksız bir bütün halinde halâ sürmektedir. Üstelik zaman zaman bu iki yurt Çingiz, Temür ve Osmanlı çağlarında birleşmişlerdir.

     

    Yabancı illerdeki Türk tarihi ise, Türklerin yerli ahaliler üzerinde üstünlük kurdukları devletlerin tarihidir. Bunlar devamlı olmamış, sonunda bu Türkler hükmettikleri milletlerin arasında erimişlerdir. Bunun çeşitli sebepleri vardır; en belli başlıcası nüfus hadisesidir. Yani sürekli harpler ve kırgınlardan eriyen ahaliye arkadan gelenlerle takviye yapılamamıştır. Mesela bugünkü Mısır devleti, Türk askerlerine dayanan bir hanedan tarafından kurulduğu halde, günümüzde Mısır tamamıyla bir Arap devletidir. Buna benzer olarak, Orta Avrupa’daki Avar ve daha sonraki Kuman-Kıpçak hâkimiyetleri gösterilebilir. Ne yazık ki Peçenekler ile Kumanlar ellerinde o kadar güç olmasına rağmen birlikte hareket edip, devlet kurma teşebbüsünde dahi bulunmadılar. Bu da Türk tarihinde üzerinde düşünülmesi gereken bir durumdur.

     

    Ayrıca burada şuna da değinmeyi faydalı görüyoruz ki; aşağı-yukarı bütün dinlerin kitaplarında bazı tarihi hadiseler anlatılır. Bunun yanı sıra Allah kavramı, yaradılışın sırları vs. hususlardan yola çıkarak, birtakım dini tarih felsefeleri ortaya koyup, bundan bir tarih metodu geliştirerek, bütün tarihi hadiselerin temeline din faktörünü yerleştirmenin de şahsi kanaatimizce doğru olmayacağını düşünüyoruz. Tıpkı Marksist tarih felsefecilerinin her şeyin sebebini sınıf çatışmalarına bağlamaları gibi.

     

    Tarih, sadece mazideki kahramanlık hikâyelerini ya da başarıları günümüze aktarmak olmamalıdır. Elbette bir millet tarihindeki şanlı sayfalar ile övünme hakkına sahiptir. Ancak yapılan hatalar ve yanlışlar da birer birer ortaya konup, bunların sebepleri açığa çıkarılırken, sonucunda toplumun neler kaybettiği ve hangi zarara uğradığının hesabı, müsebbiplerinden sorulmalıdır.

     

    Tarihimiz yalnızca zaferlerle dolu ve yaşadığımız dünya da toz pembe değil. Son üçyüz yıldır bilhassa komşumuz dediğimiz halklar başta olmak üzere, dünyanın bir ucundan kalkıp, vatanımızı işgale gelen devlet ve milletlerin katliamlarına maruz kaldık. En güvendiğimiz insanlar bizi sırtımızdan bıçakladı. Bunları yok saymak, tarih kitaplarında yazmamak veya düşmanlıkları unutturmaya çalışmak, Türk milletine yapılacak en büyük hainliklerden birisidir.

     

    Yusuf Has Hacib devleti bir aya benzetir. Ay doğarken önce küçüktür, sonra büyür ve yukarı tırmanır. Dolunay vaktinde her yere ışık saçar. Dolayısıyla bütün insanlık ondan istifade eder. Bu sırada zirvededir. Sonra tekrar küçülür ve görkeminin kaçtığını söyler. Yusuf Has Hacib’ten yıl kadar sonra yaşayan İbn Haldun’un görüşü de aşağı-yukarı böyledir. O da, devletin başlangıç tarihini gelişmeye doğru yürüyüş çağı şeklinde yorumluyor. İkinci devre ise, rahatlığın ve israfın bol olduğu bir dönemdir. Devlet hayatında üçüncü safha, yorulma ve yıpranma vaktidir. İhtiyarlık geldiğinde de yıkılma kaçınılmazdır. Görüleceği üzere her ikisi de benzer şeyleri söylediği halde, biz tarihçiler nedense hep İbn Haldun’u örnek verip, Yusuf Has Hacib’i dikkate almayız. Bu kendi değerlerimize ve bizden olanlara kayıtsızlığımızın göstergesidir.

     

             Bütün bunların ardından belki de bazı ilim adamlarının işaret ettiği üzere, Türk tarihini bir bütünlük içinde ele alabilmek için Kaşgarlı Mahmud nasıl batıdan doğuya doğru Türklerden bahsetmiş ise; biz de yüzyıllara göre Türk tarihini yazabiliriz. Çünkü Türk tarihinin Batılıların anlayışına göre oluşturulan çağlara bölünmesi meselesi hala tartışılmaktadır. Umumiyetle Avrupalıların kendi tarihlerini esas aldıkları bu tasnif çalışmasını, bizdeki eski tarihçiler olduğu gibi aktardıklarından birtakım sıkıntılar yaşanıyor. Bugün Türk tarihçileri hem bu hale karşı gözüküyorlar, hem de seneler evvel yapılan yanlışlıkları tekrarlamaktan geri durmuyorlar.

     

    Bu hakikat bir yana eğer Türk tarihi illa da bir çağ esasına göre ayrılacaksa, bu Türk Eski Çağı, Türk Orta Çağı, Türk Yeni Çağı, Türk Yakın Çağı vs. şeklinde olmalıdır. Tabiî ki bunların sınırlarının nerede başlayıp, nerede bittiği meselesini de uzman Türk tarihçileri halledecektir. Avrupa ve diğer dünya tarihleri ise belki ayrı ayrı ele alınmalıdır.

     

    Tanrı’nın yarattığı en mükemmel varlık olan insan hafızası, başına bir hastalık gelmediği müddetçe geçmişte yaşadıklarını unutmaz. Sadece kendi dününü değil, çevresindekileri ve içinde yaşadığı toplumun da hayat macerasını, nereden geldiğini merak edip, sorgular. İşte bu düşünüp, araştırma işini ilmi yöntemlerle yaptığınız takdirde tarih biliminin sahasına girmiş olursunuz.

     

    Her ne kadar son yıllarda üzerine fazla eğilinmese de, tarih elbette ki toplumların hayatında sürükleyici bir etkendir. Çocuklarımızı eğitim hayatının başlangıcından itibaren sıkmadan, ders çıkarıcı bir mahiyette milli tarihimizle tanıştırmak zorundayız. Çünkü millet olma şuuru, vatan sevgisi ve görev aşkı ancak tarihten alınan derslerle kazanılır. Millet dediğimiz olgunun tarifleri içerisinde zaten aynı dili, aynı ortak tarihi kaderi paylaşan insanlar yok mudur? Dolayısıyla bizi biz yapan değerleri, geçmişin acı-tatlı hatıralarını öğrenmek için tarih şarttır.

     

    Bunlardan sonra netice olarak söyleyebileceğimiz şey, Türk tarihi bir bütün içerisinde değerlendirilip, olayları buna göre yorumlamak milli menfaatlerimiz açısından tek çıkar yoldur. Yoksa hanedanlar arasındaki kavgalarla uğraşmaktan başka bir iş yapmaya zaman bulamayız.

    KONUNUN DEVAMI İÇİN OKUNMASI GEREKEN KAYNAK:

    funduszeue.info Saadettin Yağmur Gömeç, Türk Kültürünün Ana Hatları, 4. Baskı, Ankara


  • 3. Hafta: Türk Adı

    Bir milletin tarihi ve kültürü hakkında yapılacak araştırmaların ilk başlangıcı, elbette ki onun adıyla olmalıdır. Bugün dünya üzerinde üçyüz milyon civarında, “Türk” ismiyle anılan bir insan topluluğu yaşıyor. Bu muazzam kitleyi ifade eden adın ne manaya geldiği konusu ise yüzlerce yıldır ilim adamlarının ilgisini çekmiştir. İşte buna bağlı olarak Türk ismi hususunda çeşitli iddia ve fikirlerin ortaya atıldığını görüyoruz. Bu durum bir yana Türk tarihi ve kültürünün temel kaynaklarından Kök Türk harfli kitabelerde, bu ad Türk ve Türük  şekillerinde karşımıza çıkıyor. Bu yüzden bazı ilim adamları ismin ilk biçiminin tek heceli olduğunu söylerken, bir kısmı da iki heceli iddiasında bulunmaktadır. Fakat bizim bu konudaki düşüncemiz Türük formunun çoğul, yani “Türkler” manasına geldiği yolundadır.

     

    Orkun Yazıtlarında Türk’ün hem bir kavim adı şeklinde geçmesi, hem de kaganlığın tesisi hususunda: “Üze Kök Tengri asra yagız yer kılundukda ikin ara kişi oglı kılınmış. Kişi oglınta üze eçüm apam Bumın Kagan, İstemi Kagan olurmış; olurıpan Türük bodunıng ilin törüsin tuta birmiş, iti birmiş”[1], dendiği gibi yine aynı metinlerde:“Türük bodunıg atı-küsi yok bolmazın tiyin, kangım kaganıg, ögüm katunıg kötürmiş Tengri, il birigme Tengri, Türük bodun atı-küsi yok bolmazın tiyin özümin ol Tengri kagan olurtı”[2], cümlesi Türk denen bir halkın mevcutiyetine işarettir.



    [1] Bakınız, Köl Tigin Yazıtı, Doğu tarafı, ; Bilge Kagan Yazıtı, Doğu tarafı, “Yukarıda mavi gök, aşağıda yagız yer yaratıldıktan sonra, ikisinin arasında insan oğlu yaratılmış, insan oğlunun üzerine atalarım Bumın ve İstemi Kagan oturmuş; oturduktan sonra Türk milletinin ülkesini, töresini idare etmiş, düzenlemiş”.

    [2] Bakınız, Köl Tigin Yazıtı, Doğu tarafı, ; Bilge Kagan Yazıtı, Doğu tarafı, “Türk milletinin adı-sanı yok olmasın diye, İl-teriş Kagan’ı ve İl Bilge Katun’u yükseltmiş olan, İl veren Tanrı, Bilge Kagan’ı da tahta çıkarmıştır”.

    KONUNUN DEVAMI İÇİN OKUNMASI GEREKEN KAYNAK:

    funduszeue.info Saadettin Yağmur Gömeç, Türk Kültürünün Ana Hatları, 4. Baskı, Ankara

    funduszeue.info Saadettin Yağmur Gömeç, Türk Tarihinden İzler, C. IV, Ankara


  • 4. Hafta: Türk Yurdu

    Türk adı konusunda olduğu gibi, Türklerin anayurdu hususunda da araştırmacılar arasında tartışmaların hâlâ sürdüğünü söylemekte fayda vardır. Türklerin anavatanı diye gösterilen bölgeler içinde Altay Dağları, Tanrı Dağları-Kuzeybatı Asya sahası (bugünkü Kazakistan’ın doğusu ve İrtiş-Ural arası), Altaylar-Kırgız bozkırları bölgesi, Kingan silsilesi, Shan-si, Ordos ve Kansu toprakları dâhil olmak üzere Çin’in umumen kuzey tarafları ve Baykal Gölünün güney-batısı sayılmaktadır.

     

    Bununla beraber asrın başlarından beri Asya’nın çeşitli yerlerinde funduszeue.infoschmidt, funduszeue.infof, funduszeue.infov, funduszeue.infoov, funduszeue.info, funduszeue.infov, funduszeue.infov, funduszeue.infoştam, funduszeue.infoo, funduszeue.infoikov, funduszeue.infoova, L.R.Kızlasov, funduszeue.infoov, funduszeue.infoşev gibi ilim adamlarınca yapılan arkeolojik araştırmalar sayesinde artık Türk yurtları konusunda M.Ö. ’lerdeki durum hakkında bile en doğru tahminlerde bulunabilecek hale geldik. Hatta bilim adamları M. önce ’lere ait Türkmenistan’daki Anav kültürü ile Hindistan’ın kuzeyinde M. önce ’lerle tarihlendirilen Mohenjodaro kalıntılarında da Türk izlerini tespit ediyorlar. Buradaki insanların çoban oldukları, savaşlarda at ve madeni silah kullandıkları, kabileler şeklinde bölündükleri söyleniyor. Bu durum bir yana, Minusinsk (Mengü-su/Min-su) bölgesindeki Afanasyevo (M.Ö. ) ile bilhassa buraya yakın Andronovo kültüründe (M.Ö. ) ortaya çıkarılan “brakisefal beyaz ırk” iskeletleri, Türk soyunun proto-tipi olduğunu gösteriyor. Güney Sibirya havalisi kalıntılarını ve yazılı belgeleri incelediğimizde, buralarda yaşayan insanların düz burunlu, hafif çekik gözlü, çıkık elmacık kemikli, orta boylu, sağlam bünyeli ve kusursuz bir görünüme sahip oldukları anlaşılır. Ne bugünkü Avrupalıların tıpa tıp benzeri, ne de tamamen Mongoloid özellikler taşıyorlardı. Onların kendilerine has vasıflarına ancak “Türk Tipi” denilebilir.

    Ülke topraklarının kalabalıklaşan nüfusu besleyememesi, temel ekonomisi hayvancılığa dayalı bir toplumun sürüleri için gerekli, otu ve suyu bol arazilerin savaş pahasına aranması, ayrıca çevrede nüfus bakımından az olan bölgelere kayma, bu göçlerin temelini teşkil etmekle birlikte, Türk fütuhat anlayışının gereği olarak yurt değiştirmelere de rastlanıyordu. Bunu en güzel şekilde “güneşin doğduğu yerden battığı topraklara kadar Türk adaletini hâkim kılma” veya diğer bir deyişle “Kızıl Elma” ülküsüyle birleştirebiliriz. Bunu eski Türk inanç sistemiyle de özdeşleştirenler vardır. Tarihin derinliklerinden beridir Tanrı’ya bağlı bulunan Türkler, O’nun seçkin bir kavmi olduklarına ve Tanrı tarafından korunduklarına inanıyorlar, Türk hakanları Allah’ın dünya hâkimiyetini kurmakla kendilerini görevlendirdiklerini düşünüyorlardı. Ayrıca, Türklerin geninde bulunan bilinmeyen ufuklara doğru açılma, dünyayı yönetme, aralıksız ölüm-kalım savaşı içinde yaşama, her muvaffakiyetten sonra alınan haz gibi etkenleri de göz önünde bulundurmak lazımdır. 

    KONUNUN DEVAMI İÇİN OKUNMASI GEREKEN KAYNAK:

    funduszeue.info Saadettin Yağmur Gömeç, Türk Kültürünün Ana Hatları, 4. Baskı, Ankara


  • 5. Hafta: Türk Dili

    Türk yazı dilinin ne zaman ve hangi şartlarda meydana geldiği hakkında kesin bir şey söylenememekle beraber, son yıllara kadar Orkun Abideleriyle bu durum tarihlendirilmekteydi. Ancak, Kazakistan’da Esik Kurgan’ında çıkan bir tabağın altındaki yazıtın zamanı M.Ö. 5. yüzyıla kadar götürülünce, Türk yazısının ve yazı dilinin çok daha eskilere dayandığı ortaya çıkmaktadır. Bu durum bir yana, daha Milattan önce 1. asırda, Asya’da iken Türkleri anlatan Çince vesikalar ile yüzyıl olaylarından bahseden Latin-Bizans kaynaklarından öğrendiğimiz bilgilere göre; Karadeniz’in kuzey taraflarında yaşayan Hun-Türklerin arasında Hrıstiyanlığı seçenlerinin Türk dilinde kitaplarının olduğu, dini metinleri Türkçeye çevirdikleri haber veriliyor. Mesela Türklerden söz açan Arap yazarlar da; onların mabetleri ve yazı yazmak için alfabeleri vardır, diyor.

     

    Bunun dışında Türklerin köklü bir edebiyata da sahip oldukları bilinmektedir ki; özellikle başta bulunan Türk hükümdarları edebiyat ve sanata öncülük ettikleri gibi, sanatçıları da kollayıp, gözetiyorlardı.

     

             Türkler dünyada yazısı, yani kendilerine ait bir alfabesi bulunan ender milletlerden birisidir. Harflerin konumlarına bakıldığında, bunların günlük hayatta kullanılan birtakım nesnelere benzediği anlaşılır ki, çoğu tamgadır ve alfabedeki harflerin neredeyse otuza yakını bu şekildedir. Yazı sistemlerinin ortaya çıkışında ise, umumiyetle ideogram (düşünceyi ifade eden resim), piktogram (bir kavram veya nesnenin resimle anlatılması), tamga (düşünce veya nesneyi belirleyen işaret), hece, yarı hece ve alfabe şeklinde bir gelişmeden bahsedilir. Dolayısıyla Türkler bu harf tamgaları batıya göçerken beraberlerinde getirmişler ve onları gündelik hayatlarının pek çok yerinde kullanmışlardır.

    Tarihleri boyunca Türkler kendi milli alfabeleri dışında Çin, Sogd, Arap, Yahudi, Latin-Bizans vs. milletlerin yazılarını da kullandılar; ama bunlara bazan harfler ekleyip, bazan çıkardılar. Bunun gibi Uygur Türkleri de Sogd menşeili olduğu belirtilen bir alfabeyi geliştirdiler ve kendilerinin dışındaki birtakım toplulukların da kullanmasına aracı oldular. İşte bunlardan Mogollar, Uygurlara son vermekle beraber, onların kuvvetli kültürlerinden etkilenerek Uygur yazısını aldılar. Nihayet Uygur katipleri ve devlet adamları bütün sivil idareyi ellerine geçirdiler. Çingiz Han’ın torunları zamanında Maveraünnehir, Horasan ve Irak’taki defterdarların çoğu Uygurlardandı. Bugün Mogol milletinin alfabesi hâlâ milli Uygur Türk yazısıdır. Ayrıca Uygurların kitapları kağıt üzerine yazılıp, basılıyordu. Bu, Çin kağıdından farklı idi. Uygurların kendi kağıt imal şekilleri olduğu da bir gerçektir. 9. ve yüzyıllarda Çinlilerin blok baskı ile çoğaltma tekniğinden değişik bir baskı sanatı bulmuşlar, sert ağaçtan tek tek, hareketli Uygur harfleriyle kitap basmayı ilk olarak onlar başarmıştır. Türkistan’daki çeşitli kazılar sonucunda, torbalar içerisinde böyle harfler ele geçirilmiştir. Uygur Türklerinin bu şekilde kağıt ve matbaa usullerindeki yenilikleri, insanlığın ileri gitmesi vasıtalarından biridir.

    KONUNUN DEVAMI İÇİN OKUNMASI GEREKEN KAYNAK:

    funduszeue.info Saadettin Yağmur Gömeç, Türk Kültürünün Ana Hatları, 4. Baskı, Ankara

    funduszeue.info Saadettin Yağmur Gömeç, Türk Tarihinden İzler, C. II, Ankara
  • 6. Hafta: Sosyal Yapı

    Eski Türklerin içtimai vaziyeti hakkında şimdiye kadar ortaya konulan tanımlamalarda uzlaşma sağlanamadığı bilinen bir gerçektir ve ilim adamlarının bu hususta çok farklı görüşleri vardır. Bununla beraber, milletleri iyi anlayabilmenin yollarından birisi de, o toplulukların sosyal yapısını öğrenmeye bağlıdır. Biz, Türklerin içtimai durumunu belirlemede en güvenilir yol olarak, yine Türkçe belgeleri görmekteyiz. Bunların başında da Kök Türk metinleri gelmektedir. Çünkü Kök Türk devlet teşkilatı ve sosyal yapısı kendinden sonrakilerin hepsine temel oluşturur. Kök Türk Yazıtlarına baktığımızda ise, Türk içtimai hayatını ifade etmek için şu terimlere rastlıyoruz. Bunlar sırasıyla;

            

    1- Oguş (aile)

             2- Urug (aileler birliği)

             3- Bod (boy, kabile)

             4- Bodun (boylar birliği)

             5- İl (müstakil topluluk, devlet)

    KONUNUN DEVAMI İÇİN OKUNMASI GEREKEN KAYNAK:

    funduszeue.info Saadettin Yağmur Gömeç, Türk Kültürünün Ana Hatları, 4. Baskı, Ankara


  • 7. Hafta: Eski Türklerde Devlet

    Bilim adamları il olmak için bazı şartların gereklerini ileri sürmektedirler ki, onlar da şunlardır: a- Bağımsızlık. İl, yani devlet düzeyine erişmek için herşeyden önce o toplumun hür olması lazımdır. Gerçi bugün bağımsızlık kavramı biraz değişmiş gibiyse de, eski Türk devleti tam manasıyla hürdü. Bulundukları coğrafya neresi, girdikleri kültür ve medeniyet çevreleri ne olursa olsun eski Türk ilinin temel yapısı bağımsızlıktır. Hiçbir kurum, kuruluş ve düşünceye eski Türk Devletinin istiklalini bırakmadığı ortadadır. İdare edenlerle yönetilenler aynı anlayış içerisinde bulunduklarından dolayıdır ki, Türk devleti ve milleti bugünlere gelmiştir. Kiçik Kutlug Alp Yabgu’nun, Kür Şad’ın, Enver Paşa’nın, Şahin Bey’in şehadetleri hep bu büyük milletin bağımsızlığı içindir. İşte bu yüzden tarih, kahramanların hayat hikâyesidir diyoruz.

            

    Bununla beraber eski Türk sosyal yapısının birtakım özellikleri de onun bağımsız yaşamasına yardımcı oluyordu. Herşeyden evvel Türkler toprağa bağlı, çiftçi bir millet değildi. Konar-göçer olduklarından, çok menfi şartlar teşkil ettiğinde yeni topraklara ve hür yaşama imkânı bulduğu yerlere göçüyorlardı. Konar-göçerlik birçok bakımlardan yerleşik topluluklardan daha üstün vasıfları ve meziyetleri olan bir yaşama tarzı idi. Başta hayvan yetiştirmek, ehlileştirmek, şüphesiz bitkilerin ekilmesinden, hasatından daha zor, emek, enerji ve tecrübe isteyen üstün bir sanattı. İş yalnız ehlileştirmekle bitmez, hayvanlara durmadan otlak peşinde yeşillik aranır, yedirilir ve bu çabaya karşılık süte, ete ve yapağıya kavuşulurdu. Esasında onlar kimseye ihtiyaç duymadan kendi kendilerine yetebilecek bir ekonomi ve geçim yolunu kurmuşlardı. Dışarıya sadece kıtlık, salgın hastalık veya diğer tabi felaketlerde muhtaçtılar. Bu meşakkatli ve güç yaşayış içerisinde, çobanlık mahareti ile birlikte askerlik kabiliyetleri artar, sorumluluk, ileri görüşlülük, fiziki ve ahlaki gelişmeler kuvvet kazanırdı. Anlaşılacağı üzere onların kültür seviyeleri düşük değildi. Dolayısıyla bazı toplumbilimcilerin göçerler hakkında ortaya attıkları fikirlerin artık önemi kalmamıştır.

    KONUNUN DEVAMI İÇİN OKUNMASI GEREKEN KAYNAK:

    funduszeue.info Saadettin Yağmur Gömeç, Türk Kültürünün Ana Hatları, 4. Baskı, Ankara


  • 8. Hafta: Eski Türklerde Hükümet

    Türk tarihiyle ilgilenen pekçok kişinin bildiği üzere Kök Türk ve Uygurlar devrinde olduğu gibi, eski Türk devletinde siyasi iktidar “kut”kelimesi ile ifade edilmiştir, ki bunun kökeni ta Türk-Hunlar çağına kadar inmektedir. Çünkü Türk tarihinin bilinen ilk büyük hakanı Börü Tonga (Tokta/Mo-tun) Yabgu’nun unvanı Türkleri anlatan en eski belgelerin başında gelen Çin yıllıklarında Tengri Kut diye geçmektedir. O, bizzat Çin imparatorluğuna yazdığı bir mektubun girişinde kendisine; “Tanrı tarafından tahta oturtulmuş Hun kaganı” diyordu. Yani eski Türk düşüncesinde Tanrı’nın bahşettiği Kut’un sahibi olan devletin de hâkimi idi. Köl Tigin ve Bilge Kagan Yazıtlarında; “Tengri yarlıkadukın üçün, özim kutım bar üçün” (Tanrı bağışladığı ve kendi devleti (talihi-kısmeti) var olduğu için)[1], hakanların tahta çıktığına vurgu yapılıyor. Buradan da anlaşıldığı üzere, Bilge Kagan’a devlet Tanrı tarafından bahşedilmiştir. Kök Türk tarihinden hatırlayacağımız gibi, İl-teriş Kagan’ın ölümünden sonra belki de kısa bir müddet devletin başına geçen İl Bilge Katun’un iktidarı da “kut” ile şöyle açıklanmaktadır: “Umay teg ögüm katun kutınga inim Köl Tigin er at boltı” (Umay’a benzeyen annem katunun devleti (kutu) sayesinde, küçük erkek kardeşim Köl Tigin er adını aldı)[2].

     

    Eski Türkçede kut kelimesinin manası “devlet, ikbâl, saadet, ruh, baht” gibi anlamlara gelmektedir. Menşe bakımından Farsçada aranan “kut” teriminin Avrupa literatürüne “majeste” şeklinde geçtiği söylenmekle beraber bu hüküm kesin değildir. Kök Türk Yazıtlarına baktığımızda, “kut” ve “kutluluk” Türk kaganlarına, dolayısıyla hükümdar ailesine ve kişilere Tanrı tarafından bağışlanmaktadır. Türk kültür tarihinin abidelerinden birisi olan Kutadgu Bilig’de kut’un mahiyeti aşağıdaki cümlede çok güzel bir şekilde açıklanmıştır: “Fazilet ve kısmet kutdan doğar, beyliğe giden yol ondan geçer, herşey kut’un eli altındadır”.



    [1] Bakınız, Köl Tigin Yazıtı, Güney tarafı, 9; Bilge Kagan Yazıtı, Kuzey tarafı, 7. satır.

    Bakınız, Köl Tigin Yazıtı, Doğu tarafı, 29; Bilge Kagan Yazıtı, Doğu tarafı, “anta kisre Tengri yarlıkaduk üçün, kutım bar üçün, ülügim bar üçün”.

    [2] Bakınız, Köl Tigin Yazıtı, Doğu tarafı, satır

    KONUNUN DEVAMI İÇİN OKUNMASI GEREKEN KAYNAK:

    funduszeue.info Saadettin Yağmur Gömeç, Türk Kültürünün Ana Hatları, 4. Baskı, Ankara

    funduszeue.info Saadettin Yağmur Gömeç, “Kagan ve Katun”, DTCF Tarih Araştırmaları, Sayı 29, Ankara


  • 9. Hafta: Eski Türklerde Ordu

    Ordu kelimesi eski metinlerde “ortu” biçiminde geçmekte olup, manası bugün de kullandığımız şekliyle, bir şeyin ortası, temel, merkez, başkent, ordugâh demektir.

     

    Bunun yanısıra Türk tarihine ait kaynaklardan öğrendiklerimize göre; savaş ve ordu komutanlığı sadece erkeklerin işi değildi. Kadınlar da birliklere veyahut ordulara kumanda edebildikleri gibi, at üstünde okları, yayları ve kılıçları olduğu halde harplere katılıyorlardı. Eski Türk ordusunda kadınların askeri birlikler içerisinde görev almalarına çok eski çağlardan itibaren rastlanmaktadır. Evvelce de belirtildiği üzere 4. asrın başlarında Ordos’un güneyinde, Türk-Hun Devletinin bir devamı gibi ortaya çıkan Chao hanedanının son yabgularından birisi olan Ulug Tonga (veya Bars/Shih-hu), özel seçilmiş bin kişilik bir kadın gücü meydana getirmişti. Bunlara önce yaya, sonra at üzerinde ok atmayı ve kılıç kullanmayı öğrettiğine dair bilgiler mevcuttur. Bu durum Türk kadınının devlet ve sosyal hayat içine ne kadar erken çağlarda girdiğini göstermesi bakımından mühimdir. Bunun dışında Delhi Türk sultanlarından Rükneddin Firuz’un kızı Celaleddin Raziye hakkında bilgi veren İbn Batuta; “o, yay kuşanmış ve maiyeti etrafında bulunduğu halde erkek gibi ata biner ve yüzünü örtmezdi” diyor. Ayrıca Anadolu’daki Dulkadırlı Beyliğinin de onbinlerce kadın suvarisinden söz edilir.

     

    Özellikle harp, Türkler için bir sanat halini almıştı. Meşhur Manas Destanı’nda: “Yiğitler yastıkta değil, şerefleri için savaşta ölürler”, deniyor. Dolayısıyla onlar için yatakta ölmek en büyük yüz karasıydı.

     

             Türk milletinin tarihinde ilk sistemli ordunun büyük Hun kaganı Börü Tonga (Tokta/Mo-tun) tarafından kurulduğu zaman zaman ilim adamlarınca ileri sürülüp, böyle bir kanaat hasıl olmuşsa da, bu doğru değildir. Türklerden haber veren en eski vesikalara baktığımızda, M.Ö. ’lerden itibaren askeri birliklere sahip olan Türklerin, bu güçleri sayesinde mütemadiyen Çin sınırlarına taarruzları söz konusudur. Eğer düzenli bir orduları bulunmasaydı, Çin imparatorluğu Türklere karşı M.Ö. 9. asırdan itibaren yapımına başlanan ve yüzyılın ikinci yarısına kadar inşası süren Çin Seddi’ni meydana getirmek zorunda kalmazdı.

    KONUNUN DEVAMI İÇİN OKUNMASI GEREKEN KAYNAK:

    funduszeue.info Saadettin Yağmur Gömeç, Türk Kültürünün Ana Hatları, 4. Baskı, Ankara

    funduszeue.info Saadettin Yağmur Gömeç, Kök Türk Tarihi, 5. Baskı, Ankara


  • Hafta: Eski Türklerde Hayvancılık

    Bilindiği üzere konar-göçerlik esasen iklim şartlarına bağlı olarak insanların yer değiştirmeleri ve konaklamalarıdır. Türklerin yaşadıkları coğrafyada M. önce ’lerden itibaren şekillenen bu hayat tarzı çok zor tabiat özellikleriyle iç içe olduğundan, kendileri de sanki birer çelik gibiydiler. Ondört-onbeş yaşlarından itibaren de birer yiğit gibi savaşlara katılıyorlar, sağ kalırlarsa hayatlarını sürdürüyorlardı. Dolayısıyla bu açıdan bakıldığında, takdir edilmesi gereken yaşayışları vardı. Toplum içerisinde herkes vazifesinin ne olduğunu biliyor, ama yine de aralarında sıkı bir yardımlaşma gerçekleşiyordu.

     

    Türklerin temel geçim vasıtası hayvan yetiştiriciliği olup, bu ise üç açıdan mühimdir: Birincisi başlıca gıda maddesidir. İkincisi ticaret malı, üçüncüsü de nakil vasıtasıdır. Bu insanlar özellikle bahar ve yazları otu, suyu bol olan yüksek yaylalara göçerek hayvanlarını beslemekle beraber, ırmak boylarında ve sıcak ovalarda da yerleşerek buralarda ziraat yapıyorlar, bu yüzden kışları umumiyetle korunması kolay mahallerde geçiriyorlardı. Burada şunu da açıklamakta fayda vardır: Yazları alçak yerlerde vakit geçirmek zordur. Çünkü sivri sinek, tatarcık, at sineği gibi haşaratlar hayvanları rahatsız eder. Dolayısıyla hayvancı Türk baharda, sürüsünü dağ yamaçlarının güneşe bakan taraflarında otlatır. Buralarda kar yığınlarından sızan sular vasıtasıyla otlar daha boldur.

     

    Tabiî ki bu yaptıkları iş gelişi-güzel ve plansız değildi. Göç hareketleri de mutlaka baştaki aşiret beyi ve aksakalların rızasıyla gerçekleşmekteydi ve bey önceden “göç” diye bu mutlu günü tebasına haber veriyordu. Aşiretin en güzel ve evlenme çağına gelen kızına katara baş olması söylenirdi. Bu saatten sonra erkeklerce bacı gözüyle bakılan kız, artık delikanlılarca gönlü çalınacak bir sevgili olurdu. Göç günü yaşlı-genç mümkün mertebe yeni elbiselerini giyerlerdi. Evvelden pusatlar temizlenir, atlar ve develer yolculuğa hazırlanırdı. Gece yarısı obanın en yaşlısının önderliğinde yola çıkılıyordu. Dolayısıyla yaylacılık Türk kültür hayatında son derece önemlidir ki, buna bağlı olarak halk edebiyatının da ana unsurları arasına girmiştir.

     

    Ayrıca yaylaların muayyen sınırları olup, kabilelerin başkasının arazisine girmediğini biliyoruz. Onlar sadece kendilerini düşünerek bütün otlakları tüketme hakkına da sahip bulunmuyorlardı. Hatta mevsim durumlarına göre dahi bu mekânlar tespit ediliyordu ki; bunlar yazlık (yaylak), kışlak (ovalık), güzlük (sonbaharlık) ve köklev (ilkbaharlık) şeklinde ayrıldığı gibi; Türkmenler mevsimleri bahar: ilk bahar, orta bahar, son bahar; yaz: ülger, terazi, kuyruk, buhur; güz: ilk güz, orta güz, son güz; kış: kara kış, zemheri, zemheri yamacı biçimine bölüyorlardı.

     

             Bununla birlikte eski Türklerin beslediği hayvan türlerinin en başta gelenleri at ve koyun idi ki, bu tür hayvancılığın izlerinin Türklerin hayatında M. önce ’lerden beridir olduğu da söylenmektedir. Hatta Andronovo kültüründe birkaç tür ata rastlanmıştır. Koyun ve keçi onların en önemli varlığıydı. Bazan öyle iri ve uzun bacaklı koyunlar oluyordu ki, bunlar bir araba tekerini bile sürükleyebiliyorlardı. İyi beslenmiş ve yetiştirilmiş at, koyun, keçi, deve, öküz, inek, geyik, kotuz (yak) gibi hayvan sürüleri için “sekiz adaklıg barım” diyorlardı[1]. Netice itibarıyla zengin veya fakir herkesin bir miktar hayvanı mevcuttu, ama elbette bunun içinde atın yeri bambaşkaydı.

     

    Dolayısıyla Türk sosyal hayatını incelediğimizde atçılık biraz daha ön plana çıkar. Genellikle ailelerin sahip olduğu bu hayvanların sayısı onbinler, hatta yüzbinlerle ifade edilmektedir. At sadece eti, sütü ve derisi (ki bu süt Türk’ün birinci içeceği kımızın hammaddesidir) için değil, aynı zamanda bir savaş vasıtası olarak yetiştiriliyordu. Bu açıdan bakıldığında ekonominin de temel taşlarından birisi olduğu gibi, askeri ihtiyaç teşkil ettiğinden önemi tartışılmazdır.

     



    [1] Bunun için bakınız, Bay Bulun I Yazıtı, Elegeş I Yazıtı ve Begre Yazıtı.

    KONUNUN DEVAMI İÇİN OKUNMASI GEREKEN KAYNAK:

    funduszeue.info Saadettin Yağmur Gömeç, Türk Kültürünün Ana Hatları, 4. Baskı, Ankara

    funduszeue.info Saadettin Yağmur Gömeç, “Konar-Göçer Türklerde Ekonomik Hayat”, SDÜ. Sosyal Bilimler Dergisi, funduszeue.info Kemal Göde Armağan Sayısı, Isparta


  • Hafta: Eski Türklerde Ticaret ve El Sanatları

    El sanatları açısından da çok yetenekli olan bu insanlar, madene ve ağaca istedikleri şekli verebildikleri gibi ondan masa, sandalye, yatak, perde, dolap, sepet ve kap-kacak türü eşyaları yapabiliyorlardı. Orta Asya’nın çeşitli yerlerinde gerçekleştirilen kazılarda bunlar ortaya sık sık çıkarılıyor. Mesela Hazar şehirlerinden Sarıg-el’de (Sarkel) çanak-çömlek ve çeşitli maden işleme atölyeleri mevcuttu. Dünya masa, sandalye, koltuk, karyola türü tahta yatakları Türklerden öğrendi. Bu ahşap malzemeleri, sahip oldukları ormanlardan elde ediyorlardı. Ormanlar aynı zamanda ok, yay ve kargı gibi silahları için de ham madde kaynağıydı.

     

    Bu kullandıkları eşya ve giyeceklerini çok güzel hayvan ve bitki motifleriyle donatıyorlardı. asrın başlarında, Temür Beg’in nezdine yollanan İspanyol elçisi Claviyo bir merasim sırasında, Semerkant’taki Temür’ün otağını anlatırken hayranlığını gizleyemiyor. Ayrıca buradaki çadırlardan birisinin üzerinde çok büyük, kanatları açılmış, gümüşten bir kartal olduğunu; biraz aşağıda yer alan bir çadırın tepesinde de son derece sanatkârane bir tarzda, sanki kartaldan korkup kaçan, kanatları yine açık ve yüzleri kartala dönük, gümüşten yapılmış üç şahin suretini tarif eder. Bu kartalın sanki şahinlerin üzerine çullanacakmış gibi tasvir olunduğunu yazar. Bu muhteşem sanatı şehir ve saraylarında da en harika biçimde uyguladılar. Mesela Hun-Hsia hükümdarı Tengriken Boncuk’un (He-lien P’o Po) yaptırdığı saraylardan birinin sütunları tahtadan ve gök kuşağını andıran bir biçimdeydi. Çatısı adeta kuşun uçarken kanatlarını açtığı şekle benziyordu. İçindeki yazlık ve kışlık odalar birbirinden boncuk kapılarla ayrılırdı. Odaların içerisinde yerleştirilmiş olan ayna sistemiyle, etraf o kadar güzel aydınlanıyordu ki, dışarısı gece mi, gündüz mü bilinemiyordu. Bunlar ince bir sanatın ürünüydü.

    KONUNUN DEVAMI İÇİN OKUNMASI GEREKEN KAYNAK:

    funduszeue.info Saadettin Yağmur Gömeç, Türk Kültürünün Ana Hatları, 4. Baskı, Ankara

    funduszeue.info Saadettin Yağmur Gömeç, “Konar-Göçer Türklerde Ekonomik Hayat”, SDÜ. Sosyal Bilimler Dergisi, funduszeue.info Kemal Göde Armağan Sayısı, Isparta


  • Hafta: Eski Türklerde Ziraat

    Eski Türklerde ticaret gibi tarıma da büyük önem verilmesinin en güzel örneği, senesinde Kıtanların isyanında Türklerin Çin’e yardım etmesi vesilesiyle görülür. Büyük Türk hükümdarı Kapgan Kagan (), ayaklanmanın bastırılması için imparatoriçe Wu’ya yardım teklifinde bulundu. İmparatoriçenin bu öneriye sıcak bakması üzerine, ’da Kıtanlara ağır bir darbe indirdi. Kıtan beyi öldürüldü ve onlar Türk kaganlığının vassalı durumuna geldiler. Bu yardıma karşılık Türk kaganı, tebasına dağıtmak üzere Çin’den üçbin adet tarım aleti, beşbin kilo demir, sekizbin kilo tohumluk darı ve Çin arazisinde bulunan Türklerin iadesiyle, Ordos bölgesinin yönetimini istedi. Bu talepler red olununca, Çin’e büyük bir akın düzenledi ve binlerce tutsak aldı. Herşeyden önce bunların yapılmasındaki gaye, Türk ülkesinin tahıl ve tohum ihtiyacını karşılamakla beraber, ziraat araçlarının temini hedefleniyordu.

     

    Evvelce de sık sık değindiğimiz üzere eski Türk devletinde halkın karnının doyurulabilmesi savaş gelirleri ve hayvancılıkla sınırlanmamaktaydı. Yerine göre savaşılamayacak ve harp ganimetleri alınamayacak zamanlar görülebileceği gibi, hayvanların da toptan telef olması gibi durumlar ortaya çıkabilirdi. Nitekim Börü Tonga (Tokta/Mo-tun) Yabgu’dan sonra Türk-Çin savaşları sıklaşınca, onların ziraat yapmak zorunda kaldıklarını bizzat Çin belgeleri zikretmektedir. İlk çiftçilik tecrübelerini de herhalde bu yerleşik kavimlerden öğrendiler. Dolayısıyla toplum refahının ve hayatiyetinin sürdürülebilmesi amacıyla bunlara ilave bir seçenek olarak tarım, ticaret, el sanatları da ekonomide önemli bir yere sahipti.

    KONUNUN DEVAMI İÇİN OKUNMASI GEREKEN KAYNAK:

    funduszeue.info Saadettin Yağmur Gömeç, Türk Kültürünün Ana Hatları, 4. Baskı, Ankara

    funduszeue.info Saadettin Yağmur Gömeç, “Konar-Göçer Türklerde Ekonomik Hayat”, SDÜ. Sosyal Bilimler Dergisi, funduszeue.info Kemal Göde Armağan Sayısı, Isparta


  • Hafta: Eski Türklerde Şehir Hayatı

    İklim ve tabiatın özelliğine göre barınaklar şekil almaktadır. Orman ve ağacın bol olduğu yerlerde tahta, kurak bölgelerde kerpiç veya taş evler ön plana çıkmakta idi. Onlar başlarını soktukları mimari yapıdaki bu ev yahut çadırların etrafını çitlerle korumaktaydılar ki, bu da genellikle yaşanılan mekana ilk zamanlarda yırtıcı hayvanların girip, canlılara ve sağa-sola zarar vememesi için alınan bir tedbirdi. Elbette bozkır hayatının zorlukları karşısında pratik çözümler üreten Türkler, konar-göçer olmaları hasebiyle de barınaklar ve içindekilerin kolayca taşınabilirliğini göz önünde tutmuşlardır. Yani çadır, kerekü, kerim, ker veya çok basit şekildeki çergeler ile tahta evlerin hayvan veya arabalarla rahat taşınmaları gerekmekteydi. Bunların yöreye göre ufak-tefek farklılıkları var idiyse de, içinde kullanılan eşya ve süslemeler hemen hemen aynıydı.

     

    Bununla birlikte Uygur Kaganlığının esas başkenti Orkun Irmağı kıyısındaki Karabalgasun, yani eski Ordu Balık şehriydi. Burada çadırların yanısıra, ahşap ve tuğladan binalar da yer alıyordu. Arapça kaynaklarda demirden yapılmış oniki büyük kapısına ve içerisindeki dükkanlara da işaret olunuyor. Bu şehrin Çin’den gelen prensesler için kurulduğu gibi birtakım saçma iddialarda bulunanlar varsa da, mimari özelliğine baktığımızda iskân bölgesinin ortasındaki kagan sarayı bir surla çevrilmiştir. Merkezin ana girişi doğu yönünden olup, etrafıyla beraber yaklaşık 50 km²’lik bir alana yayılmış idi. Elbetteki bu ve diğer şehirlerin hepsi bir plan dâhilinde yapılmaktaydı. Umumiyetle bunların mimarileri incelendiğinde, şehrin ortasında bir hükümdar veya han sarayının olması muhakkaktı ki; bunlar da bir iç duvar ile çevrelenmekteydi. Daha sonra bu bölgeyi ele geçiren Mogollar da aynı yeri kendilerine başkent seçmişlerdir. Çingiz Han’ın ordugâhı Karakurum, Karabalgasun’un hemen bitişiğindedir.

     

    Yine Uygurlara ait bugünkü Doğu Türkistan’da Turfan civarındaki surlarla çevrili Koço veyahut da İdi-kut şehri de anılmaya değer. Bu coğrafyadaki Türk döneminin önemli kent merkezleri arasında Beş Balık da bulunuyor ki, Kaşgarlı Mahmud bu kent hakkında, “Uygurların en büyük şehridir” diyor. Burası için tarihte Türk, Çin ve Tibet mücadelelerinin ne kadar şiddetli geçtiğini de bilmekteyiz.

     

    Bundan başka kaynaklarda Han Balık, Hazaran, Sarıgşın, El-beyza gibi adlarla da anılan İdil şehri birkaç parçadan meydana geliyordu. Bir kısmında tüccarlar ve Müslümanlar yaşarken, kentin içinde pazarlar, hamamlar, sinagoglar, kiliseler, medreseleriyle beraber otuz kadar mahalle, hakanın sarayından daha yüksek minaresi olan bir Cuma mescidi vardı. İdil (İtil) Nehrinin her iki yakasında da yerleşilen bu şehirde, İdil’in bir yanından öbür tarafına ulaşım teknelerle sağlanıyordu. Mesela deniz kenarındaki Semender’den söz eden Müslüman yazarlarda, şehrin içinde çok miktarda asma bahçesinin olduğu kayıtlıdır.

     

    Ayrıca İdil’de bulunan Bulgar ve Saray şehirleri de pek ünlü idi. Bulgar’a 50 km kadar uzaklıkta bir Suvar kentinden de söz olunmaktadır. Kaşgarlı’nın “herkesçe tanınan bir Türk şehri” dediği ve İdil’in sol sahilindeki Bulgar harabelerinden, burasının tuğla ve taştan yapılmış bir kent olduğu; içerisinde kişiyi barındırabildiği ve ortasında bir han sarayının yer aldığı anlaşılıyor. Söz konusu şehir Ortaçağların en önemli ticaret merkezlerinden biriydi. Rubruck Seyahatnamesinden öğrendiğimize göre, Batu Han tarafından inşa ettirilen Saray şehri de pek güzeldi. Mesela Karluk-Türgiş çağına ait Çu bölgesindeki kentlerin umumiyetle etrafı kerpiç veya ağaç surlarla da çevriliyordu. Dolayısıyla konar-göçer hayat tarzı ve eldeki malzemenin yapısı gereği olarak doğan eski Türk şehirlerinin bulundukları mevki ve konumları hem hayvancılığa, hem de ziraata müsaitti. asırlarda Divanü Lûgat-it-Türk’te geçen Oguz şehirlerinden Sabran (veya Savran), Sıgnak, Otrar (yahut Farab), Sayram, Semerkant ve Kaşgar gibi şehirler de meşhurdu. Arap coğrafyacılarının ve tarihçilerinin eserlerinde onlarca Türk kentinin adı geçmektedir.

    KONUNUN DEVAMI İÇİN OKUNMASI GEREKEN KAYNAK:

    funduszeue.info Saadettin Yağmur Gömeç, Türk Kültürünün Ana Hatları, 4. Baskı, Ankara

    funduszeue.info Saadettin Yağmur Gömeç, “Konar-Göçer Türklerde Ekonomik Hayat”, SDÜ. Sosyal Bilimler Dergisi, funduszeue.info Kemal Göde Armağan Sayısı, Isparta


  • Hafta: Kök Tengri İnancı'nın Genel Çerçevesi

    Her dinde bir tapınılan Tanrı ve bu Tanrı’ya ulaşmak için de bazı ibadet şekillerinin olduğu bir gerçektir ve eski Türk inanç sisteminde de, herhalde Tanrı’nın birliğini kabul, namaz, kurban, oruç, hacc, ahirete iman, zekat ve sadaka gibi birtakım farzlar ile ona kulluk borcunu ödeme yolları var idi. Bununla beraber İslamiyetten evvel ortaya çıkmış Hrıstiyanlık, Yahudilik vs. Hâk dinlerin genel ilkeleri bile bugün ilk vahiy hallerinin çok dışında olduğu bir zamanda, elbette herhangi bir biçimde yazılarak günümüze ulaşmayan eski Türk dininin nasıl tatbik edildiğini tespit çok zordur.

     

    Bunun yanısıra yazılı ve sözlü kaynaklara baktığımızda, eski Türklerin tabiatta bazı gizli kuvvetlerin varlığına inandıklarına dair bir takım bilgilere de rastlamak mümkündür. Çünkü bunlar onlara göre kutsal (yani ıduk) idiler. Tabiat güçleri ve varlıklarına itikat ile hürmet ise, hemen hemen bütün halk dinlerinde mevcuttur. Dolayısıyla fiziki çevrede bulunan dağ, deniz, toprak, ırmak, ateş, fırtına, gök gürültüsü, ay, güneş, yıldızlar gibi tabiat şekillerine ve hadiselerine karşı hayret ve korkuyla karışık bir saygı hissi eskiden beri olmuştur. Hatta bu tabiat olaylarının, din düşüncelerinin kaynağının ortaya çıkışındaki etkisine bile değinilir. Ama bunların içinde tapınılan tek bir yüce Tanrı varlığını hiçbir zaman unutmamak gerekir. Yani, insanlar bazan kendi yaptıkları nesneleri, bazan da yukarıda değindiğimiz üzere tabiat varlıklarını Tanrı yerine koymaya kalksalar da, onların arasında daima bir büyük yaratıcı veya koruyucuya inanmışlardır. İşte buna binaen mesela ziraatçı kavimlerde daha çok bereket tanrıları olarak bazı kuvvetler bulunur. Savaşçı kavimlerde ise, zafer tanrıları birinci plandadır. Çoban topluluklarda hayvanların yavrulaması veya koyun kırkma zamanlarında özel törenler düzenlenirdi. Netice itibarıyla tabiat ve felsefi dinlerin bu gibi mahalli özelliklerine karşılık, yüksek dinlerde bütün cihana şamil olan hususiyetler vardır.

     

             Türklerin dini diyebileceğimiz, ancak şimdiye kadar ismi hakkında bir belgeye rastlamadığımız, fakat kitabelerden yola çıkarak Kök Tengri inancı ya da dini olarak adlandırabileceğimiz bu itikatın temelinde; her şeyin yaratıcısı bir Tanrı’ya ve ölümden sonra yeni bir hayatın başladığına iman, öbür dünyada yiğitliklerin ve iyiliklerin mükâfatlandırılması, ölmüş atalara saygı, onlar ve Tanrı için kurbanlar kesilmesi ile mezar gibi hususlar yatmaktadır[1]. Buna bağlı olarak, mesela Asya Hunları her yılın mayıs ayı ortalarında Kutlu Atalar Mezarlığında (Ata Sini) kurban keserlerdi ve burada, çok şey borçlu oldukları atalarını (eçü-apa) andıkları gibi, Tanrı’ya da ilerideki günlerin bolluk ve bereket getirmesi için yakarırlardı.


    [1] Mesela merhum Ali Rıza Yalgın’ın tespitlerine göre; Toroslardaki Ayaş aşiretinin Boz-oğlan ve Kara-oğlan diye iki atası vardır. Eskiden aşiret senede bir kere bunlara adak kurbanı keserdi.

    KONUNUN DEVAMI İÇİN OKUNMASI GEREKEN KAYNAK:

    funduszeue.info Saadettin Yağmur Gömeç, Şamanizm ve Eski Türk Dini, 3. Baskı, Ankara


Konu Özeti Konu Anlatımı Türklerde Ekonomi

4. ÜNİTE

TÜRKLERDE EKONOMİ
&#;


A) İLK TÜRK DEVLETLERİNDE EKONOMİ

İlk Türk Devletlerinde Ekonomik Yapı


- Bütün toplumlar, içinde yaşadıkları coğrafî ortama uyum sağlayarak hayatlarını sürdürürler.

- Karasal iklimin hüküm sürdüğü Orta Asya coğrafyasında yaşayan Türkler de bu coğrafyanın şartlarına göre hayatlarını düzenlemişlerdir.

- Orta Asya coğrafyasının kendine has özellikleri, ilk Türk devletlerinin ekonomik yapısını da şekillendirmiş, bozkır olan bu coğrafyada hayvancılık temel geçim kaynağı olmuştur.

- Hayvancılığın yanında tarım, ticaret ve madenciliğin de yapıldığı bu bölgede ticaret, büyük ölçüde değiş tokuş esasına dayanmıştır.

- Halk, sürülerini otlatmak ve güvenli bir şekilde yaşamak amacıyla belirli bölgelere göç edince, Orta Asya’da konargöçer hayat tarzı ortaya çıkmıştır.

- Konargöçer hayat tarzı, o bölgede yaşayanlar için yiyecek, barınma ve giyecek ihtiyaçlarının karşılanması konusunda kendi kendine yetecek bir ekonomi sağlamıştır.

- Hunlarda hayvancılık gelişmiş olduğu için Hunlar, Çin ülkesine başta canlı hayvan olmak üzere konserve et, deri ve kürk satıyor, satılan bu malların karşılığında ise tarım ürünleri ve giyim eşyaları alıyordu.

- Hunlar, marangozluk zanaatında da oldukça başarılıydı.

- Hunlar ve Kök Türklerin, hayvancılıkla birlikte tarımla da uğraştıkları, kurganlarda bulunan tarım aletlerinden anlaşılmaktadır.

- Tarımla uğraşanlara tarıgçı deniliyordu.

- Uygurlarda yerleşik hayat yaygınlaşınca Uygur halkının ekonomi anlayışı da değişmeye başlamış, bir yandan tarımla uğraşırken bir yandan da hayvancılığı devam ettirmiştir.

- Uygurlarda şehirlerin gelişmesi halka yeni imkânlar sunmuş, sunulan bu yeni imkânlar da ticaretin gelişmesini sağlamıştır.

- İlk Türk devletlerinin ekonomisinde madencilik önemli bir yere sahipti.

- Hunlar, Kök Türkler ve Uygurlarda demircilik ve madencilik önemli bir meslek hâline gelmişti.

- Türkler kılıç, kalkan, kargı ve mızrakla birlikte, insan ve at zırhlarından oluşan savaş araçları üretiyorlardı.

- Savaş araçlarından başka halıcılık, kilimcilik, keçecilik, debbağlık (deri işlemeciliği) ve dokumacılık da yapıyorlardı.

- İlk Türk devletlerinin gelir kaynaklarından biri de önemli ticaret yollarının geçtiği güzergâhlar olmuştur.

- Türk devletleri, Hunlardan itibaren, ekonomik açıdan büyük önem taşıyan İpek Yolu’nun kontrolü konusunda Çinlilere karşı büyük mücadeleler vermiştir.

- Abakan Bozkırları’ndan başlayıp İtil (Volga)-Kama (Tuna) nehirlerinin birleştiği yere kadar uzanan bir ticaret yolu daha vardır. Bu yola, ticaret amacıyla taşınan malzemelerden dolayı Kürk Yolu denilmiştir.

- Zira yol üzerinden sincap, tilki, samur, gelincik ve geyik gibi hayvanların kürkleri taşınmıştır.

- Türklerde ilk serbest ticaret pazarı Hunlar ile Çinliler arasında kurulmuştur.

- Türkler ticarette genellikle değiş tokuş (takas) usulüne başvurmuş, Hunlardan itibaren ise madenî para kullanmaya başlamıştır.

- Kök Türklerde madenî paraya yarmak deniyordu.

- Türklerdeki en belirgin özellikteki paraları Türgişler basmıştır.

- Uygurlar Dönemi paralarında Türk, Çin ve Soğd harfleriyle yazılar mevcuttur.

- Türklerde mali işlerle tudun denilen üst düzey memurlar ilgilenirdi.

- Vergileri; Hunlarda hususi memurlar, Kök Türklerde imga, Uygurlarda ise ağıcı denilen görevliler toplardı.

B) TÜRK İSLAM DEVLETLERİNDE EKONOMİ

İlk Türk İslam Devletlerinde Ekonomik Yapı


- Türk İslam devletleri, sosyo-ekonomik açıdan gelişmiş bölgelerde kuruldukları için bu bölgelerde zengin bir ekonomik yapıya sahip oldular.

- Güçlü orduları sayesinde düzenli ve istikrarlı bir ortam oluşturan Türk İslam devletleri, ticaretin de düzenli işlemesini sağladılar.

- Türk İslam devletlerinde ekonomik faaliyetler tarım-hayvancılık, imalât (zanaatsal üretim) ve ticaret olmak üzere üçe ayrılır, devlet gelirlerinin önemli bir kısmını tarımdan elde edilen vergi gelirleri oluştururdu.

- Karahanlılar Dönemi’nde yapılan tarım faaliyetlerine bakıldığı zaman, Türklerin gelişmiş bir tarım kültürüne sahip oldukları görülür.

- Gazneliler ise tarımda sulama kanalları açarak üretimi artırmaya çalışmışlardır.

- Büyük Selçuklular da tarıma önem vermiş, yaptırdıkları sulama kanalları ile pamuk üretimini çok geliştirmişlerdir.

- Türkiye Selçuklularında ise tarım faaliyetleri genellikle şehir hayatının kenar bölgelerinde meyvecilik ve bağcılık olarak gelişmiştir.

- Türk İslam devletlerinin kurulduğu coğrafyaların madenler bakımından zengin olması, Türk şehirlerinin birçoğunun demir, bakır ve gümüş eşyaların imalatının yapıldığı bir merkez hâline gelmesini sağlamıştır.

- Bu şehirlerde ayrıca dokumacılık, dericilik, çini, kâğıt ve cam imalâtı da yapılmıştır.

- İlk Türk İslam devletlerinde vergi önemli bir gelir kaynağıydı.

- Bu dönemde İslamiyet’in etkisiyle şekillenen yeni vergi türleri de görülmeye başlamıştır. Öşür, haraç, cizye ve zekât bu vergiler arasında yer almıştır.

- Bu vergilerden başka, kendilerine bağlı beylik ve devletlerin ödediği vergilerle; kervanlar, tüccarlar ve pazarlardan alınan vergiler de diğer önemli gelir kaynaklarıydı.

- Türk İslam devletlerinde de hayvancılık faaliyetleri devam etmiş, hayvan sahiplerinden ağnam adı verilen vergi alınmıştır.

- Karahanlılar ticareti canlandırmak için yollara kervansaraylar yaptırmışlardır.

- Gazneliler, Hindistan Seferleri’nden elde edilen ganimet gelirleri ile gelişen güçlü bir ekonomiye sahiptir.

- İpek Yolu, Türk İslam devletleri için önemli bir gelir kaynağı hâline gelmiştir.

- Türkiye Selçukluları ticareti geliştirmek için Akdeniz ve Karadeniz limanlarını fethetmiş, buralara Türk tüccarlar ve yatırımcılar göndererek ihracat ve ithalat kurumları oluşturmuştur.

- Kervansaraylar, İslam devletrinden önce oluşturulan ribatların devamı niteliğindedir.

- Türk İslam devletleri zamanında, kervansaraylarla birlikte han adı verilen yapılar da vardı.

- Yolcular ve tüccarlar için yapılmış olan hanlar, ticari amaçla yapılan ve ücretli olan işletmelerdi.

- Türkiye Selçuklularının ekonomide yaşattığı canlılık, Moğolların yaptıkları baskı ve yağma sonucunda yavaşlamıştır.

- Beylikler Dönemi’nde ekonominin temelini tarım ürünleri oluşturmuştur.

İkta Sistemi

- İlk kez Hz. Ömer Dönemi’nde uygulanmaya başlanan bu sistem, Selçuklular Dönemi’nde Nizamülmülk tarafından geliştirilmiş ve ekonominin vazgeçilmez unsuru hâline getirilmiştir.

- Bu sistemde devlete ait topraklar (mirî) kişilere hizmet karşılığında bırakılır, kişiler bu toprağı köylülere kiralar, elde ettiği kira ve vergiler ile asker yetiştirirlerdi.

- Türk İslam devletlerinin askerî ve mali durumlarını düzelttikleri bu sistem sayesinde çiftçiler, memurlar ve askerler geçimlerini aynı topraktan sağlamışlardır.

- İkta sistemi ile merkezle eyaletler arasındaki para transferi sorunu da ortadan kaldırılmış, toprağın devlete ait olması sayesinde devlete karşı gelebilecek zengin bir sınıfın varlığı da engellenmiştir.

Ahilik

- Ahilik, XIII. yüzyılda temeli yardımlaşma üzerine kurulan esnaf ve sanatkâr örgütlenmesine verilen isimdir.

- Bu teşkilatın Anadolu’da kurulmasında Fütüvvet Teşkilatı’nın etkisi büyüktür.

- Fütüvvet Teşkilatı bir fikir ve ahlâk hareketi olarak İslam’ın ilk dönemlerinde ortaya çıkan yiğitlik ve kahramanlık ülküsünün adı olmuş, Fütüvvet Teşkilatı’nın ilke ve kurallarına Fütüvvetnâme adı verilmiştir.

- Fütüvvet Teşkilatlarında usta çırak ilişkisi büyük önem arz etmektedir.

- Meslekler arasında yaşanılan sorunların çözülmesi, üretimin miktarının ve kalitesinin belirlenmesi, üretilenlerin denetlenmesi ve ürünlerin fiyatlarının düzenlenmesi gibi hususlar bu teşkilatın en önemli görevleri arasında yer almıştır.

- Ahilik, zaman içerisinde bir teşkilat olarak ortadan kalkmış olmasına rağmen, bir anlayış ve ahlâkî değer olarak Türk insanının, özellikle de esnaf ve sanatkârlarımızın iş ve sosyal hayatları üzerindeki etkisini sürdürmüştür.

C) OSMANLI DEVLETİ’NDE EKONOMİ

Osmanlı Devleti’nin Klasik Dönem Ekonomik Yapısı


- Ekonomik faaliyetler, insanların hayatlarını devam ettirebilmeleri için son derece önemlidir.

- Klasik Dönem Osmanlı ekonomisinde iaşecilik, gelenekçilik ve fiskalizm gibi üç ana ilkenin etkili olduğu görülmektedir.

- İaşecilik: Halkın refahı ve mutluluğu için piyasalarda arzu edilen kalitede ve ucuz fiyata yeteri kadar mal bulunmasıdır.

- Gelenekçilik: Üretim, iş gücü ve sermaye devamlı kontrol edilerek dengeyi korunmaya çalışma uygulamasıdır.

- Fiskalizm: Yöneticiler, devlet harcamalarını kısarak devletin gelirlerini yükselmeye çalışmasıdır.

- Bu üç ilke etrafında şekillenen Osmanlı ekonomisinde Ahiler önemli bir rol oynamışlardır.

- Osmanlı Devleti’nde Ahi örgütlenmesine lonca teşkilatı denilmiştir.

- Esnaflar birbirleriyle yardımlaşmayı ve dayanışmayı sağlamak amacıyla esnaf birlikleri kurmuşlar ve kurdukları bu esnaf birlikleriyle teşkilatlanmışlardır.

- Lonca Teşkilatı’nın geçmişte yaptığı görevlerin bir benzerini, günümüzde Esnaf Odası, Pazarcılar Odası ve Şoförler Odası gibi kurumlar üstlenmiştir.

- Osmanlı şehirlerindeki ekonomik faaliyetler belirli şartlara bağlandığı için her isteyen zanaata ve ticarete atılamazdı.

- Şehirlerde plansız iş yeri açmayı önlemek ve bölgeler arasında ekonomik dengeyi sağlamak için çeşitli tedbirler alınmıştır.

- Bu tedbirlerden biri de gedik hakkıdır. Gedik hakkı, ihtiyaç duyulduğunda gerekli mesleki yeterliliğe sahip olan kişilerin dükkân açma hakkıdır.

- Gedik hakkı sayesinde ticaret, ziraat ve sanayide dengeler korunmuş, ekonomik düzenin devamlılığı sağlanmıştır.

- Kapalıçarşı’nın, ekonominin kalbinin attığı yer olması, burayı diğer ülkelerle rekabet merkezi hâline getirmiştir.

- Ticaret yoluyla sermaye birikimi de yapılan Kapalıçarşı, bir finans merkezi olarak da önemli bir yere sahipti.

- Osmanlı Devleti büyük oranda tarıma dayalı sosyo-ekonomik bir yapıya sahipti ve nüfusun çoğunluğu köylerde yaşıyordu.

- Köylülerin büyük bir kısmı vergi vermekle yükümlü reayadan oluşuyor ve çifthane sistemi içerisinde tarımla uğraşıyordu.

- Halkın çok az bir kısmı da mukataa denilen işletme biçimindeki yerlerde yaşıyordu.

- Toprağın mülkiyeti devlete, kullanma hakkı ise köylülere aitti.

- Köydeki her bir aileye bir çift öküzün sürebileceği bir arazi verilmekteydi.

- Köylüler dirlik sahibine çift vergisi öderler, ellerinde tuttukları topraklarda ürettikleri koyun, keçi ve bal gibi ürünlerin üretimi üzerinden belli miktarda vergi verirlerdi.

- Bu vergiler de yine dirlik sahiplerine ödenirdi.

- Köylüler toprağı üç yıl üst üste ekmezse, köylünün elinden toprak alınır ve başkasına verilirdi. Toprağı üç yıl üst üste ekmeyen köylü, ceza olarak çift bozan vergisi öderdi.

- Osmanlı Devleti üretimi arttırmak ve üretimde devamlılığı sağlamak amacıyla bir kısım ekonomik tedbirler almıştır.

- Tarım arazilerinin boş kalmasını önlemek ve üretici kesime vergi indirimi sağlayarak üretimi teşvik etmek, alınan bu tedbirlerden bir kısmıdır.

- Osmanlı ekonomik sistemi, küçük üreticiliğe dayanırdı.

- Klasik Dönem tüketim anlayışı köylerde, kasabalarda ve şehirlerde farklılık göstermiştir.

- Tüketiciyi koruma konusunda ise kadı ve muhtesiplere önemli yetki ve sorumluluklar verilmiş, tüketiciyi korumak için çeşitli tedbirler alınmıştır.

- Sanayi ve tarım ürünlerinin aynı özellik ve kalitede tüketiciye ulaştırılmasına çalışılmıştır.

- Fiyatlar önceden belirlenmiş, esnafın belirlenen fiyatların üzerinde satış yapmasına izin verilmemiştir.

- Şehre gelen tarım ürünleri, kapan adı verilen toptancı hallerine getirilerek tüketicinin talebine sunulmuştur.

- Osmanlı toprakları, Doğu ve Batı ekonomilerini birbirine bağlayan İpek ve Baharat Yollarının Akdeniz’e ulaştığı bölgede bulunuyordu.

- Osmanlı’da dış ticaret ve transit ticaret teşvik edilmiş, elde edilen gümrük vergileriyle devlet için önemli bir gelir kaynağı oluşturulmuştur.

- Bu nedenle ticarette denetimin yapılmasını ve yol güvenliğinin sağlanmasını bizzat devlet üstlenmiştir.

- Ticaret yolları üzerinde güvenlik amacıyla derbent (karakol) teşkilatı kurulmuş, tüccarların ulaşımını kolaylaştıracak olan taşımacılık işlerini yapan mekkari taifesi ile kervanların dinlenebilecekleri kervansaray, han, imaret ve misafirhane yapılmıştır.

- İstanbul, İzmir, Antalya, Alanya, Sinop ve Trabzon gibi limanlar karayollarının bitiminde yer aldıkları için önemli birer ticaret merkezi olmuştur.

- Osmanlı Devleti, Anadolu’nun transit bölge olma özelliğini korumak ve buranın güçlendirilmesini sağlamak amacıyla dünya ticaretinin kalbinin attığı Akdeniz’de kapitülasyon (ayrıcalık) ve gümrük politikaları uygulamıştır.

- XVI. yüzyılda iç ve dış ticaret dengesi sağlanmış, yerli esnafı koruyucu tedbirler almıştır.

- Denizli’de pamuklu sanayi; Musul, Bursa, Bilecik, İstanbul ve Üsküdar’da ipekli sanayi; Erzurum ve Erzincan’da ise yünlü dokuma sanayi kurulmuştur.

- İstanbul, Edirne, Bursa, Tokat ve Doğu Anadolu’da deri işleri yapılmış, Karaman’da kaliçe (küçük halı); Demirci, Gördes ve Kula’da halı ve kilim dokumacılığı gelişmiştir.

- Çuha, Antalya’da; keten ve kendir sanayisi ise Karadeniz sahillerinde gelişmiştir.

- Kök boyalarla yapılan Edirnekari pamuk boyama işi hem içeride hem de dışarıda ün kazanmış, ülkenin değişik yerlerinde tophane, kumbarahane, fişekhane ve baruthane gibi işletmeler kurulmuştur.

- Osmanlı ekonomisi Klasik Dönem’de madenî para sistemine göre işlemiştir.

Merkez Maliyesi ve Hazine Yönetimi

- İlk kez II. Murat zamanında Çandarlı Kara Halil Paşa ve Karamanlı Rüstem Paşa tarafından oluşturulan Osmanlı Devleti Maliye Teşkilatı’nın başında defterdar bulunurdu.

- Defterdarın idaresindeki Osmanlı hazinesi, iç hazine ve dış hazine olmak üzere iki kısma ayrılır, hazinede para ve çeşitli kıymetli eşyalar saklanırdı.

- İç hazine (Hazine-i hassa): Padişaha ait hazineydi ve gerektiği zaman devlet hazinesine buradan para aktarılabilirdi.

- Dış hazine (Devlet hazinesi): Örfî ve şerî vergilerin, ganimet gelirlerinin ve diğer gelirlerin toplandığı hazineydi.

Hazine Gelirleri

- Osmanlı Devleti’nin mali sistemi, merkez maliyesi, tımar ve vakıflardan oluşmaktaydı.

- Merkez maliyesi temel gelir kaynakları ise mukataa gelirleri, cizye gelirleri ve avarız gelirlerinden oluşurdu.

- Mukataa, geliri doğrudan merkezî hazineye aktarılan vergi ve gelir kaynaklarıdır. Gümrük, darphane, tuzlalar ve maden gelirleri gibi devlete ait kaynaklar mukataa usulüyle işletilmiştir.

- Mukataalar, günümüzde özel teşebbüsler tarafından işletilen şirketlere benzemektedir.

- Devletin en önemli giderleri arasında asker maaşları (ulufeler) ve savaş harcamaları vardı.

- Vergiler ise şerî ve örfî vergiler olmak üzere ikiye ayrılırdı.

Osmanlı Devleti’nde Vergiler

Şerî Vergiler


- Öşür: Müslümanlardan alınan ürün vergisi.

- Haraç: Gayrimüslimlerden alınan ürün vergisi.

- Cizye: Gayrimüslim erkeklerden askerlik yapmamaları karşılığında alınan vergi.

- Ağnam: Küçükbaş hayvan vergisi.

- Zekat: Müslümanlardan deniz ürünleri, madenler, zirai ürünler ve ticari faaliyetlerden elde edilen gelirlerden alınan vergi.

Örfî Vergiler

- Çifthane: Bir çift öküz ile işletilebilen araziden alınan vergi.

- Çift bozan: Toprağını izinsiz olarak terk eden veya üç yıl üst üste ekmeyenden alınan vergi.

- İspenç: Gayrimüslimlerden alınan toprak vergisi.

- Bac: Çarşı ve pazardan alınan vergi.

- Ağıl: Sürü sahiplerinden alınan vergi.

- İmdadiyeyi Seferiye: Sefer sırasında alınan vergi.

- İmdadiyeyi Hazariye: Barış zamanında alınan vergi.

- Derbent: Köprü veya geçitlerden alınan vergi.

- Avarız: Olağanüstü hâllerde alınan vergi.

- Osmanlı Devleti’nin toprakları üzerinde tek tip vergi düzeni yoktu. Fethedilen bölgelerin coğrafî şartları, etnik ve kültürel özellikleri ile sosyal ve ekonomik yapısı dikkate alınarak vergi konusunda ayrı ayrı düzenlemeler yapılırdı.

- Dönemin şartlarında Osmanlı’nın bu vergileri nakit olarak merkez hazineye toplayıp harcaması güç olduğu için tımar sistemi içinde vergi toplama hakkı dirlik sahiplerine ve vakıflara bırakılmıştı.

- Osmanlı Devleti XVI. yüzyılda mali sistemini; merkez hazine, tımar sistemi ve vakıf gelirleri olmak üzere üç ana unsur üzerine kurmuştur.

Tımar Sistemi

- Tımar sistemi, devlete ait arazilerin gelirlerinin asker ve memurlara maaş karşılığı verilmesidir.

- Devlete ait olan tımar toprakları miras bırakılamaz, vakfedilemez ve bağışlanamazdı.

- Tımar sisteminin zamanla bozulmasıyla birlikte güvenlik sorunu ortaya çıkmış, köylüler ve sipahiler toprakları bırakıp şehirlere göç etmiş, boş kalan tımar toprakları ise daha sonraları özel mülk hâline gelmiştir.

- Tanzimat’la birlikte tımar sisteminin hukuki varlığı bitmiş, liberal bir toprak sistemine geçilmiştir.

- ’de Arazi Kanunnâmesi ile ziraî topraklarda özel mülkiyet ön plana çıkmış, mirî toprakların (devlet arazileri) büyük bir kısmı şahısların eline geçmiştir.

Vakıf Sistemi

- Vakıflar, yardımlaşma ve dayanışmanın kurumsallaşmış şekli olarak toplumsal hayatın kolaylaştırılması için önemli görevler üstlenmiştir.

- Vakıf sistemi; ülkedeki eğitim, sağlık, bayındırlık ve dinî yatırımları yürüten sosyal güvenliğin temel kurumudur.

- Vakfın esası, bir malı insanların yararlanması için kendi mülkiyet sahasından çıkarıp toplumun yararına sunmaktır.

- Vakfa bağışlanan mallar taşınır ve taşınmaz olarak ikiye ayrılır. Asıl vakıf, akar da denilen taşınmaz malların vakfıdır. Han, hamam, çarşı, zirai topraklar gibi taşınmaz malların gelirleriyle hayır kurumları finanse edilmiştir. Bu sayede toplumun ihtiyaçları karşılanarak iktisadî refah seviyesindeki dengesizlik en az seviyeye indirilmiştir.

- Cumhuriyet ilân edildikten sonra yılında Vakıflar Genel Müdürlüğü kurulmuş, yılında ise bu kurumun çalışma alanı genişletilmiştir.

- Günümüzde vakıflar illerde valilerin, ilçelerde de kaymakamların yönetiminde yardıma muhtaç insanların yiyecek, giyecek, ısınma, sağlık ve eğitim ihtiyaçlarının karşılanmasına yardımcı olmaktadır.

Osmanlı ve Avrupa Devletlerinin Ekonomi Anlayışı

- Osmanlı Devleti’nin ekonomi anlayışı sosyal refahın sağlanması için piyasada yeteri kadar malın bulundurulması esasına dayanmış, yöneticiler halkın en iyi şekilde yaşatılması için çabalamışlardır.

- Halkın refahını hedefleyen Osmanlı ekonomik anlayışında, rekabetten ziyade işbirliği ve dayanışmaya önem verilmiştir.

- Osmanlı’da durum böyleyken Batı’da kralın yanında toprak zenginlerinden oluşan feodal bir yapı vardı.

- Halkın refahı ve huzuru ise feodal beylerin inisiyatifine bırakılmıştı.

- Yöneticiler mal ve hizmet üretimini sağlayıp toplumun refahını yükseltmek yerine, kendilerini dışarıdan gelecek saldırılara karşı korumakla uğraşıyordu.

- Osmanlı Devleti’nde kamu harcamalarının büyük bir kısmı vakıf kurumları tarafından karşılanmaktaydı. Avrupa’da ise böyle bir kurum yoktu.

- Osmanlı Devleti ile Avrupa devletleri arasındaki farklılıklar daha çok siyasi sistem, toprak rejimi ve mülkiyet yapısından kaynaklanıyordu.

Coğrafî Keşifler ve Kapitülasyonların Osmanlı Ekonomisine Etkisi

- Osmanlı Devleti ticarete büyük önem vermiş ve ticareti geliştirmek amacıyla çeşitli tedbirler almıştır.

- 14 ve yüzyıllarda Doğu Akdeniz ticaretini ellerinde tutan Ceneviz, Venedik ve Floransa gibi Avrupa ülkelerinin gemilerine ve tüccarlarına verilen bazı imtiyazlar, ticareti kolaylaştırmak amacıyla alınan tedbirler arasında yer almıştır.

- Osmanlı Devleti XVI. yüzyıldan itibaren coğrafî keşiflerin olumsuz etkilerini azaltmak, Avrupalı tüccarları Doğu Akdeniz’e çekmek ve siyasal dostluklar kurmak amacıyla, önce Fransa’ya daha sonra da İngiltere ve Hollanda gibi diğer Avrupa ülkelerine de kapitülasyonlar (ayrıcalık) tanımıştır.

- Coğrafî keşiflerle birlikte sömürgecilik faaliyetleri de hız kazanmıştır.

- Sömürgecilik, sanayi inkılâbı ile ayrı bir ivme kazanmış, İngiltere bu dönemde büyük sömürge bölgeleri oluşturmuştur.

- Sömürgecilik faaliyetleri sonucunda zenginleşen Avrupa ekonomisi karşısında Osmanlı Devleti zayıf kalmıştır.

- Başlangıçta ticareti canlandırmak için verilen bu kapitülasyonlar, ilerleyen dönemlerde Osmanlı ekonomisini dışa bağımlı hâle getirmiş ve Osmanlı’nın mali kaynaklarını azaltmıştır.

- Kapitülasyonların olumsuz etkileri nedeniyle, Osmanlı Devleti sanayi açısından Avrupa ile rekabet edememiş ve Osmanlı sanayisi çökme noktasına gelmiştir.

XVII. Yüzyıl Sonrası Osmanlı Devlet Ekonomisi

- XV. yüzyıla kadar ticaret yolları büyük ölçüde Osmanlı Devleti’nin kontrolü altındaydı.

- Coğrafî keşifler sonucu Osmanlı’nın Akdeniz ve Karadeniz’deki ticaret limanları önem kaybederken Atlas Okyanusu’na kıyısı olan Avrupa limanları önem kazanmaya başlamıştır.

- Amerika’nın altın ve gümüşünün Avrupa’ya girmesiyle birlikte Osmanlı akçesi değer kaybetmiş, bu durum Osmanlı ekonomisini olumsuz etkilemiştir.

- Osmanlı ekonomisinde tımar sistemi önemli bir yere sahipti.

- XVI. yüzyılın sonlarına doğru bozulmaya başlayan tımar sistemi XVII. yüzyılda da devam etmiştir.

- Tımar sisteminin bozulmasıyla güvenlik sorunu ortaya çıkmış, köylüler ve sipahiler toprağı bırakıp şehre göç etmişlerdir.

- Osmanlı Devleti XVII. yüzyılda uzun süren ve üst üste kaybedilen savaşlar nedeniyle ekonomik açıdan sıkıntılar yaşamış, devlet bütçesinde açıklar oluşmuştur.

- Osmanlı Devleti, tımar sisteminin bozulmasından sonra iltizam sistemine geçmiştir.

- Bu sistem, devletin vergi kaynaklarının (mukataa) işletilmesinin açık artırma usulü ile belli bir süreliğine mültezim adı verilen görevlilere verilmesine dayanıyordu.

- İltizam sisteminin amacı hazineye hızlı nakit para girdisi sağlamaktır.

- İltizam sisteminde sık sık değişen mültezimler, daha fazla kâr sağlamak amacıyla vergi kaynaklarını talan etmeye başlayınca bu durumu engellemek ve vergi devamlılığını sağlamak amacıyla vergi kaynaklarının mültezimlere ömür boyu verilmesi anlamına gelen malikâne sistemine geçilmiştir.

- Bu sistem ayanların güçlenmesine neden olmuş, ayanların güçlenmesiyle devletin karşısında güçlü bir zümre ortaya çıkmıştır.

- XVIII. yüzyıla gelindiğinde Osmanlı Devleti eyaletlerdeki bazı yerel güçlere iltizam vermek zorunda kalmıştır.

Batı’da Yeni Ekonomik Yaklaşımlar ve Osmanlı

- XV. ve XVIII. yüzyıllar arasında Avrupa’nın ekonomi anlayışında yeni yaklaşımlar ortaya çıkmıştır.

- Merkantilizm denen bu iktisadî akımda, devletin büyümesinin ekonominin güçlenmesi ile birlikte olacağı savunulmuştur.

- Merkantilizmde millî ve güçlü bir devlet, dış ticaretin gelişmesi ve değerli madenlere sahip olma gibi üç temel ilke ön plana çıkmıştır.

- Merkantilizm, Avrupa’da uygulama alanı bulduğu ülkelerin ekonomi alanında büyük değişikliklere sebep olmuştur. -

- Bu ekonomik anlayışa göre birey ile devlet arasındaki tercihte devletin çıkarları ön plana çıkmıştır.

- Merkantilizmde, Makyavelizm anlayışında olduğu gibi ekonomide de “amaca ulaşmak için her yol denenmelidir” ilkesiyle hareket edilmiştir.

- Osmanlı Devleti’nin ekonomi anlayışı, Merkantilist anlayıştan “insanların ihtiyaçlarının karşılanması” amacını esas aldığı için farklıydı.

- Osmanlı, ticareti bir amaç olarak değil araç olarak kullanıyor, ithalat çoğu zaman özendiriliyordu.

- Merkantilizmde ise tam tersi bir anlayışla ithalat kısıtlanıp ihracat destekleniyordu.

- Osmanlı ekonomik anlayışı Avrupa’nın Merkantilist yaklaşımındaki zenginleşme, ihracat ve ithalat politikalarına da uymuyordu.

- Kapitülasyonların sürekli hâle gelmesiyle Osmanlı Devleti artık Avrupa’nın Merkantilist anlayışının açık pazarı hâline gelmiştir.

Osmanlı Devleti’nde Para politikası

- Osmanlı ekonomik sisteminde yaşanan olumsuzluklar, yetkilileri para ayarında oynamaya (tağşiş) mecbur bırakmıştır.

- Akçe giderek değerini kaybedince ’te para adında yeni bir sikke kestirilmiştir.

- XVII. yüzyılda tağşiş uygulamasından sonra maaşları yeni paralarla ödenen ve satın alma gücü azalan Yeniçeriler ayaklanmaya başlamıştır.

- XVIII. yüzyıl başlarında akçe temel para ölçü birimi olma özelliğini yitirmiş ve ekonomideki yerini kaybetmiştir.

- Dünya ekonomisiyle ilişkilerin arttığı yeni dönemde, ilk defa kaime denilen kâğıt paralar basılmıştır.

- ’te tashih-i ayar ismiyle yeni madenî para düzenlemesi yapılmış, bu düzenlemeden sonra bir gram saf gümüşü bulunan birime kuruş, yirmi kuruş değerindeki gümüş paraya mecidiye ve yüz gümüş kuruş değerindeki altına lira adı verilmiştir.

Sanayi İnkılâbı’nın Osmanlı Ekonomisine Etkisi

- XVIII. yüzyılda İngiltere, Sanayi Devrimi’ni tamamlayıp sanayileşme konusunda önemli bir yol alırken Osmanlı Devleti sanayi ve ticaret politikası yüzünden gerilemişti.

- Loncalar, tefeciler için gelir kaynağı olmuş, üyelikler ve imalathaneler parayla alınıp satılır hâle gelmiştir.

- XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Avrupa’nın sanayi malları Osmanlı pazarlarını âdeta istilâ etmiştir.

- El işçiliği gerektiren bakırcılık, kunduracılık, terzilik ve fırıncılık gibi bazı meslek dalları dışındaki ürünlerin çoğu o dönemde dışarıdan sağlanmıştır.

- Tanzimat’la birlikte yeniden yerli bir sanayi kurma çabalarında başarılı olunamamıştır.

- Osmanlı Devleti’nin XIX. yüzyılda merkez teşkilatının artan ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla dış borçlanma yoluna gitmesi, ekonominin çöküşünü hızlandıran en büyük etken olmuştur.

- yılında çıkan Kırım Savaşı () devam ederken artan nakit ihtiyacını karşılamak amacıyla Osmanlı Devleti dışarıdan borç almak zorunda kalmıştır ().

- İlk borç İngilizlerden alınmış, daha sonra da borçlanmalar devam etmiştir.

- ’ten yılına kadar geçen sürede 15 borçlanma anlaşması imzalanmış bu borçların yüzde doksanı özel kişilerden ya da bankalardan alınmıştır.

- Osmanlı Devleti zamanla dış borçların faizlerini bile düzenli olarak ödeyemez hale gelince Muharrem Kararnâmesi’ni imzalamak zorunda kalmıştır ().

- Avrupalılar bu kararnâme ile kendilerine olan borçların düzenli olarak ödenmesini sağlamaya çalışmışlardır.

- Osmanlı Devleti’nin borçlarına karşılık gösterdiği gelir kaynaklarını işleterek, elde edilen gelirleri alacaklılara dağıtmak amacıyla da Düyun-u Umumîye İdaresi (Genel Borçlar İdaresi) kurulmuştur.

Ç) CUMHURİYET DÖNEMİ’NDE EKONOMİ

Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Ekonomik Anlayış


- Osmanlı Devleti XX. yüzyılın başlarında Trablusgarp Savaşı, Balkan Savaşları ve I. Dünya Savaşı gibi büyük buhranlardan çıktığı için devletin ekonomisi iyice zayıflamıştır.

- Mondros Mütarekesi’yle askerî ve siyasi kısıtlamaların yanında ekonomik kısıtlamalar da yer alınca Osmanlı ekonomisi iyice zor duruma düşmüştür.

- Millî Mücadele ise bu kötü şartlar altında başlamış ve bütün olumsuzluklara rağmen başarıya ulaşmıştır.

- Atatürk, Millî Mücadele’yi bitirdikten sonra ekonomik kalkınmayı sağlayıp millî bir ekonomi modeli oluşturmak için çalışmalar başlatmıştır.

- 17 Şubat tarihinde İzmir İktisat Kongresi’ni toplayarak ekonomik kalkınmanın politikalarını belirlemiştir.

- Bu kongrede yerli üretimin teşvik edilmesi, girişimciliğin desteklenmesi ve çalışma özgürlüğü sağlanması kararları alınmış, yasalara uymak kaydı ile yabancı sermayeye de izin verilmesi kararlaştırılmıştır.

- Tam bağımsızlığın ekonomik egemenliğin de sağlanmasıyla olacağını düşünen Atatürk, özel girişimciliği desteklemek ve zengin bir Türkiye oluşturmak amacıyla hiçbir siyasi ve ekonomik kısıtlamayı kabul etmemiştir.

- Millî Mücadele’nin kazanılmasından sonra Lozan Antlaşması için İsviçre’ye giden heyete kapitülasyonların taviz verilmeden kaldırılması konusunda özel talimat vermiştir.

- Bu antlaşmanın önemli maddelerinden biri de nüfus mübadelesidir.

- Mübadele neticesinde nitelikli iş gücünün Anadolu’yu terk etmesi, Cumhuriyet’in ilk yıllarında ekonomiyi olumsuz yönde etkilemiştir.

- Lozan Antlaşması’nın Türk ekonomisi üzerindeki en önemli yanı ise Türkiye, İngiltere, Fransa ve İtalya gibi ülkelerle imzalanan Ticaret Mukavelenamesi (sözleşmesi) olmuştur.

- Bu mukaveleye göre 1 Eylül tarihli gümrük tarifesi uygulamasının yılına kadar geçerli olması kararlaştırılmıştır.

- Alınan bu kararla yerli üretim ile ithal mallar arasında farklı oranda tüketim vergisi alınması önlenmeye çalışılmış ancak bu uygulamaya rağmen sanayi üretiminde yeterli rekabet ortamı sağlanamamıştır.

- Atatürk’ün millî ekonomi anlayışı içe kapanık bir ekonomi anlayışı yerine uluslararası imkânlardan da faydalanan ve değişime açık olan ekonomik bir anlayıştır.

- 1 Temmuz tarihinde çıkarılan Kabotaj Kanunu ile Türkiye karasularında yük ve insan taşımacılığı yetkisi Türklerin eline geçmiş, böylece millî ekonomiye geçişte önemli bir adım daha atılmıştır.

- Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki ekonomi politikaları iki evrede incelenir. Birinci evrede liberal bir ekonomik yaklaşım, ikinci evrede ise devletçiliğin daha ağır bastığı bir ekonomik yaklaşım benimsenmiş ve karma ekonomik model takip edilmiştir.

- Birinci evre olan () liberal ekonomik yaklaşımda, serbest piyasa şartlarında özel girişimciler teşvik edilerek sanayileşme politikaları izlenmiştir.

- yılında İş Bankası, yılında da Türkiye Sanayi ve Maadin Bankası kurulmuştur.

- yılında Türkiye’de şeker fabrikası kuracak şirkete üretim tekeli ve çeşitli ayrıcalıklar verilmiştir.

- yılında Teşvik-i Sanayi Kanunu çıkarılarak yatırım yapacaklara çeşitli kolaylıklar sağlanmıştır.

- Türkiye’de sanayi işletmelerinin sayısı yılında iken yılına gelindiğinde bu sayı olmuştur.

- yılında yaşanan Dünya Ekonomik Bunalımı ortaya çıkınca ekonomik politikalarda “Ferdin yapamayacağı işleri devlet yapar.” şeklinde tanımlanan devletçilik ilkesi uygulanmaya başlamıştır.

- Bu dönemde korumacı ve devletçi ekonomik politikalar çerçevesinde “Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunu” çıkarılmış ve 30 Haziran tarihinde Merkez Bankası kurulmuştur.

- Türkiye’nin devletçilik politikasını izlemesinin bir sebebi de Dünya Ekonomik Bunalımı’dır.

- yılında Millî İktisat ve Tasarruf Cemiyeti kurulmuş, sanayileşmeyi gerçekleştirmek için “Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı” hazırlanmıştır.

 

nest...

çamaşır makinesi ses çıkarması topuz modelleri kapalı huawei hoparlör cızırtı hususi otomobil fiat doblo kurbağalıdere parkı ecele sitem melih gokcek jelibon 9 sınıf 2 dönem 2 yazılı almanca 150 rakı fiyatı 2020 parkour 2d en iyi uçlu kalem markası hangisi doğduğun gün ayın görüntüsü hey ram vasundhara das istanbul anadolu 20 icra dairesi iletişim silifke anamur otobüs grinin 50 tonu türkçe altyazılı bir peri masalı 6. bölüm izle sarayönü imsakiye hamile birinin ruyada bebek emzirdigini gormek eşkiya dünyaya hükümdar olmaz 29 bölüm atv emirgan sahili bordo bereli vs sat akbulut inşaat pendik satılık daire atlas park avm mağazalar bursa erenler hava durumu galleria avm kuaför bandırma edirne arası kaç km prof dr ali akyüz kimdir venom zehirli öfke türkçe dublaj izle 2018 indir a101 cafex kahve beyazlatıcı rize 3 asliye hukuk mahkemesi münazara hakkında bilgi 120 milyon doz diyanet mahrem açıklaması honda cr v modifiye aksesuarları ören örtur evleri iyi akşamlar elle abiye ayakkabı ekmek paparası nasıl yapılır tekirdağ çerkezköy 3 zırhlı tugay dört elle sarılmak anlamı sarayhan çiftehan otel bolu ocakbaşı iletişim kumaş ne ile yapışır başak kar maydonoz destesiyem mp3 indir eklips 3 in 1 fırça seti prof cüneyt özek istanbul kütahya yol güzergahı aski memnu soundtrack selçuk psikoloji taban puanları senfonilerle ilahiler adana mut otobüs gülben ergen hürrem rüyada sakız görmek diyanet pupui petek dinçöz mat ruj tenvin harfleri istanbul kocaeli haritası kolay starbucks kurabiyesi 10 sınıf polinom test pdf arçelik tezgah üstü su arıtma cihazı fiyatları şafi mezhebi cuma namazı nasıl kılınır ruhsal bozukluk için dua pvc iç kapı fiyatları işcep kartsız para çekme vga scart çevirici duyarsızlık sözleri samsung whatsapp konuşarak yazma palio şanzıman arızası