batıl dinler / Dinimiz ve bâtıl dinler - Dinimiz İslam

Batıl Dinler

batıl dinler

kaynağı değiştir]

Ayrıca bakınız[değiştir

Batıl Dinler Hangileridir? - Batıl Din Nedir?

Batıl din ne demektir? Batıl dinler hangileridir? Kısaca batıl dinler hakkında bilgiler...

Asılları bakımından tevhid inancı ile ilgisi bulunmayan dinlere (inançlara) ise batıl din denir. Bunların kaynağı vahiy değil, insandır. Bazı toplumla­rın din adıyla uydurup, ortaya attıkları şeylerdir. Bunlarda akla, hikmete ve toplum yararına uygun bazı hükümler bulunsa bile esas itibariyle Yüce Allah'a ve O'nun bir peygamberine dayanmadığı için kutsal yönleri yoktur.[1] Aya, güneşe, yıldızlara, kutsal saydıkları bazı hayvanlara, insanların kendi elleriyle yaptıkları putlara veya bazı tabiat güçlerine tapmak bu niteliktedir. Hindu­izm, Budizm, Mecusilik ve Şamanizm bunlar arasında sayılabilir.

BATIL DİNLER

1. Budizm

Budizm, M. Ö. 6. veya 5. yy'da Gautama Buddha[2] adlı kişinin eğitimine bağlı olarak Hindistan'da kurulmuş olan büyük inanç sistemlerinden birisidir. Hindistan'da doğup orada gelişmesine rağmen daha ziyade uzak doğuda yayılmıştır.

Tarih içerisinde Budizm, çeşitli kollara ayrılmıştır. Ayrıca Hinduizm içerisinde farklı bir hareket olarak da ortaya çıkan Budizm, Hinduizmin tanrı düşüncesini ve kast sistemini reddeder. Acı ve ıztırapla dolu olan hayattan, insanın kendi çabasıyla kurtulabileceğini savunur, kurtuluşun, Nirvana’ya ulaşmaya bağlı olduğunu iddia eder.

Budizm, bir kurtuluş yolu olarak dört kutsal ha­kikatin varlığını kabullenir. Bunlardan ilki; hayatın ıstiraplarla dolu olduğudur. İkincisi, canlıları reinkarnasyona zorlayan sebebin, yaşama arzu ve isteği, yani hayat sevgisidir. Üçüncüsü, ıztırapların sona erdirilmesidir. Bunun yolu ise his ve duygu­larla beslenen yaşama arzusunun söndürülmesinden geçmektedir. Dördüncü gerçek ise ıztırapları dindirmenin yolunun bilinmesidir. Bu ise doğru inanmak, doğru düşünmek, doğru konuş­mak ve doğru davranışlarda bulunmaktır. Bunları iyi kavrayıp uygula­yan kişi, tenasüh çemberinden kurtulup kurtuluşa (Nirvana'ya) ulaşabilir.

Nirvana

Budizme göre Nirvana “yokluk” demektir. Başka bir ekol onu, “ruhun kavuştuğu bir mutluluk” olarak kabul eder. Nirvana bir çeşit ayrılmayı ifade etmekle bir­likte, var iken yok olmak da değildir. Yok olan şey, arzu ve ihtiraslardır. Nirvana terimi Budistlerin kutsal kitapları olan Vedalar ve Gita gibi metinlerde yer alır. Buralarda o, “kurtulmuş ruhların mekanı” anlamında kulla­nılır.

İslâm, Budizm’deki ruhun Nirvana’ya ulaştığı görüşünü kabul etmez. Nirvana, “ruhun sonsuz bir mutluluğa ulaşarak tatmin olması” manasına gelen bir terimdir. Nirvana ile reenkarnasyon sonucu değişik şekillere giren ruh, sonunda aydınlığa ulaşır ve böylece kurtuluşa erer. Bu anlayışa göre insanların kıyamet günü yaptıklarından hesaba çekilmesi söz konusu değildir.

İslam’a göre ise ölen ruh hesap gününü bekleyecek, hesabın sonunda mutlak mükafaata ulaştırılacak veya cezaya çarptılacaktır. İslam’da Allah’ın iradesi dışına çıkmak, cennet ve cehennemde ölmek ve yok olmak söz konusu değildir.[3]

Reenkarnasyon (ruh göçü)

Başta Hint dinleri olmak üzere çeşitli dinlerde ölümsüz olan ruhun, ya sürekli olarak ya da günahlarından temizlenene kadar bir bedenden diğer bedene tekrar tekrar geçmesidir. Bu düsünceye göre ölümlü olan yalnızca bedenlerdir. Dolayısıyla beden öldüğünde ruh, bir başka bedende tekrar doğar ve böyle­likle hayatını devam ettirir.

Bazı dinlerde ruhun islemiş olduğu iyilik ya da kötülük, onun bir sonraki iyi ya da kötü bedenini belirler, bu durumda yeniden doğan ruh, daha iyi ya da daha kötü bir insan, hatta bir tanrı sekline geçebileceği gibi bir hayvan ya da bir bitki şekline de dönüşebilir. Böylece ruhun rekrar tekrar vücut bulmasının sonsuza değin süreceği düşünülür. Budizmde aydınlanan kişi, ruh göçünden çıkarak Nirvana’ya kavuşur.

İslâm’a göre reenkarnasyon fikri, bir çok açıdan yanlış bulunmuştur. Bu inanç, işlenen suça verilecek ceza açısından, kader ve sorumluluk bakımından, ahiret ve mahşer inancı açısından, ilahî adalet ve yaratıcının kainata koyduğu nizam ve intizam bakımından, imtihan, ilahî rahmet ve merhamet açısından, insanın şeref ve haysiyeti bakımından, dünya ve ahiret dengesinin nasıl kurulacağı gibi bir çok açıdan, çelişki ve yanlışlıklar ihtiva etmektedir. Ayrıca bu düşünce günümüz modern bilim anlayışı ve akıl açısından da bir çok tenkide maruz kalmaktadır. [4]

İslâm, vücudu terk eden ruhun başka bir bedene girip tekrar dünyaya geldiği inancını, yani tenasüh ve reenkarnasyonu kabul etmez. Bu batıl inanç Kur’an âyetlerinde kesinlikle reddedilir: “Nihayet onlardan birine ölüm geldiği zaman ‘Rabb’im! Beni geri dünyaya döndür ki ayrıldığım dünyada salih amel işleyeyim’ der. Buna Yüce  Allah şöyle karşılık verir. Hayır asla! Onun söylediği bu söz boş laftan ibarettir. Çünkü onların önlerinde ta dirilecekleri kıyamet gününe kadar sürecek olan bir perde (berzah) vardır.”[5] “Kim bir kötülük yaparsa, onun cezasını görür;”[6] “Herkesin kazancı yalnız kendisine aittir. Hiçbir suçlu başkasının suçunu yüklenmez;”[7] “Biz hakikaten insanoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık;”[8] “Şüphesiz biz insanı en güzel biçimde yarattık.”[9]

2. Hinduizm

Geleneksel Hint inançlarına verilen genel bir addır. Hindistan geleneğine ait bazı ortak özellikleri yansıtmakla birlikte Hinduizm, belirli bir inanç sistemi olmaktan ziyade, birçok dini geleneğe verilen ortak bir isimdir. Bu nedenle dinler tarihçileri, Hinduizm’in dini bir akımı mı yoksa Hint kültürel geleneğini mi ifade ettiği konusunda görüş farklılıkları içerisindedirler.

Hinduizm, dünyanın en eski ve en geniş kutsal metinlerine sahip olan bir gelenektir. M. Ö. 1300-800 yılları arasına ait olan Vedalar, Brahmanalar gibi metinler, Hinduizm’in kutsal metinlerini oluş­turmaktadır. Hinduizmin özellikleri arasında kast sistemi, Karma (Samsara) doktrini ve Avatara tasavvuru dikkati çeker. Tanrı düşüncesi açısından Hinduizm, ateist gruplardan teistlere ve panteistlere, monoteistlerden politeistlere kadar birçok akımı bünyesinde toplar. Ancak genellikle Hindu'­ların politeist oldukları görülmektedir.

Yüzlerce hatta binlerce tanrısal varlığa inanılmakla birlikte, yaratıcı tanrı Brahma, koruyucu tanrı Vişnu ve yıkıcı tanrı Şiva üçlüsü, tanrılar grubunun (Panteon) başını çekmektedir.

Tanrı düşüncesi konusundaki çeşitlilik, ayin ve ibadetler konusunda da görülmektedir. Hindular arasında dünyadan tamamıyla el etek çe­ken ve mutlak inzivayı yaşam biçimi edinen mistiklerden karma bir şekilde gayr-ı meşru ilişkiye girenlere, beslenme diyeti konusunda kendilerine sınırlama getirenlerden bu konuda kendilerini tamamıyla serbest bırakanlara kadar birçok farklı grubun varlığına rastlanır.

Genel olarak hindular, tanrı timsali olan heykel ve suretlere tapınır ve onlara hediyeler sunarlar. Rahiplerin yöneticiliğinde kur­ban törenleri düzenlerler, kendilerince kutsal mekanlara hac seyahatleri tertip ederler ve kutsal sularda vaftiz[10] olurlar. Hinduların çok ayrıntılı ve karmaşık zaman hesaplamaları da dikkat çekicidir.

Avatara

Hinduizm inancında avatara önemli bir yer tutar. Avatara, tanrının insan veya hayvan  şekline dönüşüp dünyevî bir varlık  suretinde yeryüzüne inmesidir. Tanrı daha çok hint tarihinde bir savaş kahramanı olan Krişna’nın suretine bürünerek yeryüzüne inmiş ve zor zamanlarda onlara yardım etmiştir.

Karma

Hinduizmin Temel prensiplerinden birisi olan Karma, bir ahlak kuralı olarak değerlendirilebilir. Karma, onlara göre ne yaparsan karşılığını görür­sün anlayışına yönelik bir sistemdir. Ruh göçüne inanmayı esas alan Hinduizme göre bütün varlıklar, sürdürdükleri hayatta ortaya koydukları başarıyla bir son­raki yaşam biçimlerini tayin ederler.

Normal yaşantıda kast değiştirmenin imkansız olduğu Hint inancında bir kişi ancak bir sonraki doğumunda kast değiştirebilir; eğer önceki hayatını iyi bir kişi olarak sürdürmüşse ölüm sonrası yeniden doğumunda bir üst kasta tabi olarak hayat bulabilir. Bunun tersi de mümkündür; kişi inançsız ve kötü bir hayat sürmüşse bir sonraki hayatında daha alt kastlardan birinde do­ğar.

Aynı şekilde bir kişi hayat tarzına göre bir sonraki hayatında sa­dece bir insan olarak değil, bir hayvan ya da bir bitki olarak da doğabilir. Çok iyi ve zahitçe bir hayat yaşayan kişiler, sonraki doğumlarında birer tanrı da olabilirler.

Bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere karma, kişinin bir sonraki hayatını bizzat kendi tutum ve davranışlarının belirlemesine dayalı bir sistemdir. Bütün varlıklar (tanrılar ve evren de dahil), Karma'ya dahildir. Mesela, Hint düşüncesine göre bir dünyanın ömrü bittiğinde evren bütün olarak yok olur ve sonra yeniden doğar. Önceki hayatında evrenin iyi ya da kötü oluşu, onun yeni hayatındaki konumunu belirler.

Kast sistemi

Hinduizme göre toplum 5 ana sınıftan (kasttan) oluşur: 1) Rahipler ve bilginler grubunu oluşturan Brahmana, 2) prensler ve savaşçılardan oluşan Kşatriya, 3) tüccar ve zenginlerden oluşan Vaişya, 4) halkın geri kalan kısmını temsil eden, çiftçi ve işçilerden oluşan Sudra ve 5) bütün haklardan mahrum sayılan Paryalar.

Bu kastlar, sosyal hayatta birbirinden kesin çizgilerle ayrılmışlardır. Bir kasttan diğerine geçmek ve kastlar arası evlilik yapmak kesinlikle kabul edilmez. Kişinin hangi kasta tabi olduğu doğumuyla belirlenir ve hayat boyu değişmeden devam eder. Ancak karma yoluyla bu kastlardan kurtulabilir. Yani Hinduizmin inanç esaslarını en güzel bir şekilde yerine getirirse bir sonraki doğumunda bir üst kasta geçebilir veya üzerine düşen görevi yerine getirmezse daha aşağı bir kasta düşebilir.

3. Zerdüştlük - Mecusîlik

Zerdüşt[11] tarafın­dan kurulduğu söylenen dini gele­nektir. Mecusîliğin dini yapı açısından birbirinden farklılık gösteren iki döneminden bahsedilebilir. Bunlardan birincisi, Zerdüşt dönemi, diğeri ise sonraki Mecusîlik dönemidir. Zerdüşt döneminde monoteist (tektanrıcı inanç) hakim iken sonraki dönemde Zerdüşt'ün bu monoteist düşüncelerinden eski İran dinine doğru tekrar bir dönüş söz konuşu olmuş ve Mecusîlik, İran'ın resmi dini haline gelmiştir..

Mecusîler, ateşi bir tanrı olarak ka­bul etmemekle birlikte onu kötülüğü temizleyen ve tanrısal alemin sembolü olan bir nesne olarak kabul eder ve bu sebeple ona tazimde bulunurlar.
Onlar bu nedenle Ateşperest olarak adlandırılmışlardır.

İran'ın Müslümanlar tarafından fethedilmesiyle Mecusîlik tarih sahnesinden silinmiş, yalnız bir grup Mecusî, Hindistan'a göç ederek günümüzde “Parsiler” olarak bilinen akımı oluşturmuşlardır.

4. Şintoizm

"Tanrılar yolu"da denen Şintoizm, geleneksel bir Japon dinidir. Bu din, ölülerin ruhlarına tapınmayı tavsiye etmesiyle ön plana çıkar. Şintoistlere göre, ölülerin ruhları, tanrılaşarak insanların arasında yaşar. Ölülerin ruhlarını mutlu etmek için mezarlarının üzerine yiyecek-içecek türünden eşyalar bırakılır. Şintoizm, milli bir dindir.

5. Konfüçyanizm

Geleneksel Çin dinlerinden birisidir. Buna, felsefi bir ekol, ya da Konfüçyüs'ün[12] öğrencilerinin geliştirdiği ahlakî ve sosyal bir sistem de denir. Daha sonraları Konfüçyüs'e tazim etmek, atalara tapmak ve gök­yüzünü üstün varlık olarak kabul etmek de Konfüçyanizmin özellikleri arasına dahil edilmiştir. Konfüçyüs prensiplerini herhangi bir tanrı fikrine dayandırmamıştır. O, yaşadığı asırda hakim bir düşünce olan Tao felsefesini  kabul etmiştir.

Konfüçyanizm, oldukça erken dönemlerden itibaren Çin'in devlet dini olmuş ve birçok ilaveler yapılarak gü­nümüzdeki haline gelmiştir. 20. yy. başlarında bir süre Konfüçyanizm devlet geleneği olmaktan çıkarılmış olsa da sonraları Mao ve arkadaşları Konfüçyüs'ün prensiplerinin yaygınlaştırılması yönünde çeşitli çalışmalar yaparak bu ge­leneği canlı tutmaya çalışmışlardır.

6. Sabiilik (Mandeizm)

Kur’an’da üç yerde[13] isimlerinden bahsedilen ve günümüzde çok küçük bir topluluk olarak varlıklarını sürdüren Sabiiler, genellikle güney Irak'ta Fırat ile Dicle'nin birleştiği ba­taklık bölgelerdeki küçük yerleşim merkezlerinde yaşarlar.

Sabiilerin tanrı tasavvurlarının temelinde düalizm (ikicilik) mevcuttur. Onların düalizm inancına göre bir tarafta ışık ve nur, diğer tarafta ise karanlıklar alemi bulunur. Sabiilerin, kainatın ve yeryüzünün oluşumu ile ilgili tasavvurları, baştan sona mitolojiyle iç içedir. Sabiilere göre insan madde ve ruh olarak iki farklı unsurdan meydana gelir. Ceset maddi varlığı itibarıyla kötülük ve karanlığı, ruh ise iyilik ve nuru temsil eder. Sabii ibadet ve ayinleri arasında sıkça yapılan vaftizler, ölüleri yad etmek üzere düzenlenen din­i yemekler, önemli yer tutar.

8. Taoizm

Çin dinlerinden birisidir. Bu akım, doğal bir mistisizm içinde Tao'yu[14] izlemeyi ve kötülüğe iyilikle karşılık verme prensibini esas alır. Bu dinin kurucusu olan Lao, akıl ve erdemin değeri üzerinde durmuş, Tao prensibini algılamanın önemini vurgulamıştır. Lao'nun prensiplerinde tanrı düşüncesi merkez olma­makla birlikte sonraki dönemlerde Taoistler eski ve yeni birçok tanrısal varlığa tazimi ön plana çıkarmışlardır.

9. Sihizm

Guru Nanak adlı şahıs tarafından kurulan dini geleneğe sihizm denir.  16. yy.’da merkezi Hindistan ve Penjap’ta kurulan ve yayılan Sihizm, İslâm’la Hinduizmin meczedilmesine dayalı bir gelenektir. Yüce bir tanrı fikrine yer verilir, ancak bu tanrı­nın Avatarasının[15] bulunduğu inancı reddedilir. Bununla birlikte Nirvana ve tenasüh inancı kabul edilir. Sihızmin ilk dönemine ait dini önderlere Guru adı verilir.

10. Yogaizm

Yoga, birlik ve bağ demektir.  Hintlilerin dini geleneklerinde bir meditasyon tekniği sayılır. Evrensel ben ile bütünleştirmek için kişisel beni eğitmenin pratik yolu kabul edilir. Yoga tekniği oldukça eskilere dayanır. Gita, bilgi, çalışma, tapınma, zihin ve meditasyon yogasını öğreten bir kitaptır. Bir kısım Yoga, tapınmayı ön plana çıka­rır, Karma Yoga, ahlaki ilkeleri vurgular, diğer bir Yoga ise belirli şeylerin ritmik tekrarı ile zihni kontrol altına almayı hedefler.[16]

Sonuç ve Bu Dinlerin İslâm İnancı Açısından Kısa Bir Değerlendirmesi

Yukarıda verilen bilgilerden de anlaşıldığı gibi batıl dinler, milli bir karakter arzetmekte ve genellikle çok tanrıcılığa dayanmaktadır. Bu dinlerden bazıları (zerdüştilik gibi) belli dönemlerde tek tanrıcılığa bağlı olsa da zamanla bu anlayış bozulmuştur. Bazıları aşırı zühtü yani dünyadan bütünüyle uzaklaşmayı (Hindüizm gibi) tavsiye edip, ıztıraplardan kurtulmayı ve Nirvanaya/aydınlanmaya ulaşmayı hedeflemiştir.

Bir kısmı da oluşturdukları kast sistemini devam ettirebilmek için ruhun bir bedenden başka bir bedene nakledildiğini (tenasühü) kabul etmiştir. Bazıları da atalarının ruhlarına tapınmayı (Şintoizm gibi ) din haline getirmişlerdir. Bu dinlerde net bir tanrı anlayışı yoktur. Bunlara göre hemen her şeyin (Panteizm) tanrı olma ihtimali vardır.

Sözkonusu olan bu dinler, çağdaş gelişmelerden oldukça zarar görmekte ve dğişik akım ve mezheplere bölünmektedir. Mesela günümüz dünyasında en çok mensubu azalan din Budizm'dir. Çünkü Budizmin bedbinci (dünyayı kötü görme ve ondan uzaklaşma) görüşünün, bugünkü dünyada kabul görmesi gittikçe zorlaşmaktadır.

Hin­duizm ise millî karakterli bir dindir. Yayılması ve çoğalması tamamen Hindu olmaya bağlıdır. Hindistan ise batı teknolojisiyle haşir neşir olmuş bir ülkedir. Batı kültürünün tesirinde kalan Hindi­stan'da dini yönden tam bir kaos yaşanmaktadır. Aynı dinden dallanan mezhepler, tarikatler ve senkretik (karma) bir karakter gösteren dini cereyanlar ülkesi haline gelen Hindistan ve onun milli dini Hinduizm, çağdaş batı medeniyetinden oldukça etkilenmekte ve her geçen gün dini bir kriz içine düşmektedir.[17]

İslâm, kimi doğu dinlerinde ve felsefî görüşlerinde yer alan Tanrı'nın tabiat varlıklarına dönüşerek varlığını sürdürdüğü ve onun eşyanın benliğinde yayılmış olarak bulunduğu görüşünü  kabul etmez. Çünkü İslâm'a göre, ilahî güç her yerde ve her zaman hazırdır. Canlı veya cansız tüm varlıklar, yaratılışlarında kendi fıtratlarına yerleştirilen emirlere, programlara yani sünnetullaha uyarlar. Yüce Allah’ın kendisi, bütün bu tür beşeri sıfatlardan uzaktır.

İslâm, bazı Doğu Asya dinlerinde görülen, Ying ve Yang'dan, yani erkek ve dişi iki cevherden, iki güçten oluştuğu tasavvur edilen Tanrı inancını da kabul etmez. Çünkü bu inanç, Tanrı'nın varlığının iki ayrı cevherin birleşmesinden oluştuğunu öne sürer ki bu durum, yeni bir dualizm[18] (ikicilik) sayılır. Düalizm kabul edildiğinde vahdaniyet iki ayrı cevhere bölünmüş veya iki şahsa ayrılmış olur ki bu da İslâm’ın Tevhid akidesi ile bağdaşmaz.

Ayrıca İslâm, insanın sadece bir yönünü ele alıp (Hinduizm ve Budizmde olduğu gibi) diğer yönünün tamamen ihmal edilmesini de kabul etmez. Bu ikisi arasında hayatın gerçeklerine uygun olarak orta bir yolun tutulmasını tavsiye eder, sadece ahlakî bir takım öğütlerde bulunmakla kalmaz, aynı zamanda insanların günlük hayatlarında karşılşabilecekleri konularla ilgili bir takım yönlendirici hükümlerde, emir ve tavsiyelerde bulunur.

Biraz önce yukarıda saydığımız yönleriyle batıl dinler, insanın sorumluluk alanını ve vazifelerinin ne olduğunu tam teşekküllü ortaya koyamamamış ve insanların ihtiyaçlarına gereken cevabı verememiştir. Dengeli bir şekilde dünya ve ahiret bilinci ve sistemi oluşturamamışlardır.

Dipnotlar:

[1] Aynı şekilde bu dinlerin, ilahî dinlerin güzel yönlerinden istifade ederek sistemlerini oluşturdukları veya eski ilahî kökenli dinlerin sonradan bozulmasıyla meydana getirildikleri de söylenmiştiiir. Zira her ümmete bir uyarıcının gönderilişi, peygamberlerinin sayısının çok fazla oluşu (mesela 124 bin) gibi hususlar, bu varsayımı desteklemektedir. [2] Budizm’in kurucusu olan Buda (M. Ö. 563-483) Hindistanda yaşamış bir filozoftur. Hayatının ilk yıllarında babasının sarayında lüks bir hayat yaşamış, daha sonra bu hayatı beğenmeyerek bir nevi zühd hayatını tercih etmiştir. Zühd hayatı yaşarken incir ağacı (Bodi) altında kendisine ilham geldiğini ve aydınlandığını söylemiştir. Bundan sonra kendisine gelen ilhamı insanlara anlatmak için uzun yolculuklar yapmış ve halka öğütlerde bulunmuştur. [3] Ekrem Sarıkçıoğlu, Başlangıçtan GünümüzeDinler Tarihi, Isparta, 1999, s. 357, 359. [4] Giovanni Scognamillo – Arif Arslan, “Doğu ve Batı Kaynaklarına Göre Ruhçuluk ve Reenkarnasyon”, İstanbul, 1999, s. 218-232. [5] Müminûn, 23/99-100. Âyette ifade edilen berzah,  sözlük anlamı itibarı ile “engel” manası taşımaktadır. Dini anlamda ise “ölümle başlayıp yeniden dirilmeye kadar geçen süreyi” ifade eden bir terimdir. [6] Nisa, 4/123. [7] En’âm, 6/164. [8] İsrâ, 17/70. [9] Tin 95/4. [10] Vaftiz: Genel anlamıyla yeni bir inanca girmek, iman tazelemek, günahtan arınmak, herhangi bir dini törene hazırlanmak için ya tamamıyla suya  dalmak veya vücudun belli kısımlarını yıkamak suretiyle yapılan ayindir. Hıristiyanlığa göre ise Hz. İsa’ya iman edişi ve Hıristiyanlığa girişi temsil eden bir merasimdir. [11] Zerdüştlüğün kurucusu sayılan kişidir. Onun M. Ö. 628-551'de yasamış olabileceği ileri sürülür. Yine kendisine atfedilen Avesta adlı kitapta tek tanrıcı görüş ve düşünceleriyle dikkat çeker. Bu kitapta o, alemin bir Bilge Rab tarafından yara­tıldığını öne sürer. Ayrıca kendisine bir meleğin gelerek yüce tanrıdan vahiyler ge­tirdiğini söyler. Böylelikle yaşadığı donemdeki İran'da halkın çok tanrıcılığı terk ermesi ve bu tek yüce tanrıyı tazim etmesi konusunda yoğun çaba harcar. [12] Konfüçyanizmin kurucusu Konfüçyüs’tür (M. Ö. 551- 479.) Onun metodu, eskilerin hikmetlerini yaşadığı zamana nakletmek ve bu doğrultuda yeni fikir­ler geliştirmekti. Memleketinde kısa bir süre yaşadıktan sonra 14 yıl seyahat ettii. Konfüçyanizmin temellerini oluşturan “Beş Klasik” adlı eserini kaleme aldı. [13] Bakara, 2/62; Maide, 5/29; Hac, 22/17. [14] Tao, yaratıcı prensibi teşkil eder. Alemin yaratılmasından önce var olduğu sanılan Tao, görülemez, duyulamaz ve anlaşı­lamaz bir prensiptir. O her şeyin temeli olmasına rağmen hiçbir şey de değildir. Bütün kainat ve tabiat onun vasıtasıyla vardır. Her şeyi o üretir ve besleyip büyütür. Bu nedenle Tao bazen anne diye ad­landırılır. Tao inancına göre Tao'dan Bir, Birden iki, iki'den üç ve üç’den ise yaratılan kainat meydana gelmiştir. Tao, yeryüzü ve gökyüzünün menşeidir. Aynı zamanda o, gökyüzü ve yeryüzünün kendisiyle birleştiği bir yoldur. Tao, yaratıcı prensip olmakla birlikte bir yaratıcı tanrı değildir. [15] Avatara: Tanrının insan ve diğer varlıkların şekline bürünüp yeryüzüne inmesidir. [16] Batıl dinlerle ilgili bk. Şinasi Gündüz, Din ve İnanç Sözlüğü, Ankara, 1998; Ahmet Kahraman, Mukayeseli Dinler Tarihi, s. 78-80; G. Tümer-Küçük, age, s. 57,  67, 74, 85, 95, 100. [17] Mehmet Aydın, Din Fenomeni, Konya, 1995, s. 389. [18] Düalizm (ikicilik): Birbirine karşı mücadele eden madde ve ruh gibi iki varlığın bir arada ve sonsuza kadar var olduğunu kabul eden felsefî bir sistemdir.

Kaynak: Dr. Erdoğan Baş, Salih İnci, Ana Hatlarıyla Yahudilik  Hıristiyanlık ve İslâm, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

Batıl İnanç ve Hurafeler

Batıl Ne Demek?

PAYLAŞ:                

Bâtıl Dinler (Uydurma Dinler)

               

İnsanların İslâm’ın dışında tarih boyunca kendi kafalarından uydurdukları bütün dinlerin genel adı, bâtıl dindir. Hak din bir tanedir, ama bâtıl dinler sayısızdır. Bâtıl dinler, insanlar tarafından konulan hayat şekilleridir. Kanun ve kuralların Allah’a dayanmadığı sistem ve nizamların tümü bu gruptandır. Puta tapıcılık, Mecusilik, Budizm gibi hayat şekilleri, eski zamanlardan beri görülen bâtıl dinlerdendir. Kapitalizm, komünizm, sosyalizm, materyalizm, faşizm,  Kemalizm, laiklik gibi ideolojiler ve tüm beşerî düzenler günümüzdeki bâtıl dinlerdir.

Bâtıl dinler, Allah (c.c.) tarafından kabul edilmediği gibi; onlar, ne insanın yaratılış sebebine cevap verebilirler, ne dünyadaki huzuru sağlayabilirler, ne adâleti yerine getirebilirler, ne de âhiret kurtuluşuna götürebilirler. Çünkü hepsi de insan hevâsının ürünüdür. Hepsi de hak din olan İslâm’a karşı olmak üzere ortaya atılmışlardır. İnsanlara din gönderme hakkı yalnızca onları yaratan Rabb’ın hakkıdır. Allah’a rağmen insanlara din teklif  edenler, uydurdukları ilkeleri din haline getirip insanları onlara itaate zorlayanlar, Firavun tipli azgın tâğutlardır. Allah (c.c.) ise, bütün zamanların insanlarına, ‘tâğuta kulluktan kaçının, Bana ibâdet edin’ buyurmaktadır (16/Nahl, 36).

Muharref (bozulmuş) dinleri anlatırken, vahye dayalı dinin, birtakım maddecilerin işine mâni olduğu için, onların dini bozduklarını, değişikliğe uğrattıklarını görmüştük. Burada da aynı amaç söz konusudur. Uydurulan bu dinler, insanları ezip sömürmüşler, yaratılışlarının zıddına yaşamaya mecbur etmişlerdir. İnsanlık bu dinlerde, ezen ve ezilen, sömüren ve sömürülen, şımarıp büyüklenen ve şahsiyeti elinden alınıp köleleştirilen diye ikiye ayrılmıştır. Ama hep sömürülen, ezilen ve köleleştirilen kesim çoğunlukta olmuştur. Kısacası, bu dinler azınlıktaki grubun arzularını gerçekleştirip, onların hevâ ve heveslerini tatmin aracı olmuştur. (Adlarına çoğunluk rejimi denen demokrasi ve benzeri hayat şekillerinde de durum farklı değildir.)

İnsanlar, zulmün ve sömürünün farkına varıp patlama noktasına geldiklerinde, müstekbirler, insanlara yepyeni hayat şekilleri (dinler) sunmuşlardır. Bu tiplerin ortak vasıfları İslam’a düşmanlık olduğundan, Hak Din’i tebliğ edenleri fitneci, fesatcı, düzeni bozan anarşistler olarak tanıtmaya çalışmışlar; kendilerini ise ıslah edici olarak göstermişlerdir. (Bkz. 2/Bakara, 11-12 ve  40/Mü’min, 26)

Geçmişte olduğu gibi zamanımızda da insanlara yeni yeni dinler (ideolojiler) ileri sürülmüş, bu dinler belirli zamanlarda insanların hayatlarına hâkim olmuştur. Fakat bu dinler, kendi bağlılarını bile mutlu edemediği, onlara özgürlük, hak ve adâlet veremediği gibi;  insanların çoğunluğunu şeytanın ve bir avuç azınlığın kulu, kölesi yapmıştır.

Kuvvetlinin zayıfı ezmesine, sömürmesine dayanan bu uydurma dinler bugün birer birer çökmekte, insanlık, yaratılışına uygun olan dini aramaktadır. Kapitalizme ve faşizme alternatif olarak ortaya çıkan komünizm ve sosyalizm gibi dinler (ki bunlar dinsizlik dinidir) 70 senede çökerek, kendi bağlıları tarafından tarihin çöplüğüne atılmışlardır. Bazıları, kendi elleriyle yaptıkları dinlerini yine kendi elleriyle yıkıp yeni yeni dinler edinmektedir. Bir zamanlar elleriyle yaptıkları ve sonra taptıkları heykelleri, putları atacak çöplük arayan insanlar, kırdıkları putların yerine yenisini koymayı  daha ne zamana kadar sürdürecektir?  

Bir hayat şekli, bir dünya görüşü, bir yol, bir yaşam tarzı olarak ifade ettiğimiz şeyin en kısa adı “din”dir. Din kavramı, bütün bunları kuşatmaktadır. Herhangi bir toplumun, cemaatin veya bir ferdin dünya görüşü, gittiği yol ve yaşam tarzı Allah’ın hükümlerine göre belirleniyor, bu İlâhî hükümlere göre şekil alıyor ise, bu toplum, bu cemaat veya bu fert İslâm dini üzeredir.

İslâm’ın hâkim olduğu ülkede, İslâm’ın sosyal ve ekonomik adâleti her şeyi kuşatır. Allah’ın râzı olacağı dini, yani İslâm’ı yaşayan toplumlarda, Allah’ın hükümleri karşısında herkes eşittir. Bu hükümlerden muaf tutulan, bu hükümler karşısında ayrıcalıklı veya dokunulmaz olan sınıflar yoktur.

Peki, bu eşitlikten, bu adâletten, bu hükümlerden herkes memnun mudur? Elbette ki değildir! Dinî otorite veya siyasî iktidar adına insanları ezmek, insanları sömürmek isteyen müstekbirler, bu durumdan hiç memnun olmazlar. Çünkü yürürlükte olan İlâhî hükümlere göre insanları aldatmaları, insanları ezmeleri, insanları sömürmeleri mümkün değildir. Bu durumda yapacakları iş, kendi çıkar ve menfaatlerine dokunan İlâhî hükümleri te’vil veya tahrif etmek ve bununla da yetinmeyip, İlâhî hükümleri rafa kaldırarak, insanların yaşam şeklini belirleyecek yeni hükümler, yeni kurallar koyup uygulamaktır.

İnsanların yaşam şeklini belirleyecek yeni hükümler, yeni kurallar  koyup uygulamak! Bu ne demektir? Bu, en açık ifadesiyle, yeni bir din ortaya koymaktır. Çünkü din gerçeği, insanların yaşam şeklini, hayat nizamını belirleyen hükümler manzûmesi olduğundan; İslâm’ın hükümlerini reddedip, bu İlâhî hükümlere zıt hükümler koymak; İslâm’ı beğenmeyip, İslâm’ı reddedip yeni bir din oluşturmaktır.

Tarihin her döneminde bunun açık örnekleriyle karşılaşıyoruz. Zaten Allah (c.c.)’ın muayyen zamanlarda peygamberler göndermesinin nedeni de, insanların hak dinden sapmaları, hak dini tahrif etmeleri, dinlerini parçalara ayırmaları ve yeni yeni dinler türetmeleridir. Yoksa onlar kendilerine gönderilen hak din üzereyken, Allah (c.c.) “biraz da bu dini yaşayın!” diyerek, farklı farklı dinler göndermiş değildir! İşte insanların, hak dini tahrif ederek veya parçalara ayırarak ya da hayat şeklini belirleyecek hükümler, kanunlar koyarak ortaya çıkardıkları bütün bu dinler, hak olan İslâm gerçeğine göre bâtıl dinlerdir. Bunların adına bilimsel çevrelerce değişik izm’ler, değişik ideolojiler denilse de, İslâm’a göre bunlar birer dindir;  bâtıl dindir.

Fakat ne gariptir ki, insanlara “din” denilince, her nedense sadece âhiretle ilgili meseleleri dikkate alan, metafizik konularla alâkalı görüşler akla gelmektedir. Nitekim kaynağı itibarıyla semavi olan Yahudiliğe, Hıristiyanlığa veya İslâm’a “din” dedikleri halde, değişik dünya görüşlerinin ve ideolojilerin de “din” olduğunu dikkatlerden kaçırmaktadırlar. İnsanlar için düşünce ve yaşantılarının temelini oluşturan her sistem, inanç veya felsefe din ismini almasa dahi, gerçekte birer dindirler.

Dolayısıyla, dini olmayan hiç kimse yoktur. Çünkü herkesin bir hayat tarzı vardır. Biliyoruz ki, her din bir hayat şekli, bir yaşam nizamıdır. Bu yaşam nizamının içinde âhiretle ilgili boyut olduğu gibi, dünya ile ilgili boyut da bulunmaktadır. Hatta ve hatta dünyevî boyut, pratik düzlemde uhrevî boyuttan çok daha önce gelmektedir. Çünkü uhrevî boyuta yönelmek, meselenin dünyevî boyutu çözümlendikten, daha açık bir ifadeyle kişinin ayakları dünyada yere bastıktan sonra gerçekleşmektedir.

Din kavramının dünyadaki pratiğe önem veren bu genel tanımını dikkate alarak bir değerlendirme yapacak olursak;insanların hayat şeklini belirleyen her ideoloji, her izm, her dünya görüşü veya yaşam biçimi, Kur’ân-ı Kerim’e göre birer dindir. Çünkü bütün bunlar dinin yapısında yer alan konulara müdâhale etmekte, bu konularda doğru veya yanlış görüşler, hükümler ileri sürmektedirler. Bu ideolojilere “din” denilebilmesi için, kaynağı itibariyle İlâhî veya beşerî olma şartı yoktur. Meselâ Mekke’li müşrikler kendilerini İlâhî bir dine nisbet etmemelerine rağmen, Kur’ân-ı Kerim onların içinde bulunduğu hayat şekline ve onların tüm yönelişlerine “din” demektedir. “De ki, ey kâfirler! Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Benim taptığıma da siz tapacak değilsiniz. Ben de sizin taptıklarınıza tapacak değilim. Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim bana.” (109/Kâfirûn, 1 - 6)

Nitekim aynı örnek Kur’an-ı Kerim’deki Yusuf (a.s.) kıssasında da bulunmakta, Yusuf (a.s.)’un yanında bulunduğu hükümdarın düzenine, yönetim hukukuna “din” denilmektedir. “İşte Biz Yusuf için böyle bir plan düzenledik. (Yoksa) hükümdarın dininde (hırsıza verilecek cezaya göre) kardeşini (yanında) alıkoyamazdı.” (12/Yûsuf, 76). Fazlalaştırabileceğimiz bu örneklerden de anlaşılacağı gibi, Kur’an-ı Kerim’e göre yegâne din İslâm değildir.

“Allah katında din, hiç şüphesiz ki İslâm’dır.” (3/Âl-i İmrân, 19) âyet-i kerimesini ileri sürerek “Allah katında din İslâm’dır. Öyleyse İslâm’dan başka bütün yönelişler, bütün hayat şekilleri, bütün ideolojiler din değildir” demek; bu âyeti, Kur’ân-ı Kerim’e zıt yorumlamak demektir. Bu âyet-i kerimeden anlamamız gereken gerçek; Allah katında geçerli ve makbul olan din, Allah katında hak olan din, sadece ve sadece İslâm’dır.

Kur’ân-ı Kerim’de beyan edilen bu gerçek, insanların İslâm’dan başka dinler üretmeleri, bu dinlere yönelmeleri realitesiyle çatışmaz. İnsanların ürettikleri, insanların ortaya koydukları hayat şekilleri birer din olduğu gibi, semâvî bir dinin insanlar tarafından parçalanan, tahrif edilen bütün şekilleri de yine bir dindir. Nitekim yukarıda verdiğimiz örneklerden de anlaşılacağı gibi Rabbımızın kelâmı olan Kur’ân-ı Kerim’de; müşriklerin ve kâfirlerin hayat şekline, hükümdarın yönetim hukukuna, kaynağı itibariyle hak olan dinlerini tahrif eden ehl-i kitabın yaşam biçimine yine “din” denilmektedir.

O halde İslâm yegâne din değil; yegâne hak dindir. Kaynağı ve ilk dönemleri itibariyle hak olan Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi bütün İlâhî dinlerin aslını kendi kapsamına alan ve bunun biricik ifadesi olan İslâm, Allah katında ve biz mü’minler nezdinde yegâne hak dindir. İslâm’ın karşısındaki diğer dinler ise yine birer din olmalarına rağmen, en genel ifadesiyle bâtıl dinlerdir. Değişik izm’ler, değişik ideolojiler birer dindir; birer dindir ancak, hak din değillerdir. Kimilerimizin aklına şu soru gelebilir: Madem birçok ideolojiler ve birçok izm’ler birer dindir, o halde bunlara neden “din” denilmiyor da, başka başka isimlerle adlandırılıyor?

Çünkü bilindiği üzere ideolojinin mânâsı, bir yaşam biçimini belirlemeyi amaçlayan ve kendi içinde bağlantısı olan siyasî, iktisadî, sosyal görüşler bütünlüğüdür. İdeolojiye yüklenen bu tanım, dinin tanımına paralel bir tanımdır. O halde neden bunlara “din” denilmiyor? İşte, dünya müstekbirlerinin kendi koydukları dinlere bilmem ne ideolojisi veya bilmem ne izmi demelerinin nedeni; yönettikleri halkın iki ayrı din vâkıasıyla, yani din ikilemiyle karşılaşmaması içindir. Çünkü bu müstekbirler halk kitlelerinin din olgusuna karşı tutucu yaklaşımlarını bilmekteler ve halkın tepki göstereceği bir din ikilemi meydana getirmemek için, kendilerinin ürettikleri veya türettikleri dinlere, bilmem ne ideolojisi veya bilmem ne izmi gibi isimler takmaktadırlar.

Kurtuluşları ancak ve ancak İslâm’da olan insanlara, İslâm’ın karşıtı olarak bir dünya görüşü, bir yaşam tarzı, bir hayat şekli öngören her ideoloji, her izm, İslâm’ın karşısında  bâtıl  bir dindir.  Bu  bâtıl dinlere  inanmak,  bu  bâtıl dinlerin  dünya görüşünü benimsemek ve bu bâtıl dinleri yaşamak ile, “benim dinim bu ideoloji veya bu izm’dir” demek arasında hiçbir fark yoktur. “Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, asla ondan kabul edilmez. O, âhirette de kayba uğrayanlardandır.” (3/Âl-i İmrân, 85)

İnsanın dünyadaki tarihi, Âdem (a.s.) ve Havva vâlidemizle başlayan bir tarihtir. Âdem (a.s.) ise, bildiğimiz gibi hem ilk insan ve hem de ilk peygamberdir. Tabii ki peygamberlik görevi, ailesine yönelik bir görevdir. Dolayısıyla dinler tarihinin başlangıcında hak din vardır. İnsanların yaşam biçimini açıklayan ilk din, ilk nizam; hak olan din, hak olan nizamdır. Bâtıl dinler ise sonradan ortaya çıkan dinlerdir.

Bâtıl dinlerin gerçek mimarı, hiç şüphesiz ki şeytandır. Şeytan, bâtıl dinleri ihdas etmek için kendi dostlarına vesveselerle yol gösterirken, hak dinin yapısını dikkate almıştır. Nitekim bâtıl dinleri genel olarak inceleyecek olursak, hak dinin iskeletine bâtıl ceset giydirildiğini görürüz. Şeytan ve dostları kendi çıkarlarına uygun bâtıl dinleri ihdas ederlerken, çoğu zaman hak dinin bazı görüşlerine hiç dokunmamışlardır. Şeytan ve dostlarının çıkarlarına zararlı gözükmediği için müdâhale edilmeyen bu gibi görüşler, hak dinleri tahrif edilen toplumların, kendilerini hâlâ hak dinde sanmalarına ve dolayısıyla bâtıl dinlere tepki göstermemelerine neden olmuştur. Oysa şeytan ve dostlarının müdâhale etmedikleri bu gibi görüşler, hak dinin bütünlüğünde anlam ve hikmet kazanan görüşlerdir. Hak dinin bütünlüğünden koparılan bu görüşler,  ne yazık ki insanları uyarıcı niteliğini yitirip, hâkim otoriteler tarafından insanları uyutucu bir niteliğe dönüştürülmektedir.

Meselâ küfrî otoriteler tarafından yönetilen, halkında müslüman olan ülkelerde, tâğutî otoritelerin namazı yasaklamamaları ve bunun da ötesinde bu yönetimlerdeki bazı Firavunların halkın karşısına namaz kılıyormuş görüntüleriyle çıkmaları, aldatılan halkın ülkeyi İslâm, yöneticileri de müslüman kabul etmelerine neden olmaktadır. İşte İslâm ülkelerinde müslümanları kötülüklerden uzaklaştırıcı, uyarıcı, arındırıcı ve diriltici bir niteliği olan namaz eylemi, böylesi ülkelerde kendi özünden ve anlamından uzaklaşarak halkların uyutulmasına neden olmaktadır.

Genellikle hak dinin ismini kullanarak veya hak dinle hiçbir çelişkisi yokmuş gibi empoze edilerek yürürlüğe konulan bâtıl dinler, insanların ezilmesine, insanların sömürülmesine neden olmuştur.

Ancak, insanı yaratan Allah, insanları böylesi zulümler, böylesi sömürüler içinde başıboş bırakmamıştır. Peygamberler, insanları içine düştükleri bu zilletten kurtarmak için gönderilmişlerdir. Zamanımızdaki zâlimleri, zamanımızdaki bâtıl dinleri yerle bir etmek ve Allah’ın râzı olacağı İslâm’ı hâkim kılmak için, yeni bir peygambere gerek yoktur. Çünkü Rasûlullah (s.a.s.) Efendimiz'le birlikte gönderilen Rabbânî mesaj, ilk günkü tazeliği ve ilk günkü temizliği ile elimizde bulunmaktadır. İslâm Dini’nin iki temel kaynağının (Kur’an ve sünnet) elimizde bulunması, bütün bâtıl dinler karşısında İslâm dinini yeniden tebliğ ve yeniden ikame edebileceğimizi gösterir.

Beşerî doktrinler, ideoloji ve düzenler, aslında İslâm’ı mahkûm etmek için gerekçe olarak gösterdikleri “bağnazlık”ların en ileri türlerini sergilemektedirler. Din adına tarih boyunca türlü bağnazlıklarla birçok cinâyetlerin işlendiği doğrudur. Ancak, modern dünyanın çağdaş ve câhilî dinleri olan doktrinler ve “...izm”ler uğruna işlenen cinâyetler, zulümler ve katılıklar, geçmişte işlenen ve “din”i  mutlak anlamda itham etmek için araç olarak kullanılan benzeri tutumlardan çok farklı mıdır? Sömürgecilik adına kapitalizmi, emperyalizmi, komünizmi, siyonizmi yerleştirmek ve güçlendirmek için işlenmiş “modern cinâyetler” ve “çağdaş bağnazca tutumlar” mı insanlığa daha büyük darbeler indirmiştir, yoksa genel olarak bütün dinleri ve bu arada da yegâne hak din olan İslâm’ı mücâdelenin dışında tutmak, saf dışı bırakmak maksadıyla özellikle üzerinde durulmak istenen, hak dinden sapma sonucu ortaya çıkan cinâyetler mi?

Bu sözler, bâtıl adına işlenen cinâyetlerin savunması değildir. Anlatılmak istenen şudur: İnsanlık, dini tanımadığını ileri sürerken bile “bir düzene uymak” anlamında bir dine mensuptur. Modern insan da dine karşı çıkarken, kendisi gibi yaratıkların ortaya koymuş olduğu, fakat hiçbir şekilde ona aradığı mutluluğu veremeyen, sağlayamayan insanların kurdukları düzenlere, yani “din”lere bağlanmakta, boyun eğmektedir. Çağdaş dünya dininin ilâhları sermaye patronları, bankerler, sanayiciler, şarkıcılar, artistler, sporcular...dır. Mâbetleri/tapınakları ise bankalar, fabrikalar, stadyumlar, gazinolar...dır. Kullar ise her yere çevrilebilen, istenildiği gibi şartlandırılıp beyinleri yıkanabilen, istenilen şekilde yönlendirilebilen insan yığınlarıdır.

Açıkça anlaşıldığı gibi durum şundan ibârettir: Her bir siyasal, toplumsal, ekonomik düzen, aynı zamanda belli bir hayat görüşünün bir yansıması, bir ifadesidir. Pratiğe yansıyan her bir şekil arkasında, ona o keyfiyeti kazandıran bir inanış, bir düşünüş yatmaktadır. Meselâ materyalizm, eşya ve kâinat hakkındaki belli birtakım görüş ve yaklaşımlara sahiptir. Bu görüş ve yaklaşımlardan hareketle insanlığa sosyal, siyasal ve ekonomik bir düzen teklif etmiştir. Bütün bunlar yanında eşya ve evren hakkındaki yorumlara, dolayısıyla sunduğu düzene “inalımasını” yani bir inanç olarak algılanmasını sağlamak için de başkalarını iknâ etmeye özel bir çaba harcamaktadır. İşte, aslında insanlığa belli bir hayat ve kâinat anlayışı ve yorumu sunan, bu yolun esası üzere de insanlar arası ilişkileri her türlüsüyle düzenlemeye çalışan her bir sistem, aynı zamanda bir inanç düzenidir, yani bir “din”dir.

Bu yorum ve açıklamaların, Kur’ân-ı Kerim’in “din” için getirdiği yoruma aykırı olmadığı, aksine tam uygun olduğu rahatlıkla söylenebilir. Dinle ilgili âyet-i kerimeler bunu açıkça ortaya koymaktadır. Yüce Allah, Rasûlü’nü hidâyetle ve diğer bütün dinlerden üstün kılmak üzere “hak din” ile göndermiştir (9/Tevbe, 33; 48/Fetih, 28; 61/Saff, 9), Allah katında yegâne geçerli din İslâm’dır (3/Âl-i İmrân, 19). İslâm’dan başka bir din arayan kimsenin bu dini, ondan kabul edilmeyecektir ve o, âhirette hüsrâna uğrayanlardan olacaktır (3/Âl-i İmrân, 85).

Bu âyetlerden ve benzerlerinden açıkça anlaşılmaktadır ki, İslâm’ın dışında başka dinler de vardır. Allah katında geçerli olan ve olmayan dinler vardır. İnanılıp uyulduğu takdirde kişiyi kurtuluşa erdiren din vardır, âhirette ziyana uğratacak dinler de vardır. Buna göre, insanların benimsedikleri, inandıkları, düşünüş ve yaşayışlarını hemcinsleriyle ve çevrelerindeki eşya ile bu düşünüş ve inanışlara göre belirledikleri her bir düzen, sistem, ideoloji ve doktrin; adına din denilmese bile bir “din”dir. Hatta Allah’a ya da bir veya birçok ilâha inanmaları ya da inanmamaları, bu inançlarını açıklamaları ya da açıklamamaları, bazı davranışlarına “ibâdet” adını verip vermemeleri dahi durumu değiştirmez. Çünkü dinlerde asıl olan bir “inanç düzeni” ile bu düzene göre şekillenen bir hayat anlayışı ya da dünya görüşü ve buna bağlı olarak bir “yaşayış düzeni”nin varlığıdır. Bunun sözkonusu olamayacağı hiçbir “hayat düzeni” bulunmayacağına göre, insanlık için -bu anlamıyla-  din dışında kalabilen bir hayat, esasen düşünülemez demektir. Bu gerçek, aynı şekilde İslâm âlimlerinin de gözünden kaçmamıştır. Meselâ Şehristânî, dinleri ve mezhepleri incelediği el-Milel ve’n-Nihal adlı eserinde açıkça şunları söylemektedir:

“Dünyada çeşitli din ve mezhep mensupları ve hevâ ve nıhle (fırka, mezhep) sahipleri pek çoktur. Aralarında İslâmî fırkalar da vardır; yahûdi ve hıristiyanlar gibi indirilmiş kitapları olduğu kesin olarak bilinenleri de vardır; mecûsiler ile maniheistler gibi kitap indirilmiş olma ihtimali olanlar da vardır; ilk felsefeciler, dehrîler (zamandan başka maddeyi etkileyici bir faktör tanımayan materyalistler), yıldızlara tapanlar, putperestler ve brahmanistler gibi birtakım hüküm, değer ve tanımları olup da Allah’tan indirilmiş bir kitabı olmayanları da vardır. (Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihal, 1/37)

Görüldüğü gibi, her bir dünya, hayat ve kâinat görüşü aynı zamanda bir din olarak değerlendirilmiştir ve böyle değerlendirilmelidir. Durum böyle olduğundan dolayı, hatta laik düzenler için bile, din dışı bir hayat mümkün olamaz.

Dinin kavranması için şu soruya cevap verilmelidir: Din, her durumda hayat için kaçınılmaz ise, insanlık için nasıl bir din gereklidir? 

İnsanın belli bir yapısının ve bu yapının gerektirdiği türlü ilişkilerinin sözkonusu olduğu herkes tarafından bilinir. İnsanın, görünen ve duyularımızla algılayabildiğimiz maddî yapısının, hatta bu varlığının en küçük diliminde dahi kendisini gösteren, varlığını tartışılamaz ve inkâr edilemez kılan, bunun da ötesinde maddî varlığına egemen olan, ona yön veren bir mânevî varlığının da bulunduğunu görüyoruz. O halde insanlık için mükemmel bir dinin, insanın hem maddî, hem de mânevî yapısını göz önünde bulundurması ve bunların her birisini -ayrı ayrı ve bağımsız parçalarmış gibi değil- bir bütünün unsurları olarak değerlendirmesi, bütüne yani insana kazandırdıkları âhenk ve dengeye uygun ve o nisbette ele alması gerekmektedir. Dinin bunlardan birini görmezlikten gelmek ya da gerçek önemine uygun bir şekilde hesaba katmamak gibi, insanda ruhî, maddî, tüm ilişkilerinde dengesizlikler doğuracak bir değerlendirme yoluna gitmemelidir. Mükemmel bir din, insanı olduğu gibi ele alan ve bu yapıya uygun bir düzen teklif eden dindir. Gerçek din, insanı kuvvetli olduğu yanlarıyla, zaaflarıyla, üstünlükleriyle, kabiliyetleriyle, imkânlarıyla, kısacası asıl yapısıyla ve fıtratıyla ele alabilen bir dindir.

İnsan, tek başına, çevresiyle, hemcinsleriyle herhangi bir ilişkisi bulunmayan, kendi sınırlarını aşmayan bir varlık değildir. Onun için yalnızlık ve çevresini etkilememek diye bir şey düşünülemez. O dünyaya geldiği andan itibaren, çevresindeki hemcinsleriyle eşya ve kâinat ile ilişki halindedir. Bu ilişkilerini kurarken insan çeşitli soru ve sorunlarla karşı karşıya kalır:

-Ben neyim? Kimim? Nereden geldim, nereye gidiyorum? Benim bu kâinat içerisindeki yerim neresidir? Bu evren ile ilişkilerimde uymam gereken ilkeler var mıdır? Yoksa istediğim gibi hareket etmekte serbest miyim? Uymam gereken ilkeler varsa, bunlar neler olabilir? Bunları nasıl öğrenebilir ve tesbit edebilirim? Ailemle içinde yaşadığım toplum ve bütün insanlara karşı sorumluluğum nedir? Onlarla ilişkilerimde bağlı kalmam gereken kurallar var mıdır, varsa nelerdir? Ben onlara, onlar da bana karşı bir haksızlık yaparsa, ya da görevlerimizde kusurumuz olursa buna karşı alınacak tedbirler var mıdır, varsa nelerdir, bu tedbirleri kimler alacak? Kısaca, içinde bulunduğumuz her türlü ilişki nasıl ve kim tarafından belirlenecektir? Bu ilişki türüne uygun bir yapılanma nasıl olabilir? Yani, insanın hem eşya ile ilişkisi, hem de insan olarak ferdî, ailevî, toplumsal, ekonomik, siyasal ve ahlâkî ilişkileri nasıl olmalıdır? Kim tarafından belirlenmelidir? İşte mükemmel bir dinin bu tür sorulara, doğru ve tatmin edici cevaplar vermesi kaçınılmazdır.

İnsanın, kendinden başkaları ile ilişkiler kurduğu âlem, sırf bu görünen dünya değildir. Onda, kendisi gibi eksik olmayan, mükemmel bir varlığa şevk ve ihtiyaç eğilimi vardır ve bu onda fıtrîdir. Fıtrata ters, hatta düşman ortam ve düzenlerde yetişen kimselerde dahi fıtratın bu meyli küllendirilebilse bile, tümden yok edilemez. Peki, insan denen bu varlığı ve kâinatı en mükemmel düzen içerisinde yaratan, fakat kendisinden de bu kâinatı müstağnî kılmayan varlık kimdir? O nasıldır? O’nu tanımanın yolu nedir? O’na karşı görev ve sorumluluklarımız nelerdir? Biz, O’nun için neyin ifadesiyiz? Bizden istekleri var mı? Bize karşı davranışlarının, muâmelesinin esasları nelerdir?

Evet, mükemmel bir dinin, yani insanın hayatına düzen verme iddiasında olan bir sistemin, bu ve benzeri sorulara açık, anlaşılır ve kesin cevaplar vermesi kaçınılmazdır. İnsan, yani selim fıtrata sahip; sapıklığın, isyanın ve günahın kirletmediği fıtrata sahip insan, bu dünya hayatının sınırlılığından, darlığından, yetersizliğinden rahatsız olur. Çünkü insan, hak sahiplerinin her zaman haklarını alamadığını, haksızların, zâlimlerin her zaman uygun şekilde cezalandırılmadıklarını, zaman zaman yaptıklarının yanlarına kâr kalabildiğini görmektedir. Bu böyle ise, âdil ve hakkaniyete bağlı kalmanın faydası nedir? İnsanın bazen öyle emelleri olur ki, kendisinin hatta neslinin ömrü bunları gerçekleştirmeye yeterli olmayabilir. Meselâ, yeryüzünde gerçek bir adâletin gerçekleşmesi, mazlumun hakkını alması, zâlimin cezasını çekmesi, insanların birbirlerine “kurtluk ve orman kanunları” ile, ya da “tilkilik” mantığıyla değil de; “en az o da benim kadar haklara sahip, benim kardeşim, benimle eşit” mantığıyla davranacakları toplumsal ahlâkî bir düzenin kurulması, fert ve toplum vicdanında bunun yer etmesi...

İnsan, kendi ferdî hayatında bunların, hatta işaretlerinin dahi gerçekleştiğini görmeyebilir. Buna rağmen bu uğurda çalışmalarına da ara vermez. Neden? Bu uğurdaki çalışmaları eğer eksik bulacaksa, boşa gidecek ve karşılıksız kalacaksa, onun bu yolda yorulması nedendir? Demek ki, insanın fıtrî yapısında bu dünyanın “ötesi”ne inanma ihtiyacı vardır ve sağlıklı bir fıtrat, mutlaka bu ihtiyacı karşılamanın yollarına gider. Bu bakımdan mükemmel bir “din” fıtratın bu ihtiyacını da karşılayabilmeli, bu konudaki sorularını tatminkâr bir şekilde cevaplandırabilmeli, sorunlarını da mükemmel bir şekilde çözebilmelidir.


 

M. Beşir Eryarsoy, a.g.e. c. 1, s. 398

nest...

çamaşır makinesi ses çıkarması topuz modelleri kapalı huawei hoparlör cızırtı hususi otomobil fiat doblo kurbağalıdere parkı ecele sitem melih gokcek jelibon 9 sınıf 2 dönem 2 yazılı almanca 150 rakı fiyatı 2020 parkour 2d en iyi uçlu kalem markası hangisi doğduğun gün ayın görüntüsü hey ram vasundhara das istanbul anadolu 20 icra dairesi iletişim silifke anamur otobüs grinin 50 tonu türkçe altyazılı bir peri masalı 6. bölüm izle sarayönü imsakiye hamile birinin ruyada bebek emzirdigini gormek eşkiya dünyaya hükümdar olmaz 29 bölüm atv emirgan sahili bordo bereli vs sat akbulut inşaat pendik satılık daire atlas park avm mağazalar bursa erenler hava durumu galleria avm kuaför bandırma edirne arası kaç km prof dr ali akyüz kimdir venom zehirli öfke türkçe dublaj izle 2018 indir a101 cafex kahve beyazlatıcı rize 3 asliye hukuk mahkemesi münazara hakkında bilgi 120 milyon doz diyanet mahrem açıklaması honda cr v modifiye aksesuarları ören örtur evleri iyi akşamlar elle abiye ayakkabı ekmek paparası nasıl yapılır tekirdağ çerkezköy 3 zırhlı tugay dört elle sarılmak anlamı sarayhan çiftehan otel bolu ocakbaşı iletişim kumaş ne ile yapışır başak kar maydonoz destesiyem mp3 indir eklips 3 in 1 fırça seti prof cüneyt özek istanbul kütahya yol güzergahı aski memnu soundtrack selçuk psikoloji taban puanları senfonilerle ilahiler adana mut otobüs gülben ergen hürrem rüyada sakız görmek diyanet pupui petek dinçöz mat ruj tenvin harfleri istanbul kocaeli haritası kolay starbucks kurabiyesi 10 sınıf polinom test pdf arçelik tezgah üstü su arıtma cihazı fiyatları şafi mezhebi cuma namazı nasıl kılınır ruhsal bozukluk için dua pvc iç kapı fiyatları işcep kartsız para çekme vga scart çevirici duyarsızlık sözleri samsung whatsapp konuşarak yazma palio şanzıman arızası