tevbe suresinin fazileti ve sırları / Tevbe Suresi'nin Fazilet ve Sırları

Tevbe Suresinin Fazileti Ve Sırları

tevbe suresinin fazileti ve sırları

Tevbe Süresi Âyet-i Kerimlerin Faziletleri

Tevbe süresi Âyet-i Kerimlerin okunması ve faydaları:

Her çeşit şerden kurtulmak için yedi kere okunur.
Her kim güneş doğmadan önce Tövbe suresinin ayetleri 10 kere okursa, hastalığına bi-iznillah şifa olur.
Her kim ketenden dokunmuş bir bez parçasına herhangi bir kameri ayın ilk günü Tövbe suresinin ayetini yazar ve bu yazının çerçevesine hırsız olacağı şüphenilen veya evden kaçan kişinin ismini anne ismiyle beraber yazar (…. oğlu/kızı …) ve o yazılı keten parçasının ortasına çivi çakarak ayak basılmayan temiz bir toprağa gömerse, muradı gerçekleşir.
Her kim Cuma gecesi teheccüd vaktinde Tevbe suresinin son ayetini ve [Ente yâ Rabbi Hasbi’ala fülânibni Fülanete. E’atıf kalbehü ‘aleyye ve zellihü li.] duasını kere okursa, buğzeden kimsenin bunları okuyan kişiye karşı sevgi beslemesine sebep olur.

“Lekad câekum resûlun min enfusikum azîz(azîzun), aleyhi mâ anittum harîsun aleykum bil mu’minîne raûfun rahîm(rahîmun).”

لَقَدْ جَاءكُمْ رَسُولٌ مِّنْ أَنفُسِكُمْ عَزِيزٌ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَرِيصٌ عَلَيْكُمبِالْمُؤْمِنِينَ رَؤُوفٌ رَّحِيمٌ
“Andolsun, size kendi içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü’minlere karşı da çok şefkatli ve merhametlidir.”

Fe in tevellev fe kul hasbiyallâh(hasbiyallâhu), lâ ilâhe illâ hûve, aleyhi tevekkeltu ve huve rabbul arşil azîm(azîmi).”

فَإِن تَوَلَّوْاْ فَقُلْ حَسْبِيَ اللّهُ لا إِلَهَ إِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِالْعَظِيمِ
“Eğer yüz çevirirlerse de ki: “Bana Allah yeter. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Ben ancak O’na tevekkül ettim. O, yüce Arş’ın sahibidir.””

Tevbe Suresi T&#;rk&#;e Okunuşu - Tevbe Suresi Anlamı, Arap&#;a Yazılışı ve Fazileti (Diyanet Meali)

Haberin Devamı

Tevbe Suresinin Hikmeti ve Sırları

Tevbe suresinde Müslümanların müşrik ve kafirlere karşı sert olmaları ve birbirleriyle yardımlaşmaları öğütlenir. ayetinde ise İslam'ı fırkalara bölmek isteyen kişilerin yaptıkları mescitlerde ibadet edilmemesi gerektiği anlatılır. Sıcağı bahane gösterip cihat etmek istemeyen kişilere ise cehennem sıcağı hatırlatılır. ayet ise kafirlerin kalplerinin hastalıklı olduğu söylenir. Kalbi temiz olan müminler ise sadece Allah'a ve hayra yönelir.

Tevbe Suresi Ne İçin, Ne Zaman, Neden ve Nasıl Okunur?

Her Müslüman tövbe etmekle mükelleftir. Bir peygamber olan Hz. Muhammed (A.S), buna rağmen gün içerisinde sayısız kere şükrederdi. Bir gün ona cennetle müjdelenmiş olmasına rağmen neden tövbe ettiği sorulduğunda, Allah'a şükretmek için diye cevap verir. Tövbe hem af dilemek hem de şükretmek için edilir. Dolayısıyla Tevbe suresi hem geçmiş günahları tekrarlamamak hem de Allah'ın verdiği nimetlere şükretmek için okunur. Namazlarda ve günlük ibadetlerde de okunabilir.

Tevbe Suresi Nasıl Ezberlenir?

Kurandaki en uzun surelerden biri olduğu için günlere bölünerek, kısım kısım ezberlenmelidir. Telaffuz konusunda zorluk çekenler hafızların okuduğu ayetleri dinleyerek tekrar yapabilir.

Tevbe Suresi Ne Anlatıyor?

Tevbe Suresinin ayetinde Allah'ın Alim ve Hakim sıfatları yer alır. Sadaka ve zekat vermenin her Müslümana farz olduğu anlatılır. Yolda kalmışlara, muhtaçlara ve yoksullara yardım edilmesinin ne kadar önemli olduğu vurgulanır.

Tevbe Suresi Ölülere Okunur mu?

Kabir ziyaretlerinde ilk ve son ayetleri okunabilir. Ölülere rahmet dilemek isteyen müminler de Tevbe suresinin bir kısmını ya da tamamını Arapça ve Türkçe olarak okuyabilirler.

Tevbe Suresi Özellikleri

Kurandaki en uzun surelerden biridir. 2 ayeti hariç tamamı Medine'de inmiştir. Kuran-ı Kerim'in 9. suresi olan Tevbe suresi, tövbe etmenin önemini anlattığı için bu ismi almıştır.

Tevbe Suresi Şifa İçin Okunur mu?

Tevbe suresi hastalıklardan korunmak, şifa bulmak ve manevi sıkıntılardan kurtulmak için okunabilir.

Tevbe Suresi ve Uzun Bağışlama Duası

Allah katında bağışlanmak ve tövbe etmek isteyen Müslümanlar Tevbe suresini uzun bağışlanma duasından önce ya da sonra okuyabilir.

Tevbe Suresini Üzerinde Taşımak

Müslümanlar hastalıklardan ve musibetlerden korunmak için de Tevbe suresini üzerinde taşıyabilir.

Tevbe Suresi Ne Zaman Okunmalı?

Surenin ilk on - on beş ayeti namaz esnasında okunabilir. Sabah namazından son iki ayeti 10 kere tekrar edilebilir.

Tevbe Suresi Türkçe Anlamı (Diyanet Meali)

Allah ve Resûlünden, kendileriyle antlaşma yapmış olduğunuz müşriklere bir ültimatomdur: ﴾1﴿ Yeryüzünde dört ay daha dolaşın. Şunu bilin ki, siz Allah'ı âciz bırakacak değilsiniz; Allah ise, inkârcıları perişan edecektir. ﴾2﴿ Hacc-ı ekber gününde, Allah ve Resûlünden bütün insanlara bir bildiridir: Allah ve Resûlü, Allah'a ortak koşanlardan uzaktır. Eğer tövbe ederseniz, bu sizin için hayırlıdır. Ama yüz çevirirseniz, şunu iyi bilin ki, siz Allah'ı âciz bırakabilecek değilsiniz. İnkârcılara, elem dolu bir azabı müjdele! ﴾3﴿ Ancak Allah'a ortak koşanlardan, kendileriyle antlaşma yapmış olduğunuz, sonra da antlaşmalarında size karşı hiçbir eksiklik yapmamış ve sizin aleyhinize hiç kimseye yardım etmemiş olanlar, bu hükmün dışındadır. Onların antlaşmalarını, süreleri bitinceye kadar tamamlayın. Şüphesiz Allah, kendine karşı gelmekten sakınanları sever. ﴾4﴿ Haram aylar çıkınca bu Allah'a ortak koşanları artık bulduğunuz yerde öldürün, onları yakalayıp hapsedin ve her gözetleme yerine oturup onları gözetleyin. Eğer tövbe ederler, namazı kılıp zekâtı da verirlerse, kendilerini serbest bırakın. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir. ﴾5﴿ Eğer Allah'a ortak koşanlardan biri senden sığınma talebinde bulunursa, Allah'ın kelâmını işitebilmesi için ona sığınma hakkı tanı. Sonra da onu güven içinde olacağı yere ulaştır. Bu, onların bilmeyen bir kavim olmaları sebebiyledir. ﴾6﴿Allah ve Resûlünden, kendileriyle antlaşma yapmış olduğunuz müşriklere bir ültimatomdur: ﴾1﴿ Yeryüzünde dört ay daha dolaşın. Şunu bilin ki, siz Allah'ı âciz bırakacak değilsiniz; Allah ise, inkârcıları perişan edecektir. ﴾2﴿ Hacc-ı ekber gününde, Allah ve Resûlünden bütün insanlara bir bildiridir: Allah ve Resûlü, Allah'a ortak koşanlardan uzaktır. Eğer tövbe ederseniz, bu sizin için hayırlıdır. Ama yüz çevirirseniz, şunu iyi bilin ki, siz Allah'ı âciz bırakabilecek değilsiniz. İnkârcılara, elem dolu bir azabı müjdele! ﴾3﴿ Ancak Allah'a ortak koşanlardan, kendileriyle antlaşma yapmış olduğunuz, sonra da antlaşmalarında size karşı hiçbir eksiklik yapmamış ve sizin aleyhinize hiç kimseye yardım etmemiş olanlar, bu hükmün dışındadır. Onların antlaşmalarını, süreleri bitinceye kadar tamamlayın. Şüphesiz Allah, kendine karşı gelmekten sakınanları sever. ﴾4﴿ Haram aylar çıkınca bu Allah'a ortak koşanları artık bulduğunuz yerde öldürün, onları yakalayıp hapsedin ve her gözetleme yerine oturup onları gözetleyin. Eğer tövbe ederler, namazı kılıp zekâtı da verirlerse, kendilerini serbest bırakın. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir. ﴾5﴿ Eğer Allah'a ortak koşanlardan biri senden sığınma talebinde bulunursa, Allah'ın kelâmını işitebilmesi için ona sığınma hakkı tanı. Sonra da onu güven içinde olacağı yere ulaştır. Bu, onların bilmeyen bir kavim olmaları sebebiyledir. ﴾6﴿Allah'a ortak koşanların Allah katında ve Resûlü yanında bir ahdi nasıl olabilir? Ancak Mescid-i Haram'ın yanında kendileriyle antlaşma yaptıklarınız başkadır. Bunlar size karşı dürüst davrandığı sürece, siz de onlara dürüst davranın. Çünkü Allah kendine karşı gelmekten sakınanları sever. ﴾7﴿ Onların bir ahdi nasıl olabilir ki! Eğer onlar size üstün gelselerdi, ne akrabalık (bağlarını), ne de antlaşma (yükümlülüğünü) gözetirlerdi. Ağızlarıyla sizi hoşnut etmeye çalışıyorlar, oysa kalpleri buna karşı çıkıyor. Onların pek çoğu fasık kimselerdir. ﴾8﴿ Allah'ın âyetlerini az bir karşılığa değiştiler de insanları onun yolundan alıkoydular. Bunların yapmakta oldukları şeyler gerçekten ne kötüdür! ﴾9﴿ Bir mü'min hakkında ne akrabalık (bağlarını), ne de antlaşma (yükümlülüğünü) gözetirler. İşte onlar taşkınlık yapanların ta kendileridir. ﴾10﴿ Fakat tövbe edip, namazı kılar ve zekâtı verirlerse, artık onlar sizin din kardeşlerinizdir. Bilen bir kavme âyetleri işte böyle ayrı ayrı açıklarız. ﴾11﴿ Eğer antlaşmalarından sonra yeminlerini bozup dininize dil uzatırlarsa, küfrün ele başlarıyla savaşın. Çünkü onlar yeminlerine riâyet etmeyen kimselerdir. Umulur ki, vazgeçerler. ﴾12﴿ Yeminlerini bozan, peygamberi yurdundan çıkarmaya kalkışan ve üstelik size tecavüzü ilk defa kendileri başlatan bir kavimle savaşmaz mısınız? Yoksa onlardan korkuyor musunuz? Oysa Allah, -eğer siz gerçek mü'minler iseniz- kendisinden korkmanıza daha lâyıktır. ﴾13﴿ 

Onlarla savaşın ki, Allah onlara sizin ellerinizle azap etsin, onları rezil etsin, onlara karşı size yardım etsin, mü'min topluluğun gönüllerini ferahlatsın ve onların kalplerindeki öfkeyi gidersin. Allah dilediğinin tövbesini kabul eder. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. ﴾﴿ Yoksa; Allah içinizden, Allah'tan, Resûlünden ve mü'minlerden başkasını kendilerine sırdaş edinmeksizin cihad edenleri ayırt etmeden bırakılacağınızı mı sandınız? Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır. ﴾16﴿ Allah'a ortak koşanların, inkârlarına bizzat kendileri şahitlik edip dururken, Allah'ın mescitlerini imar etmeleri düşünülemez. Onların bütün amelleri boşa gitmiştir. Onlar ateşte ebedî kalacaklardır. ﴾17﴿ Allah'ın mescitlerini, ancak Allah'a ve ahiret gününe inanan, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah'tan başkasından korkmayan kimseler imar eder. İşte onların doğru yolu bulanlardan olmaları umulur. ﴾18﴿ Siz hacılara su dağıtmayı ve Mescid-i Haram'ın bakım ve onarımını, Allah'a ve âhiret gününe iman edip Allah yolunda cihad eden kimse(lerin amelleri) gibi mi tuttunuz? Bunlar Allah katında eşit olmazlar. Allah zâlim topluluğu doğru yola erdirmez. ﴾19﴿ İman edip hicret eden ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad eden kimselerin mertebeleri, Allah katında daha üstündür. İşte onlar, başarıya erenlerin ta kendileridir. ﴾20﴿

Tevbe Suresi Arapça Okunuşu

Tevbe Suresi Türkçe Okunuşu - Tevbe Suresi Anlamı, Arapça Yazılışı ve Fazileti (Diyanet Meali)

Tevbe Suresi Türkçe Okunuşu - Tevbe Suresi Anlamı, Arapça Yazılışı ve Fazileti (Diyanet Meali)

Tevbe Suresi Türkçe Okunuşu - Tevbe Suresi Anlamı, Arapça Yazılışı ve Fazileti (Diyanet Meali)

Tevbe Suresi Arapça YAZILIŞININ VE MEALİNİN TAMAMI İÇİN TIKLAYIN

Tevbe Suresi Tefsiri (Kur'an Yolu)

İnsanî ilişkilerin sağlıklı bir biçimde sürdürülmesinde ve toplumsal düzenin tesisi ve korunmasında antlaşma ve sözleşmeler çok önemli bir yere sahiptir. Sözleşmelerin güvenilir olması ve işlevini ifa edebilmesi de ahde vefâ ilkesinin korunmasına bağlıdır. Kur’an gerek insanın kendisini yaratan Allah’a verdiği söz, gerekse başka insanlarla yaptığı sözleşmeler anlamında ahid kavramı üzerinde önemle durmuş ve değişik vesilelerle ahde vefâ ilkesine vurgu yapmıştır (Bakara 2/40; Mâide 5/1, 7). Daha peygamberlik öncesi dönemde yakın çevresi tarafından güvenilir, sözünde durur bir kişi olmasıyla tanınan Hz. Muhammed de peygamberliği süresince karşılaştığı bütün zorluklara rağmen bu ilkeden ödün vermemiş ve bu konuda çevresindeki müminlere iyi bir örnek olmuştur. İşte yaklaşık yirmi iki yıllık bir süre içinde İslâmiyet’in amansız düşmanları olan Mekke putperestleriyle ilişkilerinde bile sözünde durma ve ahde vefâ konusunda titiz davranan ve ashâbı tarafından bu husustaki duyarlılığı çok iyi bilinen Resûlullah’ın daha önce yapılmış bir antlaşmayı yok sayıp birdenbire sahip olduğu gücü ön plana çıkarması beklenemezdi. Fakat içten içe yıkıcı faaliyetlerde bulunarak müslümanları birbirine düşürmeye çalışan ve bunu temin için münafıklarla iş birliği yapan müşriklerin mevcut antlaşma hükümlerini fiilen bozmaları karşısında, içi boşaltılmış bir antlaşmayı istismar etmelerine de müsaade edilemezdi. Müşriklerin antlaşma hükümlerini sinsice ihlâl etmeleri ve hıyanet içinde bulunmaları karşısında Resûlullah’ın da bu antlaşmaları bozabileceği Enfâl sûresinde bildirilmiş (8/58) ve bu konuda müslümanların fikrî bir hazırlık içinde olmaları sağlanmıştı. Tebük Seferi’nde yaşanan birçok olay da müslümanlarla birlikte hareket ediyor görünen kişilerin gerçek yüzlerini açığa çıkarma açısından onlara önemli tecrübeler kazandırmıştı. Nihayet Tebük Seferi’ni takiben bu bildirimin yapılması zamanının geldiği Resûlullah’a vahyedildi: Müslümanların antlaşma yaptığı müşrikler artık bu antlaşmanın geçersiz olduğunu bilmeliydiler! Peygamber’in bizzat bulunmayıp emîr olarak Hz. Ebû Bekir’i görevlendirdiği hac esnasında bu duyuru yapılacak ve buna bağlı sonuçlar kendilerine hatırlatılacaktı. Türkçe’de “berat” şeklinde telaffuz edilen berâe, sözlükte, “bir işten veya sorumluluktan sıyrılmak, kötü bir durumdan uzaklaşmak, katışık halden çıkıp duru hâle gelmek” gibi anlamlara gelir. Borçlu için “berî oldu” denince borçtan, hasta için “berî oldu” denince de hastalıktan kurtulduğu ve aslî durumuna döndüğü kastedilir. “Berâet-i zimmet asıldır” şeklindeki hukuk kaidesinde geçen berâet kelimesi suçsuz ve borçsuz olmayı ifade eder. Bu kelimenin bir de toplumlar arası ilişkiler ve savaş hukuku bakımından ifade ettiği bir anlam vardır ki, o da taraflar arasında dostluk ilişkisinin kopması, dokunulmazlık ve güven ilkesinin geçerliliğine son verilmesi, daha önceki taahhütlerin sorumluluğundan kurtulma, kısaca ilişki kesmedir. 1. âyette geçen “berâe” kelimesini yapılan bildirimin içeriği dikkate alınarak ve bunun şiddetli bir ihtar olduğunu belirtmek üzere “ültimatom” şeklinde çevirmek mümkündür. Fakat milletlerarası ilişkiler terminolojisinde bu kelimenin kullanıldığı anlam ile âyetteki berâe kelimesinin tam olarak örtüştüğü söylenemez. Âyette bildirimde bulunan taraf Allah ve resulü, bildirimin yapıldığı taraf ise müslümanların kendileriyle antlaşma yaptıkları müşrikler şeklinde ifade edilmiştir. Burada şöyle bir anlatım inceliğinin bulunduğu görülmektedir: Müşriklerle muahede konusunda “kendileriyle antlaşma yaptığınız” ifadesi kullanılarak yüce Allah’ın böyle bir antlaşmaya taraf olamayacağı, sadece belirli şartlarda müslümanların bu tür bir akdin tarafı olabilecekleri ima edilmiş olmaktadır (Râzî, XV, ). Hz. Peygamber’in bu akde taraf olması ise Allah’ı temsilen değil müslümanların temsilcisi ve yöneticisi sıfatıyladır. Nitekim bu duyurunun ne zaman yapılacağını bildiren 3. âyette Allah ve resulünün müşriklerle hiçbir bağının bulunmadığı ayrıca ifade edilmiş ve Hz. Peygamber de müşriklerin bulunabileceği hicretin 9. yılındaki bu hacda bulunmamıştır. 7. âyette de bu ince mânayı koruyan bir ifade kullanıldığı görülmektedir. Resûlullah’ın sefere gönderdiği kumandanlara şu meâlde bir tâlimat vermesi de bu yorumu güçlendirici niteliktedir: Bir kaleyi kuşatıp da oranın ahalisi senden Allah ve resulü adına antlaşma yapmanızı isterse bunu kabul etme, kendin ve arkadaşların adına antlaşma yap; zira kendinin veya arkadaşlarının taahhüdünü ihlâl etmen Allah ve resulünün taahhüdünü ihlâl edilmiş hâle düşürmekten iyidir. Yine, bir kaleyi kuşatıp da oranın ahalisi senden kendileri hakkında Allah’ın hükmünü vermeni isterlerse, bunu kabul etme, kendi hükmünü ver; çünkü onlar hakkında Allah’ın hükmünü isabet ettirip ettiremeyeceğini bilemezsin (Müslim, “Cihâd”, 3). Muhatapların hiç süre verilmeksizin, âniden antlaşmaya son verildiği ve böylece haksızlığa uğratıldıkları iddiasında bulunamamaları için 2. âyette kendilerine dört ay süre verildiği bildirilmiştir. Bu âyetteki “serbestçe dolaşın” şeklinde çevrilen “sîhû” emrinin masdarı olan “siyâha(t)”, Arap dilinde sıradan bir gezintiyi değil, gerekli hazırlıklar yapılarak çıkılan planlı yolculuğu ifade eder. Böylece kendi aykırı davranışları sebebiyle antlaşmaları feshedilen müşriklere, güven içinde dolaşarak kendilerini korumak için her türlü önlemi alabilecekleri, diledikleri gibi hareket edip geleceklerini güvenceye alma yollarını araştırabilecekleri hatırlatılmakta, hatta emir kipi kullanılarak kendilerine tanınan bu imkândan sonra artık sorumluluğun da kendilerine ait olacağı ima edilmektedir (Elmalılı, IV, ). Bununla birlikte âyetin devamında müşriklerin Allah’ı asla âciz bırakamayacakları ve Allah’ın inkârcıları rüsvâ edeceği yönünde bir uyarı yapılmaktadır. Müteakip âyetlerle birlikte değerlendirildiğinde, burada müşriklere şu hususlar bildirilmiş olmaktadır: Verilen süreden sonra artık antlaşma güvencesinden yararlanamazsınız. Şayet eski tavırlarınızda ısrar ederseniz ve İslâm’ın müslümanlar için en kutsal mekân ilân ettiği Kâbe’nin çevresinde varlığınızı ve egemenliğinizi sürdürmeye çalışırsanız müslümanlara karşı savaş açmış sayılırsınız ve bunun sonuçlarına katlanırsınız. Fakat biliniz ki bu şekilde süre verilmesinin sebebi âcizlik değil, size düşünüp taşınma ve tövbe etme imkânı sağlamaktır; yine biliniz ki Allah’ın iradesini aşamazsınız, O’nu âciz bırakamazsınız ve rezil rüsvâ olmayı göze almış olursunuz; eğer tövbe ederseniz bu sizin için daha iyi olur (Râzî, XV, ). Burada verilen dört aylık sürenin başlangıcı ve bitimi hakkında tefsirlerde farklı açıklamalar yer almaktadır (Taberî, X, , ; Zemahşerî, II, ; Râzî, XV, , ). Bazı müfessirler Tevbe sûresinin Şevval ayında indiği bilgisinden hareketle bu sürenin Muharrem ayının sonunda bitmesi gerekeceğini ileri sürmüşlerdir. Fakat âyetin, Hz. Ebû Bekir’in hac için gönderilmesini takiben indiği, burada antlaşmanın feshini takiben belirli bir müddet tanınmasının amaçlandığı ve bunun hac esnasında (Zilhicce ayının 9 veya günü) tebliğ edildiği dikkate alınınca, dört aylık bu sürenin Zilhicce’nin10’undan Rebîülâhir’in 10’una kadar olduğunu kabul etmek gerekir. Nitekim Taberî, süre verilen tarafın bunu bilmesi gerektiği ilkesine ve bu bildirimin de hac esnasında yapıldığı olgusuna dikkat çekerek anılan görüşü eleştirmektedir (X, 66). Bununla birlikte, o yıl Zilhicce’nin onu sayılan hac gününün gerçekte Zilkade ayına tesadüf ettiği rivayeti esas alındığında, bu süre 10 Rebîülevvel’de sona ermiş olmaktadır; zira o sırada henüz müşriklerin “nesî” âdeti kalkmamıştı ve aylar Resûlullah’ın haccında yerine oturmuştu (“nesî” hakkında bilgi için bk. âyet 37). Âyette belirtilen dört aylık sürenin ilgilileri hakkında birçok izah yapılmıştır. Bu izahlar ile 4 ve 7. âyetlerde ahidlerine sadakat gösterenler için getirilen istisnalar birlikte değerlendirildiğinde, buradaki süre ile müşriklerle yapılmış antlaşmaların süreleri arasındaki ilişkiyi şöyle açıklamak uygun olur: Antlaşmalarına sadakat gösterenler bakımından daha önce belirlenmiş süreye uymak gerekir; burada belirlenen süre antlaşma hükümlerini çiğneyenler hakkındadır. Bunlardan müddeti âyette belirtilenden daha fazla kalmış olanlar hakkında bu süre kısaltılmış, daha az kalmış olanlar ile süre tayin edilmeden antlaşma yapılanlara ise bu kadar süre verilmiştir (Taberî, X, , ,77; Râzî, XV, ). Şu var ki Taberî, buradaki “dört ay”ın müslümanlarla aralarında antlaşma bulunan, 5. âyetteki “haram aylar”ın ise müslümanlarla aralarında antlaşma bulunmayan müşrikler hakkında olduğu kanaatindedir. Buna göre, süresiz antlaşması bulunan veya süreli olmakla beraber ahdini bozmuş bulunan müşriklere o yılın hac gününden itibaren dört ay (10 Rebîülâhir’e kadar) müddet tanınmış, antlaşması bulunmayan müşrikler bakımından ise verilen süre muharrem ayının sonunda (yapılan bildirimden elli gün sonra) bitmiş olmaktadır (X, 66). Fakat 5. âyetteki “haram aylar”ın İslâmî terminolojide “eşhür-i hurum” diye bilinen (bk. âyet 36) aylar şeklinde anlaşılması ve böylece antlaşması bulunmayan müşriklere iki aydan az bir süre tanındığı sonucunun çıkarılması bu sûre ile getirilen düzenlemenin ruhu ile bağdaşır görünmemektedir. Zira antlaşmasını bozan müşriklere bile dört ay güvence ve düşünme fırsatı veren bir düzenlemede, –antlaşması bulunmayanlar sürekli savaş halinde kabul edilse dahi– hiç değilse ahdi bozmuş durumda bulunmayan bu kesim için diğerine göre çok kısa bir süre tanınması anlamlı görünmemektedir. 3. âyetin “büyük hac günü” diye çevrilen kısmıyla ne kastedildiği hususunda değişik açıklamalar yapılmıştır. Bunlardan birine göre Hudeybiye Antlaşması’ndan sonra yapılan umreye hacc-ı asgar (küçük hac) dendiği için, İslâm’da ilk defa hicretin 9. yılı yapılan bu hacca da onun mukabili olmak üzere hacc-ı ekber (büyük hac) denmiştir. Taberî’nin de tercih ettiği bu yoruma göre âyette geçen “büyük” sıfatı sırf o yılın haccına özgü değildir, umre mahiyetinde olmayan hac ilk defa o yıl başladığı için böyle anılmıştır ve daha sonraki bütün haclar için bu sıfat geçerlidir (X, ). Bazı âlimler bu haccın böyle nitelenmesinin sebebini, o yıl müslümanların ve müşriklerin bir arada bulunmaları ve haccın bir Ehl-i kitap bayramına tesadüf etmesi şeklinde açıklamışlar, gerek daha önce gerekse daha sonra böyle bir durumun benzerine rastlanmadığını belirtmişlerdir (Taberî, X, 75; Zemahşerî, II, ). Bazı âlimler de inkârcıların bayramının Allah’ın hoşnut olmadığı günlerden olduğu gerekçesiyle bu yoruma karşı çıkmışlardır. Râzî bu eleştiriyi isabetsiz bulur ve burada maksadın, bütün bu inanç gruplarınca o günün büyük telakki edildiğini belirtmek olduğunu kaydeder (XV, ). Diğer bir yorum da şöyledir: Âyette o yılın haccı için böyle niteleme yapılması, İslâm’ın başarı ve üstünlüğünü, putperestliğin zelil hale düştüğünü ilân eden hac olması sebebiyledir. O yılın haccı bu açıdan özel bir önemi haiz olmakla beraber, müslümanlar nezdinde en yüce değere sahip hac kuşkusuz Resûlullah’ın ertesi sene yaptığı Vedâ haccıdır ve âyetteki niteleme bunu da kapsamaktadır. Nitekim Hz. Peygamber kendi bulunduğu hac hakkında “Bu en büyük hac günüdür” buyurmuşlardır. Bu sebeple âyetteki hacc-ı ekber tabirini, ilânın yapıldığı hac günü açısından hicrî 9. yılda yapılan hac diye, bu ilânın sonuçlarının tam olarak gerçekleşmesi açısından ise Vedâ haccı diye anlayanlar olmuştur. Bazı müfessirlere göre ise buradaki “büyüklük” vasfı, o yılki haccın başka haclarla veya ibadetlerle karşılaştırılması anlamını içermemekte, hac ibadetinin en büyük kısmına işaret etmektedir; bu anlamıyla büyüklük bütün hacların o önemli kısmı hakkında geçerlidir. Âyette önemli kısım yevm kelimesiyle ifade edilmiştir. Arapça’da yevm kelimesi hem “vakit” hem de “gün” anlamına geldiği için burada belirli bir günün değil hac vaktinin tamamının kastedildiğini ileri sürenler olmuştur (Taberî, X, 74). Fakat burada bir süre tanıma hükmünün bulunduğu ve sürenin başlangıcının muayyen olması gerektiği için bunu belirli bir gün olarak anlamak bağlama uygun düşer. Bu günün ise arefe veya bayram günü olabileceği söylenmiştir. Gerek haccın tamam olmasını sağlayan fiiller gerekse bu âyet uyarınca yapılan duyuruya ilişkin tarihî bilgiler (Zemahşerî, II, ) dikkate alındığında, buradaki maksadın bayram günü olduğu görüşü daha kuvvetli görünmektedir (Taberî, X, ). Âyette sözü edilen duyuru, sûrenin nüzûlü hakkında bilgi verilirken açıklandığı üzere, Hz. Ali tarafından yapılmıştır. Bunu, konuyla ilgili bazı rivayetler ve o günkü Arap âdetleri ışığında Hz. Ali’nin Ehl-i beyt’ten olması ile izah etmek mümkündür (Elmalılı, IV, ). Fakat bazı Şiîler’in yaptığı gibi bu rivayetleri ve olayı ön yargılı bir yoruma tâbi tutarak bundan Allah’ın elçisine gelen vahiyleri tebliğ görevinin, dolayısıyla halifelik hakkının Hz. Ali’ye ait olduğu sonucunu çıkartmak tamamen mezhep taassubuna dayalı bir yaklaşımdır (Şiî tefsirlerinde tebliğ görevinin Ebû Bekir’e verildikten sonra ondan alınıp Ali’ye tevdi edildiği hususuna vurgu yapılır, bk. Tabersî, V, ). Bu tür saptırılmış yorumlarla her ikisi de ilk müslümanlardan ve İslâm büyüklerinden olan Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ali’nin karşı karşıya getirilmesi, Resûlullah’ın önemi üzerinde ısrarla durduğu birlik beraberlik ruhuyla ve tarihî verilerle bağdaşmaz. Hz. Peygamber’in Hz. Ebû Bekir’i hac emîri olarak görevlendirdiği ve hac esnasında tebliğ edilecek bu âyetlerin, onun yola çıkmasından sonra nâzil olduğu ortadadır. Böyle bir durumda Hz. Ali’nin bu iş için görevlendirilmesi gayet normaldir. Zira –onun diğer vasıfları yanında– Hz. Ebû Bekir’e göre daha genç olduğu, tebliğ işinin ise gür bir ses istediğini göz ardı etmemek gerekir. Yine unutmamak gerekir ki, bu âyetler indiğinde onları Resûlullah’tan öğrenip ezberleyen Hz. Ali’dir. Hz. Ebû Bekir’in bunları Hz. Ali’den öğrenip tam olarak ezberlemesi ve halka duyurması yerine doğrudan Hz. Ali’nin tebligatı yapması daha mâkuldür. Kaldı ki hadis kaynakları da, duyuru esnasında Hz. Ali yorulunca buyrukları Hz. Ebû Bekir’in tebliğ ettiğini haber vermektedir (Ateş, IV, 32). Siyer kaynakları incelendiğinde, müslümanların putperestlere bu bildirimi yapabilecek duruma gelinceye kadar ne büyük haksızlıklara mâruz kaldıkları ve dayanılmaz acı ve eziyetlere katlandıkları açıkça görülür. Böyle bir mücadelenin sonunda büyük bir başarı elde eden tarafın, bütün beşerî istek, eğilim ve zaaflarını yenip karşı tarafa yeni fırsatlar tanıması kolay bir iş değildir. Fakat İslâmiyet’in temel hedefi insanlığı hidayete ve aydınlığa eriştirmek olduğu için Kur’an hemen bu muhtemel zaafların önüne set çekip karşı tarafa tövbe imkânı verilmesini istemektedir. Ardından, müşriklere tövbeye yanaşmadıkları takdirde müslümanlara savaş açma iradesi ortaya koymuş olacakları, fakat asla Allah’ı âciz bırakamayacakları tekrar hatırlatılmaktadır. İnkârcıların azabın dünyadakinden ibaret olmayıp asıl şiddetli azabın âhirette olduğunu bilmeleri için ve onların dünya görüşünü hafife alan bir üslûpla âyetin sonunda “İnkârcıları elem veren bir azapla müjdele!” buyurulmuştur (Râzî, XV, ). 4. âyette ahde vefâ ilkesinin önemine yeni bir vurgu yapılarak 2. âyette verilen genel sürenin ahdi bozanlarla ilgili olduğuna işaret edilmekte, müslümanlarla yaptıkları ahidlerine tam olarak riayet etmiş ve müslümanlar aleyhine başkalarına destek vermemiş olan müşriklere antlaşmadaki süre doluncaya kadar mühlet verilmesi istenmektedir. Sûrenin nüzûlü hakkında bilgi verilirken belirtildiği üzere Hz. Ali tarafından özellikle ilân edilen dört husustan biri şu idi: Verilen söz tutulacak. Resûlullah’ın tâlimatına binaen yapılan duyuru âyetteki bu hüküm hakkında duyarlı davranılmasını ve antlaşmayı bozanlarla ahdine vefâ gösterenlerin bir tutulmamasını sağlamayı hedefliyordu. İbn Abbas’tan nakledildiğine göre, kalan en uzun süre Kinâne kabilesine bağlı bir kol ile yapılan antlaşmada yer alıyordu ve bu sürenin dolmasına dokuz ay kalmıştı (Râzî, XV, ; bu konuda ayrıca bk. âyet 7); bu müddet tamam olunca Arap yarımadasında özel antlaşması bulunan hiçbir müşrik kalmamış oldu. Âyetin sonunda Allah’ın müttakileri (sakınanlar) sevdiği belirtilerek ahde vefânın takvânın icaplarından olduğu da hatırlatılmaktadır. 5. âyette, haram aylar çıkınca artık müşriklerin sıkı bir takibe alınmaları gerektiği bildirilmiştir. Zira süre verilerek yapılan bildirimden sonra karşı tarafın ilân edilen yasak bölgede müşrik sıfatıyla varlığını sürdürmeye çalışması savaşı tercih etmiş oldukları anlamına gelecektir. Onlara bu aşamada toleranslı davranılması ise, inançlarının icaplarını yerine getirmelerine müsaade etme, dolayısıyla tevhid inancının sembolü olarak inşa edilen Kâbe’yi tekrar putperestliğin eline teslim etme sonucunu beraberinde getirirdi. Bu sebeple âyetteki buyruğa göre onların takibi konusunda asla gevşek davranılmayacak, geçit başlarını tutup gözetleme, muhasara altına alma, esir alma ve gerektiğinde öldürme dahil, Kâbe çevresinin müşrik varlığı ve egemenliğinden ebedî olarak arındırılması için lüzumlu her tedbir alınacaktı. Resûlullah’ın vefatından hemen sonra ortaya çıkan dinden dönme hareketleri de, bu kesin tavır ve köklü icraatın ne kadar isabetli olduğunu açıkça ortaya koymuştur. Fakat aynı âyete göre, onlara tövbe yolu açık tutulacak, namazlarını kılar ve zekâtlarını verirlerse, yani en azından dış dünyaya yansıyan davranışları itibariyle müslüman kimliği sergilerlerse onlara dokunulmayacaktır. Çünkü Allah’ın bağışlamasına ve rahmetine sınır yoktur. Râzî (XV, ) âyetin bu kısmında ince bir mâna bulunduğunu belirtip bunu şöyle açıklar: Yüce Allah bu kimselerin lehine olan yolları daraltıp onları ağır cezalara müstahak saydıktan sonra, inkârlarından vazgeçerek tövbe edip namazlarını kılmaları ve zekâtlarını vermeleri halinde dünyada bütün bu felâketlerden kurtulmuş olacaklarını ifade etmiştir. O’nun engin lutfuyla âhirette de durumun böyle olacağını umarız. Zira tövbe, kişinin fikrî potansiyelini cehaletten, namaz ve zekât ise davranış potansiyelini insana yaraşmayan eylemlerden arındırması demektir. Bu da, tam anlamıyla mutluluğun bunların gerçekleşmesine bağlı olduğunu gösterir. Yani onlar tövbenin ve sayılan amellerin hakkını verirlerse karşılığı dünyadaki kurtuluşla sınırlı kalmaz, Allah’ın lutfuyla âhirette de kurtuluşa erip kâmil anlamda mutluluğu yakalayabilirler. Burada dikkat çeken bir husus müşriklerin takibine ilişkin tedbirlerin mahiyeti ile ilgilidir. Âyette sayılan önlemlerin kendi içinde tutarlı olabilmesi için “öldürme” son çare olarak düşünülecektir. Zira önce öldürme cihetine gidildiğinde diğer önlemlerin bir anlamı kalmamaktadır. Düşmanı öldürme zaten savaş sürecinin tabii sonuçlarından olduğuna göre, burada öldürmenin özellikle tasrih edilmesi ise –muhtemelen– diğer önlemler göz ardı edilerek bu yola gidilmemesini hatırlatmak içindir. Nitekim müteakip âyette hemen tövbe edip İslâm’a girmemekle beraber İslâm’ı müslümanların içinde görüp öğrenmek, üzerinde düşünmek için fırsat ve bunu sağlayacak bir güvence verilmesini isteyen müşriklere bu imkânın tanınması istenmiştir. Bu anlayış Kur’an’ın öldürme konusundaki diğer ifadelerine de uygun düşmektedir. Zira Kur’an’da “öldürmek” anlamına gelen katl kökünden türetilmiş kelimelerin defa kullanıldığı, fakat müslümanlara yöneltilmiş emir kipi olarak “uktulû” (öldürün) şeklinde sadece üç sûrede (burada, Bakara 2/’de ve Nisâ 4/89, 91’de) geçtiği, bunların da doğrudan öldürmeye yöneltme anlamında olmayıp karşı saldırı ve savaş bağlamında yer aldığı görülür. “Haram aylar” (el-eşhürü’l-hurum) tamlaması ile bu sûrenin âyetinde sözü edilen vuruşmanın yasaklandığı haram ayların kastedildiği kanaatini taşıyan âlimler bulunmakla beraber (Taberî, X, , 78), 2. âyetin tefsirinde açıklandığı üzere, burada maksadın 2. âyette verilen dört aylık süre, yani duyurunun yapıldığı hac gününden itibaren dört aylık müddet olduğu şeklindeki yorum (Râzî, XV, , ; Mevdûdî, II, ) bu sûrenin getirdiği hükümlere ve ifade akışına daha uygun düşmektedir (Zemahşerî de bunu “ahdini bozanlara dolaşmaları için verilen süre” şeklinde açıklamakta ve onun Taberî’den farklı düşündüğü anlaşılmaktadır, bk. II, ). Genellikle müfessirlerce bu âyetin seyf (kılıç) âyeti olarak nitelenmesi ve müşriklerle ilişkilerde tolerans ve kolaylık gösterme veya kendi hallerine bırakma buyruğunu içeren bütün âyetleri yürürlükten kaldırmış olduğuna hükmedilmesi, çağımızdaki bazı müellifler tarafından eleştirilmiştir. Bunlardan Derveze, Taberî’nin bu âyetin antlaşması bulunan ve bulunmayan bütün müşrikleri kapsadığı kanaatinde olmasını yadırgayarak zikreder ve Kur’an’ın bu konudaki başka âyetleri ışığında âyete bu mânanın yüklenemeyeceğini savunur. Ona göre buradaki müeyyideler sadece antlaşmalarını bozmuş olan müşrikler hakkında söz konusudur ve müslümanların ahidlerini bozmadıkları veya hıyanet sayılacak davranışlarda bulunmadıkları sürece müşriklerle yeni antlaşma yapmaları veya mevcudu uzatmaları için bir engel bulunmamaktadır. Âyette müşriklerin serbest bırakılmalarının, şirkten tövbe edip namaz kılma ve zekât vermelerine bağlanması ise, antlaşmalarını bozmaları ve müslümanlarla savaş haline girmeleri neticesinde ikinci defa antlaşma haklarını kaybetmelerinden ötürüdür ve bu durumda müslümanların onlardan bunu talep etme hakları doğmaktadır; yoksa bu, dine girmeleri için zorlama anlamında değildir. Hatta müslümanların yararına olacağı kanaatine varılırsa ahdini bozanlarla ikinci bir antlaşma yapılmasına da mâni yoktur (XII, ). Bu âyetten, bundan böyle müşriklerle ilişkilerde diğer âyetlerde yer alan hüküm ve ilkelerin tamamen yok sayılmasının istendiği anlamının çıkarılamayacağı noktasında yazara katılıyoruz. Fakat kanaatimizce burada –yukarıda açıkladığımız amaç doğrultusunda– Kâbe çevresinin müşrik varlığı ve egemenliğinden temizlenmesi için özel bir düzenleme yapılmış olduğundan, âyetteki müeyyide müslümanlarla aralarında antlaşma bulunmayan müşrikleri de kapsamaktadır. Bir başka anlatımla, bu sûrede yapılan bildirim İslâm tebliği bakımından bir dönemeç noktası oluşturmakta, müslümanlar için en kutsal mekân olan Beytullah çevresi müşriklere yasaklanmaktadır. Tevbe sûresinin tarihî çerçevesine dair bir makale kaleme alan Hüseyin Mûnis de bu sûrenin İslâm mesajının ilk muhatapları olan müşrik Araplar bakımından yeni bir dönemin başladığının habercisi olduğu, artık Câhiliye anlayışına bağlı ve putperest kalarak Kâbe’ye girmenin serbest olmadığı bir döneme geçildiğinin bildirildiği kanaatindedir (“el-İtâru’t-târîhî li-sûreti Berâe”, Mecelletü Mecmai’l-luğati’l-Arabiyye, LXVII, , ). Bununla beraber ahde vefâ ilkesinin İslâmiyet’te çok önemli bir yeri bulunduğundan, antlaşması olanlara –antlaşmalarını çiğnemiş bile olsalar– belirli bir süre tanınmakta, bu süreden sonra hangi gruptan olursa olsun müşriklerin bu mekândan uzaklaştırılmaları istenmektedir. Nitekim bu sûrenin âyetinde bu husus kesin bir kurala bağlanmıştır ve Derveze de bu âyetin hükmünü –önceki âyetlerle bağlantısına dikkat çekmeye çalışmakla beraber– farklı yorumlamamaktadır (XII, ). Şu var ki, bu âyetlerde anılan amaç doğrultusunda kapsamlı bir düzenleme yapılmış olmasına rağmen, Resûlullah’ın herkes için rahmet olduğu gerçeği ve İslâm’ın hoşgörü anlayışı böyle kesin tavır almayı gerektiren bir durumda dahi hemen dikkat çekmektedir; zira 6. âyette Hz. Peygamber’den, verilen sürenin tamamlanmasından sonra bile olsa bir müşrik kendisinden himaye ve güvence isterse ona güvence verilmesi istenmiştir. Bu buyruğun 5. âyetin sonundaki yüce Allah’ın bağışlama ve rahmetine sınır bulunmadığını belirten ifadenin hemen ardından gelmesi manidardır. Âyetten anlaşıldığına göre böyle bir güvence sağlanmasının amacı, yeterli bilgi sahibi olmayan putperestlerden isteyenlere Allah’ın dinini daha yakından tanıma ve üzerinde düşünme fırsatı vermektir. Böylece 5. âyetin yanlış anlaşılması da önlenmiş olmaktadır. Zira böyle bir imkân tanınmasa, 5. âyette bir dayatmanın söz konusu olduğu ve sırf canını kurtarmak amacıyla tövbe etmiş görünmeye, dolayısıyla Müslümanlığın icaplarını sadece görüntüde yerine getiren riyakâr ve münafık insan tipinin gelişmesine kapı aralandığı yorumu yapılabilirdi. Ayrıca bu âyetten, verilecek güvencenin her türlü baskı ve kaygı ihtimalini ortadan kaldıracak biçimde olması gerektiği de anlaşılmaktadır. Çünkü âyete göre güvence verilen kişinin sadece Allah’ın sözüne muttali olması, yani İslâm dinini tanıması sağlanacak, asla baskı yapma yoluna gidilmeyecektir. Şayet bu imkân sağlandıktan sonra o kişi kendi tercihiyle baş başa kalmak istiyorsa sadece serbest bırakılmakla yetinilmeyecek, güvende olacağı yere kadar ulaştırılacaktır. İslâm’ın mahiyetini ve hakikatini bilmeme mazeretini ortadan kaldıran bu aşamadan sonra ise bu kimseler artık yaptıkları bilinçli tercihin sonuçlarına katlanmayı göze almış sayılacaklar; ya yukarıda açıklanan gerekçeyi dikkate alarak kutsal bölgeden uzaklaşacaklar veya müslümanlara savaş ilân etmiş kabul edileceklerdir. Bu husus, bulundukları yerde öldürülecekleri hükmünün belirli bir bölge ile sınırlı olduğunu ve onun ötesinin –kural olarak– güvenli sayılacağını da göstermektedir. İslâm âlimleri bu âyetten, müslümanların, –kendilerine savaş açtıkları bir topluluğun üyesi bile olsa– Allah’ın birliği ve Hz. Muhammed’in peygamberliği konusunda delil gösterilmesini isteyen bir gayri müslime bunu açıklamakla ve Allah’ın dinini öğrenmek isteyenlere bu hizmeti vermekle yükümlü oldukları sonucunu çıkarmışlardır. Yine bu âyetin yanı sıra Resûlullah’ın söz ve uygulamalarından, ister İslâm dinini yakından tanıma amacıyla isterse ticarî, turistik veya diplomatik bir amaçla İslâm ülkesine güvence alarak girmiş kimseye (müste’min) verilen teminat hükümlerine titizlikle riayet edilmesinin farz olduğu hükmüne ulaşılmıştır (Elmalılı, IV, ). Âyetteki “Allah’ın kelâmını işitme” anlamına gelen ifadeden hareketle bazı müfessirler Allah’ın sözünün mahiyeti konusundaki tartışmalara yer verirler (bk. Râzî, XV, ; bu konuda bir değerlendirme için bk. GİRİŞ).

TEVBE SURESİ TEFSİRİNİN TAMAMI İÇİN TIKLATIN

Tevbe Suresi Ayet Sayısı

Tevbe suresi  ayetten oluşmaktadır.

Tevbe Suresi'nin fazileti! Tevbe Suresi'nin başında neden besmele yok?

Tevbe Suresi son iki ayet hariç Medine döneminde, Peygamber Efendimizin irtihaline yakın bir zamanda inmiştir ve ayettir. Tevbe Suresi adını Allah’ın kullarının tövbesini kabul edeceğini bildirdiği âyetten almıştır. İlk âyette geçen “berâet” kelimesinden dolayı sûreye Berâe sûresi adı da verilmiştir. Başında besmele olmayan tek sûredir. Sûrenin başına besmelenin yazılmamış oluşunu bazı bilginler, onun bir önceki sûrenin devamı mahiyetinde oluşu ile açıklamışlardır. Sûrede başlıca, yaptıkları antlaşmalara bağlı kalmayan düşmanlarla ilişkilerin kesilmesi, antlaşmalara bağlı kalanlara karşı ise antlaşmalara bağlı kalınmasının gerekliliği; Tebük seferine hazırlık, Tebük seferi öncesi ve dönüşü sırasında münafıkların sergilediği iki yüzlü tavır, ehl-i kitapla ilişkiler, cizye ve zekât hükümleri, çölde yaşayan Arapların Kur’an talimatı karşısındaki tavırları, Kur’an’ın müslümanlar üzerinde oluşturduğu etki ve Hz. Peygamber’in müslümanlar adına duyduğu endişe söz konusu edilmektedir.

Tevbe Suresi'nin fazileti

Diğer sûrelerden farklı olarak bu sûrenin başında “besmele”nin olmaması şu iki sebeple açıklanmaktadır:

a) Bu sûrenin, aralarındaki anlam ve içerik yakınlığı itibariyle Enfâl sûresinin devamı olma ihtimali. Hz. Peygamber’den bu sûrenin Enfâl veya başka bir sûrenin parçası olduğuna dair bir açıklama nakledilmiş olmadığı için bu ihtimal zayıf bulunmuştur. Bu görüş şu açıdan da eleştirilmiştir:

Eğer sebep bu olsaydı sadece Enfâl sûresinden bu sûreye geçerken besmele okunmaması gerekirdi, oysa bu sûreye başlarken de besmele okunmaz

(Elmalılı, IV, ). b) Sûrenin müşriklere ağır bir ihtarla ve –âyetin tefsiri sırasında açıklanacak sebeplere binaen– onlarla yapılmış antlaşmanın bozulup savaş ilân edilmesi tâlimatıyla başlaması. Bu izaha göre, besmele güven ve rahmetin ifadesi olduğundan iki zıt ifadenin birlikte okunması uygun görülmemiştir. Başka bazı sûrelerin de savaş buyruğu içerdiği (Derveze, XII, 66) veya “yazıklar olsun” gibi ifadelerle başladığı (Âlûsî, X, 61) gerekçesiyle bu izah eleştirilmişse de, başka bir sûrenin başında böyle şiddetli bir uyarı ve ahdi bozma ifadesi yer almamaktadır.

Bu konudaki izah farklılıkları bir yana, İslâm âlimleri bu sûrenin başında besmelenin yazılmaması ve okunmaması gerektiği hususunda fikir birliği içindedirler. Bunun herkesçe kabul edilen ortak sebebi Resûlullah’ın bu sûrenin başında besmeleyi yazdırmamış olmasıdır. Bu durum, Kur’an’ın hiçbir değişikliğe uğratılmaksızın, aynen Hz. Peygamber’den öğrenildiği biçimde sonraki nesillere aktarılması konusunda sahâbenin büyük bir titizlik gösterdiğini ve bu ulvî emanetin nesiller boyu özenle korunduğunu açıkça ortaya koyan kanıtlardan biri sayılmalıdır (Râzî, XV, ; Mevdûdî, II, ).

Şu hususa da işaret edilmelidir ki, Tevbe sûresinde besmele çekilmemesi bu sûrenin başıyla ilgilidir. Şayet Kur’an okumaya bu sûrenin başından başlanacaksa sadece “eûzü” çekilir; daha sonraki bir âyetinden başlanacaksa eûzü ile birlikte besmele de okunur. Enfâl sûresinden Tevbe sûresine geçilirken ise eûzü-besmele okumaksızın kıraate devam edilir.

Tevbe Suresi dinle (İshak Danış)

Mushaftaki sıralamada dokuzuncu, iniş sırasına göre yüz on üçüncü sûredir.

nden sonra,

nden önce Medine’de nâzil olmuştur. Müfessirler arasındaki hâkim kanaate göre son iki âyeti Mekke’de inmiştir. âyetinin de Mekke’de indiğine dair bir rivayet bulunmaktadır. Hicretin 9. yılında nâzil olmaya başlayan bu sûrenin Kur’an’ın en son inen sûresi olduğu yönünde bir rivayet de vardır (Şevkânî, II, ; Elmalılı, IV, ).

İçeriği ve konusuna ilişkin tarihî bilgiler, sûrenin hemen tamamının Tebük Seferi’nden az bir zaman önce başlayıp sefer süresince ve seferden hemen sonraki günlerde, en büyük kısmıyla da Medine’den Tebük’e yapılan uzun yürüyüş sırasında vahyedildiğini göstermektedir (bk. Esed, I, ). Aşağıda açıklanacağı üzere sûrenin baş kısmı Tebük Seferi’ni takiben yani kronolojik sıra itibariyle diğer kısımlarından sonra inmiştir.

Hz. Peygamber Tebük Seferi’nden döndükten sonra Hz. Ebû Bekir’i hac emîri olarak görevlendirmişti. Ebû Bekir beraberindeki müslümanlarla hareket ettikten sonra bu sûrenin baş kısmı nâzil oldu. Bunun üzerine Resûlullah sûredeki buyrukları hac esnasında insanlara tebliğ etmesi için Hz. Ali’ye görev verdi. Hz. Ali hac kafilesine yolda yetişti. Hz. Ebû Bekir ona âmir sıfatıyla mı yoksa memur sıfatıyla mı geldiğini sordu. O sadece sûreyi hac sırasında insanlara tebliğ etmekle memur olduğunu söyledi. Birlikte Mekke’ye gittiler. Hz. Ali kurban bayramının birinci günü Cemre-i Akabe yanında insanlara hitap etti, kendisinin Hz. Peygamber’in elçisi olduğunu bildirip sûreden otuz veya kırk (Mücâhid’den yapılan rivayete göre on üç) âyet okudu ve şu dört hususu özellikle tebliğ etmekle görevli olduğunu söyledi: Bu yıldan sonra Kâbe’ye müşrik yaklaşmayacak, kimse Kâbe’yi çıplak tavaf etmeyecek, mümin olmayan cennete giremeyecek, verilen söz mutlaka tutulacaktır (Zemahşerî, II, ; Râzî, XV, ).

Sûrede yer alan başlıca konular şunlardır: Antlaşmalarını bozan müşriklere fesih bildirimi yapılıp Mescid-i Harâm çevresinin putperestlerden arındırılması, Allah ve resulüne bağlılığın ve iman kardeşliğinin diğer bütün dünyevî bağların üstünde tutulması gerektiği, Allah’ın nimetlerini ve yardımlarını hiçbir zaman göz ardı etmeksizin iman mücadelesindeki azim ve kararlılığın korunması, özellikle Tebük Seferi’ne hazırlık, Tebük’e gidiş ve dönüş sırasında münafıkların sergiledikleri davranışlar, müslümanların böyle sıkıntılı durumlarda hataya düşme ihtimallerinin artması, Ehl-i kitap’la ilişkiler, cizye ve zekât hükümleri, bedevî Araplar’ın dinî bildirimler karşısındaki tavırları, yaptığı kötülüklerden samimi pişmanlık duyanların tövbelerinin kabulü hususunda yüce Allah’ın ne kadar lutufkâr olduğu, Resûlullah’a canla başla destek olan ilk müslümanların ve onların yolunu izleyenlerin Allah katında çok üstün bir mertebeye sahip oldukları, Hz. Muhammed’in müminlere karşı engin şefkati, bu gerçekleri görmezden gelenlere karşı arşın sahibi yüce Allah’a sığınmak, O’na güvenip dayanmak gerektiği.

SOHBETİN ADI: TEVBE SURESİ VE ÂYETLER
TARİHİ:

 Sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, bir yeni sohbette, bir zikir sohbetinde Kur'ân-ı Kerim tefsiri dersinde beraberiz.

Biliyorsunuz, Kur'ân-ı Kerim tefsiri bir vahiy işidir. Kur'ân’ın ruhunu ifade eder. Kur'ân’ın ruhu, insanlar tarafından bilinmez, Allah'ın öğretisiyle öğrenilir. İşte Tevbe Suresinin âyet-i kerimeyle inşaallah konumuza giriyoruz.

9/TEVBE İnnemân nesîu ziyâdetun fîl kufri yudallu bihillezîne keferû yuhillûnehu âmen ve yuharrimûnehu âmen li yuvâtiû iddete mâ harramallâhu fe yuhillû mâ harramallâh(harramallâhu), zuyyine lehum sûu a'mâlihim, vallâhu lâ yehdîl kavmel kâfirîn(kâfirîne).

(Haram ayları) terketmek (ertelemek) ancak küfürde artıştır. Kâfirler onunla saptırılır. Allah’ın haram ettiği şeyin (haram ayların) adedinin (müddetinin) uyması için onu (tehir edilen, ertelenen ayı) bir yıl helâl sayarlar ve onu (tehir edilen, ertelenen ayı) bir yıl haram sayarlar. Böylece Allah’ın haram ettiği şeyi helâl sayarlar. Onların kötü amelleri onlara süslendi (güzel gösterildi). Ve Allah, kâfir kavmi hidayete erdirmez.


Kelimeler:

innemâ:Ancak, sadece.
en nesîu:Unutma, terk etme, erteleme.
ziyâdetun:Arttırmaktır, ziyade etmektir, artırır.
fî el kufri:İnkârda, küfürde.
yudallu:Saptırılır.
bihi:Bununla.
ellezîne keferû:Kâfirler, inkâr eden kimseler.
yuhillûnehu:Onu helâl yapıyorlar, sayıyorlar.
âmen:Bir yıl.
ve yuharrimûnehu:Ve onu haram kılıyorlar.
âmen:Bir yıl.
li yuvâtiû:Denk düşülmesi, uygun hale gelmesi için.
iddete:Adet.
mâ harrame allâhu:Allah'ın haram kıldığı şey.
fe yuhillû:Böylece helâl sayıyorlar.
mâ harrame allâhu:Allah'ın haram kıldığı şey.
zuyyine:Süslendi, güzel gösterildi.
lehum:Onlara.
sûu:Kötülük.
a'mâli-him:Onların amelleri.
vallâhu:Ve Allah.
lâ yehdî:Hidayete erdirmez.
el kavme el kâfirîne:Kâfir kavmi.
(innemân nesîu:Haram ayları terk etmek; ertelemek).

Cümlecikleri birleştirdiğimiz zaman şöyle bir mânâ çıkıyor: “Haram ayları terk etmek (ertelemek) ancak küfürde artıştır. Kâfirler onunla saptırılır. Allah'ın haram ettiği şeyin (haram ayların) adedinin (müddetinin) uyması için onu (tehir edilen, ertelenen ayı) bir yıl helâl sayarlar ve onu (tehir edilen, ertelenen ayı) bir yıl haram sayarlar. Böylece Allah'ın haram ettiği şeyi helâl sayarlar. Onların kötü amelleri onlara süslendi (güzel gösterildi.) Ve Allah, kâfir kavmi hidayete erdirmez.”

Âyette haram aylar ve helâl aylar var. Kâfirler (inkâr edenler) haram ayları ve helâl ayların adedinin (sayısının, müddetinin) uyması için bir yıl helâl sayarlar ve bir yıl haram sayarlar. Böylece Allah'ın haram ettiği şeyi helâl saymış olurlar. Tabiatıyla helâl saymış olduğu şeyi de haram saymış olurlar. Böylece kâfirler yeni bir suç işliyorlar. Allahû Tealâ’nın emirlerine uyuyoruz gibi görünüp aslında sadece kendilerini aldatıyorlar.

Tevbe Suresinin âyet-i kerimesi:

9/TEVBE Yâ eyyuhâllezîne âmenû mâ lekum izâ kîle lekumunfirû fî sebîlillâhissâkaltum ilâl ard(ardı), e radîtum bil hayâtid dunyâ minel âhirah(âhirati), fe mâ metâul hayâtid dunyâ fîl âhirati illâ kalîl(kalîlun).

Ey âmenû olanlar (ölmeden evvel Allah’a ulaşmaya inananlar)! Size ne oldu? Size, “Allah’ın yolunda cihada çıkın (nefsinizle cihad ederek, ruhunuzu Allah’a ulaştırın) (düşmanlarınızla, kâfirlerle cihad edin).” denildiği zaman, siz (bulunduğunuz) yere meyledip kaldınız (ruhunuz Allah’a doğru yola çıkmadı) (İslâm ordusu içinde savaşa katılmadınız). Ahiretten (ruhunuzu Allah’a ulaştırmaktan) (vazgeçip) dünya hayatına mı razı oldunuz? Dünya hayatının metaı (malı, faydası), ahiretten (ruhu Allah’a ulaştırmaktan) daha azdır.


Kelimeler:

yâ eyyuhâ:Ey, onlar ki (ey).
ellezîne âmenû:Âmenû olan kimseler (âmenû olanlar; ölmeden evvel Allah'a ulaşmayı dileyenler).
mâ:Ne oldu.
lekum:Size.
izâ kîle:Denildiği zaman.
lekum infirû:Size cihada çıkın, nefr olun, hızla çıkın.
fî sebîli allâhi essâkaltum:Allah'ın yolunda sakil oldunuz, yavaş davrandınız, meylettiniz.
ilâ el ardı:Yere.
e radîtum:Razı mı oldunuz.
bi el hayâti ed dunyâ:Dünya hayatına.
min el âhirati:Ahiretten.
fe mâ:Artık değil.
metâ el hayâti ed dunyâ:Dünya hayatının metaı, malı, faydası.
fî el âhirati:Ahirette.
illâ kalîlun:Ancak daha azdır.

Cümlecikleri birleştiriyoruz: “Ey âmenû olanlar (ölmeden evvel Allah'a ulaşmayı dileyenler), size ne oldu? Size, Allah'ın yolunda cihada çıkın denildiği zaman siz, bulunduğunuz yere meyledip kaldınız. Ahiretten (ahiret hayatından) vazgeçip dünya hayatına mı razı oldunuz? Dünya hayatının metaı (malı, faydası), ahiret hayatından daha azdır.”

Sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, burada Allahû Tealâ diyor ki:

lekum infirû:Siz de çıkın, nefer olun.
fî sebîli allâhi:Allah'ın yolunda.
(Allah’ın yolunda nefer olun, Allah'ın yolunda hızla çıkın.)
essâkaltum:Ama siz sakin oldunuz; yavaş davrandınız; meylettiniz.
e radîtum bi el hayâti ed dunyâ:Dünya hayatından razı mı oldunuz?

Allahû Tealâ, burada âmenû olanlardan bahsediyor. Kimdir âmenû olanlar? Allah'a ulaşmayı dileyenler. Allah'a ulaşmayı dileyen kişilerden; Allah'a ulaşmaya (insan ruhunun ölmeden evvel Allah'a ulaşmasına) inananlar âmenû olmanın başlangıcını oluşturur. Allahû Tealâ âmenû olanları Allah'a ulaşmayı dilemeye çağırır.

Öyleyse Allah'a ulaşmayı dileyen kişi; âmenû olanlardan (Allah'a insan ruhunun ölmeden evvel ulaşacağına inananlardan) Allah'a ulaşmayı dileyenler, munîb olanlardır.

Allahû Tealâ burada bazı ayetlerde, âmenû olma kelimesiyle Allah'a ulaşmaya inananlardan bahsediyor. Bazı âyetlerde 7 safhayı birden veriyor. Kur'ân-ı Kerim’de Allah'a insan ruhunun ölmeden evvel ulaşmasına inananların hepsi, âmenû ismiyle anılıyor. Ama kurtuluşa ulaşan âmenû olanlar, bu kategorinin sadece Allah'a ulaşmayı dileyenler bölümüdür. Ne zaman gerçek anlamda Allah'a ulaşmayı dilerlerse âmenû olmanın asıl oluştuğu nokta, Allah'a ulaşmayı diledikleri nokta budur.

Öyleyse insanlar vardır; Allah'a ulaşmaya inanmazlar. Onlar âmenû olmamışlardır. Seçilenlerden (2. basamakta seçilenlerden) bir kısmı Allah'a ulaşmaya (ruhu ölmeden evvel Allah'a ulaştırmaya) inananlardır, bir kısmı ise inanmayanlar ama inanabilecek olan yapının sahibi olanlardır.

Bir başka ifadeyle direkt olarak; “Hayır, insan ruhunun dünya üzerinde Allah'a ulaşması diye bir şey yoktur.” deyip de başka insanları da kendileriyle beraber Allah'ın yolundan ayırmaya çalışanlar hariç, onları Allahû Tealâ asla kabul etmez. Onları seçmez ama onların dışındaki insanlar, onlar Allah'a asi olmayanlardır.

Allah'a asi olanlar kimlerdir? Kesin şekilde ruhlarını Allah'a ulaştırmaları mümkün olmayan insanlar; Allah'a ulaşmaya inanmayanlar, başka insanları da ölümden evvel Allah'a ulaşmak yoktur diye o istikamette bir inanca zorlayanlar, davet edenler. Kararları bu olan, bu konuda başka insanları da Allah'ın yolundan çıkarmaya uğraşan insanlar. Onları Allahû Tealâ seçmez ama diğerlerini, Allah'a ulaşmayı dileyebilecek evsafta olan insanları, henüz Allah'a ölmeden evvel ulaşmaya inanma noktasına gelmeden de olsa Allahû Tealâ seçer. Seçtiklerinden bir kısmı, belki hiç Allah'a ulaşmaya inanmayacaklardır ama karşı da çıkmayacaklardır. Seçtiklerinin diğerleri ise Allah'a ulaşmaya inanacaklardır. İşte Allah'a ulaşmaya inananlar; âmenû olanlardır. Ama bu tarzdaki bir âmenû olma müessesesi kişiyi kurtarmaz.

Öyleyse burada muhtevaya dikkatle bakın. İnsanın Allah'a ulaşmayı dilemesi, bir cihadın başlama noktasıdır. Ankebût Suresinin 5. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ diyor ki:     

29/ANKEBÛT Men kâne yercû likâallâhi fe inne ecelallâhi le âtin, ve huves semîul alîm(alîmu).

Kim Allah’a mülâki olmayı (hayattayken Allah’a ulaşmayı) dilerse, o taktirde muhakkak ki Allah’ın tayin ettiği zaman mutlaka gelecektir (ruhu mutlaka hayattayken Allah’a ulaşacaktır). Ve O; en iyi işiten, en iyi bilendir.


“Kim Allah'a mülâki olmayı (ruhunu ölmeden evvel Allah'a ulaştırmayı) dilerse Allah'ın tayin ettiği o gün mutlaka gelecektir.”

İşte bu dileyen insanlar; âmenû olanlardır, Allah'a ulaşmayı dileyenlerdir. Allah'ın tayin ettiği o gün mutlaka gelecektir yani kim Allah'a ulaşmayı (ruhunu ulaştırmayı) dilemişse onlar mutlaka ruhlarını Allah'a ulaştıracaklardır. O gün mutlaka gelecektir. Sonra cihadın muhtevasını veriyor Allahû Tealâ: “Onlar nefsleriyle cihad etsin.” diyor.

Tevbe Suresinin âyet-i kerimesine baktığımız zaman görüyoruz ki bu âyetin, âyet-i kerimeyle bir ilişkisi yok. Burada Allahû Tealâ, ölmeden evvel Allah'a ulaşmaya inananlardan bahsediyor.

Ondan sonra diyor ki Allahû Tealâ: “Size ne oldu? Size, Allah'ın yolunda cihada çıkın, nefrolun (hızla çıkın, nefsinizle cihad ederek ruhunuzu Allah'a ulaştırın) denildiği zaman siz, bulunduğunuz yere meyledip kaldınız. Ruhunuzu Allah'a doğru yola çıkarmadınız.”

Bu âyet, iki ayrı hususu birden ifade ediyor; ruhun Allah'a ulaşmasını, bir de bir savaşa çıkmayı, Allah'ın düşmanlarıyla yapılacak olan bir savaşa çıkmayı.

“Allah'ın yolunda cihada çıkın” emri, Ankebût Suresinin 5 ve 6. âyet-i kerimesine göre; hem Allah'a ulaşmayı dileyen birinin nefsiyle yapacağı savaş hem de Allah'ın düşmanlarıyla bir fizik savaş. Yani birinci istikamette; “Nefsinizle cihad ederek ruhunuzu Allah'a ulaştırın.” ifadesi var. İkincide ise ise “Düşmanlarınızla (kâfirlerle) savaş ederek cihad edin. Siz bulunduğunuz yere meyledip kaldınız.” diyor Allahû Tealâ.

Burada da iki tane mânâ geliyor: “Meyledip kaldınız.” Yani “Ruhunuz Allah'a doğru yola çıkmadı.” İki: “İslâm ordusu içinde savaşa katılmadınız. Ahiretten (ruhunuzu Allah'a ulaştırmaktan) vazgeçip dünya hayatına mı razı oldunuz? Dünya hayatının metaı, malı, faydası; ahiretten ve Allah'a ulaştırmaktan daha azdır.” diyor.

Sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, burada Allahû Tealâ’nın dizaynına dikkatle bakın. Allahû Tealâ A’râf Suresinin âyet-i kerimesinde diyor ki:    

7/A'RÂF Vellezîne kezzebû bi âyâtinâ ve likâil âhirati habitat a’mâluhum, hel yuczevne illâ mâ kânû ya’melûn(ya’melûne).

Ve onlar ki; âyetlerimizi ve ahirete ulaşmayı (hayatta iken ruhun Allah’a ulaşmasını) tekzip ettiler (yalanladılar) ve onların amelleri, heba oldu (boşa gitti). Onlar, yaptıklarından başka bir şeyle mi cezalandırılır?


“Onlar ki âyetlerimizi tekzip edenlerdir ve ahireti inkâr eden; ölmeden evvel ruhları Allah'a mülâki olmayanlardır.”

Oradaki ahiret kelimesi, likâil âhirati; Allah'ın Zat'ına ulaşmayı tekzip edenler, yalanlayanlar.

“Onların amelleri boşa gitmiştir.” diyor Allahû Tealâ. Kehf Suresinin âyet-i kerimesinde de aynı şeyi söylüyor: “Onlar Allah'ın âyetlerini ve Allah'a mülâki olmayı inkâr ederler. Onların amelleri boşa gitmiştir.” diyor.

18/KEHF Ulâikellezîne keferû bi âyâti rabbihim ve likâihî fe habitat a’mâluhum fe lâ nukîmu lehum yevmel kıyameti veznâ(veznen).

İşte onlar, Rab’lerinin âyetlerini ve O’na mülâki olmayı (ölmeden evvel ruhun Allah’a ulaşmasını) inkâr ettiler. Böylece onların amelleri heba oldu (boşa gitti). Artık onlar için kıyâmet günü mizan tutmayız.


Her ikisinde de “ahiret” kullanıyor Allahû Tealâ. Birinde “ahirete mülâki olmak” kullanılıyor, ötekinde “Allah'a mülâki olmak” kullanılıyor. Her ikisinde de ceza aynı; amellerin boşa gitmesi. Burada da Allahû Tealâ aynı şeyi söylüyor. Yani ahiret kelimesi, bir cennet hayatını anlatmıyor. Ahiret kelimesi, insan ruhunun ölmeden evvel Allah'a ulaşmasını ifade ediyor.

Ve âyet-i kerime:

9/TEVBE İllâ tenfirû yuazzibkum azâben elîmen ve yestebdil kavmen gayrakum ve lâ tedurrûhu şey'â (şey’en), vallâhu alâ kulli şey'in kadîr(kadîrun).

Sefere çıkmanız (Allah’a ulaşmak için ruhunuzu Sıratı Mustakîm’e ulaştırmanız) hariç, (savaşa gönüllü olarak katılmadığınız taktirde) size elîm bir azapla azap eder. Ve sizden başka bir kavimle (sizi) değiştirir. O’na hiçbir şeyle zarar veremezsiniz. Ve Allah, herşeye kaadirdir.


Kelimeler:

illâ:Ancak, hariç.
tenfirû:Sefere  (Allah yolunda cihada) çıkarsınız.
yuazzibkum:Sizi azaplandıracak.
azâben elîmen:Elîm, acı bir azapla.
ve yestebdi el kavmen:Ve bir kavimle değiştirecek.
gayrakum:Sizden başka.
ve lâ tedurrûhu:Ve ona zarar veremezsiniz.
şey'en:Bir şeyle.
vallâhu:Ve Allah.
alâ kulli şey'in kadîrun:Her şeye güç yetirendir.

“Sefere çıkmanız (Allah'a ulaşmak için ruhunuzu Sıratı Mustakim’e ulaştırmanız) hariç, aynı zamanda da bir fizik savaşta, savaşa gönüllü olarak katılmadığınız takdirde size elîm bir azapla azap eder. Ve sizden başka bir kavimle sizi değiştirir. O'na hiçbir şeyle zarar veremezsiniz. Ve Allah, herşeye kaadirdir.” diyor.

Burada, bu 2 âyet-i kerimede Allahû Tealâ’nın kullandığı “ahiret” kelimesine dikkat edin. Allahû Tealâ, ahiret hayatı demiyor, “dünya hayatı” diyor. Aslında kullandığı ifade cehennem ifadesi değil. Ahiret hayatı, cennet veya cehennem hayatından bahsetmiyor. Bir azaptan bahsediyor. Ama bu azabın hangi standartlarda, nerede olduğu konusunda bir açıklama yok. Ama ahirette mülâki olmak, ölmeden evvel Allah'ın Zat'ına mülâki olmaktır. A’râf Suresinin âyet-i kerimesi bunu kesinleştiriyor.

Öyleyse Allahû Tealâ seferden de bahsetmiş olabilir. Allahû Tealâ, gerçekten Peygamber Efendimiz (S.A.V.) zamanında, sefere çıkmayanların içine büyük acı koymuştur. Sefere çıkmayanlar büyük azap hissetmişlerdir, büyük pişmanlık duymuşlardır. Ama Allahû Tealâ’nın ifadesine dikkat edin. Nefer olmak; hızla yükselmek, hızla çıkmak demek. Ve sefere; Allah yolunda cihada çıkarsınız. Yani sefere çıkmanız; Allah'a ulaşmak için ruhunuzu Sıratı Mustakîm’e ulaştırmanız hariç, size elîm bir azapla azap eder. Sadece Allah'a ulaşmayı dileyenler bu azaptan kurtulacaklardır. Allah'a ulaşmayı dilemeyen herkesin gideceği yer cehennemdir. Ama Allahû Tealâ bir evvelki âyet-i kerimede ahiret hayatından bahsetmiyor, ahiretten bahsediyor. Ahiretse ruhun Allah'a ölmeden evvel ulaştırılmasının Kur'ân’daki adıdır. Evvel tâbî olunan gün ve Allah ulaşmaya dilenilen gün; ahir. Ahiret; ruhun Allah'a ulaştığı gün.

Aynı âyetlerle bir savaştan da bahsedilmesi çok kuvvetli bir dizayn olarak vardır. Allahû Tealâ onu da devreye katıyor. Ama ağırlık, ruhun Allah'a ulaşması istikametinde. Ahiret hayatını kullanmıyor Allahû Tealâ. Oysaki cennette de hayat var; dünyadaki bir hayat gibi. Cehennemde de bir hayat var; dünyadaki bir hayat gibi. Ama dünya hayatına, dünya hayatı dediği halde Allahû Tealâ, ötekine “ahiret” diyor. Ahiret, o zaman A’râf Suresinin âyet-i kerimesindeki ruhun Allah'a ulaşması mânâsına geliyor demek, ağırlığın o tarafta olduğunu ifade eden bir mânâ kazanıyor âyet-i kerime.

Tevbe Suresinin âyet-i kerimesi:

9/TEVBE İlla tensurûhu fe kad nasarahullâhu iz ahracehullezîne keferû sâniyesneyni iz humâ fîl gâri iz yekûlu li sâhibihî lâ tahzen innallâhe meanâ, fe enzelallâhu sekînetehu aleyhi ve eyyedehu bicunûdin lem terevhâ ve ceale kelimetellezîne keferûs suflâ, ve kelimetullâhi hiyel ulyâ vallâhu azîzun hakîm (hakîmun).

O'na sizin yardım etmeniz dışında (etmediğinizde) o zaman Allah, O'na (Resûl’e) yardım etmişti. Kâfir olanlar, O'nu (Mekke’den) çıkardığı (çıkmaya mecbur ettikleri) zaman iki (kişi)nin ikincisi idi. İkisi mağarada iken arkadaşına şöyle demişti: “Mahzun olma! Muhakkak ki; Allah, bizimle beraber.” O zaman Allah, O'nun üzerine sekînetini indirdi. Ve O'nu göremediğiniz bir ordu ile destekledi. Kâfirlerin sözünü sufli kıldı. Ve Allah’ın sözü; O, çok yücedir. Ve Allah; Azîz’dir (üstündür), Hakîm’dir (hüküm sahibi ve hikmet sahibidir).


illa:Hariç, dışında.
tensurûhu:Ona yardım edersiniz.
fe kad:O zaman olur.
nasarahu allâhu:Allah ona yardım etti.
iz ahracehu:Onu çıkardığı zaman.
ellezîne keferû:İnkâr eden kimseler.
sâniye isneyni:İkinci, iki.
iz:Olduğu zaman.
humâ:İkisi.
fî el gâri:Mağarada.
iz yekûlu:Demişti.
li sâhibihi:Arkadaşına.
lâ tahzen:Mahzun olma, üzülme.
inne allâhe:Muhakkak ki Allah.
meanâ:Bizimle beraber.
fe enzele allâhu:O zaman Allah indirdi.
sekînetehu:Sekînetini.
aleyhi:Onun üzerine.
ve eyyedehu:Ve onu destekledi.
bi cunûdin:Ordu ile.
lem terevhâ:Onu görmediğiniz.
ve ceale:Ve kıldı.
kelimete:Söz.
ellezîne keferû:Kâfir kimseler.
es suflâ:Sefil, çok sufli, adi.
ve kelimetu allâhi:Ve Allah'ın kelimesi.
hiye el ulyâ:O çok yücedir, en üstün.
vallâhu:Ve Allah.
azîzun:Azîzdir, çok yücedir.
hakîmun:Hakîmdir, hüküm-hikmet sahibidir.

“O'na sizin yardım etmeniz dışında (yardım etmediğinizde) o zaman Allah, O'na (Resûl'e) yardım etmişti.”

Burada, daha evvelki âyetlerdeki nefer olmak, yola çıkmak, hızla yükselmek mânâlarına gelen kelimelerin, aynı zamanda savaşla da ilişkili olduğunu Allahû Tealâ söylemiş oluyor.

“O’na, sizin yardım etmenizin dışında (etmediğinizde) o zaman Allah, O’na (Resûl’e) yardım etmişti. Kâfir olanlar, O'nu Mekke'den çıkardığı (çıkmaya mecbur ettikleri) zaman ikinin ikincisi idi.”

Biliyorsunuz; birisi Peygamber Efendimiz (S.A.V)’di ikincisi de Hz. Ebûbekir-i Sıddık (R.A) idi.

“İkincisi mağarada iken arkadaşına şöyle demişti: ‘Mahzun olma. Muhakkak ki Allah, bizimle beraber.’ O zaman Allah, O'nun üzerine sekînetini indirdi. Ve O'nu göremediğiniz bir ordu ile destekledi. Kâfirlerin sözünü sufli kıldı.  Ve Allah'ın sözü; O, çok yücedir. Ve Allah; Azîz'dir (üstündür), Hakîm'dir (hüküm sahibi ve hikmet sahibidir.)”

Allahû Tealâ o savaşta, melekle İslâm ordusuna yardım etmişti. Onların (insanların) göremediği bir orduyla Allah'ın yardımı kesin olarak gelmişti. Öyleyse düşmanın muhtevası ne olursa olsun; Allah'a güvenip de savaşa gidenler, o savaştan mutlaka galip ayrılırlar. İş, bu konunun îmânındadır.

Burada Allahû Tealâ savaştan bahsediyor ve göremediğimiz bir ordu ile (insanların göremediği bir ordu ile) desteklediğini söylüyor. Aslında Allahû Tealâ Kur'ân-ı Kerim’de göklerin ordularından bahsediyor.

Allahû Tealâ şehitlerden bahsediyor;

2/BAKARA Ve lâ tekûlû li men yuktelu fî sebîlillâhi emvât(emvâtun), bel ahyâun ve lâkin lâ teş’urûn(teş’urûne).

Ve Allah yolunda öldürülen kimseler için “ölüler” demeyin. Hayır, onlar diridirler. Fakat siz, farkında olmazsınız.


“Siz şehitleri ölüler zannedersiniz. Onlar diridirler, ölü değillerdir. Biz onları rızıklandırırız.” diyor.

48/FETİH Ve lillâhi cunûdus semâvâti vel ard(ardı), ve kânallâhu azîzen hakîmâ(hakîmen).

Ve göklerin ve yerin orduları Allah’ındır. Ve Allah; Azîz’dir, Hakîm’dir.


“Göklerin orduları Allah'ındır.”

Öyleyse göklerin orduları var. Göklerin orduları, Allah'ın ordularıdır ve o dizayn söz konusu. Kim, Allah'ın düşmanlarına karşı yapılan bir savaşta Allah'ın düşmanları tarafından öldürülürse o, şehittir; Allah'ın Zat'ına mutlaka şahit olur. O savaşta evvele ona cennet gösterilir. Son gün; şehit olacağı gün ona cennet gösterilir. Şehit olurken de emaneti teslim ederken de ölüm anında mutlaka Allah'ı görür. Hem hangi cennete gideceği gösterilir hem de Allah'ı görür. Bu sebeple böyle insanlar için şehit kelimesi kullanılır. Arapçaca şehit kelimesiyle şahit kelimesi aynı kelimedir. Türkçede şahit; bir olayı gören ve ona şahadet eden, onun şahitliğini yapan kişi anlamına kullanılır. Şahit odur. Burada da Arapçada ise şehit de şahit de aynı kelimedir. Çünkü şehit olan kişi ölmeden önce Allah'ın Zat'ına şahit oluyor. Hem cennetine şahit oluyor hem de Allah'ın Zat'ına şahit oluyor.   

Öyleyse Allahû Tealâ’nın ordusunda savaşan kişi, o savaşta öldürülürse mutlaka Allah'ın Zat'ına şahit olacağı için Arapçada şahit adıyla anılıyor. Türkçede ise diğer şahitlerden Allah'ın Zat'ına şahitlik edeni ayırt etmek üzere şehit kelimesi kullanılıyor. Bütün şehitler göklerin ordularına katılırlar. Her şehit, göklerin ordularına yeniden katılan bir kuvvettir.

General Trikopis esir edildiği zaman diyor ki: “Ben, bizi esir eden askerleri görmek istiyorum.” Bizimkiler de diyorlar ki: “İşte sizi esir eden bu askerler.” General Trikopis diyor ki: “Hayır, o askerler değil. Bizi esir edenlere biz ateş ettiğimiz zaman onlar ölmüyorlardı. Onlar başlarında sarıkları olan, sırtlarında cübbeleri olan, kıyafetleri kılıkları hiç bu askerlere benzemeyen, üstelik de ölmeyen birtakım insanlardı. Biz, bu sizin gösterdiğiniz askerlere ateş ettiğimiz zaman bunlar ölüyordu. Ama onlara ateş ettiğimiz zaman ölmüyorlardı. Onlar bizi esir aldılar.” Allahû Tealâ; bir düşman kumandanının ağzından işte gökteki orduların tarifini veriyor.

Sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, Allahû Tealâ’nın en büyük hediyesi, bir kişiyi göklerin ordularına dâhil etmesidir. Onun için diyor ki: “Şehitleri ölüler zannedersiniz. Oysaki onlar diridirler. Çünkü göklerin ordularına katılmışlardır.”

“Ve onu göremediğiniz bir orduyla destekledik.” ifadesi, göklerin ordularını ifade ediyor.

Sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, can dostlarım, gönül dostlarım, işte bir ders daha burada tamamlanıyor. Tevbe Suresinin 37, 38, 39 ve âyetleriyle bir dersi daha tamamlamayı, Yüce Rabbimiz bizlere nasip kıldığı için O’na sonsuz hamd ve şükrediyoruz. Allahû Tealâ hepinizden razı olsun.

Allahû Tealâ, hepinizi hem cennet saadetine hem dünya saadetine ulaştırsın dualarımızla dileklerimizle, niyazımızla, tazarruumuzla bu konudaki dersimizi inşaallah burada tamamlıyoruz sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, can dostlarım, gönül dostlarım.

Allah hepinizden razı olsun.

İmam İskender Ali  M İ H R

nest...

oksabron ne için kullanılır patates yardımı başvurusu adana yüzme ihtisas spor kulübü izmit doğantepe satılık arsa bir örümceğin kaç bacağı vardır