dilini koruyan ülkesini korur ile ilgili kompozisyon / Dil ve Kültür - TÜRK DİLİ Dil Bilgisi, Kompozisyon Konuları ve Sunuları, Kaynaklar

Dilini Koruyan Ülkesini Korur Ile Ilgili Kompozisyon

dilini koruyan ülkesini korur ile ilgili kompozisyon

Milletler Dilleriyle Yaşar

                                                                                              Türkçem benim, ses bayrağım!

                                                                                                          Fazıl Hüsnü DAĞLARCA

                                            

         

                    Bir milleti ayakta tutan güç dilidir. Dilin yerini, ne zenginlik, para pul ne de asıl görevi içeride ve dışarıda güvenliği korumak olan silahlı kuvvetler, onun belli amaçlarla kullandığı ve kullanacağı tank tüfek alabilir. 

         

        Türkçe, adını Türkiye halkından alan bu milletin konuşma dilidir. Bu dil, millî birliğin teminatı olmak gibi temel bir göreve sahip Türkiye Cumhuriyeti devletinin tapu senedidir Türkçe.

         

                    Millet târifini yaparken, sayılan unsurlardan biri olarak dilin kabul edilmesi, târifi tam ve doğru yapma gereğinden doğuyor. Millet denilince, bayrağından, akçesinden önce, bağımsızlık simgesi olarak dili gelir en başta. Esas olan budur ve vatan yaptığımız coğrafyanın sınırları içinde birlik ve dirliğe temel olarak önce dili görürüz.

         

        Bu millet,  aynı toprağı paylaşan, ayrı kökenlerden gelmese de saygıyla aynı bayrak altında toplaşan halk, iyi bilinmeli ki adını, ortak anlaşma aracı olan dilden alıyor. Türkçe konuşan insanların Anadolu’da kurduğu son devletin adı da, bunun için Türkiye Cumhuriyeti’dir.  Başka bir dilin rüyasını gören, hayal eden, sayıklayanların amacı millî bütünlüğümüze, ülkülerimize düşman, en azından karşı olmak demektir.

         

        Bu yazının ilerleyen bölümlerinde “Türkçenin kullanımı”  üzerinde duracak, “millî hisle dil” arasındaki bağın gücünü anlatacak ve ayrıca dünyanın “beşinci büyük dili” olarak Türkçenin neden “devlet dili” olduğunu ve bunun neden gerektiğini ele alacağız.

         

         

         

                    Devlet Dili Türkçe’dir

         

                    Merkez Anadolu olmak üzere, yüzyıllar boyu hüküm sürdüğümüz, sınırlarımız içine kattığımız, vatan yaptığımız geniş bir coğrafyada dilimiz konuşuldu, birlikte yaşayabilmek ve anlaşabilmek için bu ortak dil, Türkçe geçerli oldu. Dünyanın dört bir köşesinde hâlâ bu dilin izleri vardır Türk soyundan gelmemiş olsalar bile, bu gün de Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak, hangi etnik kökenden gelirlerse gelsinler, isterse azınlık haklarına sahip olsunlar, devlet dili olan Türkçeyi bilmeleri, bilmiyorlarsa öğrenmeleri ve topluluk içinde mutlaka bu dili kullanmaları gerekiyor. Kimlik belgesini taşıdığınız devletin dilini de öğrenmeye ve kullanmaya mecbursunuz.

         

        Doğduğunuzda analarınız sizinle değişik bir dille konuşabilir, evinizde veya yakınlarınızla bir araya geldiğinizde öğrendiğiniz bu dili kullanabilirsiniz. Fakat bunun dışında, bilmeniz, konuşmanız, kullanmanız gereken devletin dilidir, Türkçedir. Çünkü ortak kullanılan bir dil olmazsa ne anlaşabiliriz, bu ülkede birlikten eser kalır ve ne de beraberlikten söz edilebilir.

         

        Doğru olan budur.

         

        Tersini düşünen ve hayal edenlere sormak lâzım: Ortak dil kullanılmazsa, bu coğrafyada doğan, yaşayan, bu toprağı bölüşen, hayatını onun üstünde sürdüren, nimetlerini paylaşan ve T.C. kimlik belgesini taşıyan insanlar arasında başka türlü birlik, beraberlik sağlanabilir miydi?  Ne mümkün

         

         

         

                    Kürtçe Yayın Yapılabilir mi?

                                               

         

        Son yıllarda, bir Kürtçe’dir, Türkçe’dir, “ana dil” ile konuşmak sevdasıdır tartışması, “muhabbeti” almış başını gidiyor. TRT, her halde mevcut ve içimizi karartan duruma bir “çözüm getirmek” niyeti ve düşüncesiyle Televizyon kanallarından birinde Kürtçe yayınlara yer verdi. Bazıları, iyi niyetle başlatılan bu girişimi, hemen kendi çarpık görüş ve anlayışlarına bir basamak yapmaya kalkıştılar ve dil konusunda çizmeyi aşma eğilimine varan bir cür’et gösterdiler. “Ne oluyor?” sorusunu sorarak, durumu hayret ve dehşet içinde hep birlikte seyrettik ve seyretmeye devam etmekteyiz.

         

         

         

Yakın Tarihten Bir Örnek

         

         

        Çok değil, yakın tarihe bakarsanız ve kuruluşundan beri dost kabul ettiğimiz Pakistan’ın, dil yüzünden başına neler geldiğini görür, bize hak verirsiniz. İngilizler Hindistan’dan çekilmek zorunda kalınca, yarımada iki ayrı devlete ayrıldı,  kurnazca oynadıkları bir oyunla Pakistan Anayasası’na bir hüküm eklendi ve “üç dil; Orduca, Bengalce, İngilizce” devlet dili olarak kabul edildi.  Ülkenin Batı kesiminde yaygın olan Orduca, Doğu kesiminin kullandığı Bengalce idi, ama tek bir devlet vardı ortada! 

         

        Üç ayrı dil şartı neden koşuldu?

         

         Neden koşulduğu, yıllar geçip Batı ile Doğu birbirine düşünce anlaşıldı.

         

        Ülkenin içinde çıkartılan hesaplı kitaplı, sebepli sebepsiz kapışmalara bir de dış kışkırtmalar eklenince, Pakistan ikiye bölündü! İnsanlar ayrı bir dil kullandığı için, Batısından koptu ve kendi  toprakları üzerinde  Bangladeş adıyla yeni bir devlet kurdular !.

         

        Görülen ekonomideki eşitsizlik yani fakirlik mi, yoksa iki dillilik mi yarattı bu kopuşu, ne kadar tartışırsak tartışalım, sebep ortada Gerçek odur ki, bu kopuşun sebebi,  halkı birlik içinde tutacak tek devlet dili yerine, üç ayrı dilin, Pakistan Anayasası’nda yer almasıdır.

         

         

         

                    Ülkemizde Oynanan Oyun

         

         

                    Bu örneği, son yıllarda bazıları tarafından, bir amaca yönelik olarak bile bile gündeme taşınan Türkçe-Kürtçe tartışmaları sebebiyle verdik. İyi düşünerek cevap verelim: Türkiye Cumhuriyeti sınırlarını belirleyen harita üzerinde, türlü çıkar hesaplarının yapıldığı bir ortamda yaratılmak isteniyor, böyle bir amaç güdülüyor mu, güdülmüyor mu?  Bu ülke, “yapay” dil tartışmalarıyla, her an patlamaya hazır bir barut fıçısı haline getirilmek isteniyor mu, istenmiyor mu?

         

        Durumu görmemek için kör olmak lâzım!

         

         

         Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda, devletin dilini belirten maddeye, Türkçenin yanına bir de “Kürtçe” eklensin diyenlerin “halisâne düşünceler”  beslediklerini bize kim söyleyebilir ve bunu kim temin edebilir? Doğruluğuna kim kefil olabilir?

         

        Şunu bilelim kabul edelim ki, sadece dile, kültürel kimliğe değil, dereyi görmeden paçayı sıvayanların, daha şimdiden “federasyon” lâfı edenlerin elbette başkaca niyetleri var.

         

         

         

        Konuşan Kişilere Dikkat!

         

         

        “Barış” tan, ülkenin huzurundan ve “demokrasi”den dem vurarak ahkâm kesenlere dikkat edin. Bu dil konusunu, suret-i hak’tan görünme gayreti içinde kullanma amacı yapanlar, sizi şaşırtmasın. Üzerinden yıllar geçti, ama yakın tarihimizde neler yaşadık, neler gördük Unutmadık hiç birini. Dış mihrakların oyunlarına gelenlerin ikide bir ayaklanmaları niyeydi? O isyanlar, bütün o ayaklanmalar neden çıktı, varılmak istenilen neydi?

         

         

        Bir insan, “soyadı” kanunu çıktığında, ya kanunun çıkmasına yol açan Atatürk’ün düşüncelerine saygı duyduğu ya da ona ve birilerine şirin görünmek için  “Türk “ adını almış olabilir. Bu soyadını taşıyan biri olarak, TBMM’de bugün milletvekili iseniz, en azından babanıza, onun aldığı bu soyadına lâyık olmanız gerekir.

         

        Başka birini daha örnek alalım, ona hitap edelim: Kocanız, düşüncesi doğrultusunda dağa çıkabilir, PKK’ya katılarak Mehmetçiğe silâh çekebilir, teröre bulaşabilir ama siz bu hainin karısı olarak ya ses çıkarmayıp onun hainliğine ortak olur, bir köşeye çekilirsiniz, ya da onun düşüncelerini kabul etmediğinizi ilân eder karşı çıkarsınız. TBMM’de görev yapıyor, milletvekili olarak maaş alıyorsanız, gereğini yapmak da göreviniz 

         

        Bu kişilerin, siyasî parti üyesi olduğu gerçeğinden hareket edelim. Peki, bir defa olsun hem terörün başı, hem de çocuk katili olan bir haine neden “hain” diyemiyor, üstelik bunu diyecek yerde, arada bir ağızlarından “sayın” kelimesini kaçırıyorlar?

         

        Örnek aldığımız bu insanlar, sadece bir ili değil, aynı zamanda bütün Türkiye’yi temsil ettiklerini hatırlamalıydılar, milletvekili olarak, yine bu insanlar her ay T.C. Hazinesi’nden aldıkları aylıkların, bizim ödediğimiz vergilerle karşılandığını bilmeli, unutmamalıydılar

         

Türkiye Cumhuriyeti devletinin tapu senedidir Türkçe! Sözlerimize başlarken kurduğumuz bu cümle ve onunla ilgili olarak bütün bu anlattıklarımız bir görüşün ortaya konulması içindi. Gerek gördük, dil konusundaki görüşlerin yanında, aykırı düşünceleri olanlardan örnekler verdik. Türkçemizde çok kullanılan bir söz vardır, “anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az” deriz, yeri geldiğinde. Yeri miydi, yeri değil miydi, bunu sizin takdirinize bırakıyoruz.

         

         

 

Türkçe ve Kullanımı

         

         

        Şimdi, Türkçenin üzerinde durmamız gereken diğer meselelerine geçebiliriz. Çünkü “büyük başın büyük derdi olur” diye boşuna dememişler. Dilimizin büyüklüğünün farkında olmayanlara bunu anlatmak, bu konuda bilinç sahibi yapmak, dille uğraşan bilim adamlarının ve kalem erlerinin işi olmalı, öyle düşünüyoruz.  

         

         

                    Türk Dil Kurumu ile Kırıkkale Üniversitesi Nisan tarihleri arasında, Türkçe ile ilgili ve iki gün süren bir toplantı düzenlediler. Dil ve bilim kurumlarımızın birlikte gerçekleştirdikleri “ I. Uluslararası Kitle İletişim Araçlarında Türkçenin Kullanımı Bilgi Şöleni”nin açılış bölümünde özel bir oturum “Radyo ve Televizyon yayınlarında Türkçe” ye ayrılmıştı. Bu oturumun yönetimiyle bizi görevlendirdiler, zevk duyarak üslendik ve yönettik.

         

         

                    Yazımızın ilk bölümü ile bu toplantı ve yönettiğimiz bu özel oturumun ilgisini sorabilirsiniz. Her iki konu da dilimizle ilgili. Kırıkkale Üniversitesi’nde sunulan bildirilerle bilgi şöleninin konusu da Türkçeydi. Hem de son yıllarda üzülerek gördüğümüz “Kitle İletişim Araçlarında Türkçenin Kullanımı”nı ele alıyordu.

         

         

        Dil, kitle iletişim araçlarında başta gelen ve korunması, işlenmesi, doğru ve güzel kullanılması gereken bir konudur. Biz TRT’de görevli yayıncılar olarak, dil, Türkçe dendi mi, son derece huysuzlaşırız.  Ona büyük önem verir, titizlik gösterir, dilin doğru ve güzel kullanılmasına özenle dikkat ederiz.

         

         

         

        Dil ve Yayın Kuruluşları

         

         

        Elli yılı aşan uzun bir yayın ve ondan on yıl daha uzun bir yazı hayatını geride bırakırken, özel kanallardaki radyo ve televizyon yayınlarının ve gazetelerin dili dikkatimizi çekiyor. Her ikisi de daha çok okunmak ve daha çok seyredilmek yerine, “çok satma” ve “çok seyredilme” savaşı veriyor, asıl yapmaları gereken görevi yapmıyorlar. Özel radyo ve televizyonlarımızla gazetelerimizin, bu arada çeşitli basın organlarımızın düşündürücü durumu karşısında bir “Yayın Şûrası” toplanması için, bir tarihte girişimde bulunmuştuk. Önerdiğimiz, yapılmasını gerekli bulduğumuz bu şûranın ele alacağı çeşitli konulardan belki en önemlisi kitle iletişim araçlarında Türkçenin doğru ve güzel kullanılmasıydı.

         

         

        Radyo ve televizyon, bugün yazılı basından daha farklı bir konumda. Günde en az üç beş saati, hatta daha fazlasını televizyon karşısında geçiren veya radyo dinleyen bir topluluğa sahibiz. Çocuklarımız ise ders dışında kalan zamanının büyük bir bölümünü ekran karşısında, ona verileni seyrederek geçiriyor. Doğru yanlış, ona verilen bilgilerle beraber aynı zamanda ekrana getirilen programlarda duyduğu Türkçeyle konuşmasına yön veriyor. Dilin, bu bakımdan hem büyükler hem de çocuklar bakımından değerlendirilmesi şart, bunun böyle bilinmesi gerekir diye düşünüyoruz.

         

         

         

                    Neden Yayın Dili?

         

        Televizyon yayınlarına bakıp neden dil üstünde duruyoruz? Çünkü Anayasamız, Devletin şeklinin “Cumhuriyet” ve Türkiye Cumhuriyeti’nin de lâik, demokrat ve sosyal bir hukuk devleti olduğunu; ülkesi ve milletiyle bütünlüğünün sağlanmasının da ortak dili olan Türkçe ile gerçekleştirileceğini hükme bağlıyor. “Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.” Üçüncü madde hükmünden çıkardığımız anlam bu. 

         

         

         

Millî His ve Dil Arasındaki Bağ

         

         

        Evet, ülke ve millet bütünlüğü, ancak bu ortak dille, Türkçe ile sağlanabilir. Onun içindir ki, bu dile özen gösterecek ve onun için varlığına, yazım ve söyleyiş kurallarına saygılı, bağlı olacağız. Söylediklerimizin dayanağını ise Atatürk’ün şu sözlerinde buluyoruz:

         

        “ Millî his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin olması, millî hissin inkişâfında müessirdir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir; yeter ki, bu dil, şuurla işlensin.

         

        Ülkesini, yüksek istiklâlini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.

         

                   

        Türkçe, kitle iletişimde sadece bir araç olmanın ötesinde çok büyük bir güce sahip. Büyük önderin de dediği gibi “millî his” ile “dil” arasındaki bağ çok kuvvetlidir, “millî birlik” bu bağ ile pekişir, güç kazanır.

         

         

         

        Bugün Ne Durumdayız?

         

         

                    Yayın yapan yüzlerce, binlerce televizyon ve radyo kanalı, mikrofon ve ekranlara yeterince bu dilin güzel örnekleri olan millî konuları getiriyor, dilin doğru ve güzel kullanımına aracı olabiliyorlar mı? Evet diye cevap vermeyi, bu konuda başarı gösterdikleri için bu kanalları kutlamayı çok isterdik. Fakat büyük bir bölümüyle ne programlarında, seçtikleri ve işledikleri konularda, ne haber sunuşlarında başarılılar!

         

        Bundan elli yıl önce Ankara Radyosu Müdürlüğü’nde başlayıp TRT kurulduktan sonra da diğer radyolarda ve merkez yayın birimleri yöneticisi olarak sürdürdüğümüz çeşitli görevlerde uzun yıllar verdiğimiz hizmet süresince, üstlendiğimiz her türlü uğraşı, millî şuur anlayışı içinde yerine getirme çabası gösterdik.

         

                    İnanıyoruz ki, TRT’deki bütün arkadaşlarımız da aynı amaç doğrultusunda, bilinçli bir şekilde aynı titizliği, özeni göstererek görev yapıyorlar ve bu gün de yapmaktalar.

         

         

         

                    TRT ve “Özel” Kanallar

         

         

        Türkçenin kullanımını değerlendirirken, önce yayın kurumlarını “TRT’ye ait olanlar” ve “özel yayın kanalları “ olarak ikiye ayırmalıyız. Çünkü dilin özenli ve özensiz iki ayrı kullanışı olduğu bir gerçek.

         

         Bunun sebepleri var. Türkiye Radyolarında arası kırk yılı bulan dönemde kullanılan dil, kurallarına, doğru ve güzel kullanılmasına dikkat edilerek ve Türkçe’nin sadeleştirilme hareketine mümkün olabildiği ölçüde uyularak gerçekleştirilmiştir.

         

                    Sadeleştirme hareketiyle ilgili ileri adımlar ’dan sonra hızlandırılmıştır ve bunun ilk örneklerini bu fakir vermiştir. Sonra onu, yayını birlikte yürüttüğü arkadaşları yalnız bırakmadılar. TRT kurulduktan sonra da radyolara televizyon kanalları eklendi. Eskiden olduğu gibi, hem dilin sadeleşmesinde yol alındı, hem doğru ve güzel kullanılmasına dikkat edildi.  Hiçbir zaman mikrofonda ses ve konuşma yeterliği olmayan kişilere görev verilmedi, ekrana çıkarılmadı. Konuşanlarda ses yeterliliği ile birlikte konuşma yeteneği var mı, yok mu, önce bu denetlendi.

         

         

        Neden böyle hareket edildi, konuşanlar dikkatle seçildi, genç spikerler durmadan eğitildi? Çünkü radyo ve televizyon dili, daha önce de belirttiğimiz gibi, başta çocuklar olmak üzere genç yaşlı bütün halkın dinlediği, örnek aldığı bir dildir ve doğru, güzel konuşulması gerektiği konusunda özen gösterilmelidir.

         

         

         

Dilin Kullanımı ve Denetimi

         

        Program seslendirmek, sunmak, haber okumak, yorum spikeri olmak kolay değildir. Ses yeteneği yanı sıra, metni kavrama, bilgi birikimi konularda yeterlik ister Bunlar mutlaka göz önünde tutulan birer ölçüttür. Bu gün de öyle. Yayın dili, başlangıçta -TRT kuruluncaya kadar-bir “iç denetim” altındaydı. Deneyim sahibi “usta”ların gözetiminde, “yeni”ler takip edilir, dinlenir, dil yanlışı yapan varsa uyarılır veya başarılı olunmuşsa teşvik edilir, yapımcısına, metni yazana destek verilirdi.

         

        Yanılmıyorsak, ’li yıllardan sonra yayın için yazılan metinleri denetleyen, bu iş için yeterli yetişmiş yayıncılardan yararlanılma yoluna gidilmiştir. yılı sonlarında, hazırladığımız ilk programı Radyoda yönetici durumunda bulunan Mükerrem Kâmil Su Hanım okumuş, bir iki noktasının düzeltilmesini istemiştir.

         

        TRT Kurulduktan sonra, yani yılından itibaren programları ve haber metinlerini önce kurum bünyesinde yer alan program uzmanları, ilerleyen yıllarda da Denetim Müdürlükleri emrindeki görevliler -sonra daire başkanlığına bağlandılar- denetçiler denetlemişlerdir.

         

        Yapılan hem dil denetimidir, hem işlenen konuların amaca ve TRT Yayın İlkeleri’ne uygun olup olmadığına bakılması, yani muhteva/içerik denetimidir. Türkçeye uygun mu, değil mi, buna dikkat edilir, tersine bir durum varsa, düzeltilir, program ve haberler öyle yayınlanırdı.

         

        “Yayında doğruluk, yararlılık esastır” ilkesi daima korunmuştur. Yayın dili, yazılış ve söylenişine dikkat edilir ve kurallarına uygun şekilde hareket edilirse canlılığını sürdürür, varlığını korur. Yazım işaretleri, söyleyiş sırasındaki tonlama, durgu ve duraklar, konuşmaya, yani dilimize, Türkçeye renk katar. Bunun dışına çıkılmasına izin verilmesi ise söz konusu değildir.

         

        TRT’nin radyo ve televizyon yayınlarında Türkçenin kullanımına dikkat gösteriliyor, düzen bu. Peki, bunları söylüyor, anlatıyor, böyle olduğunu biliyoruz da, özel kanallarda dilimizin başına gelenlere neden izin veriyoruz?

         

        Çünkü mikrofon veya ekrana çıkmak kolay değil ve olmamalı.

         

        TRT’de, Seçici Kurul’dan geçer not almayan, konuşma ve program yapımı eğitiminden geçmeyen hiç kimseye mikrofon emanet edilmez ve ekrana çıkarılmazken özel kanallara neden bir yaptırım uygulanmıyor?

         

        Türkiye’de TRT Kurumu dışında yayın yapan yüzlerce televizyon, binlerce radyo kanalı var. İçlerinde zaman zaman dinleyici ve seyircinin takdirine mazhar olan, yayın dilinin güzelliği ile dikkat çeken kanallar olduğu doğru, ama pek çoğunun yeterli düzeyde yayın yapmaktan uzak olduğunu da görüyor, bu durumdan üzüntü duyuyoruz.

         

        Duruma seyirci kalındığı için üzülüyoruz. Tedbir alınmadığı için içimiz içimize sığmıyor.

         

         

         

Türkçe Bir Dünya Dilidir

         

         

        Dünyada yüzlerce dil konuşulduğunu, geçmiş asırlarda kullanıldığı halde artık bugün konuşulmayan pek çok dil bulunduğunu ve bunlar arasında en eski beş ve eski dilden birinin Türkçe olduğunu biliyoruz. Böyle büyük bir dili, Anayasasının “devlet dili” diye hükme bağladığı gerçeği ortada iken, üç dil bozması bir dille ortalığa dökülenlere diyeceğimiz pek bir şey yok

         

         

        Türkçe, yapı ve söyleyiş bakımından pek çok dilden farklı kelime türetme özelliklerine sahip olduğu, deyim ve kavram zenginliği yüzünden birçok dilden farklı. Atatürk’ün de dediği gibi “Türk dili, dillerin en zenginlerindendir.”

         

        Örnek ister misiniz? Verelim.

                   

                    Cümle kurarken veya yazıda değişik şekillerde ve farklı durumlara göre kullandığımız söz ve deyimler, konuşurken durgu, durak, vurgu ve tonlamalarla ulaştığımız söyleyiş biçimleri, hâsıl olan bir musikiye sahibiz. Başka dillerde, hatta büyük dillerde bile bu durum, zenginlik kolay kolay görülmez.

         

                    Sözün gelişi “Gönül fermân dinlemez” diyoruz. Başka hangi dilde bulursunuz benzerini? “Gönül” sözü, başka hiçbir dilde yoktur. Bazen, onun yerine “kalp” kullanılır, “yürek” kullanılır. Onları biz de kullanıyoruz, yeri geldiğinde. “Kalp rahatsızlığı”, “kalp kapakçığı”, “yürekli”, “yüreksiz adam” veya “yürek ister” şeklinde. “Gönül kırıklığı” vardır, “gönül almak” vardır, ama “gönül rahatsızlığı” olmaz! Cesaret gücü isteyen durumlarda “yürek ister” yerine “gönül ister” diyemeyiz. Örnekleri çoğaltmak mümkün.

         

                    “Gönül fermân dinlemez” diyebilmek için bir kültür birikimi gerekir; insan anlayışında bir derinliğe sahip olunması söz konusudur. Söylemek ve anlamak için de Türk olmak lâzım.

         

                    “Gönlü zengin” deriz, “gönlü yüce” deriz; bu deyişler bize mahsus. Dilimiz de gösteriyor ki,  “Gönlü yüce Türk” derler bize Biz, Türkçe söyleşiriz

         

         

                   

                    Türkçe Bizim Ses Bayrağımızdır

         

         

                    Bu vatan yaptığımız topraklarda dilimizin payı olduğuna boş yere inanmadık. Bu kuru kara toprağı dilimizle vatan yaptık. Türkçenin kara sevdâlı âşıklarıyız. Bir ikinci dille paylaşmayız sevdâmızı

         

                    Bizi millet olarak bir ve ayakta tutan Türkçenin varlığına bunun için inandık. Bu toprağın insanlarını güzel dilinden, anadilinden koparamazsınız, tarihindeki zaferlerin veya yenilgilerin coşkusundan, acısından habersiz kalır, koparsa. Kolu kopmuş, başı kopmuş gibi

         

                    Anadolu coğrafyasını anlatırken Türkçe anlatmaz, yazmaz, söylemez ve konuşmazsanız, Ağrı, Allahüekber, Toroslar, Erciyes, Süphan dağları boynun büker. Anadolu insanı, o güzel Türkçesiyle söylenmemişse, susuz kalmış, kurak ve kavruk toprağın, coğrafya’dan vatan’a dönüştüğünü nasıl anlasın? Nasıl duyup kavrasın?

         

                    Doğrudur, şunu hiç unutmayalım: Türkçe giderse Türkiye gider

         

        Bu dilin yayında bir kumanın yeri yok. Anlaşmak, bu toprağın üstünde yaşamak bir ve beraber yaşamak istiyorsak Türkçe konuşacağız. Türkçe sevinecek, Türkçe üzülecek, ağlaşacak, Türkçe haykıracak, bağıracak, “yaşa benim güzel dilim, Türkçem” diye yürüyüp gideceğiz.  Senin başka düşündüğün mü var? Haydi oradan!

         

                    Bilinesi tek gerçek: Yolumuzun başı da, sonu da Türkçeye çıkar

         

         

         

         

                                                                              

         

                                           

         

         

         

         

         

         

         

         

         

         

                                          

         

         

         

         

         

         

         

         

         

         

         

         

         

Türkçenin toplumsal birlik oluşturmadaki rolü üzerine bir kompozisyon yazınız

Kısa ödev cevabı,

Türkçenin birleştirici etkisi

Dilimiz bizi biz yapan en değerli hazinemizdir. Acaba dilimize hak ettiği saygıyı veriyor muyuz? Bence ne yazık ki hayır vermiyoruz. Yabancı dillerin günümüzde dilimize nasıl yapışıp kaldığını görmemek mümkün mü? Dili bozulan bir milletin sömürülmesi de esir alınması da kolaylaşır. O yüzden düşmanlar topla tüfek yerine milletleri dilleri üzerinden tutsak etmeye çalışmaktadıseafoodplus.info düşen dilimize gereken değeri vermek ve dilimizi dışarıdan gelecek her türlü saldırıdan etkiden arındırmak korumaktır.

Türkçe Dili ve Etkisi

Dil toplumlar için oldukça önemli bir unsurdur. Türkçe'de bizler için oldukça önemlidir. Dilimiz sayesinde anlaşabiliriz, iletişim kurarız, bir şeyleri aktarırız ve nesilden nesile bir köprü kurarız.

Türkçe dili olmadan bizler bir hiçiz aslında. Dil sayesinde bir şeyler öğreniyoruz, öğretiyoruz. Örnek verecek olursak, İstanbul şehri farklı bir dil, İzmir şehri farklı bir dil konuşuyor olsa idi, İstanbul'da yaşayan bir insan İzmir'e gelmezdi. Çünkü derdini anlatamaz, aktaramaz idi. Böyle olunca da büyük sıkıntılar yaşardık.

Sonuç olarak, Türkçe oldukça önemlidir. Kültürümü aktarmak, derdimizi aktarmak, bir şeyler öğrenmek için dile sürekli olarak ihtiyaç duyarız.

Milletlerin birbirinden ayıran özelliklerden birisi de dilidir. Her millet kendine ait dili kullanır. Bizim dilimiz Türkçe’dir.

Türk milleti dili sayesinde konuşur, bir millet olma şuurunda olur. Dilimiz geçmişten gelen kültür birikimini bize ve geleceğe aktarır. Bu sayede bir milleti geçmişi ve geleceği ile bağlar. Aynı dili konuşan insanlar daha kolay anlaşır. Birbiri ile anlaşan toplulukların birlik ve beraberliği artar.

Aynı dili konuşmak toplum bireylerinin birbirine yakınlaştırır. Bir türkünün kalbimizde oluşturduğu duygu, bir kahramanlık şiirinin dile getirdiği duygu her Türk milletinin gönlünde güzel duygular oluşturur. Bu da bizim birbirimizi sevmemizi sağlar. Aynı dil konuşmayan insanların anlaşması bir araya gelip millet oluşturmaları zordur.

Dili bozulmuş kişiler anlaşamaz, birlikte hareket edemez, birbirlerine yakınlık hissetmez. Bu da toplumda ayrılık ve bozulmalara sebep olur. Dil insanları birbirine bağlar. Yakınlaştırır. Gücünü artırır. Bu yüzden dilimize sahip çıkalım. Türkçenin gücü ile milletimizin geleceğini koruyalım.

DİL
Dilin Özellikleri
KÜLTÜR
Kültürün Özellikleri
DİL-KÜLTÜR İLGİSİ
DİL-DÜŞÜNCE İLGİSİ

DİLİN MİLLET HAYATINDAKİ YERİ VE ÖNEMİ


DİL

Dil, en basit tanımıyla insanlar arasında anlaşmayı sağlayan doğal bir iletişim aracıdır. Dili bütün özellikleriyle ifade eden bir tanım yapmak zordur. Muharrem Ergin’in dil tanımı diğerlerine göre daha kapsamlıdır:
“İnsanlar arasında anlaşmayı sağlayan tabii bir vasıta; kendisine mahsus kanunları olan ve ancak bu kanunlar çerçevesinde gelişen canlı bir varlık, temeli bilinmeyen zamanlarda atılmış bir gizli antlaşmalar sistemi, seslerden örülmüş içtimai bir müessesedir.” (Muharrem Ergin)

Dil, herşeyden önce bir anlaşma aracı olduğuna göre bu aracın özellikleri iyi bilinmeli ve buna göre kullanılmalıdır. Nasıl ki bir otomobilin teknik talimatnamesinde yazılan esaslara ve trafik kurallarına uygun biçimde kullanılması gerekiyorsa doğal bir araç olan dil de kendine özgü kurallarına göre kullanılmalı ki asıl işlevini yerine getirebilsin.


Dilin Özellikleri

1. Anlaşma aracıdır:
Dilin birinci ve asıl işlevi anlaşma aracı olmasıdır.
2. Doğallık
3. Kuralları vardır
4. Canlılık
5. Gizli antlaşmalar sistemi olması
6. Milletin ortak malı olması
7. Sosyallik


DİLİN MİLLET HAYATINDAKİ YERİ VE ÖNEMİ

Bir milleti ayakta tutan, onun varlığını ve devamını sağlayan, millî şuuru besleyen, bir millete mensup olma hazzını veren ve bireylerini birbirine yaklaştırarak onlar arasında birlik yaratan unsur olarak dilin, millet hayatındaki yeri çok önemlidir. Öyle ki milletin varlığı, dilin varlığıyla mümkündür.

Millî varlığın korunmasıyla dilin korunması arasında çok sıkı bir ilgi vardır.

Bir milletin dili bozulursa kültüründe sıkıntılar ortaya çıkar.

Düşünce, sanat ve edebiyat alanlarında çöküntü başlar. Dil asıl işlevini (insanlar arasında anlaşma aracı olma) yerine getiremez.

Dil, milletin manevi gücünün aynasıdır. Bir milletin kültürel değerlerini oluşturan ve o milleti ayakta tutan; edebiyatı, sanatı, bilim ve tekniği, dünya görüşü, ahlak anlayışı, müziği geçmişten günümüze ancak dil sayesinde aktarılmaktadır.

Dolayısıyla dilin korunmasıyla millî varlığın korunmasını aynı seviyede algılamak gerekir.

KÜLTÜR

Atatürk’ün ifadesiyle kültür;okumak, anlamak, görebilmek, görebildiğinden anlam çıkarmak, uyanık davranmak, düşünmek, zekâyı terbiye etmektir.

Kültür, milletin fertleri arasında sosyal akrabalık bağını oluşturan (başta dil olmak üzere tarih, din, örf ve âdetler, hukuk sistemi, müzik, güzel sanatlar, ekonomi, ahlak anlayışı ve dünya görüşü gibi) maddi ve manevi değerlerin tümüdür ve bu değerler kültürünbaşlıca unsurlarını oluşturur. Bunlar o milletin fertlerini birbirine bağlarken, diğer milletlerden ayırır; içeride birleştirici, dışarıya karşı ayırıcı rol üstlenir.

Kültürün Unsurları

Türk Milletinin Kültürel Değerleri

Kültürün Özellikleri

1. Millîlik

2. Süreklilik

3. Özgünlük

4. Ortaklık

5. Canlılık ve Doğallık

6. Uyumluluk

7. Özünün Değişmezliği

Kaybetmeye başladığımız kültürel değerlerimizden birini izlemek için burayı tıklayınız.


DİL-KÜLTÜR İLGİSİ

Millî kültürün temel unsuru olan dil, bir taraftan kültürü beslerken diğer yandan kültürle beslenir ve kültürel değerleri sonraki nesillere aktarmada çok önemli bir işlevi yerine getirir. Maddi, manevi kültürel değerlerin oluşmasında ve aktarılmasında dilin inkâr kabul etmez bir rolü vardır.
Bir dilin gücünü, söz varlığını, estetiğini, sınırlarını… o milletin kültürü belirler. Dolayısıyla ana dilini iyi öğrenmeye çalışan bir kişi, milletinin dünya görüşünü, bakış açısını, anlayışını, felsefesini kısaca millî kültürünü de öğrenmiş olacaktır. Zira o dille yazılmış bir metindeki her kelime, o kültürün özelliklerinden ve inceliklerinden ayrıntılar verecektir.
Kelimelerin anlamları, o toplumun kültürel değerleriyle bağlantılıdır. Bu anlam incelikleri, kültürün dildeki yansımalarını da örnekler. Mesela, bir Arab’ın güneşten korunmak için güneşliğe (şems+iye = güneş+lik) ihtiyacı vardır. Bir Alman ise yağmurdan korunmak için yağmurluğa (regenschrim) ihtiyaç duyar.

Dilin sosyal bir varlık olmasıyla ilgili yukarıda verilen örnekler, dil ile kültür arasındaki bağlantının ne kadar güçlü olduğunu gösterir.  Vaktiyle gazinoya gitmeyen, flört etmeyen Türk’ün söz varlığında elbette bunları karşılayacak Türkçe bir kelime olmayacaktır.


DİL-DÜŞÜNCE İLGİSİ

Düşünceler, dille somut bir hâle dönüşür.

Düşüncenin yansımaları en güzel şekliyle dilde açığa çıktığına göre, dili olmayan insanın düşünmeden yoksun bir varlıktan farkı kalmaz.
İnsan, her biri bir nesnenin göstergesi olan kelimelerle düşündüğüne göre, diğer bir deyişle düşüncesini kelimelerle biçimlendirdiğine göre, düşünce ufkunun genişlemesi o dilin kelimelerini ve imkânlarını iyi bilmeye bağlıdır. Bu yüzden dil ve düşünce bir kâğıdın iki yüzü gibi birbirinden ayrılamaz.

Dil-Düşünce İlişkisi Bağlamında C. Meriç'in Dil Hassasiyeti

SÖZÜN ÖZÜ

Dil: İnsanlar arasında iletişimi sağlayan, kendine göre kuralları olan doğal bir araç, seslerden örülmüş bir sistemdir.

Kültür: Bir milletin maddî ve manevî değerlerinin hepsinin ortak adıdır.

Dil başta olmak üzere, tarih, din, örf ve âdetler, hukuk sistemi, müzik, güzel sanatlar, ekonomi, ahlâk anlayışı ve dünya görüşü kültürün unsurlarındandır.
Millîlik, süreklilik, özgünlük, canlılık, doğallık, ortaklık ve bütünüyle değişmezlik kültürün belli başlı özellikleridir.

Bir milletin tarih sahnesindeki varlığını devam ettirebilmesi kendi diline sahip çıkması, onu korumasıyla mümkündür. Bu sebeple konuya gereken hassasiyetin gösterilmesi şarttır.


Türkçe, dünyanın en güzel, en zengin, en büyük dillerinden biridir. Asırlarca üç kıtada konuşulmuş, yazılıp okunmuştur. İlk şekli ile kalmamış, gelişmiştir. Kendi kendisini yenilemiş, tazelemiş ve zenginleştirmiştir. Çok mantıklı, çok ahenkli, ifade kabiliyeti çok yüksek bir dildir. Sanki bir bilginler kurulu oturmuş, ölçüp biçerek meydana getirmiştir. O kadar mükemmel, o kadar düzenlidir. Böyle güzel ve tatlı bir dile sahip olmak Türklerin en büyük iftiharıdır. Her Türk çocuğu bu mükemmel dili, bu güzel Türkçeyi en aziz bir varlık olarak sevmeli ve ona saygı duymalıdır. Onun kadrini, kıymetini bilmelidir. Onu sadece kulaktan dolma şekliyle, çevresinden öğrendiği gibi kullanmakla kalmayıp, onun bütün yapısını, kanunlarını, kaidelerini hakkıyla tanıyıp bilmelidir. Ona iyice sahip olmak, onu en doğru, en güzel ve en tesirli şekli ile kullanmak için, kısacası iyi konuşmak ve iyi yazmak için bu şarttır.

Muharrem Ergin

DİL VE KÜLTÜR

seafoodplus.info Mehmet Kaplan

“Ziya Gökalp, dili kültürün temel unsuru sayar. O, bu görüşünde haklıdır. Zira dil, duygu ve düşüncenin adeta kabıdır. Bir milletin bütün duygu ve düşünce hazinesi, dil kabına veya kalıbına dökülür ve bu dil kabı ile yerden yere, nesilden nesle aktarılır. Yazı, dilin sesini kaydeden bir vasıta olarak dilin bir parçasıdır. Fakat kültür, söz ile de bir millet arasına yayılır.

Dil kültürün temeli olduğuna göre, bir milletin dil ile ifade ettiği sözlü, yazılı her şey kültür kavramına girer. Sabahtan akşama kadar evde, sokakta, çarşıda, iş yerinde konuşan halk, farkında olmadan dil tarlasını eker, biçer. Dilin duygu ve düşünce ile dolmasının sebebi, günlük hayata çok yakın olmasıdır.

Aslında dili yaratan hayat, daha doğrusu sosyal hayattır. Anne çocuğuna bir oyuncak verir: “Bak sana otomobil getirdim” der. Böylece çocuk, oyuncak otomobil ile beraber “otomobil” kelimesini öğrenir. Fakat dil her zaman böyle bir eşya gösterilerek öğrenilmez. Bebek etrafında mânâsını anlamadığı birtakım sesler duyar. Zamanla onların bir şeye tekabül ettiğini öğrenir.

Dil deyince, konuşulan ve yazılan bütün kelime ve cümleleri anlamak lâzımdır. Halk günlük hayatında kelimeleri menşelerine göre ayırmaz. Onu ilgilendiren, kelimelerin mânâsı, işe yaramasıdır. Bir bakkal dükkânında on dakika oturup halkı dinleyerek hangi kelimeleri kullandığını tespit edebilirsiniz.

İlle öztürkçe yazılmamış, “normal” “tabiî” yazılı bir mahsulde, bir gazete veya kitapta da bu işi yapabilirsiniz. “Normal” ve “tabiî” konuşan halk gibi, “normal” ve “tabiî”, yazan bir yazar da kelimelerin menşeine değil, mânâsına, nüansına ve işe yararlılığına önem verir.

Konuşma veya yazı dilinde kelimeleri, Türkçe-yabancı diye ayırmak “normal” veya “tabiî” konuşma ve yazmaya aykırı bir davranıştır. Bu yapma tutumu kırıtgan kadınların hâl ve tavrında olduğu gibi derhal fark edersiniz. Böyle yapanlar dikkatlerini bahsedecekleri şeye verecekleri yerde belli kelimelere verirler. Onlar için önemli olan eşya, duygu ve düşünce değil, öztürkçe kelimelerdir. Bir yazarı değerlendirirken, fikirlerine değil, kullandığı kelimelere bakarlar. Onlara göre öztürkçe kelime kullananlar iyi, kullanmayanlar kötüdür. Bu ölçüyü öztürkçeden önce yazılmış eserlere tatbik ederseniz, hepsi kötüdür. Fuzulî, Bâki, Nedim, Şeyh Galib, Fikret, Âkif, hatta Yahya Kemal, Reşat Nuri bile

Böyle bir davranış tarzının ne kadar barbarca olduğunu buna göre ölçebilirsiniz.

Her millet dilini ve kültürünü yüzyıllar boyunca yoğurur. Bu esnada o, akan bir nehir gibi, içinden geçtiği her topraktan bazı unsurları alır. Her medenî milletin konuşma ve yazı dili, karşılaştığı medeniyetlerden alınma kelime ve deyimlerle doludur. Bu bakımdan her milletin dili, o milletin çağlar boyunca yaşadığı tarihin âdeta özetidir. Dile bu gözle bakılırsa mânâ kazanır.

Batılı dil âlimleri, filologlar yazılı veya sözlü kültür eserlerini incelerken, bir arkeolog gibi hareket ederler. Bir nevi “dil arkeolojisi” yaparlar. İlkin inceledikleri metnin tarihini tespite çalışırlar. Zira, her metin dil tarihinin bir kesitini verir. O kesitte, o anda bulunan ve o ana kadar dile girmiş olan her kelimenin, yerli yabancı ayırmaksızın yazılışı, söylenişi mânâsı dikkâtle tespit edilir. Zira en küçük bir işaret, bir ses değişmesi, o kelime hatta bütün metnin mânâsını değiştirebilir. Eğer Sümerce bir metinde Tanrı ve at kelimeleri Türkçe Tanrı ve at mânâlarına geliyorsa bu, bütün insanlık tarihine yeni bir gözle bakmayı gerektirir. Bundan dolayı dil âlimleri, filologlar eski metinleri incelerken kılı kırk yararlar. Kelimelerin menşeleri onları dil ve kültür tarihi bakımından ilgilendirir. Göktürk harfleriyle yazılmış bir mezar taşında görülen Çince, Hintçe bir kelime, dil ve kültür tarihi bakımından önemli bir mânâ taşır. Türklere ait eski metinlerde sade Türkçe kelimelere önem vererek, yabancıları bir kenara atmak hem kültür kavramına, hem de ilmi düşünceye aykırıdır. Dili bir milletin medeniyet tarihinin aynası olarak inceleyenler, onda pek çok şey görürler.

Dil ile tarih ve kültür arasındaki münasebeti bilen bir kimse, dili tek başına almaz. Zira dilde her kelimenin yazılış, ses, şekil ve mânâsını tayin eden, tarih ve kültürdür. Yunus Emre’nin şiirlerinin dilini, yazıldığı devir ve çevreden ayrı ele alamazsınız. Zira o ağacın kökleri gelenek ile beraber, yetiştiği topraklara sımsıkı bağlıdır. Bu da gösterir ki filolog sadece dilci değil, geniş kültürlü, kafası dil gibi hayatın bütün imkânlarına açık bir insan olmalıdır.

Kültür eserleri, dilin belli bir yer ve anda donmuş şekilleridir. Bu bakımdan onların abidelerden farkları yoktur. Kütüphaneler dil abidelerini toplayan müzelerdir. Dil, bir kap olduğuna göre onlara “duygu, düşünce, hayal müzeleri” demek gerekir. Biz eskiden yaşamış insanların hayat tecrübelerini, inanç ve değerlerini bu eserlerden öğreniriz. Aslında dili hem şekil, hem muhtevasıyla inceleyen filolojinin gayesi, insan kültürünü tanımaktır. Fakat bu görüşe ancak dil ile kültür arasındaki bağlantıyı görenler ulaşabilirler.” (Kültür ve Dil,Dergâh Yay., İstanbul, , s. )

DİL VE KÜLTÜR

Kelimelerin olmadığı bir dünyada yaşasaydık, insanlar, beyinlerinden, ruhlarından, kalplerinden süzülüp gelen duygu ve düşünceleri birbirlerine nasıl aktarırlardı kimbilir? Kelimesiz, sözsüz, yazısız, kısacası dilsiz bir dünya Hayali bile sıkıntı veren renksiz bir dünya. Hayata renk katan dil, her toplumun ruh aynasıdır. Bir toplumun kültür seviyesini ve dünya görüşünü tespit etmek isteyenler o toplumun kullandığı dili incelemeleri yeterlidir.

Mesela, bir Kızılderili kabilesi olan Siouxlar’ın dilinde hiçbir “küfür” kelimesi yoktur. Kızılderililere vahşi diyen beyaz adamın yüzünü kızartacak bir tablo! Dil ile kültürün ve toplumun ilişkisine diğer bir örnek de arşivlerimizdeki belgelerdir. Arşivlere bir göz atsak, belgeler bize şunları fısıldar: “Kâğıdımızdan mürekkebimize, yazı türümüzden kullanılan kaleme kadar uzanan unsurlardaki estetiğe bakın. Her şahsın makamına göre kullanılan lakaplar, hitaplar, dua cümleleri, o devrin insanının, sizin cedlerinizin ruh inceliklerini yansıtmıyor mu? Şu muhteşem fermanların arkasındaki muhteşem devleti nasıl görmemezlikten gelebilirsiniz?”

Gerçekten bu belgelerin sadece şekilleriyle değil, içlerinde geçen kalıplaşmış ifadelerle de devirlerinin kültür birikimi ve hayat görüşlerine nasıl işaret ettikleri incelenmeye değer. Mesela, bir belgede bir bayan ismi geçtiği zaman hemen ardından, çoğu zaman, “zid iffetüha” (Allah iffetini artırsın), bir âlimin ismi geçtiği zaman “zid ilmüha” (Allah ilmini artırsın) şeklinde bir dua cümlesi gelirdi. Sadrazam, defterdar, müftü, kazasker, beylerbeyi, sancakbeyi ve kadı gibi makam sahibi şahsiyetlerin senası birkaç satır sürüyordu.

Dil-kültür ilişkisine dair başka bir misal de atasözleri ve deyimlerdir. Günümüzde, mevcut dillerdeki kalıplaşmış ifadelerin, bilhassa atasözlerinin, milli ruhu yansıttığı görülmektedir. Hatta bu atasözlerinden bazılarının farklı milletlerde -kelimeler farklı olsa bile- aynı manayı taşıdıkları tespit edilmiştir. Zira bazı cihanşümul (evrensel) hakikatler, bütün insanlar tarafından tartışmasız kabul edilir. Bir köyde iki muhtar, bir şehirde iki vali, bir ülkede iki devlet başkanının olamayacağı, olursa işlerin karışacağı, yani hâkimiyetin en önemli esasının müdahaleyi reddetmek olduğu, cihanşümul bir hakikattır. Bu hakikata İngilizler şöyle işaret eder: “Aşçılar çoğaldı mı çorba tatsız olur”,

İtalyanlar; “Çok horozun öttüğü yerde güneş doğmaz”,

İranlılar; “İki kaptan gemiyi batırır”,

Ruslar; “Yedi ebenin olduğu yerde bebek kör doğar”.

Bizdeki atasözleri de şöyle: “Horozu çok olan köyün sabahı geç olur”,

“İki arslan bir posta sığmaz”.

Atasözleri ve deyimlerin kültürümüze nasıl ayna oldukları şu misallerden açıkça görülebilir:

Allah, dağına göre kar verir.

— Allah, doğrunun yardımcısıdır.

— Allah gümüş kapıyı kaparsa altın kapıyı açar.

— Allah sabırlı kulunu sever.

— Allah’tan umut kesilmez.

— Almadan vermek Allah’a mahsustur (yaraşır).

— Allaha ısmarladık.

— Allah bağışlasın.

— Allah bilir.

— Allah etmesin.

— Allah utandırmasın.

“Çalım Kültürü”nün doğurduğu gariplikler de hatırlanmaya değer. Arabalara yapıştırılan çıkartmalar nedense daha çok İngilizce ve İngilizlerin “white lie” (zararsız yalan) (!) dedikleri cinsten. Mesela “My other car is a Ferrari” (Benim diğer arabam bir Ferrari’dir). Ya arabaların arka camlarında taşınan sahte Amerikan plakalarına ne demeli! Bu plakaları takanlar, Amerika’yı görüp geldiğini mi ima ediyorlar acaba? Bir de kolu, bacağı kırılanların alçılarına yazdırdıkları imza sirküleri var. “Ne çok arkadaşı varmış” mı denmek isteniyor yoksa? Kısacası “hava atmak”, kültürümüzü ve dilimizi maalesef oldukça etkiliyor.

Şimdi dil-kültür-toplum ilişkisinde, hassas bir husus üzerinde duracağız. Kitle iletişim araçlarıyla insanların zihinlerini kontrol etmek mümkün müdür?

Aynı hadiseye, farklı isimler vermeleri ne garip?! Mesela, bir insan dinini değiştirir; yeni dinine mensup insanlar için o bir “mühtedi” (hidayete eren)’dir; eski dindaşları için, “mürted” (dinden dönen). “Şehit olmak isteyen mücahitler” bazıları için “İntihar saldırısında bulunan bir grup fanatiktir”. Özellikle basın-yayın organlarında bu tür “dil oyunlarına” veya daha resmi bir ifadeyle “diplomatik üsluba” çok rastlanır. Mesela, “Teröristler ölü olarak ele geçirildi”, “Göstericiler hayatını kaybetti” haberlerinde, özneden çok hadise vurgulanmış, halkın yanlış anlamalarının (veya gereksiz su-i zanlarının) (!) önüne geçilmiştir. Bu şekilde, aktif fiil cümlesi yerine, pasif cümleler ve isim cümleleri kullanmak, basının “tarafsız” kalmak için uyguladığı bir metottur. Batılı strateji uzmanlarının tavsiye ettikleri “güzel adlandırmalar” (!) da insanlarda infiale sebep olabilecek bazı hadiselerin yumuşatılmasında kullanılır. Gaye, mevcut statükoya zarar gelmesini önlemektir. “Soykırımı” veya “katliam” yerine “etnik temizleme”; “kumar” yerine “talih oyunu”; “bebek katliamı” veya “sinsi soykırım” yerine “aile planlaması” terimlerini kullanmak gibi

Ya “şeker bayramı” tabirine ne demeli? Kulluk dairesinde bulunan aciz ve fakir insanın, Allah’ın azamet, kudret, şef kat ve merhamet gibi yüzlerce isim ve sıfatını idrak edip “Sübhanallah”, “Elhamdülillah”, “Allahuekber” senalarıyla görünen ve görünmeyen âlemlere ilan ettiğimiz “Ramazan Bayramı” nda, “şeker” ve “tatlılar” dışındaki başka bir şeyle uğraşmayan ve insanları uğraştırmak istemeyenler de kimler? Bunları düşünmek gerek. Nezaket isteyen başka tabirler de var. “Kara kışta” , karla ve tabiatla “mücadele” edildiği söyleniyor. Hâlbuki ne kış “karadır”, ne de insan onunla “mücadele” eder. “Hava muhalefeti” de ayni şekilde yanlış kullanılan deyimlerden birisidir. Tabiatta kötü ve çirkinmiş gibi gözüken şeylerin altında güzellikler yatar. Güzel düşünemeyen insanlar güzel göremezler. Rabb’e kendilerine ve yaratılanlara yabancılaştıkları için “hayat”ı bir “cidal” olarak görürler.

İnsanı daha büyük bir vartaya düşüren bir tabir de şöyle “İşimiz Allah’a kaldı” Acaba hangi iş Allah‘ın iradesi dışında gerçekleşir ki? Bundan başka “Üzümünü ye bağını sorma” gibi ifadeleri duydukça, ister istemez insanın aklına bunların bizden olmayanlardan sudur ettiği geliyor. Batılılar bu konuda oldukça işgüzar. Ortaya attıkları tabirlerin ardında kendi hayat görüşleri okunuyor. Aldanmamak için çok dikkatli olmak gerekiyor.

Allah’a dayandıkları için cihanı sarsan, fazilet ve medeniyet üstadı Osmanlılar emperyalizm sömürgecilik gibi kavramları tedai ettirecek şekilde bir “imparatorluk” mudur yoksa “cihad-ı fi sebilillah” mefkûresiyle yaşayan o şanlı ecdadımız “Devlet-i Aliye-i Osmaniye” midir’

İşte kullanırken düşünülmesi gereken mefhumlardan sadece birkaçı. O halde ne yapmalıyız? Kendimize ait mefhumlarla düşünmenin yollan nelerdir? Aslında çare basit. Kaynağı Kur’an ve hadisler olan eserleri sürekli okuyup yaşayan insanlarda öyle bir dünya görüşü oluşur ki sahip oldukları ferasetle eşya ve hadiseleri tahlil, bünyelerine yabancı olan unsurları teşhis, bilgileri hikmete, “kültür”ü de “irfan”a tebdil ederler. Öyle bir “lisan” kullanmaya başlarlar ki, sanki yaşadıkları şeyler kelimeleşir, zihinleri ve hayatları aydınlık ve dupduru olur.

KAYNAKLAR

1) Aksan, Prof. Dr. Doğan () “Her Yönüyle Dil Ana Çizgileriyle Dilbilim.” Ankara: Türk Tarih Kurumu Basım Evi.

2) Pel. M () The Story ol Language New York The American Library.

3) Eminoğlu M. () Osmanlı Vesikalarını Okumaya Giriş. Konya: Ülkü Basım Evi.

4) Hatim ve Mason () Discourse and the Translator, London/New York: Longman

Yusuf Alan

DİL

 

Konuşmalara dikkat ederseniz çoğu, bahis konusu olan şeyin dışında cereyan eder. Karşımızda bulunanı nadiren dile alırız. Çünkü onu doğrudan doğruya görürüz. Bir marangoz, bir masa yaparken ekseriya ağzını bile açmaz. Her şey gözünün önünde, elinin altındadır. Ve zaten eşya ile konuşulmaz. Konuşma için iki insanın karşı karşıya gelmesi lazımdır. O zaman eşya silinir; söz araya girer. Fakat sözün vazifesi eşyanın yerini tutmaktır. Marangoz, çırağına: “Git, nalburdan yarım kilo beş numara çivi al!” derse çırak, deli olmadıkça manava gidip salatalık veya domates getirmez. Bu bize gösterir ki, her kelime dünyada bir “şey”e tekabül eder ve konuşma da bu bir “şey”in yerini tutar, daha doğrusu onun işareti olur.

 

“Anlamak” kelimesi öyle zannediyorum ki, eski Türkçede işaret ve sembol manasına gelen “angu” kelimesinden türemiştir. Buna göre anlamak, işaretleşmek, işaretin manasını kavramak demektir.

 

Marangozun çırağı, çivi yerine domates getirirse, bu onun çivi kelimesinin manasını anlamadığını gösterir. Orta oyununda böyle yanlış anlamaya dayanan bir sürü gülünç nükte vardır. Günlük hayatta kullanılan kelimelerin manasını “herkes” anlar. “Herkes” derken, ayni işaretler sistemine göre yetişmiş insanları, yani muayyen bir toplumu kastediyoruz. Yoksa bir “yabancı” için, bize pek tabii gelen kelimelerin manası meçhuldür. Onda bizim konuşmamız sadece bir gürültü intibaı bırakır. Kelime ancak, oldukça geniş bir kitle tarafından, muayyen bir şeye tekabül ettiği, yani bir mana taşıdığı takdirde kelime olur.

 

Bir kelimenin kelime olarak kıymeti sesinde değil, bir topluluk tarafından anlaşılan bir mana taşımasındadır. Mana, bir nevi içtimai mukaveledir. Bir dil, muayyen bir topluluğun, müşterek olarak aynı manayı verdiği, aynı tarzda telaffuz ettiği ve yazdığı binlerce kelimeden mürekkeptir. Bu bakımdan yazı ile ses arasında büyük bir fark yoktur. “Ağaç” kelimesini “buğaç” veya “tukaç” diye yazarsam kimse bundan bir şey anlamaz. Yazı, telaffuzun başka işaretler sistemine naklinden ibarettir.

 

Her dil öğrenim yoluyla nesilden nesile geçer. Çocuk, dili, ilkin aile çevresinde, sonra okulda ve hayatta öğrenir. Kültürü arttıkça kullandığı dil malzemesi, kelime ve cümlelerin sayısı da artar. Hiç kimse bir dilde mevcut bütün kelimeleri bilmez ve kullanmaz. Medeniyetçe yükselmiş cemiyetlerde müşterek dilden ayrı, yalnız bir mesleğe mensup olanların tasarrufunda, sayısı oldukça kabarık “meslek lügati” vardır. Bu iş bölümü ve ihtisasın tabii bir neticesidir. Doktorların, mühendislerin, avukatların kullandıkları tabirleri anlamak için, tıpkı ana dili öğrenir gibi, o sahada da çalışmak ve bir itiyada sahip olmak lazımdır. Biz yabancı dilleri de böyle öğreniriz. Bir insanın anladığı ve kullandığı kelime kadrosu, içinde bulunduğu çevreye ve kültür seviyesine göre değişir. Köylünün bildiği ot isimlerini, balıkçının tanıdığı balık isimlerini, şehirli bilemeyeceği gibi, bir şehirlinin hayatta her gün kullandığı eşyaların adlarını da köylü veya balıkçı bilmez.

 

Müşterek dil, müşterek kültür ve medeniyetin mahsulüdür. İçinde yaşanılan kültür ve medeniyet çevresi, bir dilde kullanılan kelimelerin kadrosunu tayin eder. Bundan dolayı fert gibi cemiyetin de kültür ve medeniyet seviyesini, anladığı ve kullandığı kelimelerin cins ve sayısından çıkarmak mümkündür. Çünkü hayat dile akseder.

 

Dilin insan hayatındaki başlıca rolü, bilgiyi başkalarına nakletmek, böylece bir anlaşmaya varmaktır. Çocuk, öğrendiği itiyatlar ve dil sayesinde ailesinin bir uzvu haline gelir. Okulda, sokakta öğrendiği kelimeler ve bilgileriyle aile çevresini aşarak geniş kültür ve cemiyet hayatının içine girer.

 

Dil sayesinde bir milletin yüzyıllar boyunca edindiği bilgi nesilden nesile aktarılır. Konuşma dili, tabirleri, atasözleri, nükteleri, teşbih ve istiareleri ile şifahi bir kültür hazinesidir. Bundan dolayı okuma yazma bilmeyen insanlar dahi sadece konuşma dilinin içinde taşıdığı kültür sayesinde muayyen bir seviyeye ulaşırlar. Okuma yazma bilmeyen Türk halkının bir sağduyuya, bir hayat görüşüne sahip olması konuşma dilinin zenginliğinden ileri gelir.

 

Fakat yazı dili ve onun mahsulü olan kitap, şifahi kültürden çok daha zengin ve emin bir kaynaktır. Kitap okuyan bir insanın bilgisi kadar, konuşması da başka türlü olur. Kitap okuyanlar, kitaptan hayata bir sürü kelime naklederler. Bir memlekette kitap kültürü ne kadar zenginse günlük konuşma da o kadar zengin olur. İlim adamı köylü gibi konuşmaz ve düşünmez. Onun dili ve kafası okuduğu kitaplara göre şekillenmiştir. Bu bakımdan sadece şifahi kültüre sahip olanlarla kitap kültürüne sahip olanlar arasında, konuşma tarzında da kendini gösteren bir hayat görüşü farkı belirir.

 

Her kelime maddi veya manevi, müşahhas veya mücerret muayyen bir şey gösterdiğine göre, çok kelime bilenin çok şey bilmesi gayet tabiidir. Çok şey bilmek ise insan hayatında üstünlük sağlar. Fakat sadece kelimeleri bilmek kâfi değildir. Mühim olan, kelimelerin gösterdikleri nesneyi ve bunlar arasındaki münasebetleri bilmektir. Mesela bir lügati ezberleyen kimse bu suretle pek çok şeyin adını öğrenir. Fakat bu yoldan kültürlü bir adam olmasına imkân yoktur.

 

Dil, eşyadan ayrı, kendi içinde bir âlem teşkil ettiği için, eşyaya gidilmezse sadece kelimelere dayanan sathi bir kültür vücuda gelir ki skolastik denilen şey işte budur. Kelimelerin neye tekabül ettiğini bilmek ilk merhaleyi teşkil eder. Asıl kültür ve ilim, kelimelerin gösterdiği şeyleri ve onlar arasındaki münasebetleri bilmekle başlar. Fakat bir şeyi iyi bilen, ekseriye o şeyi anlatan kelimeyi de bilir. Buna karşılık bir kelimeyi bilip de, anlattığı şeyi bilmeyen pek çok insan vardır. Bundan dolayı, dil kültüre tekabül eder, sözünü yüzde yüz gerçek saymamalı, eşya bilgisine daha fazla ehemmiyet vermelidir. Çünkü mühim olan eşyadır.

seafoodplus.info Mehmet Kaplan

nest...

batman iftar saati 2021 viranşehir kaç kilometre seferberlik ne demek namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur özel jimer anlamlı bayram mesajı maxoak 50.000 mah powerbank cin tırnağı nedir