yoğun bakır saç rengi kimlere yakışır / 1. упщIэ, 2. щэкI Iув, 2 - Rodeo

Yoğun Bakır Saç Rengi Kimlere Yakışır

yoğun bakır saç rengi kimlere yakışır

Laleli Dergisi Sayı:

LASİADЛАСИАД 1<br />

nisanапрель


2 LASİADЛАСИАД<br />

LASİADЛАСИАД 3<br />

nisanапрель<br />

nisanапрель


44 LASİADЛАСИАД<br />

LASİADЛАСИАД 45<br />

nisanапрель<br />

nisanапрель


46 LASİADЛАСИАД<br />

LASİADЛАСИАД 47<br />

nisanапрель<br />

nisanапрель


48 LASİADЛАСИАД<br />

LASİADЛАСИАД 49<br />

nisanапрель<br />

nisanапрель


50 LASİADЛАСИАД<br />

LASİADЛАСИАД 51<br />

nisanапрель<br />

nisanапрель


52 LASİADЛАСИАД<br />

LASİADЛАСИАД 53<br />

nisanапрель<br />

nisanапрель


<strong>Laleli</strong> nisan<br />

апрель<br />

<br />

seafoodplus.info<br />

70<br />

Гость Номера<br />

İTO Başkanı İbrahim Çağlar;<br />

“<strong>Laleli</strong> ve LASİAD, İstanbul ve İTO’nun Adeta Sektörel Bazlı Bir Modeli”<br />

Председатель İTO Ибрахим Чаглар:<br />

«Лалели и LASİAD – это базовая модель Стамбула и İTO в отрасли»<br />

seafoodplus.info seafoodplus.info seafoodplus.info<br />

LASİAD <strong>Laleli</strong> Sanayici ve İşadamları Derneği<br />

adına sahibi / Владелец<br />

Giyasettin EYYÜPKOCA<br />

Yayın Kurulu / Печатный орган<br />

Erdem Soylu KARABAĞLI,<br />

Murat ÖZPEHLİVAN, Nada İSMAİL,<br />

Ersin AKÇAY<br />

Yayın Koordinatörü<br />

Координатор печати<br />

Zübeyir ARI<br />

[email protected]<br />

Editör / Редактор<br />

Zeynep Seda ÇAKIR<br />

[email protected]<br />

Görsel Sanat Yönetmeni<br />

Художественный руководитель<br />

Bünyamin KANAŞ<br />

[email protected]<br />

Grafik Uygulama<br />

Графика Приложение<br />

Hatice GÜLDÜREN<br />

Fotoğraf Editörü<br />

фоторедактор<br />

Zübeyir SÜĞLÜN<br />

Muhabir / Корреспондент<br />

Ceyda CANDAN<br />

[email protected]<br />

Damla LORT<br />

[email protected]<br />

Reklam Direktörü<br />

Рекламный директор<br />

Ahu KUL<br />

[email protected]<br />

Ayşe TOSUN<br />

[email protected]<br />

Sevil HANÇER<br />

[email protected]<br />

Sefa HANÇER<br />

[email protected]<br />

Bahri KOÇ<br />

[email protected]<br />

Rusça Editörü<br />

Редактор русского языка<br />

Akmaral TUGANOVA<br />

LASIAD<br />

58<br />

63<br />

66<br />

LASİAD, Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir’i Ağırladı<br />

LASİAD приветствовал мэра муниципалитета Фатих Мустафу Демира на<br />

İHKİB Basın Toplantısı’nda LASİAD Başkanı’na Yoğun İlgi<br />

Особое внимание председателю LASİAD на пресс-конференции İHKİB<br />

LASİAD’dan İstanbul İl Emniyet Müdür Yardımcısına ‘Hayırlı Olsun’ Ziyareti<br />

Визит LASİAD заместителю директора полицейского управления города Стамбул<br />

Web Tasarım<br />

Вэб дизайн<br />

Şahin HANÇER<br />

[email protected]<br />

İngilizce Çeviri<br />

Перевод на английский язык<br />

Neslihan KÖSE<br />

Muhasebe<br />

Бухгалтерия<br />

Bahattin ÇAKIROĞLU<br />

[email protected]<br />

Dağıtım Sorumlusu<br />

Ответственный за<br />

распространение<br />

Kemal Akyıldız<br />

Yayın Türü<br />

Вид публикации<br />

YEREL SÜRELİ<br />

Ayda Bir Yayınlanır<br />

İdare Yeri / Администрация<br />

LASİAD<br />

<strong>Laleli</strong> Cd. No K.6 D. 38 <strong>Laleli</strong> / İstanbul<br />

Tel. 90 52 - Faks. 12 50<br />

seafoodplus.info<br />

ЛАСИАД<br />

Baskı & Cilt<br />

Печать и переплет<br />

Şekil Ofset<br />

Gümüşsuyu Cd. Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi<br />

2BB 6 Topkapı / İstanbul<br />

Tel: 77 01<br />

Yayım - Basım - Hazırlık<br />

Публикация - Печать - Подготовка<br />

YÖN TANITIM<br />

Mahmut Şevket Paşa Mh. Ersan Sk. No: 22/2<br />

Okmeydanı / Şişli / İstanbul<br />

Tel. 22 93 - 23 39<br />

Faks 21 04<br />

seafoodplus.info - [email protected]<br />

<strong>Laleli</strong> <strong>Dergisi</strong> LASİAD adına YÖN TANITIM<br />

tarafından yayınlanmaktadır.<br />

Журнал Лалели публикуется<br />

YÖN TANITIM от имени LASİAD<br />

<strong>Laleli</strong> <strong>Dergisi</strong> ismi başkaları tarafından kullanılmaz.<br />

Copyright Sahibinden izin alınmaksızın yazı ve<br />

fotoğraflar kullanılamaz. Reklamların sorumluluğu<br />

reklam veren firmaya ait olup, YÖN TANITIM hiçbir<br />

şekilde sorumlu tutulamaz. Dergide yayınlanan<br />

yazılar yazarın düşüncelerini kapsamaktadır.<br />

Moda<br />

84<br />

86<br />

88<br />

90<br />

<br />

Avrupa Standartlarına Uygun Kalite<br />

Качество, соответствующее европейским стандартам<br />

Yeni Sezona İddialı Girdi<br />

Амбициозные шаги в новый сезон<br />

“Yarının Dünyası” Temasıyla Yenilikçi ve Hipnotize Edici Yaklaşımlar<br />

Новаторский и завораживающий с темой «Мир завтра»<br />

Dış Giyimde Farkındalık Yaratıyor<br />

Отличительный стиль в создании верхней одежды<br />

.<br />

Ömer Turan: “Ev Tekstilinde Rusya’da İlklerdeniz”<br />

Омер Туран: «В секторе домашнего текстиля в России мы одни из лидеров»<br />

Gezi<br />

<br />

Мода<br />

Путешествие<br />

İtalya’nın Masal Şehri: Roma<br />

Сказочный Город Италии: Рим<br />

История Успеха


56<br />

Mesaj LASİADЛАСИАД<br />

Обращение<br />

LASİADЛАСИАД 57<br />

Biz Olmayı Başarabilmek<br />

Суметь остаться собой<br />

Kalitede sıfır hata ve toplam kalite kavramlarının<br />

önde gelen savunucularından Philip B.<br />

Crosby “Müşteri anlamak zorunda değildir.<br />

Müşteri müşteridir.” der. Ona göre kalite, algılanan<br />

mükemmellikten öte ihtiyaca uygunluğu ifade etmektedir.<br />

Bu anlayış, bir ürün veya hizmetin sağlanış<br />

metodunun dışında kalan alışılagelmiş kalite<br />

tanımlarından farklı bir bakış açısını içermektedir.<br />

Tanıma göre kalite, bir müşterinin tüm beklentilerini<br />

anlamaya odaklanan ve bütün organizasyonu<br />

bu beklentileri karşılamaya yönlendiren stratejik<br />

bir yaklaşımı ifade etmektedir. Kalite kavramına bu<br />

şekilde dışarıdan (müşteri gözüyle) bakmak esas<br />

hedeflerin saptanabilmesinde, içeriden bakmak ise<br />

saptanan hedeflere göre daha gerçekçi ve zorlayıcı<br />

olması hasebiyle daha avantajlı görülmektedir.<br />

Bu akademik terim ve tanımlara değinmemin sebebi,<br />

<strong>Laleli</strong>’nin farkında olarak ya da olmayarak ulaştığı<br />

uluslararası normların gerçekleşen vizyonunu<br />

anlatmak istememdir. <strong>Laleli</strong>’de var olan resmin bütününe<br />

baktığınızda uzun yıllara dayanan ve müşte-<br />

Один из лучших юристов Филип Б. Кросби<br />

сказал «Клиент не обязан понимать. Потому<br />

что он клиент». Из этого можно сказать, что<br />

качество – это не просто быть лучше всех, а возможность<br />

исполнить желаемое. Этот принцип качественно<br />

отличается от других в вопросах предоставления<br />

услуг и в продаже товара. Качество – это<br />

понимание всех ожиданий отдельно взятого клиента,<br />

направление всех усилий на оправдание запросов<br />

клиента. Таким образом, смотреть на этот<br />

тезис глазами клиента, то есть, в ожидании получения<br />

желаемого, и, глядя изнутри, то есть, понимая,<br />

реальны ли запросы клиента, представляется<br />

лучшим вариантом работы.<br />

Причина, по которой я затронул этот академический<br />

термин, это попытка объяснить жизнь и<br />

нормы Лалели. Картина Лалели, вырисовывающаяся<br />

за эти года работы, это отличное понимание<br />

запросов клиентов. Конечно, если учесть, что основной<br />

целью всего Лалели является постоянное<br />

повышение качества услуг, и во многом, цель была<br />

достигнута, то факт успешной работы не является<br />

ri isteklerini çok iyi algılayıp uygulamaya koyabilen bir anlayış<br />

göreceksiniz. Hizmet ve ürün gamasında mükemmelliği<br />

hedefleyen ve bunu büyük oranda yakalamış böyle spesifik<br />

bir bölgenin başarılı olması elbette ki kaçınılmaz olacaktır.<br />

Bugün misafir ve müşterilerimizin kendilerini evinde gibi<br />

hissetmelerinin temelinde yatan gerçek de budur. Bahsettiğimiz<br />

müşteri odaklı hareket etme anlayışının oluşması muhakkak<br />

ki belirli bir zaman, kaynak ve efor gerektirmektedir.<br />

Ayrıca süreç içerisinde yaşanan krizler, sekteye uğrayan devamlılık<br />

gibi negatif faktörler de işin içine girince bu oluşumun<br />

kıymeti daha iyi anlaşılabilir. Özellikle ülke ekonomisi,<br />

tanıtımı ve gelişimi açısından değerlendirildiğinde <strong>Laleli</strong>’nin<br />

tüm kurumlar tarafından özel ilgi ve alaka görmesi gerektiği<br />

önemli bir gerçektir. Bu minvalde Lasiad olarak bizlerin<br />

gerçekleştirdiği tüm proje, faaliyet ve organizasyonların esasında<br />

<strong>Laleli</strong>’nin şahsına münhasır olan bu nadide kimliğini<br />

korumak ve geliştirmek odaklı olduğunu söylemek de mümkündür.<br />

Global anlamda yaşanan tüm jeopolitik ve sosyoekonomik<br />

reaksiyonlara rağmen bu ilerleyişin süreceğinden<br />

kesinlikle şüphem yoktur.<br />

Bildiğiniz gibi uzun süre devam eden gösteriler sonrasında<br />

çıkan olaylar ve ardından Ukrayna-Kırım-Rusya hattında yaşanan<br />

siyasi kriz, bu pazarlarla ciddi ilişkiler içerisinde bulunan<br />

bizleri tedirgin bir bekleyişe itmiş oldu. Tüccar ve sanayicinin<br />

her zaman olduğu gibi sakinlik ve itidalden yana olma<br />

kuralını bu durum için de zaruri bir gerçeklik olarak görüyorum.<br />

Ayrıca <strong>Laleli</strong> ve ülkemiz açısından önem arz eden bu<br />

iki komşu ülkenin arasındaki suların kısa sürede durulmasını<br />

ve bölgesel kalkınmamızın geçmişte olduğu gibi hep birlikte<br />

sürmesini ümit ediyorum.<br />

Geriye dönüp baktığımızda, yılı yerel seçimleri ve Ağustos<br />

ayında yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimi ile önümüzdeki<br />

yıl gerçekleşecek olan genel seçimler ülkemiz için daha<br />

şimdiden gergin bir sürece girdiğimizin sinyallerini vermiş<br />

oldu. Halbuki tüm bu seçimler, halklar adına demokrasinin<br />

bayram ve şenlik günleri olarak görülmelidir. Seçimler, halkın<br />

iradesinin net bir şekilde ortaya koyulduğu ve milletin,<br />

kendisini idare etmesini istediği kişi ve kurumları yine bizzat<br />

kendisinin seçtiği cumhuriyetin en temel unsurlarındandır.<br />

Böyle güzel bir günün tüm yurttaşlarımızı geren ve yaşanmasını<br />

istemediğimiz görüntülere sahne olan bir evreye<br />

dönüşmesi bizleri gerçekten üzmektedir. Dünyada özellikle<br />

gelişmekte olan ülke ekonomilerinin zor bir dönemeçten geçtiği<br />

şu dönemde herkesin sağduyu içerisinde ve empati yaparak<br />

birbirini anlamaya çalışması sanırım ülkemiz ve bizlere<br />

umut bağlamış toplumlar için elzemdir. Kültürel farklılıklarımız<br />

bizleri ayıran, bölen, birbirine düşman eden değil bizleri<br />

birleştiren, zenginleştiren bir araya gelip kol kola geleceğe<br />

yürümemizi sağlayan pozitif etkenler olarak görülmelidir.<br />

Bizler gerçekten biz olmayı ve kendimiz gibi davranmayı<br />

başarabilirsek üstesinden gelemeyeceğimiz güçlüğün, aşamayacağımız<br />

zorluğun olmadığını düşünüyorum. Toplumumuzda<br />

bu anlayış ve karşılıklı saygı-sevginin var olduğuna<br />

canı gönülden inanan birisi olarak geleceğe umutla bakıyor,<br />

bu seçim sürecinin evlatlarımızın yaşamlarını çalan değil,<br />

onların geleceğini inşa eden mutlu ve huzurlu bir dönemin<br />

mihenk taşı olmasını dileyerek hepinize saygılar sunuyorum.<br />

сюрпризом. Правда также в том, что наши клиенты<br />

и гости чувствуют себя как дома. Понимание своего<br />

клиента является опытом, нарощенным в течении<br />

долго времени и требует кропотливого труда. Понимание<br />

того, насколько это большой труд приходит с<br />

преодолением различных трудов. Важным фактом<br />

также является то, что с точки зрения развития<br />

экономики страны, Лалели является центром повышенного<br />

внимания. Можно сказать и то, что мы,<br />

как организация LASİAD поддерживаем имидж Лалели<br />

своими проектами. И, несмотря на всяческие<br />

геополитические и экономические факторы эта<br />

поддержка растет с каждым днем.<br />

Как Вы знаете, в свете последних событий в нашей<br />

стране и политического кризиса между Украиной<br />

Крымом и Россией, мы с опаской ожидаем изменения<br />

в товарообороте между нашими странами.<br />

Что производители, что те люди, кто продает товары,<br />

как и всегда это было, очень сильно зависят от<br />

обстановки вокруг. Говоря в целом, я надеюсь, что в<br />

ближайшее время отношения между этими двумя<br />

соседями уладятся, чтобы наши деловые отношения<br />

продолжались.<br />

Используя прошлый опыт, можно сказать, что грядущие<br />

местные выборы, выборы Президента в августе,<br />

и основные выборы в следующем году послужат<br />

причиной нестабильности в стране. Хотя, эти выборы<br />

во имя демократии, должны быть организованы<br />

в духе праздников и фестивалей. Выборы, показатель<br />

исполнения воли народа, один из основополгающих<br />

канонов республики. Нас действительно печалит<br />

то напряжение, стычки в предверии выборов<br />

между гражданами нашей страны. В мире, в особенности<br />

развивающихся странах, которые проходят<br />

через такой сложный период, важно сохранить<br />

хорошие отношения и понимание друг друга, что<br />

даст нам надежду светлого будущего. Культурные<br />

отличия, которые разделяют нас, заставляют станвиться<br />

врагами, должны, напротив, объединять нас,<br />

чтобы мы могли стоять рядом плечом к плечу. Я не<br />

считаю нереальным решение быть самим собой и<br />

относиться к ближнему должным образом. Я верю в<br />

то, что мы можем ужиться в обществе, надеюсь, что<br />

люди в этот период выборов, построят будущее для<br />

потомков, а не украдут его, и этот момент станет<br />

счастливым шагом в светлые дни для всех нас.<br />

С уважением<br />

Гиясеттин Эюпкоджа<br />

nisanапрель<br />

nisanапрель


LasiadLasiad 59<br />

editor<br />

Notu<br />

ün<br />

редактор<br />

Türkiye ekonomisinin en önemli lokomotiflerinden tekstil sektörünün<br />

dünyaya açılan kapılarından biri olan <strong>Laleli</strong>, baharın<br />

gelmesi ile birlikte sezonunun hareketlenmesini yaşıyor. Vitrin<br />

düzenlemeleri, fuar ziyaretleri, yeni koleksiyonlar hummalı bir<br />

çalışma ile devam ediyor.<br />

Bizde <strong>Laleli</strong>’de ve dünyada neler oluyorsa sizlere aktarmak için<br />

zamanın nabzını tutmaya çalışarak Nisan sayımızı hazırladık.<br />

Ayın Konuğu köşemizde İTO Başkanı İbrahim Çağları Ağırladık.<br />

Çağlar; Teksitl ticaretindeki yeni dengelerden ve öngörülerinden<br />

bahsetti. <strong>Laleli</strong> ile ilgili görüşlerini ise “<strong>Laleli</strong> tekstilde<br />

başlı başına bir marka, sektörün baş aktörlerinden biri” şeklinde<br />

ifade etti.<br />

Başarı Hikâyesi köşemizde ise <strong>Laleli</strong>’nin dünyanın birçok yerine<br />

ev tekstili ihracatı yapan öncü firmalar arasındaki Arya’nın<br />

kurucu ortaklarından Ömer Turan ile bir röportaj gerçekleştirdik.<br />

Tasarımcı köşemizin konuğu ise, Genç Moda Tasarım Yarışmasında<br />

Finalistler arasına giren Yegane Dilek ile tasarımlarından<br />

Türkiye ve Dünya Modasına kadar bir çok konuda söyleşi<br />

gerçekleştirdik.<br />

LASİAD’da <strong>Laleli</strong> firmaları ve sektörde olan gelişmeler ile birlikte<br />

yoğun bir gündeme hakim oldu. Tüm bu gelişmeleri Nisan<br />

sayımızda bulabilirsiniz.<br />

’de Ulusal egemenliğimizin ilan edildiği ve dünyada bir<br />

benzeri daha bulunmayan, Mustafa Kemal Atatürk’ün tüm dünya<br />

çocuklara armağan ettiği 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk<br />

Bayramımızı kutlar, esenlikler dilerim…<br />

‘<br />

Лалели, который является одним из самых важных ворот<br />

выхода в мир основного экономического сектора<br />

Турции и сердцем турецкого текстиля, с приходом весеннего<br />

сезона начинает новое динамичное движение.<br />

Продолжаются активные работы по оформлению витрин,<br />

посещению выставок и созданию новых коллекций.<br />

Мы подготовили наш апрельский выпуск специально<br />

для вас, чтобы рассказать вам о том, что происходит<br />

в мире и в Лалели. Гостем номера стал председатель<br />

İTO Ибрахим Чаглар. Чаглар рассказал о новом балансе<br />

в секторе текстиля и поделился прогнозами на год.<br />

Он сказал: «Лалели в секторе текстиля – это бренд сам<br />

по себе, один из главных действующих лиц этой отрасли».<br />

Гостем нашей рубрики «История успеха» стал Омер Туран,<br />

соучредитель одной из ведущих компаний в экспорте<br />

домашнего текстиля Arya. Также мы поговорили о<br />

мировой и турецкой моде с финалистом конкурса молодых<br />

дизайнеров и гостем нашей рубрики «Уголок дизайна»<br />

Йегане Дилек.<br />

LASİAD тоже провел насыщенные дни вместе с фирмами<br />

Лалели и достижениями в секторе текстиля. Все<br />

эти события можно найти в апрельском номере нашего<br />

журнала.<br />

В году был объявлен наш национальный суверенитет<br />

и Мустафа Кемаль Ататюрк посвятил 23 апреля<br />

в честь празднования Дня Национального Суверенитета<br />

и Праздника Детей. Я хочу поздравить всех с этим<br />

замечательным праздником и пожелать здоровья и благополучия<br />

nisanапрель<br />

nisanапрель


60<br />

LASİADЛАСИАД<br />

LASİADЛАСИАД 61<br />

GELENEKSEL LASİAD KAHVALTILARI<br />

LASİAD, Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir’i Ağırladı<br />

Традиционные завтраки LASİAD<br />

LASİAD приветствовал мэра муниципалитета Фатих Мустафу Демира на<br />

LASİAD, 13 Mart günü Fatih Belediye Başkanı<br />

Mustafa Demir ile Crowne Plaza Hotel’de Kahvaltıda<br />

bir araya geldi.<br />

Kahvaltıya; Fatih Belediye Başkanı ve Ak Parti Fatih Belediye<br />

Başkan Adayı Mustafa Demir, Ak Parti Fatih İlçe<br />

Başkanı Ahmet Hamdi Görk, Ak Parti İstanbul Milletvekili<br />

Ahmet Haldun Ertürk, Ak Parti İstanbul Milletvekili<br />

ve Ak Parti Fatih Kurucu İlçe Başkanı Ahmet Baha Öğütken<br />

LASİAD Yönetim Kurulu Başkanı Giyasettin Eyyüpkoca,<br />

LASİAD Yönetim Kurulu, Denetleme ve Disiplin<br />

üyeleri ile LASİAD Sekreteryası katıldı.<br />

LASİAD встретился с мэром муниципалитета Фатих Мустафой<br />

Демиром на затраке 13 марта года в отеле Crowne Plaza.<br />

На завтраке присутствовали мэр муниципалитета Фатих и кандидат<br />

партии справедливости и развития (ПСР) по муниципалитету<br />

Фатих Мустафа Демир, председатель ПСР муниципалитете<br />

Фатих Ахмет Хамди Горк, депутат ПСР по Стамбулу Ахмет<br />

Халдун Эртюрк, заместитель ПСР Стамбул и основатель ПСР<br />

районе Фатих Ахмет Баха Огюткен, председатель совета правления<br />

LASİAD Гиясеттин Эюпкоджа, члены совета правления,<br />

наблюдательного и дисциплинарного совета LASİAD и секретариат<br />

LASİAD.<br />

Organizasyonun açılış konuşmasını LA-<br />

SİAD Yönetim Kurulu Başkanı Giyasettin<br />

Eyyüpkoca yaptı. Eyyüpkoca konuşmasında<br />

<strong>Laleli</strong>’de yapılan çalışmalardan ve<br />

sokaklarındaki düzenlemelerden söz<br />

etti. Ayrıca <strong>Laleli</strong> için yeni projelerinin<br />

de olduğunu vurgulayarak, Fatih Belediye<br />

Başkanı Mustafa Demir’e katkılarından<br />

dolayı teşekkür etti.<br />

Вступительную речь на организации<br />

произнес председатель совета<br />

правления LASİAD Гиясеттин Эюпкоджа.<br />

В своем выступлении Эюпкоджа<br />

рассказал о проделанной<br />

работе в Лалели и установленных<br />

правилах на улице. Также он подчеркнул<br />

новые проекты для Лалели<br />

и поблагодарил мэра муниципалитета<br />

Фатих Мустафу Демира за его<br />

вклад.<br />

nisanапрель<br />

nisanапрель


62<br />

LASİADЛАСИАД<br />

LASİADЛАСИАД 63<br />

Eyyüpkoca’nın ardından konuşmalar Fatih Belediye<br />

Başkanı ve Ak Parti Fatih Belediye Başkan Adayı Mustafa<br />

Demir ile devam etti. Demir, <strong>Laleli</strong>’deki geçmişine<br />

değindikten sonra geçmişten bugüne kadar <strong>Laleli</strong>’de ki<br />

değişimi ele aldı. Demir; “Bizim <strong>Laleli</strong>’de yenilik yapmamızın<br />

kapısını LASİAD açtı. LASİAD’dan önce tek<br />

başımıza bir şeyler yapmaya çalışıyorduk. LASİAD’ın<br />

varlığıyla sadece kendi projelerimizi değil <strong>Laleli</strong>’nin de<br />

projelerini hayata geçiyoruz” dedi.<br />

После выступления Эюпкоджы выступление продолжил мэр<br />

муниципалитета Фатих и кандидат партии справедливости и<br />

развития (ПСР) по муниципалитету Фатих Мустафа Демир. Демир<br />

обсудил историю прошлого Лалели и изменения, которые<br />

произошли в районе. Демир сказал: «Нашим работам по изменению<br />

района Лалели способствовал LASİAD. До LASİAD мы<br />

пытались сделать что-то самостоятельно. Присутствие LASİAD<br />

позволило нам воплотить в жизнь не только наши проекты, но<br />

и проекты Лалели».<br />

“Esnaf Sahip Çıktı”<br />

Alt <strong>Laleli</strong> ve Üst <strong>Laleli</strong>’deki çalışmaları kronolojik sırayla<br />

anlatan Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir, “ Belediye’nin<br />

imkanları yetersiz kaldığında, projelemizi esnafın<br />

desteği ile gerçekleştirdik. <strong>Laleli</strong>’ ye esnafı sahip<br />

çıktı ve destek verdi” dedi. Demir, LASİAD ile karşılıklı<br />

güvene dayalı bir ilişkileri olduğuna ve bunu bir adım<br />

ileriye taşıyacaklarına vurgu yaptı. Konuşmasını LASİ-<br />

AD ile daha bir çok yeni proje gerçekleştireceklerini ve<br />

Ağustos ’te üçüncüsü düzenlenecek <strong>Laleli</strong> Fashion<br />

Shopping Festival’de de beraber olacaklarını’’ söyledi.<br />

«Поддержали ремесленники»<br />

Мэр муниципалитета Фатих Мустафа Демир рассказал о работах<br />

в нижнем и верхнем Лалели в хронологическом порядке<br />

и отметил: «Когда возможности муниципалитета оставались<br />

недостаточными, проекты были реализованы при поддержке<br />

наших предприниматели. Фирмы Лалели вышли на помощь и<br />

поддержали». Демир отметил, что с LASİAD отношения основаны<br />

на взаимном доверии и что эти отношения будут развиваться.<br />

Он продолжил свое выступление речью о совместных проектах,<br />

запланированных на будущее и о третьем фестивале моды<br />

и торговли Лалели, который пройдет в августе года.<br />

Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir’in konuşmasının<br />

ardından sırasıyla Ak Parti Fatih İlçe Başkanı Ahmet<br />

Hamdi Görk, Ak Parti İstanbul Milletvekili Ahmet Haldun<br />

Ertürk, Ak Parti İstanbul Milletvekili ve Ak Parti Fatih<br />

Kurucu İlçe Başkanı Ahmet Baha Öğütken <strong>Laleli</strong>’nin<br />

geçmişten bu güne ne kadar yol kat ettiğini anlatan birer<br />

konuşma yaptılar. LASİAD Yönetim Kurulu Başkanı<br />

Giyasettin Eyyüpkoca LASİAD adına Fatih Belediye<br />

Başkanı Mustafa Demir’e <strong>Laleli</strong>’ye yaptığı katkılardan<br />

ötürü plaket takdim etti.<br />

После выступления мэра муниципалитета Фатих Мустафы Демира<br />

с речью продолжили председатель ПСР муниципалитете<br />

Фатих Ахмет Хамди Горк, затем депутат ПСР по Стамбулу Ахмет<br />

Халдун Эртюрк и заместитель ПСР Стамбул и основатель<br />

ПСР районе Фатих Ахмет Баха Огюткен, рассказав прошлом и<br />

настоящем Лалели. председатель совета правления LASİAD Гиясеттин<br />

Эюпкоджа вручил плакетку в благодарность за проделанную<br />

работу и оказанную поддержку мэру муниципалитета<br />

Фатих Мустафе Демиру.<br />

nisanапрель<br />

nisanапрель


64<br />

LASİADЛАСИАД<br />

65<br />

LASİADЛАСИАД<br />

LASİADЛАСИАД 65<br />

LASİAD, Fatih Belediyesi Kompleksi Açılışındaydı<br />

LASİAD присутствовал на открытии муниципального комплекса в Фатихе<br />

İHKİB Basın Toplantısı’nda<br />

LASİAD Başkanı’na Yoğun İlgi<br />

Особое внимание председателю LASİAD на<br />

пресс-конференции İHKİB<br />

LASİAD Yönetim Kurulu Başkanı Giyassettin Eyyüpkoca<br />

Fatih Belediyesi tarafından düzenlenen protokol yemeğine<br />

katıldı.<br />

Fatih Belediye Başkanı ve Ak Parti Fatih Belediye Başkan<br />

Adayı Mustafa Demir’in hayata geçirdiği projelerden<br />

olan Fatih Belediyesi Kompleksi’nin açılışını yapmak<br />

ve misafirlerini ağırlama kapsamında düzenlediği<br />

yemekte Ak Parti Fatih İlçe Başkanı Ahmet Hamdi Görk,<br />

Ak Parti İstanbul Milletvekili Ahmet Haldun Ertürk, LA-<br />

SİAD Yönetim Kurulu Başkanı Giyassettin Eyyüpkoca,<br />

Fatih Belediye Başkanı ve Ak Parti Fatih Belediye Başkan<br />

Adayı Mustafa Demir’in eşi Şule Demir, Ak Parti Fatih<br />

İlçe Teşkilatı, Sivil Toplum Kuruluşlarının Başkanları,<br />

muhtarlar ve birçok davetli yer aldı.<br />

Organizasyon akşam yemeği ile başladı. Ardından Fatih<br />

Belediye Başkanı ve Ak Parti Fatih Belediye Başkan<br />

Adayı Mustafa Demir’in on yıl içinde yaptığı camiler,<br />

spor salonları, sağlık ocakları, restorasyonlar ve daha<br />

birçok çalışmayı anlatan tanıtım filmi gösterildi. Gösterimin<br />

ardından Fatih Belediye Başkanı ve Ak Parti Fatih<br />

Belediye Başkan Adayı Mustafa Demir açılış konuşması<br />

yaptı. Konuşmasında geçmişten günümüze Fatih’teki<br />

değişimleri anlattı. Program açılış töreniyle son buldu.<br />

nisanапрель<br />

Председатель LASİAD Гиясеттин Эюпкоджа принял участие в организации<br />

от муниципалитета Фатих.<br />

На мероприятии в честь открытия муниципального комплекса, состоящего<br />

из проектов мэра муниципалитета Фатих и кандидата партии<br />

справедливости и развития (ПСР) по муниципалитету Фатих Мустафы<br />

Демиры, присутствовали председатель ПСР муниципалитете Фатих Ахмет<br />

Хамди Горк, депутат ПСР по Стамбулу Ахмет Халдун Эртюрк, , председатель<br />

совета правления LASİAD Гиясеттин Эюпкоджа, супруга мэра<br />

муниципалитета Фатих и кандидата партии справедливости и развития<br />

(ПСР) по муниципалитету Фатих Мустафы Демира Шуле Демир, Организация<br />

ПСР в муниципалитете Фатих, руководители неправительственных<br />

организаций (НПО), управляющие и многочисленные приглашенные<br />

гости.<br />

Организация началась с ужина. Затем был представлен фильм, который<br />

включал проекты мэра муниципалитета Фатих и кандидата партии<br />

справедливости и развития (ПСР) по муниципалитету Фатих Мустафы<br />

Демира, осуществленные в течение десяти лет, это строительство мечетей,<br />

спортивных залов, медицинских центров, восстановление и продвижения<br />

многих исследований. После просмотра фильма мэр муниципалитета<br />

Фатих и кандидат партии справедливости и развития (ПСР)<br />

по муниципалитету Фатих Мустафа Демир выступил с речью. В своем<br />

выступлении он говорил об изменениях из прошлого к настоящему в<br />

муниципалитете Фатих. Программа закончилась церемонией закрытия.<br />

03 Mart tarihinde İstanbul Hazır Giyim ve Konfeksiyon<br />

İhracatçıları Birliği tarafından Grand Hyatt<br />

Otel’ de düzenlenen basın toplantısına İHKİB Başkanı<br />

Hikmet Tanrıverdi, LASİAD Yönetim Kurulu Başkanı Giyassettin<br />

Eyyüpkoca, LASİAD Yönetim Kurulu Başkan<br />

Yardımcısı Ercan Hardal, TGSD Başkanı Cem Negrin,<br />

OTİAD Başkanı Ali Ulvi Orhan, MESİAD Başkanı Yusuf<br />

Gecü, BATİAD Başkanı Aydın Erten KYSD Başkanı Osman<br />

Ege, TİGSAD Başkanı İrfan Özhamaratlı, TRİSAD<br />

Başkanı Mustafa Balkuv ile MTD Başkanı Mehtap Elaidi<br />

katıldı.<br />

Basın Toplantısında İHKİB Başkanı Hikmet Tanrıverdi,<br />

sektörün 4 yıllık yeni rotasın belirlerken, hakim pazarlarda<br />

daha da güçlenip, başta ABD ve Japonya olmak<br />

üzere uzak ülkelerde tasarım ve yüksek katma değere<br />

sahip ürünler ile var olma yoluna gireceklerini söyledi.<br />

Basın mensupları tarafından yoğun ilgi gören LASİAD<br />

Yönetim Kurulu Başkanı Giyassettin Eyyüpkoca’nın<br />

yanıtladığı sorulardan biri de Ukrayna’nın siyasi dalgalanması<br />

ve sektöre olan yansıması oldu. Eyyüpkoca<br />

ise “ Aslında Ukrayna‘ da şuan vuku bulan siyasi durum<br />

on yıl önce ki siyasi dalgalanmalarla başladı. Bu durum<br />

<strong>Laleli</strong> piyasasını da etkiliyor ama kısa zamanda yeniden<br />

ivme kazanacağını düşünüyorum” dedi.<br />

На пресс-конференции Ассоциации Экспортеров Одежды и<br />

Швейной Продукции, которая состоялась 3 марта года в отеле<br />

Grand Hyatt Otel присутствовали председатель İHKİB Хикмет<br />

Танрыверди, председатель совета правления LASİAD Гиясеттин<br />

Эюпкоджа, помощник председателя совета правления LASİAD<br />

Эрджан Хардал, председатель TGSD Джем Негрин, председатель<br />

OTİAD Али Улви Орхан, председатель MESİAD Юсуф Геджу, председатель<br />

BATİAD Айдын Эртен, председатель KYSD Осман Эге,<br />

председатель TİGSAD Ирфан Озхамаратлы, председатель TRİSAD<br />

Мцстафа Балкув и председатель MTD Мехтап Элаиди.<br />

Председатель правления İHKİB Хикмет Танрыверди отметил<br />

4-летние новые маршруты в отрасли и добавил, что планируется<br />

укрепление отрасли в доминирующих рынках, в частности в<br />

США и Японии, в том числе в страны дальнего зарубежья, с дизайнами<br />

и продукций с высокой добавленной стоимостью. Одним<br />

из вопросов, заданных председателю LASİAD Гиясеттину<br />

Эюпкоджа, которому был оказан повышенный интерес со стороны<br />

представителей прессы, был вопрос о политической нестабильности<br />

Украины и как эта ситуация отразилась на секторе.<br />

Эюпкоджа сказал: «На самом деле, нынешняя политическая ситуация<br />

в Украине происходит от нестабильности, которая началась<br />

десять лет назад. Эта ситуация также влияет на рынок<br />

Лалели, но я думаю, что в скором времени появится новый импульс».<br />

nisanапрель


66 LASİADЛАСИАД<br />

LASİADЛАСИАД 67<br />

LASİAD, TETSİAD’ın Organizasyonuna Katıldı<br />

LASİAD посетил мероприятие от TETSİAD<br />

LASİAD<br />

“Günaydın Osmanbey”<br />

LASİAD принял участие в завтраке<br />

«Доброе утро, Османбей»<br />

Kahvaltısına Katıldı<br />

01 MART tarihinde TETSİAD tarafından Dedeman<br />

Otel’de düzenlenen etkinliğe LASİAD Yönetim<br />

Kurulu Başkan Yardımcısı Mehmet Yasubuğa, LASİAD<br />

Üyesi Ömer Turan, Türkiye Ev Tekstili Sanayicileri ve İş<br />

Adamları Derneği (TETSİAD) Yönetim Kurulu Başkanı<br />

Yaşar Küçükçalık, Türkiye Kurumsal Yönetim Derneği<br />

Yönetim Kurulu Üyesi Fikret Sebilcioğlu, Kilsan A.Ş.<br />

Genel Müdürü ve Yönetim Kurulu Başkan Vekili Fuat<br />

Ekmekcioğlu ve birçok kişi katıldı.<br />

Organizasyon kahvaltı ile başladı. Ardından “ Aile Şirketlerinde<br />

Sürekliliğin ve Kurumsal Yönetimin Önemi”<br />

temalı toplantı ile devam etti. Etkinliğin açılış konuşmasını<br />

TETSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Yaşar<br />

Küçükçalık yaptı. Konuşmasında ilgilerinden dolayı<br />

katılımcılara teşekkür etti. Toplantı, Dünya Ekonomik<br />

Formu Küresel Rekabetçilik Raporu’nun sunumu ile<br />

devam etti. Kürsüyü devralan Türkiye Kurumsal Yönetim<br />

Derneği Yönetim Kurulu Üyesi Fikret Sebilcioğlu,<br />

Türk Şirketleri’ nde ki kurumsal yapı ve yönetimden<br />

bahsetti. Bir diğer konuşmacı Kilsan A.Ş. Genel Müdürü<br />

ve Yönetim Kurulu Başkan Vekili Fuat Ekmekcioğlu ise<br />

kurumsal yönetimde kurallara göre kararlar alınması<br />

gerektiğine dikkat çekti.<br />

На мероприятии, организованном TETSİAD 1 марта года в<br />

отеле Dedeman Otel присутствовали помощник председателя совета<br />

правления LASİAD Мехмет Ясубага, член LASİAD Омер Туран,<br />

председатель совета правления Ассоциации Промышленников<br />

Домашнего Текстиля и Предпринимателей Турции (TETSİAD)<br />

Яшар Кючукчалык, член совета правления Ассоциации Совета<br />

по Корпоративному Управлению Турции Фикрет Себильджиоглу,<br />

генеральный директор и заместитель председателя Kilsan<br />

A.Ş. Фуат Экмекчиоглу и многие другие.<br />

Мероприятие началось с завтрака. Затем последовало совещание<br />

на тему «Важность непрерывности и корпоративного управления<br />

в семейных предприятиях». Речь на открытии произнес<br />

председатель совета правления TETSİAD Яшар Кючукчалык. В<br />

своей речи он поблагодарил участников за оказанное внимание.<br />

Заседание продолжилось представлением отчета по глобальной<br />

конкурентоспособности Всемирного Экономического Форума.<br />

Выступление продолжил член совета правления Ассоциации Совета<br />

по Корпоративному Управлению Турции Фикрет Себильджиоглу,<br />

рассказав о корпоративном строе и управлении в турецких<br />

предприятиях. Другой спикер, генеральный директор и<br />

заместитель председателя Kilsan A.Ş. Фуат Экмекчиоглу отметил<br />

важность принятия решений в соответствии с правилами в корпоративном<br />

управлении.<br />

20 Mart tarihinde OTİAD tarafından Swiss Otel’de organize<br />

edilen ve Kariyer Eğitim Kurumları’nın sponsorluğunda<br />

“Günaydın Osmanbey” kahvaltısı düzenlendi.<br />

OTİAD’ın gelenekselleşen “Günaydın Osmanbey” kahvaltısına<br />

İstanbul Ticaret Odası (İTO) Başkanı İbrahim Çağlar,<br />

İstanbul Hazırgiyim ve Konfeksiyon İhracatçıları Birliği (İH-<br />

KİB) Başkanı Hikmet Tanrıverdi, İstanbul Tekstil ve Hammaddeleri<br />

İhracatçıları Birliği (İTHİB) Başkanı İsmail Gülle,<br />

LASİAD Yönetim Kurulu Başkanı Giyassettin Eyyüpkoca, LA-<br />

SİAD Yönetim Kurulu Başkan Vekili Muhammed Sancaktar,<br />

Kariyer Eğitim Kurumları Genel Koordinatörü Serkan Selamet,<br />

İstanbul Sanayi Odası ve İstanbul Ticaret Odası meclis<br />

üyeleri, dernek üyeleri ve birçok kişi katıldı.<br />

Düzenlenen kahvaltı organizasyonun ardından OTİAD Yönetim<br />

Kurulu Başkanı Ali Ulvi Orhan açılış konuşması yaptı. Bir<br />

diğer konuşmacı olan İstanbul Ticaret Odası (İTO) Başkanı<br />

İbrahim Çağlar, OTİAD’a organizasyondan dolayı teşekkür<br />

ederek konuşmasına başladı. Çağlar; “İstanbul ticaretin kalbidir<br />

ve bir marka şehridir. Dünyaya açılan kapılarımızdan<br />

biri Osmanbey diğeri <strong>Laleli</strong>’dir” dedi. Konuşmasında LASİ-<br />

AD’ın çalışmalarına da yer verdikten sonra LASİAD Yönetim<br />

Kurulu Başkanı Giyassettin Eyyüpkoca’ya da teşekkür etti.<br />

20 марта года в отеле Swiss состоялся завтрак «Доброе<br />

утро, Османбей», организованный OTİAD и под спонсорством<br />

Учебно-професиональных Учреждений.<br />

На традиционном завтраке от OTİAD «Доброе утро, Османбей»<br />

присутствовали председатель Торговой Палаты Стамбула (İTO)<br />

Ибрахим Чаглар, председатель Ассоциации Экспортеров Одежды<br />

и Швейной Продукции Стамбула (İHKİB) Хикмет Танрыверди,<br />

председатель Ассоциации Экспортеров Текстиля и Сырья<br />

Стамбула (İTHİB) Исмаил Гюлле, председатель совета правления<br />

LASİAD Гиясеттин Эюпкоджа, помощник председателя совета<br />

правления LASİAD Мухаммед Санджактар, генеральный<br />

координатор учебно-профессиональных учреждений Серкан<br />

Селамет, члены совета Промышленной Палаты и Торговой Палаты<br />

Стамбула, члены ассоциации и многие другие гости.<br />

После завтрака вступительную речь произнес председатель совета<br />

правления OTİAD Али Улви Орхан. Следом выступил председатель<br />

Торговой Палаты Стамбула (İTO) Ибрахим Чаглар,<br />

поблагодарив OTİAD за организацию. Чаглар сказал: «Стамбул<br />

является сердцем торговли и городом брендом. Одни из наших<br />

ворот в торговый мир - Османбей, а другие- Лалели». В своем<br />

выступлении он отметил работы LASİAD и поблагодарил председателя<br />

совета правления LASİAD Гиясеттина Эюпкоджа.<br />

nisanапрель<br />

nisanапрель


68<br />

LASİADЛАСИАД<br />

LASİADЛАСИАД 69<br />

LASİAD’dan İstanbul İl Emniyet Müdür Yardımcısına ‘Hayırlı Olsun’ Ziyareti<br />

Визит LASİAD заместителю директора полицейского управления города Стамбул<br />

LASİAD, 26 Mart tarihinde yeni atanan İstanbul<br />

İl Emniyet Müdür Yardımcısı Mustafa Şahin’i ziyaret<br />

etti.<br />

Ziyarete; LASİAD Yönetim Kurulu Başkanı Giyasettin<br />

Eyyüpkoca, LASİAD Başkan Vekili Muhammed Sancaktar,<br />

LASİAD Yönetim Kurulu Başkan Yardımcıları; Erdem<br />

Soylu Karabağlı, Ercan Çelik, LASİAD Genel Sekreteri<br />

Şerafettin Yüzüak ve LASİAD Proje Sorumlusu Ersin<br />

Akçay katıldı.<br />

Ziyarette <strong>Laleli</strong>’nin ihracat potansiyeline ve LASİAD’ın<br />

<strong>Laleli</strong> bölgesinin gelişimi adına gerçekleştirdiği projelerden<br />

bahseden LASİAD Yönetim Kurulu Başkanı<br />

Giyasettin Eyyüpkoca, “<strong>Laleli</strong>’de üst aydınlatma projesi<br />

için çalışmalara başladık. Bölgenin güvenliği açısından<br />

MOBESE uygulamasını hayata geçirebilmek adına da<br />

gerekli girişimlerde bulunduk. Bu konu ile ilgili İTO ile<br />

görüşmelerimiz oldu. LASİAD olarak MOBESE projesine<br />

ilişkin ve diğer sıkıntılara yönelik çalışmalarımız da<br />

devam edecektir.” dedi.<br />

Ziyaret sonunda LASİAD Yönetim Kurulu Başkanı Giyasettin<br />

Eyyüpkoca İstanbul İl Emniyet Müdür Yardımcısı<br />

Mustafa Şahin’i <strong>Laleli</strong>’ye davet etti.<br />

LASİAD посетил с визитом 26 марта года новоназначенного<br />

заместителя директора полицейского управления города<br />

Стамбул Мустафу Шахина.<br />

В визите приняли участие председатель совета правления LASİAD<br />

Гиясеттин Эюпкоджа, советник председателя совета правления<br />

LASİAD Мухаммед Санджактар, заместители председателя совета<br />

правления LASİAD Эрдем Сойлу Карабаглы, Эрджан Челик, генеральный<br />

секретарь LASİAD Шерафеттин Юзуак и ответственный<br />

по проектам LASİAD Эрсин Акчай.<br />

Председатель совета правления LASİAD Гиясеттин Эюпкоджа поделился<br />

мнением об экспортном потенциали Лалели и о проектах<br />

LASİAD, направленных на развитие Лалели, и добавил: «Мы<br />

начали работы по проекту освещения Лалели. С позиции безопасности<br />

в районе мы приняли участие в осуществлении приложения<br />

MOBESE. У нас были совместные обсуждения этой темы<br />

с İTO. Как LASİAD мы продолжаем работы по проекту MOBESE и<br />

работы по другим вопросам».<br />

В завершении визита председатель совета правления LASİAD Гиясеттин<br />

Эюпкоджа пригласил заместителя директора полицейского<br />

управления города Стамбул Мустафу Шахина в Лалели.<br />

nisanапрель<br />

nisanапрель


70 LALELİ’NİN SESİГОЛОС ЛАЛЕЛИ<br />

Sesi<br />

<strong>Laleli</strong>’nin Sesi<br />

LALELİ’NİN SESİГОЛОС ЛАЛЕЛИ 71<br />

Голос Лалели<br />

Ulaş Koç<br />

Firma Sahibi – SOPHENE<br />

Улаш Коч / Владелец фирмы – SOPHENE<br />

Yulya Bisanova<br />

Müşteri – RUSYA<br />

Юлия Бисанова / Покупатель – Россия<br />

Kopyvenko Anastassiya<br />

Müşteri – KAZAKİSTAN<br />

Копывенко Анастасия / Покупатель – КАЗАХСТАН<br />

Vefa Hüseyinova<br />

By Duman Grup Müşteri Temsilcisi – AZERBAYCAN<br />

Вефа Хусейинова / Менеджер по работе с клиентами<br />

By Duman Grup – АЗЕРБАЙДЖАН<br />

SUZAN BASHİROVA<br />

Manken – KIRIM<br />

Сюзан Баширова / Модель – КРЫМ<br />

Lola Tuyehıeve<br />

Müşteri – Özbekistan<br />

Лола Туйехыйева / Покупатель – Узбекистан<br />

“Modayı <strong>Laleli</strong> Belirliyor”<br />

Son günlerde ki dış olaylardan dolayı <strong>Laleli</strong> piyasasında<br />

biraz dalgalanma olsa da genel olarak <strong>Laleli</strong><br />

önemli bir bölge. Dünyanın dört bir yanından hem<br />

çalışmaya hem de ürün almaya gelenler var. Yani<br />

<strong>Laleli</strong> diyip geçilemez yerli yabancı birçok kişiye<br />

istihdam sağladığı gibi modayı da belirliyor.<br />

“Лалели определяет моду”<br />

В последние дни в связи с внешними событиями<br />

есть некоторые колебания на рынке Лалели,<br />

Лалели является важной областью в целом. Тут<br />

есть люди со всего мира, приехавшие работать<br />

и сделать закупки. Поэтому, нельзя не упомянуть<br />

Лалели, который обеспечивает рабочими<br />

местами многих и определяет моду.<br />

“<strong>Laleli</strong> Bizim İçin Büyük<br />

Bir Kolaylık”<br />

Beş yıldır bu sektörün içindeyim ve başlangıçtan<br />

beri <strong>Laleli</strong>’ den alışveriş yapıyorum. Sophene başta<br />

olmak üzere birkaç firmadan daha alışveriş yapıyorum.<br />

Kalitesi ve modelleri benim müşterilerime çok<br />

uygun. Ürün teslimi ve kargoda hiç aksama oluyor<br />

bu bizim için çok önemli. Yani <strong>Laleli</strong> bizim için çok<br />

büyük bir kolaylık.<br />

“Лалели очень удобен для нас”<br />

Я уже пять лет работаю в этом секторе и делаю<br />

закупки в Лалели с самого начала. Я работаю с<br />

Sophene и еще несколькими фирмами. Качество<br />

и модели очень нравятся моим покупателям.<br />

В работах по доставке не бывает проблем, это<br />

очень важно для нас. То есть, Лалели для нас<br />

очень удобен.<br />

“Tecrübe Kazandıktan Sonra <strong>Laleli</strong>’<br />

den Ürün Almaya Başladım”<br />

Eskiden Polonya ve Çin’den alışveriş yapıyordum<br />

ama üç yıldır <strong>Laleli</strong>’ den alıyorum. Tecrübe kazandıkça<br />

nerden ürün almam gerektiğini öğrendim.<br />

Kalitesi, kalıbı, modelleri ve fiyatları çok uygun.<br />

Müşterilerimde buradan aldığım ürünlerden çok<br />

memnun. Bundan dolayı bende çok memnunum.<br />

“Я начала делать закупки в<br />

Лалели уже после того, как<br />

набралась опыта”<br />

Раньше я делала закупки в Польше и Китае,<br />

но за последние три года я делаю покупки<br />

в Лалели. После того, как я получила<br />

определенный опыт, я поняла где нужно делать<br />

закупки. Качество, покрои, модели и цены очень<br />

нравятся. Мои покупатели тоже очень довольны<br />

продукцией, которую я покупаю здесь. Поэтому и<br />

я очень довольна.<br />

“<strong>Laleli</strong>’ de Her Millet Kendine Uygun<br />

Ürün Bulabilir”<br />

Dört senedir <strong>Laleli</strong>’ deyim ve burada çalışıyorum. <strong>Laleli</strong>’<br />

de çok farklı kişiler olmasına rağmen hiçbir sıkıntı<br />

yaşamadım. <strong>Laleli</strong> çok geniş bir kitleye hitap ediyor. Ve<br />

bu kitleye uygun ürün çeşitliliği yeterli ve sürekli kendini<br />

geliştiriyor. <strong>Laleli</strong>’ de her millet kendine uygun bir tarz<br />

ve ürün bulabilir.<br />

“В Лалели люди любой<br />

национальности могут найти<br />

подходящую продукцию ”<br />

Четыре года я работаю в Лалели. В Лалели<br />

много разных людей, но у меня никогда не<br />

было каких-либо неприятных моментов. Лалели<br />

отвечает требованиям очень широкой аудитории.<br />

И постоянно разрабатывается и улучшается<br />

ассортимент продукции, чтобы отвечать этой<br />

аудитории. В Лалели люди любой национальности<br />

смогут себе подходящий стиль.<br />

“<strong>Laleli</strong>’ nin Tarzını Çok Seviyorum”<br />

İki yıldır burada yaşıyorum ve çalışıyorum. <strong>Laleli</strong>’ den<br />

ve çalıştığım firmadan çok memnunum. <strong>Laleli</strong> ürünlerini<br />

giymekten hoşlanıyorum ve tarzını seviyorum. Dünya<br />

ülkelerinin bir çoğuna hitap ediyor ve ürün almaya<br />

gelenler mutlu gidiyor ve devamlı çalışmak istiyorlar.<br />

“Очень люблю стиль Лалели”<br />

Я живу и работаю здесь в течение двух лет. Я<br />

очень довольна фирмой, в которой работаю в<br />

Лалели. Мне нравится носить продукцию Лалели и<br />

стиль моделей. Продукция отвечает спросу многих<br />

стран мира и покупатели всегда довольны, они<br />

работать постоянно.<br />

“<strong>Laleli</strong> Sürekli Yenilenen Bir Piyasa”<br />

Firmamı açtığımdan beri <strong>Laleli</strong>’ den alışveriş yapıyorum.<br />

Bazı büyük bedenleri bulamadığım için Dubai<br />

ve Çin’ den alıyorum. <strong>Laleli</strong>, sürekli kendini yenileyen<br />

kaliteli bir piyasa. Müşterilerim <strong>Laleli</strong> ürünlerini ve<br />

tarzını çok beğeniyor.<br />

“Рынок Лалели постоянно<br />

обновляется”<br />

С тех пор, как я открыла свою компанию, я делаю<br />

покупки в Лалели. Я не могу найти некоторые<br />

модели больших размеров, поэтому делаю покупки<br />

еще в Дубае и Китае. Рынок Лалели качественен и<br />

постоянно обновляется. Моим покупателям очень<br />

нравится стиль и продукция Лалели.<br />

nisanапрель<br />

nisanапрель


72<br />

LASİADЛАСИАД<br />

AYIN KONUĞUГОСТЬ НОМЕРА<br />

73<br />

Dergimizin Bu ay ‘Ayın Konuğu’ köşesinde İstanbul Ticaret Odası<br />

Başkanı İbrahim Çağlar’ı ağırladık. İbrahim Bey ile Tekstil ve<br />

hazır giyim sektörünün güncel gelişmelerinden, Ar-Ge ve inovasyona,<br />

<strong>Laleli</strong>’den LASİAD’a kadar birçok konuda sohbet ettik.<br />

В этом месяце «Гостем Номера» нашего журнала является<br />

председатель Торговой Палаты Стамбула Ибрахим Чаглар.<br />

С Господином Ибрагимом мы обсуждали развитие и инновации<br />

текстильной и швейной отраслей.<br />

İbrahim Çağlar<br />

“<strong>Laleli</strong> ve LASİAD,<br />

İstanbul ve İTO’nun<br />

Adeta Sektörel Bazlı Bir Modeli”<br />

nisanапрель<br />

İTO Başkanı<br />

Председатель İTO Ибрахим Чаглар: «Лалели и LASİAD – это базовая<br />

модель Стамбула и İTO в отрасли»<br />

İstanbul Ticaret Odası’ndan ve vizyonundan bahseder<br />

misiniz?<br />

İstanbul Ticaret Odası’nı mazisiyle ve vizyonuyla bir yanda<br />

büyük bir gurur ve heyecan kaynağı, diğer yanda da müthiş<br />

bir sorumluluğun sahibi olarak görüyorum. Üstelik İstanbul<br />

gibi tarihi bir dünya başkentini ve dev bir ekonomiyi temsil<br />

etmesi sebebiyle bu sorumluluk yalnızca şehrine değil, tüm<br />

Türkiye’ye, tüm dünyaya karşı duyulan bir sorumluluk. İstanbul<br />

Ticaret Odası’nın derdi de, davası da girişimcinin önünün<br />

açılması, Türk ticaretinin dünyadan çok daha fazla pay alabilmesi.<br />

Bunun için üyemizle hem yerelde, hem kıtalararası meselelerde<br />

hep yana yana mücadele veriyoruz. Sadece yol göstermiyoruz,<br />

yol açıyoruz.<br />

Türkiye’nin genel olarak tekstil ve hazır giyim sektöründeki<br />

gelişmelerini, ihracat potansiyelini ve bu kapsamda<br />

diğer ülkelerle olan ticari ilişkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz?<br />

Bugünün Türkiye’si ihracatta milyar dolarları aşabiliyorsa,<br />

dünyada bir Türkiye markası oluşmuşsa, bu başarıda<br />

tekstil sektörü damgasını kimse görmezden gelemez<br />

Diğer yanda bu ülke bahsettiğim rakamların kat ve kat<br />

üstünde bir potansiyele sahip, bunu da biliyoruz. Dolayısıyla<br />

Türkiye’nin tekstil sektörüne olan vefa borcu çok büyük<br />

ama sektörden geleceğe dair beklentisi de çok büyük.<br />

’de hazır giyim ve konfeksiyon sektöründe 17 milyar<br />

doların üstünde bir ihracat rakamı kaydedildi. Bu çok<br />

önemli bir rakam yani Türkiye’ye gelen her 10 liranın 1,12<br />

lirasını bu sektör tek başına kazandı ve ülkeye getirdi. Bu<br />

başarılar Türkiye’nin en büyük ihracat partneri Avrupa’nın<br />

fırtınalar yaşadığı zamanlara rağmen elde edildi. Şimdiyse<br />

dünyada ekonomik dengeler değişiyor. Avrupa ve Amerika’da<br />

toparlanma iyice belirginleşti. Nispeten avantajlı bir<br />

kura sahibiz. Bana göre bu verilerle yılında tekstilde<br />

yeni hedef 20 milyar dolar olmalı. Benim bu yeni dengenin<br />

tekstil sektörüne taze bir soluk getireceğine ve hedeflenen<br />

rakamların çok ötesine çıkılacağına inancım tam.<br />

Türkiye’de AR-GE’ye verilen önem yeterli düzeyde mi?<br />

Türkiye’de AR-GE’ye ayrılan pay milli gelirin binde 85’i düzeyinde.<br />

Elbette bu oran yeterli değil ancak eskiden bu rakamlar<br />

bile hayaldi. Bu demek ki gelişme gösteriyoruz. Diğer tarafta<br />

AB’de bu oran yüzde 1,9. Güney Kore’ye teknoloji devi diyoruz.<br />

Çünkü AR-GE bütçesi milli gelirinin yüzde 2,23’ü. Dolayısıyla<br />

evet yenilik üretme konusunda gelişiyoruz. Ama bununla yetinmek<br />

en büyük hata olur. Bizi bugüne getiren başarı geleceğe<br />

taşımayacak. Hep daha iyisini yapmak zorundayız. AR-GE’ye<br />

yapılan yatırım Türkiye’nin parlak geleceğine yapılan yatırımdır.<br />

Devlet bu konuda teşvik mekanizmalarını harekete geçirdi.<br />

Ancak iş alemimiz de biraz daha geniş perspektiften bakıp, yatırımlarını<br />

yoğunlaştırmalı diye düşünüyorum.<br />

Можете рассказать о Ваших взглядах и о Торговой Палате<br />

Стамбула?<br />

Торговая Палата Стамбула с одной стороны это огромная<br />

гордость и волнение, с другой стороны, на ней большая<br />

ответственность. Кроме того, из-за того, что представляет<br />

она такой город, как Стамбул, с его мировой историей<br />

и просто громандной экономикой, эта ответственность<br />

перед городом, перед Турцией и перед всем миром. Задача<br />

Торговой Палаты Стамбула предоставить возможности<br />

для предпринимателя и турецкой торговли получить гораздо<br />

больше. Ради этого мы с коллегами решаем не только<br />

локальные, но и межконтинентальные вопросы бок о<br />

бок. Мы не только показываем дорогу, мы ее открываем.<br />

Как вы оцениваете развитие текстильной и швейной<br />

отрасли, потенциал экспорта и торговые отношения в<br />

этом плане с другими странами?<br />

Даже если на сегодняшний день экспорт Турции составляет<br />

миллиардов долларов, даже если в мире уже образовался<br />

турецкий бренд, никто не может закрыть глаза<br />

на заслуги текстильной отрасли в этом успехе С другой<br />

стороны мы знаем, что несмотря на ранее упомянутые<br />

цифры, эта страна имеет намного больший потенциал.<br />

Поэтому, Турция в огромном долгу перед текстильной<br />

отраслью, но и ожидания тоже велики. В м году экспорт<br />

швейной и кондитерской отраслей зарегистрирован<br />

на сумму свыше 17 миллиардов долларов. Это очень<br />

важная цифра, так как с каждых ти лир прибыли <br />

лиры приходится только на эти отрасли. И эти успехи<br />

были несмотря на кризис самого крупного партнера по<br />

экспорту, Европы. Сейчас в мире экономический баланс<br />

меняется. Европа и Америка стабилизировались. К тому<br />

же, у нас преимущество в курсе. Я считаю, что по этим<br />

данным в м году в текстиле стоит поставить планку<br />

в 20 миллиардов долларов. Я верю, что на этом новом<br />

уровне чистый доход текстильной отрасли намного превысит<br />

запланированные цифры.<br />

Достаточно ли внимания уделяется AR-GE в Турции?<br />

В Турции процент национального дохода, выделенного AR-GE составляет<br />

Конечно этого недостаточно, однако раньше даже<br />

об этой цифре можно было только мечтать. Значит, определенно<br />

есть прогресс. С другой стороны эта цифра у ЕС % Южную Корею<br />

мы называем технологическим гигантом, потому что доля AR-GE от<br />

национального дохода составляет % Так что, мы улучшаемся в<br />

производстве инноваций. Но довольствоваться этим будет самой<br />

большой ошибкой. Тот успех, за счет которого мы сейчас здесь, не<br />

приведет к будущему. Мы должны постоянно улучшать. Вклады, которые<br />

мы делаем в AR-GE, это вклад, который мы делаем в светлое<br />

будущее Турции. Государство поощряет это и всячески содействует.<br />

Однако, я считаю<br />

nisanапрель


74<br />

AYIN KONUĞUГОСТЬ НОМЕРА<br />

AYIN KONUĞUГОСТЬ НОМЕРА<br />

75<br />

İTO Başkanı olarak sanayici ve işadamlarına sektörde çok<br />

daha iyi seviyelere ulaşmaları adına ne gibi önerilerde bulunabilirsiniz?<br />

Ben dede mesleği olduğu için bu sektörün çabasını da, sıkıntılarını<br />

da çok yakından bilirim. Bu yüzden tekstil girişimcisini elini hep<br />

taşın altında tutan, bu ülkede taş üstüne taş koyan iş dünyasının<br />

en öndeki temsilcileri arasında görüyorum. Kendilerini kutluyorum,<br />

gurur duyuyorum. Ancak az önce de belirttiğim gibi. Türkiye<br />

tekstil sektöründe yeni bir dönemece girdi. Kapasite, üretim<br />

büyüklüğü anlamında belirli başarılar elde ettik. Şimdiyse amacımız<br />

pahada ağır üretime yönelmek, markamızı satmak olmalı.<br />

Görüyoruz ki sektör modanın peşinde koşuyor, takipçi olmak için<br />

çalışıyor. Oysa moda ölmeye mahkumdur, kalıcı olan stildir. Biz<br />

bir adım öne geçelim, stil tasarlamak, bu stili markalaştırmak peşinde<br />

koşalım. Geçenlerde bir Fransa seyahatimde Louis Vuitton<br />

yetkilileri ile gerçekleştirdiğimiz bir yuvarlak masa toplantısı oldu.<br />

Ben gördüm ki markanın temel felsefesi yıldır değişmemiş;<br />

biz “zamansız markalar” peşindeyiz diyorlar. Başarılı da olmuşlar.<br />

Yüzyıl önce tasarladıkları bir monogram bugün hala en gözde<br />

ürünleri süslüyor. Başka bir başarı hikayesi; Channel markasının<br />

sahibi 40 yıl önce ölüyor, marka bugün hala bir moda ikonu. Yani<br />

ölümsüz tasarımlar, ölümsüz markalar oluşturmak, modayı takip<br />

eden değil, ortaya koyan olmak çok önemli. Bunun için de hem AR-<br />

GE’ye hem de markalaşmaya kafa yormak lazım. Ben sanayicimize<br />

bu yönde uzun vadeli hedefler koymalarını tavsiye ediyorum.<br />

Как председатель Торговой Палаты Стамбула, что вы<br />

можете посоветовать для улучшения уровня промышленников<br />

и предпринимателей в отрасли?<br />

Я очень близко знаком с проблемами отрасли. Медленно,<br />

но верно отрасль развивается и горд этим. Однако, как я и<br />

говорил ранее, Турция вошла в новую эру в отрасли текстиля.<br />

В потенциалах и объемах производства мы достигли<br />

определенных успехов. Теперь наша цель сбалансировать<br />

стоимость с агрессивным производством и начать<br />

продавать наш бренд. Как мы видим, отрасль следует за<br />

модой, стараемся быть последователями. Тем не менее<br />

мода умрет, а стиль постоянен. Надо перейти на новый<br />

уровень, разработать стиль, создать бренд по этому стилю.<br />

Недавно, когда я был во Франции, у меня было собрание<br />

с руководителями Louis Vuitton. То, что я видел, так<br />

это то, что за лет базовая философия бренда не изменилась:<br />

в погоне за брендом, неподвластным времени.<br />

И стала успешной. Монограм, который создали век назад,<br />

до сих пор красуется на самом видном месте их продукции.<br />

Или же другой пример успеха: владелец Channel умирает<br />

40 лет назад, а бренд до сих пор икона моды. То есть,<br />

важно создать бессмертные бренды, которые не будут<br />

следовать за модой. Для этого необходимы и вложения в<br />

AR-GE, и развитие бренда. Я советую ставить нашей промышленности<br />

долгосрочные цели.<br />

Yurt dışı pazarları ile Türkiye/<strong>Laleli</strong> pazarını karşılaştırdığımızda<br />

Türkiye nasıl bir konumda yer almaktadır?<br />

Bir kere şunu baştan belirtmek istiyorum. <strong>Laleli</strong> tekstilde<br />

başlı başına bir marka, sektörün baş aktörlerinden biri.<br />

Bölgeden 55 ülkeyle ticaret yapılıyor. Genel boyutta ele<br />

alırsak; Dünyanın 7. büyük tekstil ve hazır giyim ihracatçısı<br />

bir Türkiye’den bahsediyoruz. Ülkemiz bugün Avrupa’nın<br />

da 3. büyük hazır giyim tedarikçisi, dokuma halıda dünya<br />

ihracat lideri, Avrupa’nın en büyük ev tekstili üreticisi. Bu<br />

veriler zaten Türkiye’nin konumunu az çok anlatıyor. Ama<br />

hedefimiz dünya devi markalar oluşturmak olmalı. Bir<br />

Fransa, bir İtalya’ya baktığımızda bu ülkelerin üretimlerini<br />

değil markalarını sattığını görüyoruz. Türkiye artık rekabet<br />

arenasında kendine bu ülkeleri hedef almalı, bunun<br />

vakti geldi diye düşünüyorum.<br />

Если сравнивать с зарубежными рынками на каком уровне<br />

находится рынок Турции Лалели?<br />

Хочу прояснить изначально: Лалели сам по себе является брендом<br />

в текстиле, однако является одним из важных «актёров» в<br />

отрасли. Занимается торговлей с 55 странами. Если говорить в<br />

целом, Турция является 7-м по велечине экспортером текстильной<br />

и швейной продукции в мире. Наша страна является 3-м по<br />

величине поставщиком швейной продукции в Европе, лидером<br />

по экспорту вышивных ковров в мире, самым большим производителем<br />

домашнего текстиля в Европе. Эти данные немного<br />

дают понять позицию, которую занимает Турция. Но наша цель<br />

должна быть в создании в гигантского мирового бренда. Если<br />

взглянуть на ту же Францию, на ту же Италию, то они продают<br />

уже не то, что было произведено в стране, а бренды. Я думаю,<br />

что уже пришло время для Турции выбрать эти страны себе в<br />

конкуренты.<br />

<strong>Laleli</strong>’nin tek sivil toplum kuruluşu olan LASİAD’ın çalışmalarını<br />

ve bu kapsamda yerel yönetimlerle olan ilişkilerini nasıl<br />

değerlendiriyorsunuz?<br />

Nasıl ki ülkemizin ticaret merkezi İstanbul ise, hiç kuşkusuz tekstil<br />

sektörünün kalbi de <strong>Laleli</strong>’de atıyor. Biz İTO olarak kendimizi Türkiye’nin<br />

geleceğine adamış bir sivil toplum örgütü olarak görüyoruz.<br />

LASİAD ise dünya üzerinde Türk tekstilinin varlığı ve başarısı<br />

için mücadele veriyor. Dolayısıyla <strong>Laleli</strong> ve LASİAD, İstanbul ve<br />

İTO’nun adeta sektörel bazlı bir modeli diye düşünüyorum. İşte bu<br />

yüzden biz İstanbul Ticaret Odası olarak kendimizi, LASİAD’a hep<br />

çok yakın gördük ve sıkı işbirliği içinde olmaktan da büyük memnuniyet<br />

duyduk. Bugüne kadar LASİAD ile onlarca organizasyonu<br />

birlikte gerçekleştirdik. Gıyasettin Başkan ile de çalışmalarımız<br />

omuz omuza sürüyor.<br />

Как Вы оцениваете локальные методы работы единственной<br />

гражданской общественной организации в<br />

Лалели LASİAD?<br />

Как торговым центром нашей страны является Стамбул,<br />

так и без сомнения сердцем текстильной отрасли является<br />

Лалели. Как Торговая Палата Стамбула, мы считаем<br />

себя гражданской общественной организацией, преданной<br />

будущему Турции. А LASİAD борется за то, чтобы турецкий<br />

текстиль был и преуспевал на мировом рынке. Поэтому,<br />

я представляю LASİAD и Лалели так же, как и ТПС и<br />

Стамбул, и по этой причине мы почувствовали близость к<br />

LASİAD и были рады сотрудничать. До сегодняшнего дня<br />

мы уже десятки раз сотрудничали и с директором организации<br />

Господином Гиясеттином работаем плечом к плечу.<br />

nisanапрель<br />

nisanапрель


76<br />

AYIN KONUĞUГОСТЬ НОМЕРА<br />

LASİADЛАСИАД 77<br />

Siz aynı zamanda TUGEV’in de başkanlığını yürütüyorsunuz. <strong>Laleli</strong><br />

de aynı zamanda İstanbul’da önemli bir turizm merkezi. TUGEV<br />

olarak amacınız nedir?<br />

İstanbul bana göre hem ticaretin, hem de kültürlerin başkenti. Doğunun<br />

gizemi de burada, Batının modernizmi de. Şüphesiz bu özellikler<br />

her geçen yıl daha da dikkat çekici hale geliyor. İstanbul Ticaret Odası<br />

ise bu yükselişi hızlandırmak ve İstanbul’u<br />

bir dünya başkenti haline<br />

getirmek için yürüttüğü görevlere<br />

her geçen gün bir yenisini ekliyor.<br />

Bu doğrultuda Turizm Geliştirme<br />

ve Eğitim Vakfı (TUGEV) başkanlığı<br />

ile bu vakfın bünyesindeki İstanbul<br />

Kongre ve Ziyaretçi Bürosu Baş¬kanlığı<br />

(ICVB) görevlerini İstanbul<br />

Ticaret Odası adına yürütüyorum.<br />

Amacımız, İstanbul’un potansiyeline<br />

yakışır nitelikte çok daha fazla<br />

organizasyona ev sahipliği yaparak<br />

güzelliklerini tüm dünya ile paylaşması.<br />

<strong>Laleli</strong> de bu yolda güçlü kozlarımızdan<br />

biri olacak elbette. Sloganımız<br />

şu; “Dünyaya İstanbul’dan<br />

bakmayan kalmasın…”<br />

Вы так же руководите делами в TUGEV, который является<br />

важным туристическим центром не только в Лалели, да<br />

в Стамбуле. Какие вы цели ставите в рамках организации<br />

TUGEV?<br />

Я полагаю, что Стамбул является не только торговой, но и культурной<br />

столицей. Здесь и очарование Востока, и модернизм<br />

Запада. Без сомнения эти особенности<br />

становятся все более и более<br />

притягательными из года в год.<br />

Торговая Палата Стамбула старается<br />

ускорить это. В этом направлении<br />

руководство Центра развития<br />

туризма (TUGEV) совместно с<br />

входящим в их структуру Ассоциация<br />

Конгрессов Стамбула и Посетителей<br />

(ICVB) работает от имени<br />

Торговой Палаты Стамбула. Наша<br />

цель, раскрыть еще больший потенциал<br />

города и делиться этим<br />

со всем миром. Лалели в этом деле<br />

конечно же станет одним из сильных<br />

козырей. Наш девиз: «Да не<br />

останется того, кто не посмотрит<br />

на мир со Стамбула».<br />

Tekstil sektörünün öneminden bahsettiniz. İstanbul Ticaret<br />

Odası olarak tekstil konusunda özel bir çalışmada bulunuyor<br />

musunuz?<br />

Türkiye tekstilde dünya çapında iddialı bir ülke dedik. Sektörün hedefleri<br />

de büyük, sorumluluğu da büyük dedik… Elbette İstanbul Ticaret<br />

Odası’nın böylesi önemli bir sektöre duyarsız kalması beklenemez. Biz<br />

Oda olarak bizzat bu sorumluluk üzerinde inisiyatif alıyoruz. Oluşturduğumuz<br />

Tekstil İhtisas Komitesi aldığımız bu inisiyatifin en somut<br />

göstergelerinden biri. Burada her ay toplanarak sektörün nabzını<br />

birlikte tutuyoruz. Sorunlara ortak akıl geliştiriyoruz. Kamuyu ve özel<br />

sektörü aynı masa etrafında buluşturuyoruz. Ancak böylesi dinamik,<br />

küresel bir sektör için bu toplantılar yetersiz, bunun da farkındayız.<br />

Bu yüzden İstanbul Ticaret Odası olarak çok önemli bir projeyi ajandamıza<br />

ekledik. Tekstil sektöründe dünya vizyonu hareketini başlatıyoruz.<br />

Sektörün artılarını ve eksilerini masaya yatıracağız. Dünyadaki<br />

eğilimlerini analiz edeceğiz. Hedef ürün ve pazarlar açısından detaylı<br />

çalışacağız. Amacımız Tekstil Sektörünün, 10 yıl sonrasına ışık tutacak<br />

detaylı bir araştırma ile ’e giden yol haritasını çizmek.<br />

“İş Dünyası”na yılı için vermek istediğiniz bir mesaj var mı?<br />

yılı finansal piyasalar açısından çalkantılı başladı. Bu bir gerçek.<br />

Benim bu yoğun gündemden çıkardığım en önemli ders; yılında<br />

bizlere yani iş dünyasına her zamankinden daha büyük görevler<br />

düştüğü. Çalışacağız, üreteceğiz ve satacağız. Bunu da yapmaya dur<br />

duraksız devam edeceğiz. Bu bizim birinci vazifemiz. Ancak bunun<br />

dışında bir vazifemiz daha var. O da; sakinliğimizi kaybetmeden akıllıca<br />

davranmak, reel üretime odaklanmak. Bunu da alnımızın terine,<br />

bileğimizin gücüne, ülkemizin geleceğine güvenerek yapacağız. Gönül<br />

birliğiyle, ruh birliğiyle yolumuza devam edeceğiz. Türkiye müthiş bir<br />

potansiyele sahip ve onu harekete geçirmek için bizleri bekliyor. Tüm<br />

çalkantılara inat, yatırıma, üretime devam diyorum. Biz inanırsak güzel<br />

şeylerin olmaması için hiç bir sebep yok.<br />

Вы упомянули о важности текстильной области. Ведутся ли<br />

специальные работы в области текстиля со стороны Торговой<br />

Палаты Стамбула?<br />

Что касается текстиля, в мировых масштабах Турция очень амбициозная<br />

страна. Мы говорили, что цели отрасли велики, так<br />

же, как и ответственность. Конечно же Торговая Палата Стамбула<br />

не может оставить настолько важную отрасль без внимания<br />

и берем инициативу и ответственность в этом деле. Комитет<br />

Специализированного Текстиля является одной надежных<br />

инициатив. Решаем проблемы, обсуждаем разные способы<br />

развития, однако мы так же видим, что для такой динамичной<br />

и замкнутой отрасли этих собраний мало. Поэтому Торговая Палата<br />

Стамбула запланировала очень важный проект. Мы будем<br />

анализировать плюсы и минусы отрасли. Наша цель создать<br />

стратегию, которая покажет будущее текстиля на десятилетия<br />

вперед и проложить курс для уверенного роста текстиля до<br />

го года.<br />

Вам есть что сказать, пожелать «Рабочему Миру» в м<br />

году?<br />

й год для финансовой сферы начался бурно. Это так. То,<br />

что я понял за эти насыщенные дни: у нас в м году, то есть<br />

у ремесленников, работников, продавцов и т.д., выпало больше<br />

обязанностей, чем когда-либо. Будем работать, будем производить<br />

и будем продавать. И будем это делать без остановки. Это<br />

наша основная забота. Однако есть еще одна забота: не терять<br />

терпение и слушаться разума. И будем все это делать вместе, с<br />

единством духа, стойкостью наших ног, веря в будущее нашей<br />

страны. Турция обладает потрясающим потенциалом и ждет,<br />

когда мы ее расшевелим. Если мы верим, то нет никаких преград<br />

нашему прекрасному будущему.<br />

nisanапрель<br />

nisanапрель


78 TASARIMCIЛДИЗАЙНЕР<br />

TASARIMCIЛДИЗАЙНЕР 79<br />

“En Büyük Hedefim; Dünya Çapında Takip Edilecek<br />

Bir Moda Tasarımcısı Olmak”<br />

İTKİB Koza Genç Tasarımcılar Yarışması’nda “BÜYÜKLE-<br />

RE MASALLAR” teması ile ilk 10’a girdiniz. Bu konu ile ilgili<br />

neler söyleyeceksiniz? Bu yarışmanın sizin için getirileri neler<br />

oldu?<br />

Konum aslında tam da bu günlerde yaşanan şiddet, savaş ve kahramanlık<br />

üzerinden büyüklere anlatılan masalı anlatıyor. Ben Koza<br />

Genç Moda Tasarımcıları Yarışmasının genç ve yeni tasarımcıların<br />

kendi koleksiyonunu üretebilmesi ve moda sektörüne ve insanlara<br />

sunabilmesi açısından çok önemli olduğunu düşünüyorum. Ve bu<br />

anlamda bana da çok getirisi olmuştur.<br />

Tasarımlarınızın sizi yansıtan tarafı nedir?<br />

Tasarımlarımın özelliği tam da benim düşüncelerimi yansıtması. Tasarımlarımda<br />

kendimi buluyorum diyebilirim.<br />

Gelecek planlarınızdan bahseder misiniz?<br />

Kendi ismim altında ürettiğim ürünleri çoğaltarak kendi markamı<br />

oluşturmak ve dünya çapında tanınır ve takip edilir bir Türk erkek<br />

moda tasarımcısı olmak.<br />

Yegane Dilek tasarımlarının ana mesajı nedir?<br />

Sanat altyapısına sahip bir tasarımcı olarak, dünya da ve ülkemizde<br />

yaşanan yada daha önceden yaşanmış olaylara duyarlı ve sözünü<br />

söyler tavrımı moda ve tekstil diliyle aktarmak.<br />

Моя главная цель - быть всемирно известным модным дизайнером<br />

Dergimizin bu ayki tasarımcı köşesinde genç bir yeteneği ağırladık.<br />

Yegane Dilek…. Genç Moda Tasarım Yarışmasında Finalistler arasına<br />

giren Yegane Dilek ile tasarımlarından Türkiye ve Dünya Modasına<br />

kadar bir çok konuda söyleşi gerçekleştirdik.<br />

Moda Dünyasına girişinizi anlatır mısınız?<br />

Moda dünyasına asıl girişim Koza Genç Moda Tasarımcılar Yarışması<br />

ile oldu. Ondan sonra da devam ettim. Tekstil bölümünde<br />

yüksek lisansım devam etmekte. Çeşitli sergilere ve yarışmalara katıldım.<br />

Şuan çanta ve ayakkabı ağırlıklı olarak kendi tasarımlarımı<br />

yapıyorum.<br />

Genç bir tasarımcı olarak Türkiye’nin tekstil ve moda sektöründen<br />

beklentileriniz neler?<br />

Türkiye’nin Tekstil sektöründen asıl beklentim tasarımcılardan daha<br />

özgün ve yenilikçi tasarımlar istemeleri ve bunun sonucu olarak da<br />

Dünyanın Türkiye’ den çıkan tasarımları takip eder hale gelmesi.<br />

Türk modası ve dünya modası için bir değerlendirmede bulunursanız?<br />

Türkiye çok hızlı bir şekilde Dünya modasını kendi insanının beklentileri<br />

ve algıları doğrultusunda takip etmekte. Fakat dediğim gibi<br />

ben isterim ki Türkiye dünya modasını yönlendirebilecek bir hale<br />

gelsin. Ve ben böyle olacağına da inanıyorum.<br />

nisanапрель<br />

В этом месяце в модной колонке нашего журнала мы<br />

встретились с молодым талантом. Йегане Дилек Финалист<br />

конкурса молодых дизайнеров, Йегане Дилек, поведала<br />

нам не только о своей работе, но и о моде в Турции<br />

и во всем мире.<br />

Расскажите нам, как Вы попали в мир Моды?<br />

Мой первый опыт состоялся на ом конкурсе молодых<br />

дизайнеров Koza. После конкурса решила продолжить.<br />

Продолжаю обучение в магистратуре по специальности<br />

дизайнер. Участвовала во многих выставках и конкурсах.<br />

Сейчас в основном занимаюсь дизайном сумок и обуви.<br />

Каковы Ваши ожидания от турецкой мода и текстильного<br />

сектора в целом?<br />

Мне хотелось бы увидеть более оригинальные и новые<br />

решения дизайнеров в текстильном секторе Турции,<br />

дабы остальной мир узнал турецкую моду и начал следить<br />

за ней.<br />

Как бы Вы оценили турецкую моду и мировую?<br />

Турция следует мировой моде, чтобы соответствовать<br />

ожиданиям и требованиям своих клиентов. Но, как я уже<br />

упомянула мне хотелось бы видеть, как турецкая мода задает<br />

тон мировой. И я верю в это.<br />

На ом конкурсе от İTKİB, молодых дизайнеров Koza Вы<br />

вошли в первую ку со своей темой «Сказка для взрослых».<br />

Что бы Вы могли сказать о ней? Что принесло Вам<br />

участие в этом конкурсе?<br />

Эта тема рассказывает о сказке для взрослых о насущных вещах<br />

в наше время: насилие, войну и героизм. Я считаю, что этот конкурс<br />

помогает молодым дизайнерам создать собственную коллекцию,<br />

предоставить ее на суд зрителей, как людей моды, так<br />

и обычных людей, поэтому он так важен. И мне он принес очень<br />

много в этом плане.<br />

Что в ваших работах отражает именно Вас?<br />

Особенность моих работ, как раз то, что они показывают мои<br />

мысли. Я, словно, нахожу себя в них.<br />

Расскажите о Ваших планах на будущее?<br />

Мне хочется увеличить количество продукций, выходящей под<br />

моим именем, чтобы создать собственную марку и стать всемирно<br />

известным дизайнером турецкой мужской одежды.<br />

Каково главное послание продукции Йегане Дилек?<br />

Как дизайнер, знающий искусство не понаслышке, это моя попытка<br />

рассказать о прошлых событиях и насущных в нашей<br />

стране, в мире, языком моды.<br />

nisanапрель


80<br />

LASİADЛАСИАД<br />

LASİADЛАСИАД 81<br />

nisanапрель<br />

nisanапрель


82<br />

<br />

MODAМОДА<br />

Canlı Renkler, Denimler ve Birbirinden Şık Tasarımlar<br />

Яркие Цвета, Джинсовые Модели и Неповторимые Модные Платья<br />

Dünya büyük bir trend zenginliği içerisinde hazırlandı için. ilkbahar yaz sezonunda<br />

kadın giyim koleksiyonlarında David Lerner, DKNY, Opening Ceremony, Jil Sander<br />

Navy, Kenzo, Markus Lupfer, MSGM, Parker, The Kooples, Victoria Beckham Denim,<br />

VVB,Wildfox, Zoe Karssen, erkek giyim koleksiyonunda ise Acne, Hamakı-Ho, Herno,<br />

Love Moschino, Mauro Grifoni, Maison Kitsune, Markus Lupfer, Nudie Jeans, Y3 Yoshi<br />

Yamamoto gibi markalar yer alıyor.<br />

Yer alan markaların 90’ların esintilerini taşıması yine denim ve tulumları bir araya getirdi.<br />

Renklerdeki canlılık, bol kesimler ve büyük çiçek desenleri oldukça etkili. Dünyaca<br />

ünlü markaların bütün koleksiyonlarında kullandığı metalik renkler ve bunun aksesuar<br />

parçalarına da yansıtılması içinde bulunduğumuz zenginliği ve çeşitliliği büyütüyor.<br />

Мир подготовился ко встрече сезона года с самыми последними модными тенденциями.<br />

В сезоне весна-лето бренды David Lerner, DKNY, Opening Ceremony, Jil Sander Navy, Kenzo, Markus<br />

Lupfer,MSGM, Parker ,The Kooples ,Victoria Beckham Denim, VVB,Wildfox, Zoe Karssen создали<br />

коллекции женской одежды, бренды Acne, Hamakı-Ho, Herno, Love Moschino,Mauro Grifoni,Maison<br />

Kitsune, Markus Lupfer, Nudie Jeans, Y3 Yoshi Yamamoto заняли свои позиции в создании мужских<br />

коллекций.<br />

Бренды перенесли моду х в свои коллекции комбинезонов и джинсовых моделей. Очень<br />

эффектно смотрятся яркость цветов, широкие фасоны и крупные цветочные рисунки. Всемирно<br />

известные бренды использовали в своих коллекциях цвет металлик и это находит отражение и в<br />

аксессуарах, создавая богатство и разнообразие коллекций.<br />

LASİADЛАСИАД 83<br />

nisanапрель<br />

nisanапрель


84 LASİADЛАСИАД<br />

LASİADЛАСИАД 85<br />

nisanапрель<br />

nisanапрель


86 MODAМОДА<br />

LASİADЛАСИАД 87<br />

Avrupa Standartlarına Uygun Kalite<br />

Качество, соответствующее европейским стандартам<br />

Бренд Santoryo, работающий<br />

около 22 лет, является одним<br />

из хорошо зарекомендовавших<br />

себя фирм Лалели, в последние<br />

годы создает женские коллекции,<br />

но продолжает оставаться<br />

адресом мужской моды.<br />

В общем отдается предпочтение<br />

созданию дождевиков, также пуховиков<br />

и стеганых курток, для<br />

рынка России в соответствии с<br />

географическими и климатическими<br />

условиями. Бренд в последние<br />

десять лет работает по<br />

европейским стандартам и заработал<br />

доверие покупателей качественной<br />

продукцией.<br />

Yaklaşık 22 yıldır faaliyet gösteren, <strong>Laleli</strong>’nin köklü<br />

firmalarından olan Santoryo, son yıllarda bayan giyim<br />

sektörüne yer verse de erkek giyimin adresi.<br />

Genelde yağmurluk tarzına yer verilse de şişme montlar,<br />

baklavalı tasarımlarla tamamen Rusya coğrafi şartlarına<br />

uygun modeller mevcut. Son on yıldır Avrupa standartlarındaki<br />

kaliteli ürünleriyle müşterilerinin güvenini kazanmış<br />

bir marka.<br />

nisanапрель<br />

nisanапрель


88<br />

LASİADЛАСИАД<br />

Yeni Sezona İddialı Girdi<br />

Амбициозные шаги в новый сезон<br />

yılından bu yana gerek pazarlama stratejileri gerek ise<br />

markalaşma süreçleri ile Türkiye’nin öncü markalarından<br />

biri olan Gattoi, yeni sezon için hazırladığı koleksiyonu ile<br />

dikkatleri yine üzerine çekiyor.<br />

Gattoi yaz koleksiyonunda kalıp ve kumaşların ön planda<br />

yer alıyor. Bu yaz daha çok soft kumaşlar, Keten örme ve pamuklu<br />

kumaşların sezonu olacak. Ekose, puantiyeli, denim görünümlü<br />

örme, tek ve iki düğmeli blazer ceketler yeni terzilik anlayışı<br />

olarak karşımıza çıkacak. Daha sporlaştırılmış günlük kullanıma<br />

uygun kolları daha kısa ve vücuda tam oturan kesimler, koleksiyonun<br />

ana hatlarını oluşturuyor. Bermuda şortlar hafta sonu ya da<br />

tatil giysisi olmaktan çıkıp günlük hayatta ya da gece dışarı çıkarken<br />

çok rahatlıkla gömlek ve ceketle kombin yapılabilir. Desenli<br />

pantolonların sahneye çıktığı bir sezon sizi bekliyor. Bunların yanı<br />

sıra klasik poly viskon özel cep detayları dikkatleri çekecek ve<br />

rahatlıkla polo bir t-shirtle kombin yapılabilecek. Gattoi Yaz<br />

koleksiyonunda öne çıkan renkler ise; Mint yeşili, fuşya , mor ,<br />

sax , kahve , turkuaz ,beyaz ve mercan.<br />

Бренд Gattoi с года стал одним из ведущих брендов Турции<br />

с маркетинговыми стратегиями, процессом брендинга и в этом<br />

сезоне привлекает внимение новой коллекцией нового сезона.<br />

В коллекции лето Gattoi занимает первые места со своими<br />

фасонами и тканями. Это лето станет сезоном легких тканей,<br />

льняных и хлопковых трикотажных изделий. Перед нами в новом<br />

использовании предстанут клетчатый рисунок, горошек, джинса,<br />

пиджаки на одной или двух пуговицах. Основной темой коллекции<br />

становятся спортивные модели для повседневного использования<br />

с рукавами и короткие и обтягивающие модели. Бермудские шорты<br />

и футболки перестают быть одеждой для выходных или отдыха<br />

на море и становятся частью нарядов для вечеров в сочетании с<br />

пиджаками и рубашками. На модную сцену выходят боюки с узорами.<br />

В дополнение к этому весьма привлекательны модели с карманами<br />

из поли вискозы в сочетании с поло-футболками. В летней коллекции<br />

Gattoi использованы мятно-зеленый, фуксия, фиолетовый,<br />

синий, коричневый, бирюзовый, белый и коралловый цвета.


90<br />

LASİADЛАСИАД<br />

91<br />

“Yarının Dünyası”<br />

Temasıyla Yenilikçi ve<br />

Hipnotize Edici Yaklaşımlar<br />

Новаторский и завораживающий с<br />

темой «Мир завтра»<br />

Keten ceketler, rahat form ve naturel skala pantolonlar, vual<br />

ve pamuk özel gömlekler, baskı ve grafiksel detaylar, fotografik<br />

kadrajlar… yaz erkek modası, modanın hiç olmadığı<br />

kadar sahici ve gerçekçi.<br />

Climber B.C İlkbahar-Yaz koleksiyonunda bu sezon grafik<br />

bir dil var. Görsel hafıza, Instagram arşivleri, paylaşımlar,<br />

daha özgür kimliklerin daha özgün ilişkileri, zorlamasız, daha<br />

arkadaşlık tadında. İletişim sizi esir etmiyor. İstediğinizde<br />

halkadan çıkmak serbest, istediğiniz de yeniden ekleniyorsunuz.<br />

Alıştığınız ve alıştığımız yaklaşımlara, özel bir renk<br />

paleti ekleniyor. Cesaretli renkler, kombinasyonlar, daha<br />

pozitif yaşam tarzlarına bir gönderme niteliğinde. Her renge,<br />

düşünceye, yaklaşıma açık olmaya ve olduğun haliyle kendin<br />

olabilme şansını size tanıyor.<br />

Льняные пиджаки, повседневные брюки, рубашки из<br />

хлопка и тюли, рисунки и графические изображения,<br />

крупные фото-картины Мужская мода лета года,<br />

как никогда подлинна и реалистична.<br />

В весенне-летней коллекции от Climber B.C в этом<br />

сезоне имеется графический язык. Зрительная память,<br />

Instagram архивы, акции, более свободолюбивый<br />

стиль, оригинальные отношения личности, дружеские<br />

отношения для вас в новом модном сезоне. Свобода<br />

и независимость, когда вы захотите. Новые цвета в<br />

привычных нам подходах. Смелые цвета и комбинации<br />

предлагают нам более позитивный образ жизни.<br />

Представляя шанс быть открытым для каждого нового<br />

Новосибирский Крематорий - Кремация и похоронные услуги в Новосибирске

В соответствии со статьями 5 и 6 Закона РФ 8-ФЗ «О погребении и похоронном деле» «волеизъявление лица о достойном отношении к его телу после смерти — пожелание, выраженное в устной форме в присутствии свидетелей или в письменной форме». Прижизненный договор о достойном погребении — это гарантия исполнения волеизъявления каждого гражданина.


Прижизненное планирование похорон


Oct 23, Saç Rengi ve Saç Boyama-palette kumral 7. 0 Kadınlar Kulübü. Download FL Studio Full version and Free Trial. Kadınlar Kulübüne ücretsiz üye olmak için tıklayın JavaScript devre dışı bırakıldı. Palette Deluxe rengi PALETTE GOZ ALICI RENKLER 70 KUMRAL , en uygun fiyat avantajı ile Kalafatlar Sanal Markette. Ordunun Ulusal Yerel Marketi. Tüm Türkiyeye aynı gün kargo, sonraki gün teslimat fırsatıyla. Oct 19, Aslında ne çok koyu ne de çok açık bir renk. Kumral sarı saç rengi Abiye topuz saç modelleri Abiye Saç Modelleri Kataloğu: Özel Günler İçin 55 Abiye Saç. Genellikle genç kadınların kullandığı bu saç rengini orta yaştaki kadınlar da kullanabilir ve kendilerine has tarzlarını oluşturabilirler. 1 hour ago Yaşımız ilerledikçe klasik saçımızın modeli ve rengi daha yaşlı görünmemize neden olabiliyor. Uzmanların belirlediği saç kesimlerine ve saç renklerine öncelik vermek daha genç. Nov 21, Son kullanma tarihi geçmiş, bayatlamış bir tarayıcı kullanıyorsanız. Saç Rengi ve Saç Boyama Saçım nasıl. RENAULT LAGUNA CLUB Teyp kodu bilen varmı Laguna 2 binCüce vatoz olarak verdi ama bana hi-fin vatoz gibi geldi ne dersiniz. Kestane saçı küllü kumral yapmak Laguna 2 teyp kodu RENAULT LAGUNA CLUB Teyp. Jan 27, Fiyatı 39 TLdir. Nevacolor 9. 1 çok açık küllü kumral tüp saç boyası: Zengin renk seçeneği ve güzel sonuçlar ortaya çıkarmasından dolayı birçok bayan çok servis şöförü arayan firmalarFeb 24, Kumral saç renkleri saç sarı kadar canlı olmayan, siyah kadar koyu olmayan ve kızıl kadar iddialı, dönüşü zor olmayan hem doğal hem ışıltılı renklerdir. Orta kumral saç rengi elde. Bu renk içinde daha çok gri barındırır. Kumral Saç Rengini Tonlarının, Diğer Renklere Göre Mat Bir Görüntüsü Vardır. komik erkek kedi isimlerimustafa erkan sarıJan 1, Koyu Kumrallar için Saç Renkleri Burada koyu ve sıcak sarı, turuncuya yakın kızıl ve kahve kızıl gibi tonlar kullanabilir. Daha keskin ve belirgin ifade için koyu kumrallar platin sarısı, açık gri, canlı pembe, gümüş pembe, açık yeşil ve açık mavi renkler kullanabilir. Bakır rengi esmere gider mi. Esmer için bakırın en iyi tonu orta tonlardır. sihirli annem izle 2 bölümOct 30, Ana saç renkleri: 1-Siyah 2-Çok Koyu Kahve veya Çok Koyu Kestane Siyaha yakındır 3-Çok Koyu Kahve veya Çok Koyu Kestane 4-Koyu Kahve veya Kestane 5-Renk kodu Marjinal Biora Tüp Boya 6. 1 Koyu Kumral Küllü 60ml x 4 Adet Sepete Ekle Karşılaştır Ürün Açıklaması Kampanyalar 1 Değerlendirmeler 0 Soru Cevap Taksit Seçenekleri Alışveriş Kredisi İptal ve İade Koşulları Marjinal Biora Tüp Boya 6. 1 Koyu Kumral Küllü 60ml X 4 Adet Bu Ürün Kursoft Yazılım Tarafından Listelenmektedir. Renk Oct 23, Erkekler Ne Söyler Kadınlar Ne Anlar filmi de aslında Oceans Eleven tarzı bir film diyebiliriz çünkü ekranda gördüklerinizin hepsi birer süper star Vs. Vs. Erkekler ne söyler kadınlar ne anlar fragman 3 sınıf yıllık planlar İndir: 3. Sınıf Tüm Dersler Yıllık Planları İndir Nov 21, Ballı kumral kumral saç rengi Zülfü livaneli sezen aksu sürgün indir Zülfü Livaneli Sezen Aksu-Günlerimiz. Erkekler ve kadınlar saçlarının ortalama ne kadar uzadığı konusunda bilgi sahibi olmak isteyebiliyor. 50 en iyi film izle Mutlaka İzlemeniz Gereken En İyi 50 Yabancı Film-Webtalist. nesimi ben bu cihana sığmazam türkçe sözleriApr 15, Renkler farklı perdelerde ya da farklı renkli ortamlarda değişebilirler. Kırmızı mavi ve yeşil ışık bir perde üzerinde kaynaştığında ya da çakıştırıldığında beyaz rengi vardır. Yeşil cisime düşen ışıklar ne şekilde görünür. Yeşil cisime düşen; Apr 10, Ombre dip rengi ne olmalı. Saç renginin birkaç ton koyusu veya açığı ters ombre için uygun bir seçenek olacaktır. Saç diplerine uygun ombre rengini seçerken kökten uca doğru yumuşak bir renk sağlayacak olan kumral, kahve Dec 6, Kumral Saç Rengi Ve Tonları-Tarz Kadın. Yeni Yüzyıl Üniversitesi Gaziosmanpaşa Hastanesi. Çukur ne zaman başlıyor Ağustos 10, Bakırın diğer tonlarına göre daha koyu olan bu ton kızıl ve kahve arasında bir tondur. Neredeyse her saç rengine uyan, her cilt tipiyle uyumlu olan, Feb 24, Kumral Saç Renkleri 1-Küllü Kumral Her kadın saçlarınını inanılmaz parlak görünmesini ister ama şıklık bazen aşırı parlaklıkta değil de tamamen zerafet içeren Jul 5, Açık kumral renk her saç boyası markasında bulunan bir renk tonudur. Aynı zamanda doğal saç renklerinde de bulunur. Bu saç rengi genellikle elde edilmesi zor olan renkler arasındadır. Açık kumral renk için sizlere bir görsel ekleyerek yardımcı olacağımı düşünüyorum. Açık kumral saç rengi Sıcak Çikolata Saç Rengi Kimlere Yakışır? Maxstyle Argan Keratin Saç Boyası 6. 3 Koyu Kumral Dore. Marka: Maxstyle:. Schwarzkopf Palette Deluxe Uil Ultra Yoğun Renk Açıcı Saç Boyası 74, 00 TL 7 8. Wella Sp Men Pigment Mousse Siyah 60ml , 90 TL 0 9. Morfose Keratin Boyalı Saçlar İçin Fön Suyu Ml. Barbie Sonsuz Hareket Bebeği Kumral-DJY08 en iyi fiyatla Hepsiburadadan satın alın. Şimdi indirimli fiyatla sipariş verin, ayağınıza gelsin! edirne pansiyon apartOmbre saç modelleri kumral. Oysa ki belli yıllar bazı reklere talep artmışken bu yıl daha karma bir moda söz konusudur. Saçın Eskimeyen Trendi; Ombre ve Balyaj. Hem sarı hem kumral hem de koyu renkli saçlı kadınların tercih ettiği ombre; ayrıca hem kısa hem de uzun saçlı kadınlar arasında tercih edilmektedir Kumral Ombre Modelleri Sarı Saç Bu.

Мы сделали прижизненное планирование еще понятнее и доступнее для всех без исключения. Теперь для тех, кто не готов заранее оплачивать похороны свои или своего близкого человека, появилась возможность выбора — оставить свое Волеизъявление, заключить Прижизненный договор о достойном погребении без предварительной оплаты.

Для тех, кто желает не просто закрепить на бумаге свое волеизъявление, но и оплатить заранее все расходы, по-прежнему предусмотрена возможность заключить Прижизненный договор на услуги с предварительной оплатой.

Выберите наиболее подходящий вариант и сообщите об этом нашему консультанту.    

Benim adim kirmizi (Cagdas Turkce edebiyat)

ÖN KAPAKTAKİ at ve arka kapağın yüzeyi, Caminin Heft Evreng'inin 'da Sultan İbrahim Mirza tarafından yaptırılmış ya

Author: Orhan Pamuk


86 downloads Views 3MB Size Report

This content was uploaded by our users and we assume good faith they have the permission to share this book. If you own the copyright to this book and it is wrongfully on our website, we offer a simple DMCA procedure to remove your content from our site. Start by pressing the button below!

Report copyright / DMCA form

ÖN KAPAKTAKİ at ve arka kapağın yüzeyi, Caminin Heft Evreng'inin 'da Sultan İbrahim Mirza tarafından yaptırılmış yazmasının, Marianna Shreve Simpson tarafından Sultan İbrahim Mirza's Haft Awrang adlı kitabında yayımlanmış fotoğraflarından- yorgan altındaki sevgililer, mavi topraktaki çiçek, parmağı ağzında Safevi genci ve Çin-Türkmen tarzı bulutlar, Firdevsi'nin Şehnamesinin 'de Safevi Şahı Tahmasp tarafından yaptırılmasına başlanmış yazmasının Stuart Cary Welch'in A King’s Book of Kings adlı kitabında yayımlanmış ayrıntı fotoğraflarından; kapağın üst ve alt çerçeveleri Şükrü Bitlisi'nin Selimnamesi'nin 'de yapılmış bir yazmasının cildinin ve ön kapaktaki kadının gözleri, yıllarında Tebriz'de hazırlanmış bir Miraçname nüshasının, Filiz Çağman, Zeren Tanındı ve J.M. Rogers'ın The Topkapı Saray Museum, The Albuıns and Illustrated Manııscripts adlı kitabındaki fotoğraflarından alındı.

İletişim Yayınları • Çağdaş Türkçe Edebiyat 74 ISBN © İletişim Yayıncılık A. Ş. 1. BASKI İstanbul, Aralık ( adet)

KAPAK VE SAYFA TASARIMI Hakkı Mısırlıoğlu DİZGİ ve UYGULAMA Hüsnü Abbas KAPAK, K BASKI ve CİLT Mart Matbaacılık

İletişim Yayınları Klodfarer Cad. iletişim Han No. 7 Cağaloglu istanbul Tel: 22 • Fax: 12 58 e-mail: [email&#;protected] • web: seafoodplus.info

Rüya'ya

Bir adam öldürdüler ve aralarında tartıştılar. Kuran, Bakara, 72

Körle gören bir olmaz. Kuran, Fâtır, 19

Doğu da Batı da Allah'ındır Kuran, Bakara,

İÇİNDEKİLER

1. B e n Ö l ü y ü m 6 2. B e n i m A d ı m K a r a 8 3. B e n , K ö p e k 10 4. K a t i l D i y e c e k l e r B a n a 12 5. B e n E n i ş t e n i z i m 16 6. B e n , O r h a n 19 7. B e n i m A d ı m K a r a 22 8. B e n i m A d ı m E s t e r 24 9. B e n , Ş e k ü r e 26 B e n B i r A ğ a c ı m 30 B e n i m A d ı m K a r a 32 B a n a K e l e b e k D e r l e r 37 B a n a L e y l e k D e r l e r 41 B a n a Z e y t i n D e r l e r 44 B e n i m A d ı m E s t e r 47 B e n , Ş e k ü r e 50 B e n E n i ş t e n i z i m 53 K a t i l D i y e c e k l e r B a n a 56 B e n , P a r a 59 B e n i m A d ı m K a r a 62 B e n E n i ş t e n i z i m 64 B e n i m A d ı m K a r a 67 K a t i l D i y e c e k l e r B a n a 70 B e n i m A d ı m Ö l ü m 73 B e n i m A d ı m E s t e r 75 B e n , Ş e k ü r e 79 B e n i m A d ı m K a r a 86 K a t i l D i y e c e k l e r B a n a 89 B e n E n i ş t e n i z i m 95 B e n , Ş e k ü r e B e n i m A d ı m K ı r m ı z ı B e n , Ş e k ü r e B e n i m A d ı m K a r a B e n , Ş e k ü r e B e n , A t B e n i m A d ı m K a r a B e n E n i ş t e n i z i m Ü s t a t O s m a n , B e n B e n i m A d ı m E s t e r B e n i m A d ı m K a r a Ü s t a t O s m a n , B e n B e n i m A d ı m K a r a B a n a Z e y t i n D e r l e r B a n a K e l e b e k D e r l e r B a n a L e y l e k D e r l e r

K a t i l D i y e c e k l e r B a n a B e n , Ş e y t a n B e n , Ş e k ü r e B e n i m A d ı m K a r a B i z , İ k i A b d a l Ü s t a t O s m a n , B e n B e n i m A d ı m K a r a B e n i m A d ı m E s t e r B e n , K a d ı n B a n a K e l e b e k D e r l e r B a n a L e y l e k D e r l e r B a n a Z e y t i n D e r l e r K a t i l D i y e c e k l e r B a n a B e n , Ş e k ü r e

1

1. B e n Ö l ü y ü m

Şimdi bir ölüyüm ben, bir ceset, bir kuyunun dibinde. Son nefesimi vereli çok oldu, kalbim çoktan durdu, ama alçak katilim hariç kimse başıma gelenleri bilmiyor. O ise, iğrenç rezil, beni öldürdüğünden iyice emin olmak için nefesimi dinledi, nabzıma baktı, sonra böğrüme bir tekme attı, beni kuyuya taşıdı, kaldırıp aşağı bıraktı. Taşla önceden kırdığı kafatasım kuyuya düşerken parça parça oldu, yüzüm, alnım, yanaklarım ezildi yok oldu; kemiklerim kırıldı, ağzım kanla doldu. Dört gün oldu eve dönmeyeli: Karım, çocuklarım beni arıyorlardır. Kızım ağlaya ağlaya tükenmiş, bahçe kapısına bakıyordur; hepsinin gözü yolda, kapıdadır. Gerçekten kapıda mıdır, onu da bilmiyorum. Belki de alışmışlardır, ne kötü! Çünkü insana buradayken, arkada bıraktığı hayatın eskiden olduğu gibi sürüp gitmekte olduğu duygusu geliyor. Ben doğmadan önce arkamda sınırsız bir zaman vardı. Ben öldükten sonra da, bitip tükenmeyecek bir zaman! Yaşarken hiç düşünmezdim bunları; ışıklar içinde yaşayıp giderdim, iki karanlık zamanın arasında. Mutluydum, mutluymuşum; şimdi anlıyorum: Padişahımızın nakkaşhanesinde en iyi tezhipleri ben yapardım ve ustalığı bana yaklaşabilecek başka bir müzehhip de yoktu. Dışarıda yaptığım işlerle elime ayda dokuz yüz akçe geçerdi. Bunlar da tabii, ölümümü daha da dayanılmaz kılıyor. Yalnızca nakış ve tezhip yapardım; sayfa kenarlarını süsler, çerçeve içine renkler, renkli yapraklar, dallar, güller, çiçekler, kuşlar çizerdim: Kıvrım kıvrım Çin usûlü bulutlar, birbirinin içine geçen yapraklar, renk ormanları ve içlerinde gizlenmiş ceylanlar, kadırgalar, padişahlar, ağaçlar, saraylar, atlar, avcılar Eskiden bazen bir tabak içine nakış yapardım; bazen bir aynanın arkasına, bir kaşığın içine, bazen Boğaziçi'nde bir yalının, bir konağın tavanına, bazen bir sandığın üzerine Son yıllarda ise yalnızca kitap sayfaları üzerinde çalışıyordum, çünkü Padişahımız çok para veriyordu nakışlı kitaplara. Ölümle karşılaşınca paranın hayatta hiç önemli olmadığım anladım, diyecek değilim. İnsan hayatta değilken bile paranın önemini biliyor. Şimdi bu durumumda benim sesimi işitiyor olmanıza, bu mucizeye bakıp şöyle düşüneceğinizi biliyorum: Bırak şimdi yaşarken kaç para kazandığını. Bize orada gördüklerini anlat. Ölümden sonra ne var, ruhun nerede, Cennet ve Cehennem nasıl, orada neler görüyorsun? Ölüm nasıl bir şey, canın yanıyor mu? Haklısınız. Yaşarken insanın öte tarafta neler olup bittiğini çok merak ettiğim biliyorum. Sırf bu merakı yüzünden kanlı savaş meydanlarında cesetler arasında gezmen birinin hikâyesini anlatmışlardı Can çekişmekte olan yaralı cengâverler arasında ölüp de dirilen birine rastlarım da, o da bana öbür dünyanın sırlarını verir diye aranan bu adamı Timur'un askerleri düşman sanıp bir kılıç darbesiyle ikiye biçmişler de, o da, öte dünyada insanın ikiye bölündüğünü sanmış. Böyle bir şey yok. Hatta dünyada ikiye bölünen ruhların burada birleştiğini bile söyleyebilirim. Ama, dinsiz kâfirlerin, zındıkların ve Şeytan'a uyan küfürbazların iddialarının tersine bir öbür dünya da, şükür var. Oradan size sesleniyor olmam bunun kanıtı. Öldüm, ama gördüğünüz gibi yok olmadım. Öte yandan, Kuran-ı Kerim'de sözü edilen ve altlarından ırmaklar akan altından, gümüşten Cennet köşklerine, dolgun meyvalı iri yapraklı ağaçlara, bakire güzellere rastlayamadığımı söylemek zorundayım. Oysa Vakıa suresinde anlatılan Cennetteki o iri gözlü hurileri pek çok kereler nasıl da keyiflenerek resmettiğimi şimdi çok iyi hatırlıyorum. Kuran-ı Kerim'in değil de, İbni Arabi gibi geniş hayallilerin ballandırarak anlattıkları sütten, şaraptan, tatlı sudan ve baldan yapılmış o dört ırmağa da tabii hiç rastlayamadım. Haklı olarak öte dünyanın umut ve hayalleriyle yaşayan pek çok kişiyi inançsızlığa sürüklemek istemediğim için bütün bunların kendi özel durumumla ilgili olduğunu hemen belirtmem gerekir: Ölümden sonraki hayat konusunda biraz olsun malumatı olan her mümin, benim durumumdaki bir huzursuzun Cennet'in ırmaklarını görmekte zorlanacağını kabul eder. Kısaca: Nakkaşlar bölüğünde ve üstatlar arasında Zarif Efendi diye bilinen ben öldüm, ama gömülmedim. Bu yüzden de, ruhum gövdemi bütünüyle terk edemedi. Cennet, Cehennem, neresiyse kaderim, ruhumun oralara

yaklaşabilmesi için gövdemin pisliğinden çıkabilmesi gerekir. Başkalarının başına da gelen bu istisnai durumum, ruhuma korkunç acılar veriyor. Kafatasımın paramparça olmasını, gövdemin yarısının buz gibi bir suda kırıklar ve yaralar içinde çürümesini duymuyorum da, gövdemi terk etmek için çırpman ruhumun derin azabını hissediyorum. Sanki bütün âlem benim içimde bir yerde sıkışarak daralmaya başlıyor. Bu daralma hissini, o eşsiz ölüm anımda hissettiğim şaşırtıcı genişlik hissiyle karşılaştırabilirim ancak. O hiç beklemediğim taş darbesiyle kafatasım kenarından kırıldığında, o alçağın beni öldürmek istediğini hemen anladım da, öldürebileceğine inanamadım. Umutla dopdoluymuşum, ama nakkaşhane ile evim arasındaki solgun hayatımı yaşarken hiç farketmezmişim bunu. Hayata parmaklarım, tırnaklarım ve onu ısırdığım dişlerimle tutkuyla sarıldım. Başıma yediğim diğer darbelerin acısıyla sizlerin canını sıkmayayım. Öleceğimi kederle anladığım zaman, içimi inanılmaz bir genişlik hissi sardı. Geçiş anım, bu genişlik hissiyle yaşadım: Bu yana varmam, insanın kendi rüyasında kendini uyur gibi görmesi gibi yumuşacık oldu. En son, alçak katilimin karlı, çamurlu ayakkabılarını gördüm. Gözlerimi uyur gibi kapadım ve tatlı bir geçişle bu yana vardım. Şimdiki şikâyetim, dişlerimin kanlı ağzıma leblebi gibi dökülmesinden, yüzümün tanınmayacak kadar ezilmesinden, ya da bir kuyunun dibine sıkışıp kalmış olmaktan değil; hâlâ yaşıyor sanılmaktan. Beni sevenlerin sık sık beni düşünüp, İstanbul'un bir kösesinde aptalca bir meşgaleyle hâlâ oyalanıyor olduğumu, hatta başka bir kadının peşinden gittiğimi hayal etmeleri huzursuz ruhuma büsbütün azap veriyor. Bir an önce cesedimi bulsunlar, namazımı kılıp, cenazemi kaldırıp beni gömsünler artık! Daha önemlisi, katilim bulunsun! O alçak bulunmadıkça, istiyorlarsa en muhteşem mezara gömsünler beni, huzursuzluk içinde mezarımda döne döne bekleyeceğimi, hepinize inançsızlık aşılayacağımı bilmenizi isterim. Katilim olacak orospu çocuğunu bulun, ben de size öte dünyada göreceklerimi tek tek anlatayım! Ama katilimi bulduktan sonra ona mengene aletiyle işkence edip kemiklerinden sekiz onunu, tercihan göğüs kemiklerini, yavaş yavaş çıtırdatarak kırmanız, sonra da o iğrenç ve yağlı saçlarım, işkencecilerin bu iş için yapılmış şişleriyle kafatasının derisini delerek, tek tek ve bağırtarak yolmanız gerekir. Onca öfke duyduğum katilim kim, hiç beklenmedik bir şekilde beni niye öldürdü? Merak edin bunları. Âlem beş para etmez alçak katillerle dolu, ha biri, ha diğeri mi diyorsunuz? O zaman sizi şimdiden uyarıyorum: Ölümümün arkasında dinimize, geleneklerimize, âlemi görüş şeklimize karşı iğrenç bir kumpas var. Açın gözlerinizi, inandığınız ve yaşadığınız hayatın, İslam'ın düşmanları beni neden öldürdü, bir gün sizi neden öldürebilir öğrenin. Bütün sözlerini gözyaşlarıyla dinlediğim büyük vaiz Erzurumlu Nusret Hoca'nın dedikleri bir bir çıkıyor. Başımıza gelenlerin, hikâye edilip bir kitapta yazılsa bile, en usta nakkaşlârca bile asla resimlen enleyeceğini de söyleyeyim size. Tıpkı Kuran-ı Kerim gibi, -yanlış anlaşılmasın, hâşa!- bu kitabın sarsıcı gücü asla resimlenemez oluşundan da gelir. Bunu anlayabildiğinizden kuşkuluyum. Bakın, ben de çıraklığımda derinlerdeki gerçekten, ötelerden gelen seslen korkar da dikkatimi vermez, alay ederdim böyle şeylerle. Sonum bu rezil kuyunun dibi oldu! Sizin de başınıza gelebilir bu; gözünüzü dört açın. Şimdi iyice çürürsem, iğrenç kokumdan beni belki bulurlar diye umutlanmaktan başka yapacak hiçbir şeyim yok. Bir de rezil katilime, bulunduğunda, hayırsever birinin edeceği işkenceleri hayal etmekten başka.

2

2. B e n i m A d ı m K a r a

İstanbul'a, doğup büyüdüğüm şehre, on iki yıl sonra bir uyurgezer gibi girdim. Ölecekler için toprak çekti derler, beni de ölüm çekmişti. İlk başta şehre girdiğimde yalnızca ölüm var sanmıştım, sonra aşk ile de karşılaştım. Ama aşk, o ara, İstanbul'a ilk girdiğimde, şehirdeki hatıralarım kadar uzak ve unutulmuş bir şeydi. On iki yıl önce İstanbul'da teyzemin çocuk yaştaki kızına âşık olmuştum. İstanbul'u terk ettikten yalnızca dört yıl sonra, Acem ülkesinin bitip tükenmez bozkırında, karlı dağlarında ve kederli şehirlerinde gezer, mektup taşır, vergi toplarken, İstanbul'da kalan çocuk sevgilimin yüzünü yavaş yavaş unuttuğumu farkettim. Telaşa kapılıp bu yüzü hatırlamaya çok gayret ettim ama, ne kadar çok severseniz sevin, insanın hiç görmediği bir yüzü yavaş yavaş unutacağını da anladım. Doğu'da kâtiplikler ve yolculuklarla paşaların hizmetinde geçirdiğim yılların altıncısında hayalimde canlandırdığım yüzün İstanbul'daki sevgilimin yüzü olmadığım biliyordum artık. Altıncı yılda yanlış hatırladığım yüzü, daha sonra, sekizinci yılda bir kere daha unutup, yine bambaşka bir şey olarak hatırladığımı da biliyordum. On iki yıl sonra, otuz altı yaşımda şehrime geri döndüğümde, sevgilimin yüzünü böyle böyle çoktan unutmuş olduğumun acıyla farkındaydım. Dostlarımın, akrabalarımın, mahallemdeki tanıdıkların çoğu bu on iki yılda ölmüşlerdi. Haliç'e bakan mezarlığa gittim, annem ve yokluğumda ölen amcalarım için dua ettim. Çamurlu toprağın kokusu hatıralarımla karıştı; birisi annemin mezarının kenarında bir testi kırmıştı, nedense kırık parçalara bakarken ağlamaya başladım. Ölülere mi, onca yıldan sonra tuhaf bir şekilde hâlâ hayatımın başında olmama mı, yoksa tam tersini sezdiğim, hayat yolculuğumun sonuna geldiğimi hissettiğim için mi ağlıyordum, bilmiyorum. Belli belirsiz bir kar atıştırmaya başlamıştı. Oradan oraya savrulan tek tük tanelere dalıp gitmiştim, kendi hayatımın belirsizlikleri içinde yolumu kaybetmiştim ki, baktım mezarlığın karanlık bir köşesinde karanlık bir köpek bana bakıyor. Gözyaşlarım dindi. Burnumu sildim. Kara köpeğin bana dostlukla kuyruğunu salladığını görüp mezarlıktan çıktım. Daha sonra, baba tarafından akrabalarımdan birinin eskiden oturduğu evlerden birini kiralayıp mahalleye yerleştim. Ev sahibesi kadın, savaşta Safevi askerlerinin öldürdüğü oğluna benzetti beni. Eve çekidüzen verecek, yemeklerimi yapacaktı. İstanbul'a değil de, dünyanın öbür ucundaki Arap şehirlerinden birine geçici olarak yerleşmişim de şehir nasıl bir yerdir diye meraklanıyormuşum gibi sokaklara çıktım, uzun uzun, doya doya yürüdüm. Sokaklar mı darlaşmıştı, yoksa bana mı öyle geliyordu? Kimi yerlerde, birbirlerine karşılıklı uzanmış evler arasına sıkışmış sokaklarda, üzerleri yüklü atlara çarpmamak için duvarlara, kapılara sürüne sürüne yürümek zorunda kaldım. Zenginler de artmış mıydı, yoksa bana mı öyle geliyordu. Gösterişli bir araba gördüm, böylesi ne Arabistan'da, ne Acem ülkesinde vardır; mağrur atların çektiği bir kale gibiydi. Çemberlitaş'ın orada, Tavukpazarı'ndan gelen pis kokunun içinde birbirlerine sokulmuş, paçavralar içinde arsız dilenciler gördüm. Biri kördü ve yağan kara bakıp gülümsüyordu. Eskiden İstanbul daha fakir, daha küçük, daha mutluydu deseler inanmazdım belki, ama kalbim böyle diyordu. Çünkü arkamda bıraktığım sevgilimin evi yerli yerinde ıhlamur ve kestane ağaçlarının içindeydi, ama kapıdan sordum bir başkası oturuyordu artık orada. Sevgilimin annesi, teyzem, ölmüş, Eniştem ile kızı taşınmışlar ve böyle durumlarda kalbinizi ve hayallerinizi nasıl da acımasızca kırdıklarını hiç farketmeyen kapıdaki adamların söylediği gibi, başlarından bazı felaketler geçmişti. Size şimdi bunları anlatmayayım da eski bahçedeki ıhlamur ağacının dallarından küçük parmağım büyüklüğünde buz parçacıkları sarktığını, sıcak, yemyeşil ve güneşli yaz günlerini hatırladığım bahçenin kederden, kardan ve bakımsızlıktan insanın aklına ölümü getirdiğini söyleyeyim. Akrabalarımın başlarına gelenlerin bir kısmını Eniştemin bana, Tebriz'e yolladığı mektuptan biliyordum zaten. O mektupta, Eniştem beni İstanbul'a çağırmış, Padişahımız için gizli bir kitap hazırladığını, benim ona yardım etmemi istediğim yazmıştı. Benim, bir dönem Tebriz'de Osmanlı paşaları, valiler, İstanbul'daki ricacılar için kitaplar hazırlattığımı Eniştem işitmişti. Tebriz'de yaptığım, kitap sipariş eden ricacılardan peşin para alıp, savaşlardan ve Osmanlı askerinden şikâyetçi nakkaşlardan ve hattatlardan hâlâ şehri terk edip Kazvin'e ve diğer

Acem şehirlerine gitmemiş olanları bulmak ve parasızlık ve ilgisizlikten şikâyetçi bu büyük üstatlara sayfaları yazdırtıp, nakşettirip, ciltlettirip kitabı İstanbul'a yollamaktı. Gençliğimde Eniştemin bana geçirdiği nakış ve güzel kitap aşkı olmasaydı hiç giremezdim bu işlere. Eniştemin bir zamanlar oturduğu sokağın çarşıya açılan ucundaki berber ustası, hâlâ dükkânında, aynı aynalar, usturalar, ibrikler, sabun telleri arasındaydı. Göz göze geldik, ama beni tanıdı mı bilemiyorum. İçine sıcak su doldurduğu baş yıkama kabının, tavandan sarkan zincirin ucunda hâlâ aynı yayı çizerek ileri geri sallandığım görmek neşelendirdi beni. Gençliğimde yürüdüğüm kimi mahalleler, kimi sokaklar, on iki yılda yanıp, kül ve duman olup uçmuştu da yerlerinde köpeklerin yol kestiği, meczupların çocukları korkuttuğu yangın yerleri açılmış, kimine de benim gibi uzaklardan geleni şaşırtan zengin konakları yapılmıştı. Bunların bazılarının pencerelerine en pahalısından, renkli Venedik camları takmışlardı. Yüksek duvarların üzerinden sarkan cumbalardan, yokluğumda İstanbul'da iki katlı pek çok zengin evi yapıldığını gördüm. Başka pek çok şehirde olduğu gibi İstanbul'da da paranın hiç mi hiç değeri kalmamıştı artık. Benim Doğu'ya gittiğim yıllarda bir akçeye dört yüz dirhemlik kocaman bir ekmek çıkaran fırınlar şimdi aynı paraya bunun yarısı ve üstelik tadı tuzu insanın çocukluğunu hiç mi hiç hatırlatmayan bir ekmek veriyorlardı. Rahmetli annem on iki yumurta için üç akçe saymak gerektiğini görseydi tavuklar şımarıp kafamıza sıçmadan başka bir diyara kaçalım, derdi, ama biliyordum bu düşük para her yeri sarmıştı. Felemenk'ten, Venedik'ten gelen tüccar gemilerinin sandık sandık bu kalp paralarla dolu olduğu söyleniyordu. Darphanede eskiden yüz dirhem gümüşten beş yüz akçe kesilirken şimdi Safeviler ile bitip tükenmeyen savaşlar yüzünden sekiz yüz akçe kesilmeye başlanmış, Yeniçeriler, aldıkları akçenin Haliç'e düştüğünde, sebze iskelesinden denize dökülen kuru fasulyeler misali suda yüzdüğünü görüp isyan etmişler ve düşman kalesiymiş gibi Padişahımızın sarayını muhasara etmişlerdi. Beyazıt Camii'nde vaaz veren ve Hazreti Muhammed soyundan bir seyyid olduğunu ilan eden Nusret adlı bir vaiz de işte bütün bu ahlaksızlık, pahalılık, cinayetler, soygunlar sırasında nam salmıştı. Erzurumi denen vaiz, son on yıl içerisinde İstanbul'u kasıp kavuran bütün felaketleri, Bahçekapı ve Kazancılar Mahallesi yangınlarını, şehre her girişinde on binlerce ölü alan vebayı, Safevilere karşı savaşta onca can verilmesine karşın bir sonuç almamasını, Batı'da Hıristiyanların isyanlar çıkarıp küçük Osmanlı kalelerini geri almalarını, Hazreti Muhammed'in yolundan sapılmasıyla, Kuran-ı Kerim'in emirlerinden uzaklaşılması, Hıristiyanların hoş görülüp, serbestçe şarap satılıp tekkelerde çalgı çalınmasıyla açıklıyordu. Bana Erzurumlu vaizden heyecanla bahsedip bu haberleri veren turşucu, çarşı pazarı saran kalp paranın, yeni dukaların, aslanlı sahte Florinlerin, gümüşü gittikçe azalan akçelerin tıpkı sokakları dolduran Çerkezler, Abazalar, Mingeryahlar, Boşnaklar, Gürcüler, Ermeniler gibi insanı kesin ve geri dönüşü zor bir ahlaksızlığa sürüklediğini söyledi. Ahlaksızlar, isyankârlar kahvehanelerde toplanıyorlarmış, sabahlara kadar dedikodu ediyorlarmış. Ne idüğü belirsiz cascavlaklar, afyonkeş meczuplar, Kalenderi kalıntıları Allah'ın yolu budur diye tekkelerde sabahlara kadar musikiyle oynayıp, oralarına buralarına şişler sokup, her türlü edepsizliği yaptıktan sonra birbirlerini ve küçük oğlanları beceriyorlarmış. Tatlı bir ud sesi duydum da onu mu arayıp izledim, yoksa anılarım ve isteklerim dediğim akıl karışıklığı zehir turşucuya daha fazla dayanamayıp bana bir çıkış yolu mu sezdirdi, bilmiyorum. Bildiğim, bir şehri severseniz, orada çok gezerseniz, yıllar sonra o şehrin sokaklarını yalnız ruhunuz değil, gövdeniz de kendiliğinden öyle bir tanır ki, karın kederli kederli serpiştirdiği bir keder anında bacaklarınız sizi kendiliğinden sevdiğiniz bir tepeye çıkarır. Böylece Nalbant Çarşısı'ndan ayrılıp Süleymaniye Camii'nin hemen yanından Haliç'e yağan karı seyrettim: Kuzeye bakan damlarda, kubbelerin poyraz alan köşelerinde kar şimdiden tutmuştu. Şehre giren bir geminin bana pır pır selam yollayarak indirilen yelkenleri Haliç'in yüzeyiyle aynı kurşuni sis rengindeydi. Servi ve çınar ağaçları, damların görünüşü, akşamüstünün hüznü, aşağı mahallelerin iç sesleri, satıcıların bağırışları ve cami avlusunda oynayan çocukların çığlıkları kafamda birleşip, bana hiç şaşmayacak bir şekilde bundan sonra hayatınım şehrinden başka bir yerde yaşayamayacağımı duyuruyordu. Bir an, sevgilimin yıllardır unuttuğum yüzü gözlerimin önünde beliriverecek sandım. Yokuştan aşağı indim. Kalabalıkların içine girdim. Akşam ezanından sonra bir ciğerci dükkanında karnımı doyurdum. Boş dükkanın kedi besler gibi şefkatle lokmalarımı izleyerek beni besleyen sahibinin anlattıklarını dikkatle dinledim. Ondan aldığım ilham ve tarifle, sokakların iyice kararmasından sonra Esir Pazarı'nın arkalarındaki dar sokaklardan birine saptım, burada kahvehaneyi buldum. İçerisi kalabalık ve sıcaktı. Tebriz'de, Acem şehirlerinde pek çok benzerlerini gördüğüm ve orada meddah değil de perdedar denen hikayeci arkada ocağın yanında bir yükseltiye yerleşmiş, tek bir resim, kaba kâğıda aceleyle, ama hünerle yapılmış bir köpek resmi açıp asmış, arada bir resimdeki köpeği işaret ede ede hikâyesini o köpeğin ağzından anlatıyordu.

3

3. B e n , K ö p e k

Gördüğünüz gibi, azı dişlerim o kadar sivri ve uzundur ki ağzıma zorlukla sığarlar. Bunun bana korkutucu bir görüntü verdiğini biliyorum, ama hoşuma gidiyor. Bir keresinde bir kasap azı dişlerimin büyüklüğüne bakıp: "Ayol bu köpek değil domuz" demişti. Bacağından öyle bir ısırdım ki onu, dişlerimin ucunda, yağlı etinin bittiği yerde uyluk kemiğinin sertliğini hissettim. Bir köpek için hiçbir şey, içten gelen bir öfke ve hırsla berbat bir düşmanın etine dişlerini daldırmak kadar zevkli olamaz. Böyle bir fırsat önümde belirdiğinde, ısırılmayı hak eden kurbanım salak salak önümden geçerken zevkten gözlerim kararır, dişlerim sanki sızlayarak kamaşır ve farkına varmadan gırtlağımdan sizleri korkutan hırlamalar çıkarmaya başlarım. Bir köpeğim ben ve sizler benim kadar makul yaratıklar olmadığınız için hiç köpek konuşur mu diyorsunuz. Ama öte yandan da ölülerin konuştuğu, kahramanların bilmedikleri kelimeleri kullandığı bir hikâyeye inanır gözüküyorsunuz. Köpekler konuşur, ama dinlemesini bilene. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, bir zamanlar bir payitahtın en büyük camilerinden birine, hadi diyelim ki adı Beyazıt Camii olsun, bir taşra şehrinden bir görgüsüz vaiz gelmiş. Adını belki saklamalı, mesela Husret Hoca demeli ona, ama başka ne yalan söylemeli, kalın kafalı bir vaizmiş bu adam. Ama kafasında ne kadar az çekirdek varsa dilinde de, maşallah, o kadar kudret varmış. Her cuma cemaati öyle bir coşturur, öyle bir ağlatırmış ki gözleri kuruyup bayılanlar, fenalık geçirenler olurmuş. Aman, sakin yanlış anlaşılmasın; dili kuvvetli öteki vaizler gibi ağlamazmış o hiç; tam tersi, herkes ağlarken onun kirpiği bile oynamaz, cemaati azarlar gibi konuşmaya daha da kuvvet verirmiş. Azarlanmayı sevdiklerinden olsa gerek, bütün bostancılar, hassa gılmanları, helvacılar, ayak takımından kalabalıklar ve kendi gibi pek çok vaiz bu adama kul köle olmuşlar. Eh, o da köpek değil ya, çiğ süt emmiş insanoğluymuş; bu hayran kalabalığı karşısında kendinden iyice geçmiş ve bakmış ki cemaati ağlatmak kadar korkutmanın da bir tadı var, üstelik bu işte de daha çok ekmek var, kantarın topunu iyice kaçırıp demeğe getirmiş ki: Pahalılığın, vebanın, yenilgilerin tek sebebi, Hazreti Peygamberimiz zamanındaki İslam'ı unutup, Müslümanlık diye başka kitaplara ve yalanlara kanıp inanmamızdır. Hazreti Muhammed zamanında mevlit okutmak mı vardı? Ölüye kırk töreni yapmak, ruhu için helva ve lokma döktürmek mi vardı? Hazreti Muhammed zamanında Kuran-ı Kerim'i şarkı gibi makamla okumak mı vardı? Minareye çıkıp sesim ne kadar güzel, Arapçam nasıl da Arap gibi deyip kibir kibir kibirlenerek, zenne gibi kırıta kırı ta makamla ezan okumak mı vardı? Mezarlara gidip yakarıyorlar, ölülerden medet umuyorlar, türbelere gidip putperestler gibi taşa tapıyorlar, bez bağlıyorlar, adak adıyorlar. Bu akılları veren tarikatçılar mı vardı Hazreti Muhammed zamanında? Tarikatçıların akıl hocası İbni Arabi, Firavun'un imanla öldüğüne yemin edip günahkâr olmuştur. Tarikatçılar, Mevleviler, Halvetiler, Kalenderiler, çalgı çalarak Kuran-ı Kerim okuyup, çocuk oğlan hep birlikte, dua ediyoruz diye raks edip oynayanlar, bunlar kâfirdir. Tekkeler yıkılmalı, temelleri yedi arşın kazılmalı, çıkan toprak denize dökülmeli ki ancak oralarda namaz kılınabilinsin. Daha da azıtıp ağzından salyalar saçarak bu Husret Hoca, ey müminler, kahve içmek haramdır, demekteymiş. Peygamberimiz Hazretleri bunun zihni uyuşturduğunu, mideyi deldiğini, bel fıtığı ve kısırlık yaptığını bildikleri ve kahvenin Şeytan'ın oyunu olduğunu anladıkları için içmemişlerdir. Ayrıca, şimdi kahvehaneler keyif ehlinin, zevk düşkünü zenginlerin, dizdize oturup her türlü edepsizliği yaptığı yerlerdir ve hatta tekkelerden önce kahvehaneler kapatılmalıdır. Fukaranın kahve içecek parası mı var? Kahvelere gidiyor, kahveyle kafayı buluyor, ipin ucunu öyle bir kaçırıyorlar ki, orada itin köpeğin konuştuklarını sahi zannedip dinliyorlar; köpektir işte bana ve dinimize küfreder, diyormuş bu Husret Hoca. Müsaadenizle, bu vaiz efendinin son sözünü cevaplamak istiyorum. Hacı-hoca-vaiz-imam takımının, biz köpekleri hiç sevmemeleri malumunuzdur elbette. Bana kalırsa, mesele Hazreti Muhammed'in üzerinde uyuyakalan bir kediyi uyandırmamak için eteğini kesmesiyle ilgili. Kediye gösterilen bu zarafetin bizlere

gösterilmediği hatırlanarak ve nankör olduğu en aptal âdemoğlu tarafından bile bilinen bu mahlukla ezeli savaşımız yüzünden Rusulullah'ın köpeklere bir düşmanlığı vardı, denmek isteniyor. Abdest bozar diye camilere sokulmayışımız, yüzyıllardır cami avlularında kayyımların sırıklı süpürgelerinden yediğimiz dayaklar, kötü niyetlerle yapılmış bu yanlış tefsirin sonucudur. Sizlere Kuran-ı Kerim'in en güzel surelerinden Kehf suresini hatırlatmak isterim. Bu güzel kahvede, aramızda Kuran-ı Kerim okumaz kitapsızlar bulunduğundan değil, şöyle hafızaları tazeleyelim diye: Bu surede putperestler arasında yaşamaktan bıkmış yedi genç hikâye edilir. Bunlar bir mağaraya sığınırlar ve uyurlar. Allah bunların kulaklarına birer mühür vurur ve onları tam üç yüz dokuz sene uyutur. Uyandıklarında aradan şu kadar sene geçtiğini bu yedi gençten birisi insanlar arasına karıştığında, elindeki geçer olmayan sikkeden anlar; çok şaşırırlar. İnsanoğlunun Allah'a bağlılığını, onun mucizelerini, zamanın geçiciliğini, derin bir uykunun tatlılığını anlatan surenin haddim olmayarak sizlere hatırlatacağım on sekizinci ayetinde bu yedi gencin uyuduğu Eshabı Kehf nam mağaranın girişinde yatan köpekten bahis vardır. Tabii ki, herkes Kuran-ı Kerim'de kendi adının geçmesiyle gururlanabilir. Bir köpek olarak bu sureyle övünüyor ve düşmanlarına it kopuk, diyen Erzurumilerin akıllarını inşallah başlarına getirir diyorum. O zaman köpeklere karşı bu düşmanlığın aslı esası nedir? Köpek murdardır niye dersiniz, evinize köpek girerse niye her yeri baştan aşağı yıkar, şartlarsınız? Bize dokunanın niye abdesti bozulur, kaftanınızın ucu bir köpeğin nemli tüylerine şöyle bir dokunsa niye o kaftanı kafadan çatlak asabi karılar gibi yedi kere yıkamayı şart koşarsınız? Bir köpek tencereyi yaladı diye o tencerenin ya atılması ya kalaylanması gerektiği yalanını ancak kalaycılar çıkarabilir. Belki de kediler. Ne zaman ki köyden, kırdan, göçebelikten vazgeçilip şehire oturuldu, çoban köpekleri köyde kaldı, o zaman biz köpekler murdar olduk. İslamiyet'ten önce on iki aydan biri it ayı idi. Şimdi ise it oldu bir uğursuz. Kendi dertlerimle şu akşam vakti biraz kıssa, biraz hisse almak isteyen siz dostlarımı üzmek istemem, benim kızgınlığım vaiz efendinin kahvehanelerimize atıp tutmasına. Bu Erzurumlu Husret'in babasının belirsiz olduğunu söylesem ne buyurulur? Bana da demişlerdir ki, sen ne biçim köpeksin, ustan bir kahvede resim asmış hikâye anlatır bir meddahtır diye sen onu korumak için, hoşt, vaiz efendiye dil uzatıyorsun. Hâşâ, dil uzatmıyorum. Ben kahvehanelerimizi çok severim. Bilir misiniz ki resmim böyle ucuz bir kâğıt üzerine nakşolunduğu için ya da bir köpek olduğum için üzülmüyorum da, ben sizlerle birlikte adam gibi oturup kahve içemediğime hayıflanıyorum. Bizler kahvemiz ve kahvehanelerimiz için ölürüz Ama o da ne Ustam, bak bana cezveden kahve veriyor. Hiç resim kahve içer mi? demeyin; bakın bakın, köpek lıkır lıkır kahve içiyor. Ooh, aman çok iyi geldi, içimi ısıttı, gözlerimi keskinleştirdi, zihnimi açtı ve bakın aklıma ne geldi. Venedik Doçu, Padişahımız Hazretleri'nin kızları Nurhayat Sultan'a hediye olarak Çin ipeğinden top top kumaşlardan, üzeri mavi çiçekli Çin çömleklerinden başka ne yollamış biliyor musunuz? Tüyleri ipekten, samurdan yumuşak işveli bir Frenk köpeği. Bu köpek öyle nazlıymış ki, bir de kırmızı ipekten elbisesi varmış. Bizim arkadaşlardan biri onu becermiş de ondan biliyorum: Bu köpek cima ederken bile elbisesiz yapamıyormuş. Bu Frenk ülkesinde zaten köpeklerin hepsi böyle elbise giyermiş. Orada sözümona kibarlar kibarı bir Frenk karısı çıplak bir köpek mi görmüş, yoksa köpeğinkini mi görmüş bilemiyorum artık, "Ayy hayvan çıplak!" diye düşüp bayılmış, diye hikâye ederler. Frenk gâvurlarının ülkesinde zaten her köpeğin bir sahibi varmış. Zavallı köpekler boyunlarında zincir, en sefil köleler gibi zincirlenmiş olarak tek tek sürüklene sürüklene sokaklarda gezdirilirlermiş. Bu adamlar sonra bu zavallı köpekleri zorla evlerine sokarlar, hatta yataklarına da alırlarmış onları. Bir köpek diğeriyle değil koklaşıp sevişsin, çift bile gezemezmiş. Zincirler içinde o zavallı halleriyle sokakta rastlaşırlarsa hüzünlü gözlerle birbirlerini uzaktan süzerlermiş, o kadar. Bizim İstanbul sokaklarında sürüler, cemaatler halinde serbestçe gezen köpekler olmamız, efendi sahip tanımadan icabında yol kesmemiz, keyfimizin çektiği sıcak köşeye kıvrılıp, gölgeye yatıp mışıl mışıl uyumamız, istediğimiz yere sıçıp istediğimizi ısırmamız, gâvurların akıllarının alacağı şeyler değil. Acaba bu yüzden mi Erzurumlu'nun hayranları İstanbul sokaklarında sadaka için dualarla köpeklere et atılmasına, bunun için vakıflar kurulmasına karşılar, diye düşünmedim değil. Eğer bunların niyeti köpeklere düşmanlıktan başka ayrıca gâvurluk etmekse, köpek milletine düşmanlığın zaten gâvurluğun ta kendisi olduğunu hatırlatırım. Bu rezillerin umarım uzak olmayan idamlarında, bazen ibret olsun diye yaptıkları gibi cellat arkadaşlar bizleri de parça yiyelim diye çağırırlar. Şunu anlatayım son olarak: Bundan önceki efendim çok adil bir insandı. Gece soyguna çıktığımızda işi bölüşürdük: Ben havlamaya başlayınca, o kurbanın gırtlağını keser, böylece herifin çığlığı duyulmazdı. Karşılığında da cezalandırdığı suçluları keser, kaynatır, bana verirdi de yerdim. Ben çiğ et sevmem. Erzurumlu vaizin celladı bunu da artık inşallah düşünür de o pisin etini çiğ çiğ yeyip midemi bozmam.

4

4. K a t i l D i y e c e k l e r B a n a

O budalayı öldürmeden az önce bile, herhangi birinin canını alacağını bana söylense inanmazdım. Bu yüzden yapmış olduğum şey bazen ufukta kaybolan yabancı bir kalyon gibi benden gittikçe uzaklaşıyor. Bazen hiçbir cinayet işlememişim gibi de hissediyorum. Zavallı Zarif kardeşimi hiç de istemeden gebertmemin üzerinden dört gün geçti, ve şimdiden duruma biraz alıştım. Önüme çıkı veren berbat meseleyi adam öldürmeden çözebilmeyi çok isterdim, ama hemen de anladım başka bir yol olmadığını. İşi hemen orada bitirdim; bütün sorumluluğu yüklendim. Bir akılsızın iftirası yüzünden bütün nakkaşlar camiasının tehlikeye atılmasına izin vermedim. Yine de ama katilliğe alışmak zor. Evde duramıyorum, sokağa çıkıyorum, sokakta duramıyorum, öteki sokağa yürüyorum, sonra o sokaktan sonrakine yürüyorum ve insanların yüzlerine baktıkça görüyorum ki ellerine daha cinayet işleme fırsatı geçilmemiş oldukları için pek çok kişi masum zannediyor kendini. Bu küçük talih ve kader meselesi yüzünden, insanların çoğunun benden daha ahlaklı ya da iyi olduğuna inanmak zor. Olsa olsa henüz cinayet işlemedikleri için biraz daha aptal suratlı oluyorlar ve bütün aptallar gibi iyi niyetli gözüküyorlar. Gözünde bir zekâ ışıltısı, yüzünde ruhundan yansıyan bir gölge gördüğüm herkesin gizli bir katil olduğunu anlamam için o zavallıyı öldürdükten sonra, İstanbul sokaklarında dört gün yürümem yetti. Yalnızca aptallar masumdur. Bu akşam mesela, Esir Pazarı'nın arkalarındaki kahvehanede sıcak kahvem ile ısınır, arkadaki köpek resmine bakıp köpeğin anlattıklarına herkesle birlikte kendimi koyuvererek gülerken, yanımda oturan bir herifin de benim gibi katilin teki olduğu duygusuna kapıldım. O da benim gibi meddaha gülebiliyordu, ama kolunun benim kolumun yanıbaşında kardeş kardeş durmasından mı, fincanı tutan kıpır kıpır parmaklarının huzursuzluğundan mı neden bilmiyorum, onun da benim soyumdan olduğuna hükmediverdim ve birden dönüp suratına dik dik baktım. Hemen korktu, yüzü allak bullak oldu. Kahve dağılırken bir tanıdığı onun koluna girmiş: "Artık Nusret Hocacılar burayı basar," diyordu. Ötekini kaş göz işaretiyle susturdu. Onların korkuları bana da bulaştı. Kimse kimseye güvenmiyor, her an karşısındakinden bir alçaklık bekliyor herkes. Hava daha da soğumuş ve sokakların köşelerinde, duvar diplerinde kar iyice tutmuş, yükselmiş. Kör karanlıkta gövdem yolunu dar sokakları ancak hissederek buluyor. Bazen de, kepenkleri iyice çekili, pencereleri kapkara tahtayla kaplı evlerin bir yerinden içerde hâlâ yanan bir kandilin soluk ışığı dışarı sızıp karda yansıyor, çoğu zaman ise hiçbir ışık, hiçbir şey göremiyorum da bekçilerin sopalarının taşlara vuruşuna, çılgın köpek sürülerinin ulumalarına, evlerin içlerinden gelen iniltilere kulak verip yolumu buluyorum. Bazen, gece yarıları şehrin dar ve korkutucu sokakları karın sanki kendi içinden sızan harika bir ışıkla aydınlanıyor ve karanlıkta, yıkıntılar ve ağaçlar arasında yüzlerce yıldır İstanbul'u tekinsiz kılan hayaletleri gördüğümü sanıyorum. Bazen de, evlerin içinden mutsuzların uğultusu geliyor; ya harıl harıl öksürüyor, ya burunlarını çekiyor, ya rüyalarında ağlayarak çığlık atıyor, ya da karı kocalar, yanıbaşlarında çocukları ağlarken birbirlerini boğazlamaya girişiyorlar. Katil olmadan önceki mutlu hayatımı hatırlamak, neşelenmek için bir iki akşam bu kahvede meddahı dinlemeye geldim. Bütün ömrümü birlikte geçirdiğim nakkaş kardeşlerimin çoğu her akşam gelirler. Tâ çocukluktan beri birlikte nakşettiğimiz bir budalaya kıydım kıyalı hiçbirini görmek istemiyorum artık. Birbirlerini görüp dedikodu etmeden yapamayan kardeşlerimin hayatında, buradaki rezil eğlence havasında beni utandıran çok şey var. Beni burnu büyük bulup iğnelemesinler diye bir iki resim de ben yaptım meddah için, ama bunun kıskançlığı durduracağını da sanmam. Ama kıskanmakta çok da haklılar.. Renk karıştırmakta, cetvel çekmekte, sayfa istifinde, konu seçiminde, yüz çizmekte, kalabalık savaş ve av meclislerini yerleştirmekte, hayvanları, padişahları, gemileri, atları, savaşçıları, âşıkları resmetmekte, nakşın içine ruhun şiirini dökmekte, hatta, tezhipte de en usta benim. Bunu size

övünmek için değil beni anlayın diye söylüyorum. Kıskançlık, zamanla usta nakkaşın hayatında boya kadar vazgeçilmez bir malzeme olur. Huzursuzluktan gittikçe uzayan yürüyüşlerimin ortasında bazen saf mı saf, masum mu masum din kardeşlerimden birisiyle gözgöze geliyorum ve birden şu tuhaf düşünce beliriyor içimde: Şimdi katil olduğumu düşünürsem, karşımdaki bunu yüzümden anlayacak. Böylece hemen kendimi başka şeyler düşünmeye zorluyorum; tıpkı ilk gençlik yıllarımda namaz kılarken kadınları düşünmemek için utanç içinde kıvranarak kendimi zorladığım gibi. Ama çiftleşmeyi aklımdan bir türlü çıkaramadığım o gençlik buhranlarının tersine, işlediğim cinayeti unutabiliyorum. Bütün bunları durumumla ilişkili olduğu için anlattığımı anlıyorsunuzdur. Bir şeyi aklımdan bile geçirirsem her şeyi anlarsınız. Bu da aranızda bir hayalet gibi gezinen adsız, hüviyetsiz bir katil olmaktan çıkarır da beni, yakayı ele vermiş, yüzü belirgin, kafası vurulacak sıradan bir suçlu durumuna düşürür. İzin verin de her şeyi düşünmeyeyim; kendime bir şeyler saklayayım: Sizin gibi ince kişiler de ayak izlerine bakarak hırsızı bulur gibi, kelimelerimden ve renklerimden benim kim olduğumu keşfe çalışsınlar. Bu da bizi şimdi çok revaçta olan üslup konusuna getiriyor: Nakkaşın kendi şahsi usûlü, kendine mahsus bir rengi, sesi, var mıdır, olmalı mıdır? Ustalar ustası, nakşın piri Behzat'ın bir resmini ele alalım. Bir cinayet resmi olduğu için, benim durumuma da iyi uyan bu harika şeye, acımasız bir taht kavgasında öldürülmüş bir Acem şehzadesinin kütüphanesinden çıkmış Herat işi doksan yıllık bir kusursuz kitabın Hüsrev ile Şirin'in hikâyesini anlatır sayfalarında rastlamıştım. Hüsrev ile Şirin'in sonunu bilirsiniz; Firdevsi'nin değil de Nizami'nin anlattığını diyorum: İki âşık ne maceralar ve fırtınalardan sonra evlenirler, ama Hüsrev'in önceki karısından olan çocuğu genç Şiruye Şeytan gibidir, onları rahat bırakmaz. Babasının tahtında ve genç karısı Şirin'de gözü vardır bu şehzadenin. Nizami'nin "Ağzı aslanlar gibi pis kokardı," dediği Şiruye, bir yolunu bulup babasını esir alır ve tahtına oturur. Bir gece, babasının Şirinle yattığı odaya girer, karanlıkta dokuna dokuna onları yatakta bulur ve hançeriyle babasını ciğerinden bıçaklar. Babanın kanı sabaha kadar akacak ve yanında huzurla uyuyan güzel Şirin ile paylaştıkları yatakta ölecektir. Büyük üstat Behzat'ın resmi, bu hikâye kadar yıllardır içinde taşıdığım gerçek bir korkuyu da işliyordu: Gece yarısı karanlıkta uyanıp, göz gözü görmez odada tıkırtılar çıkaran başka birisi olduğunu farketmenin dehşeti! O başka birisinin bir elinde bir hançer olduğunu, öbür eliyle de sizin boğazınıza sarıldığını düşünün. Odadaki ince ince işlenmiş duvar, pencere ve çerçeve süslerinin, sıkılmış gırtlağınızdan çıkan sessiz çığlığın rengindeki kızıl halının kıvrım ve yuvarlaklarının ve katilinizin sizi öldürürken çıplak ve iğrenç ayağıyla acımasızca bastığı harika yorgana inanılmaz bir incelikle ve neşeyle işlenmiş sarı ve mor çiçeklerin hepsi, aynı amaca hizmet ederler: Bir yandan bakmakta olduğunuz resmin güzelliğini vurgularken, bir yandan da içinde ölmekte olduğunuz odanın, terketmekte olduğunuz dünyanın ne de güzel bir yer olduğunu hatırlatırlar. Resmin ve dünyanın güzelliğinin sizin ölümünüze kayıtsızlığı, ölürken yanınızda karınız da olsa yapayalnız oluşunuz resme bakarken kafanıza dank eden asıl manadır. "Behzat'ın," demişti yirmi yıl önce benimle birlikte titreyen ellerimdeki kitaba bakan ihtiyar usta. Yüzü yanı başımızdaki mumdan değil, görme zevkinden aydınlanmıştı. "O kadar Behzat'ın ki, imzaya gerek yok." Behzat da bunu bildiği için imzasını resmin gizli bir köşesine bile atmamıştı. İhtiyar ustaya göre Behzat'ın bu tutumunda bir utanç ve sıkılma vardı. Gerçek hüner ve ustalık hem erişilmez bir harika resmetmek, hem de bu harikada nakkaşın kimliğini ele veren hiçbir iz bırakmamaktır. Zavallı kurbanımı can havliyle bulduğum sıradan ve kaba bir usûlle öldürdüm. Eserimden geriye beni ele verecek kişisel herhangi bir iz kalıp kalmadığını araştırmak için geceleri bu yangın verine geldikçe üslup sorunları kafama daha da çok üşüşmeye başladı. Üslup diye tutturdukları şey, kişisel bir iz bırakmamıza yol açan bir hatadır yalnızca. Yağan karın aydınlığı olmasaydı da burayı bulurdum: Burası, yirmi beş yıllık arkadaşımı katlettiğim yangın yeri. Kar, benim imzam olarak görülebilecek bütün izleri örtüp yok etmiş. Bu, Allah'ın da üslup ve imza konusunda benimle ve Behzat'la aynı fikirde olduğunu kanıtlıyor. Dört gece önce, o akılsızın ileri sürdüğü gibi bağışlanmaz bir günahı, farkında olmadan bile olsa, kitabı nakşederken işlemiş olsaydık, Allah biz nakkaşlara bu sevgiyi göstermezdi. O gece, Zarif Efendi'yle bu yangın yerine girdiğimizde kar yağmıyordu daha. Uzaklardan yankılanarak gelen köpek ulumalarını işitiyorduk. "Niye buraya geldik?" diye soruyordu zavallı. "Bu vakitte bana burada ne göstereceksin?" "İleride bir kuyu, ondan on iki adım ötede de yıllardır biriktirdiğim gömülü param var," dedim. "Bu anlattıklarımı kimseye söylemezsen Enişte Efendi de, ben de seni sevindiririz."

"Demek baştan beri ne yaptığını bildiğini kabul ediyorsun" dedi hevesle. "Ediyorum," diye çaresizlikle yalan söyledim. "Yaptığınız resim çok büyük bir günahtır biliyor musun?" dedi saflıkla. "Kimsenin cüret edemediği bir küfür, bir zındıklık. Cehennem'in en dibinde yanacaksınız. Azabınız, acılarınız hiç dinmeyecek. Beni de ortak ettiniz." Bu sözleri işitirken dehşetle anlıyordum ki, pek çok kişi ona inanacaktı. Niye? Çünkü bu sözlerin öyle bir gücü, öyle bir çekimi vardı ki, ister istemez insan ilgi duyuyor, başka alçaklar hakkında gerçek çıksın istiyordu. Yaptırdığı kitabın gizliliği ve verdiği paralar yüzünden Enişte Efendi hakkında bu tür dedikodular zaten çok çıkıyordu; Ayrıca Başnakkaş Üstat Osman da ondan nefret ediyordu. Müzebhip biraderimin iftirasını bile bile bu gerçeklerin üzerine kurnazca oturttuğunu da düşünmüştüm. Ne kadar samimiydi? Bizi birbirimize düşüren iddialarını ona tekrarlattım. Lafı evirip çevirerek gevelemedi. Sanki, birlikte geçirdiğimiz çıraklık yıllarımızda kendimizi Üstat Osman'ın dayağından korumak için bir kabahati örtmeye çağırıyordu beni. İçtenliğini o sırada inanılır buluyordum. Çıraklığında da gözlerini böyle kocaman açardı, ama o zamanlar tezhipten küçülmemişti daha onlar. Ama ona sevgi duymak istemedim hiç, çünkü her şeyi başkalarına anlatmaya hazırdı. "Bak," dedim zorlama-bir pişkinlikle. "Tezhip yaparız, kenar süsü buluruz, cetvel çeker, sayfaları renkli altınla parıl parıl süsler, en güzel resimleri biz yapar, dolapları, kutuları şenlendiririz. Yıllardır bunları yapıyoruz. Bu bizim işimiz. Bize resim sipariş ederler, şu çerçevenin içine bir gemi, bir ceylan, bir padişah oturt, şöyle kuşlar, bunun gibi adamlar olsun, hikâyenin şu meclisi, filanca şöyle dursun, derler, biz de yaparız. Bak, bu sefer 'içinden gelen bir at çiz şuraya,' dedi Enişte Efendi. Üç gün içimden gelen at resminin ne olduğunu anlamak için eski büyük üstatlar gibi yüzlerce kere at çizdim." Elimi alıştırmak için kaba Semerkand kâğıda çizdiğim bir dizi atı çıkarıp gösterdim ona. İlgilenip kâğıdı aldı ve solgun ay ışığında gözlerini yaklaştırıp siyah beyaz atları seyretmeye başladı. "Şirazlı, Heratlı eski üstatlar," dedim, "Allah'ın istediği ve gördüğü hakiki bir at resmi çizebilmek için nakkaşın elli yıl,biç durmadan at çizmesi gerektiğini söyler ve zaten en iyi at resminin karanlıkta çizileceğini eklerlerdi. Çünkü elli yılda gerçek nakkaş çalışa çalışa kör olur ve eli çizdiği atı ezberler." Yüzünde tâ çocukluk yıllarımızda onda gördüğüm masum bakış benim çizdiğim atlara dalıp gitmişti. "Bize sipariş ederler, biz de en gizli, en erişilmez atı eski üstatların çizdiği gibi çizmeye çalışırız, o kadar. Sipariş ettikleri şeyden sonra bizi sorumlu tutmaları haksızlık." "Bilmiyorum bu doğru mu?" dedi. "Bizim de sorumluluklarımız, irademiz var. Ben Allah hariç kimseden korkmuyorum. O da bize, iyiyle kötüyü ayırdedelim diye bir akıl vermiş." Yerinde bir cevaptı. "Allah her şeyi görür, bilir" dedim Arapça olarak. "Senin, benim, bizlerin bu işi bilmeden yaptığımızı da anlayacaktır. Enişte Efendi'yi kime ihbar edeceksin? Bu işin arkasında Padişahımız Hazretleri'nin iradesi olduğuna inanmıyor musun?" Sustu. Düşündüm: Gerçekten bu kadar kuş beyinli miydi, yoksa içten bir Allah korkusundan soğukkanlılığını kaybetmiş de saçmalıyor muydu? Kuyunun yanında durduk. Karanlıkta bir an gözlerini görür gibi oldum da anladım korktuğunu. Ona acıdım. Ok yaydan çıkmıştı bir kere. Karşımdakinin yalnızca akılsız bir korkak değil, bir rezil olduğunu bir kere daha kanıtlaması için Allah'a dua ettim. "Buradan on iki adım sayıp kazacaksın," dedim. "Sonra siz ne yapacaksınız?" "Söylerim Enişte Efendi'ye, resimleri yakar. Başka ne yapabiliriz ki? Erzurumlu Nusret Hoca'nın cemaatinden böyle bir laf olduğunu duyarlarsa ne bizi sağ koyarlar, ne de nakkaşhane kalır. Onlardan hiç tanıdığın var mı? Bu parayı şimdi sen kabul et ki bizi onlara, ihbar etmeyeceğini anlayalım." "Para neyin içinde?" "Eski bir turşu küpünün içinde yetmiş beş tane Venedik altını var." Venedik dukalarım anladım da bu turşu küpü niye gelmişti aklıma? O kadar saçmaydı ki, inandırıcı oldu. Böylece, Allah'ın benim yanımda olduğunu bir kere daha anladım, çünkü her yıl daha da paragöz olan çıraklık arkadaşım gösterdiğim yönde on iki adımı saymaya hevesle başlamıştı bile.

Aklımda o an iki şey vardı. Toprağın altında Venedik altını maltını yok hiç! Para veremezsem bu alçak budala bizi mahvedecek! Bir an, o alçak budalaya çıraklığımızda bazen yaptığım gibi sarılıp öpmek geldi içimden, ama yıllar bizi birbirimizden o kadar uzaklaştırmıştı ki! Aklım toprağın nasıl kazıtacağına takılmıştı. Tırnaklarımızla mı? Bütün bunları düşünmem, buna düşünmek denebilirse bir göz kırpması kadar sürdü, sürmedi. Kuyunun yanı başında duran kayayı telaşla iki elimle kavradım. O daha yedinci sekizinci adımındayken yetişip başının arka kısmına bütün gücümle indirdim. Taş kafasına öyle hızla ve sert bir şekilde indi ki bir an sanki kendi kafama inmiş gibi irkildim, acıdım hatta. Ama yaptığım şeye dertleneceğime, başladığım işi bir an önce bitirmek istiyordum. Çünkü yerde öyle bir şekilde debelenmeye başlamıştı ki, insan ister istemez daha da telaşlanıyordu. Onu kuyudan aşağıya attıktan çok sonradır ki, yaptığım işte bir nakkaşın inceliğine hiç mi hiç yakışmayacak kaba bir yan olduğunu düşünebildim.

5

5. B e n E n i ş t e n i z i m

Ben Kara'nın Enişte Efendisiyim, ama başkaları da Enişte der bana. Bir zamanlar, annesi bana Kara'nın öyle seslenmesini isterdi, sonra bunu yalnız Kara değil, herkes kullanır oldu. Kara, evimize gidip gelmeye bundan otuz yıl önce, Aksaray'ın arkalarında kestane ve ıhlamur ağaçlarının gölgelediği o karanlık ve nemli sokağa yerleşmemizden sonra başladı. O bundan önceki evimizdi. Yazları ben Mahmut Paşa ile sefere çıkarsam, sonbaharda İstanbul'a döndüğümde Kara'yı annesiyle bizim eve sığınmış bulurdum. Rahmetli anası, benim rahmetli hanımın ablasıydı. Bazen de, kış akşamları eve döndüğümde anasıyla benimkini birbirlerine sarılmış gözleri yaşlı dertleşirlerken görürdüm. Hiçbirinde tutunamadığı küçük ve ücra medreselerde müderrislik eden babası huysuzdu, öfkeliydi ve iyice de içerdi. Kara, o zamanlar altı yaşındaydı, annesi ağlıyor diye ağlar, annesi sustu diye susar, bana, Eniştesine korkuyla bakardı. Şimdi onu karşımda kararlı, kemale ermiş ve saygılı bir yeğen olarak görmekten memnunum. Bana gösterdiği saygı, elimi öpüşündeki dikkat, hediye getirdiği Moğol hokkasını verirken "yalnızca kırmızı mürekkep için," deyişi, karşımda dizlerini dikkatlice birleştirmiş olarak derli toplu oturuşu, bütün bunlar, yalnız onun olmak istediği aklı başında, yetişkin adam olduğunu değil, benim de olmak istediğim ihtiyar adam olduğumu bana bir kere daha hatırlatıyor. Bir iki kere gördüğüm babasına benziyor: Uzun boylu, ince, biraz asabice el kol hareketleri var, ama bu ona yakışıyor. Ellerini dizlerine koyuşu, ben önemli bir şey söylerken "anlıyorum, hürmetle dinliyorum", diyen bakışlarla gözlerimin içine içine istekle bakışı ve sözlerimin veznine uygun gizli bir makamla başını sallayışı çok yerinde. Bu yaşıma geldim, gerçek saygının yürekten değil, küçük kurallardan ve boyun eğmekten kaynaklandığını bilirim. Anasının, bizim evimizde oğluna bir gelecek gördüğü için her bahaneyle onu buraya sık sık getirdiği yıllarda kitaplardan hoşlandığını keşfetmem bizi birbirimize bağladı ve ev halkının yakıştırdığı sözle, bana çıraklık etti. Ona Şirazlı nakkaşların ufuk çizgisini resmin tâ yukarısına çekmekle Şiraz'da yeni bir usûlü ortaya çıkarttıklarını anlatırdım. Leylasının aşkından deliren Mecnun'u herkes çöllerde perişan resmederken, büyük usta Behzat'ın nasıl onu yemek pişiren, üfleyerek odunları tutuşturmaya çalışan, çadırlar arasında yürüyen kadınların kalabalığı içinde, ama daha da yalnız gösterebildiğini anlatırdım. Hüsrev'in gece yarısı gölde yıkanan Şirin'i çırılçıplak seyrettiği anı resimleyen nakkaşların çoğunun Nizami'nin şiirini okumayıp âşıkların atlarını ve elbiselerini akıllarına esen renklerle boyamalarının ne kadar gülünç olduğunu söyler, resimlediği metni şöyle dikkatle ve akıllıca okuyamayacak kadar ilgisizse o nakkaşın eline kalemi fırçayı almasının paradan başka hiçbir nedeni olmayacağını anlatırdım. Şimdi Kara'nın başka bir temel bilgiyi de edinmiş olduğunu sevinçle görüyorum: Nakış ve sanatta hayâl kırıklığına uğramak istemiyorsan eğer, sakın onu mesleğin olarak görme. Ne kadar hünerin ve yeteneğin olursa olsun parayı ve iktidarı başka yerlerde ara ki, hüner ve emeğinin karşılığını alamayınca sanata küsmeyesin. İstanbul'daki ve taşradaki paşalara ve zenginlere kitaplar yaptırdığı için tek tek tanıdığı Tebriz'in üstat nakkaş ve hattatlarının yoksulluk ve umutsuzluk içinde olduğunu anlattı. Yalnız Tebriz'de değil, Meşhed'de, Halep'te parasızlık ve ilgisizlikten pek çok nakkaş kitap nakşetmeyi bırakmış ve tek yapraklık resimler yapmaya, Frenk seyyahlarını eğlendirecek acayiplikleri resmetmeye ve açık saçık resimler çizmeye başlamışlar. Şah Abbas'ın, Tebriz'de barış antlaşması sırasında Padişahımıza hediye verdiği kitabın şimdiden parçalanıp sayfalarının başka bir kitap için kullanılmaya başlandığını işitmiş. Hint Padişahı Ekber yeni bir büyük kitap için öyle paralar saçmaya başlamış ki, Tebriz ve Kazvin'in en parlak nakkaşları ellerindeki işi bırakıp onun sarayına koşmuşlar. Bütün bunları bana anlatırken arada tatlılıkla başka hikâyeler sıkıştırıyor: Mesela düzmece bir Mehdi'nin eğlenceli hikâyesini, ya da Safevilerin barış olsun diye Özbeklere rehin verdiği aptal şehzadenin üç gün içinde ateşlenerek ölüvermesi üzerine o tarafta çıkan telaşı tarif ediyor ve bana gülümsüyor. Ama gözlerine düşen bir gölgeden anlıyorum ki, ikimizi de korkutan o bahsedilmesi zor mesele hâlâ bitmemiş.

Evimize girip çıkan, bizim hakkımızda anlatılanları işiten, uzaktan da olsa onun varlığından haberdar her genç erkek gibi Kara da tabii ki tek ve güzel kızım Şeküre'ye âşık olmuştu. Güzeller güzeli kızıma o zamanlar, çoğu onu hiç mi hiç görmeden, herkes âşık olduğu için bu benim gözümde üzerinde durulacak tehlikeli bir şey değildi belki. Ama Kara'nınki eve girip çıkan, evde kabul ve sevgi gören ve Şeküre'yi görme fırsatı bulan bir gencin kara sevdasıydı. Umduğum gibi sevdasını içine gömmeyi başaramadı ve içindeki şiddetli yangını doğrudan kızıma açmak gibi yanlış bir iş yaptı. Bunun üzerine evimizden ayağını kesmek zorunda kaldı. İstanbul'u terk etmesinden üç yıl sonra kızımın en güzel yaşında, bir sipahi ile evlendiğini, bu aklı bir karış havada savaşçının kızıma iki oğlan çocuk doğurttuktan sonra sefere çıkıp bir daha dönmediğini ve dört yıldır ondan kimsenin haber dahi almadığını şimdi Kara'nın da bildiğini sanıyorum. Böyle dedikodu ve havadisler İstanbul'da çabuk yayıldığı için değil, aramızdaki sessizlik anlarında gözümün içine bakışından her şeyi çoktan öğrendiğini seziyorum. Hatta şu anda, rahlenin üzerinde açık duran Kitab-ur Ruh'a göz atarken, evin içinde gezen çocukların seslerine kulak kesildiğini, çünkü iki yıldır kızımın iki oğluyla birlikte baba evine geri dönmüş olduğunu bildiğini de anlıyorum. Kara'nın yokluğunda yaptırdığım bu yeni evden önce hiç söz etmedik. Büyük bir ihtimalle, servet ve itibar sahibi olmayı aklına koymuş istekli bir gencin hissedebileceği gibi Kara, bu konulardan söz açmayı çok ayıp bir şey olarak görüyor. Ama yine de daha eve girer girmez merdivenlerde ikinci katın her zaman daha kuru olduğunu, kemiklerimdeki ağrılara ikinci kata taşınmanın iyi geldiğini söyledim. İkinci kat, derken tuhaf bir utanç duyuyordum, ama şunu bilmenizi de isterim: Benden çok az serveti olanlar, küçük bir tımarı olan basit sipahiler bile yakında iki katlı ev yaptırabiliyor olacaklar. Biz kışları nakış odası olarak kullandığım odadaydık. Bitişikteki odadaki Şeküre'nin varlığını Kara'nın hissettiğini sezdim. Onu İstanbul'a çağırmak için Tebriz'e yolladığım mektupta anlattığım asıl konuya girdim hemen. "Tıpkı senin Tebriz'deki hattatlar ve nakkaşlarla yaptığın gibi ben de bir kitap hazırlatıyordum," dedim. "Benim siparişçim Âlemin Temeli Padişahımız Hazretleri'dir. Kitap gizli olduğundan, Padişahımız benim için Hazinedarbaşı'ndan gizli bir para çıkarttı. Padişahımızın nakkaşhanesinin en usta nakkaşlarıyla tek tek anlaştım. Onların kimine bir köpeği, kimine bir ağacı, kimine kenar süsleriyle ufuktaki bulutları, kimine atları resimlettiriyordum. Resmettirdiğim şeyler, tıpkı Venedikli üstatların resimlerindeki gibi, Padişahımızın bütün âlemini temsil etsin istiyordum. Ama bunlar Venediklilerin yaptığı gibi malın mülkün değil, tabii ki iç zenginliğinin ve Padişahımızın âleminin sevinçlerinin ve korkularının resimleri olacaktı. Para'yı resmettirdiysem küçümsemek içindir, Şeytan'ı ve Ölüm'ü korkuyoruz diye koydum. Bilmiyorum dedikodular ne diyor. Ağaçlarının ölümsüzlüğü, atlarının yorgunluğu, köpeklerinin arsızlığı Padişahımız Hazretleri'ni ve âlemini temsil etsin istedim. Leylek, Zeytin, Zarif ve Kelebek takma adlı nakkaşlarım da keyiflerince konu seçsin istedim. En soğuk, en uğursuz kış geceleri bile Padişahımın nakkaşlarından biri kitap için resmettiği şeyi göstermeye gizlice bana gelirdi." "Nasıl resimler yapıyorduk ve neden öyle yapıyorduk, onu şimdi tam söyleyemem. Senden sakladığım, söyleyemeyeceğim için değil. Resimlerin neyi anlattığım sanki tam ben de bilmediğim için. Ama onların nasıl resimler olması gerektiğini biliyorum." Kara'nın benim mektubumdan dört ay sonra İstanbul'a döndüğünü eski evimizin sokağındaki berberden işitmiş, onu eve ben çağırmıştım. Hikâyemde bizi birbirimize bağlayacak bir dert ve bir mutluluk vaadi olduğunu biliyordum. "Her resim bir hikâye anlatır," dedim. "Okuduğumuz kitabı güzelleştirmek için nakkaş, hikâyenin en güzel meclisini resmeder. Âşıkların birbirini ilk defa görüşü; kahraman Rüstem'in şeytani canavarın kafasını kesişi; öldürdüğü yabancının kendi oğlu olduğunu anlayan Rüstem'in kederi; aşkından aklını kaçıran Mecnun ıssız ve vahşi tabiatın içinde aslanlar, kaplanlar, geyikler, çakallar arasında; İskender savaştan önce kuşlardan geleceği okumak için gittiği ormanda kendi çulluğunun koca bir kartal tarafından paralandığını görünce dertleniyor Bu hikâyeleri okurken yorulan gözümüz resme bakarak dinlenir. Eğer hikâyede aklımızın ve hayal gücümüzün canlandırmakta zorlandığı bir şey varsa, resim hemen imdada yetişir. Resim hikâyenin renklerle çiçeklenişidir. Kimse hikâyesi olmayan bir resim düşünemez." "Düşünemez sanırdım," diye ekledim sanki bir pişmanlıkla. "Ama bu yapılabiliyormuş. İki yıl önce Padişahımızın elçisi olarak bir kere daha Venedik'e gitmiştim. Hep İtalyan üstatlarının yaptığı yüz resimlerine bakıyordum. Resmedilenin hangi hikâyenin hangi meclisi olduğunu bilmeden, ama anlamaya ve hikâyeyi çıkarmaya çalışarak. Günün birinde, bir saray duvarında bir resimle karşılaşınca tutulup kaldım." "Resim her şeyden çok, birinin, benim gibi birinin resmiydi. Bir kâfir elbette, bizim gibi biri değil. Ama ona baktıkça ona benzediğimi hissediyordum. Üstelik, bana hiç mi hiç de benzemiyordu. Kemiksiz, yuvarlak bir yüz,

elmacık kemikleri hiç yok, buna karşılık, benim masallardık çeneden onda hiç iz yok. Bana hiç benzemiyor, ama nedense baktıkça sanki benim resmimmiş gibi yüreğimi oynatıyor." "Bana sarayını gezdiren Venedikli beyden, duvardaki resmin bir dostunun, kendi gibi bir soylu beyin resmi olduğunu öğrendim. Hayatında kendi için önemli ne varsa, hepsini kendi resmine koydurtmuştu: Arkadaki açık pencereden gözüken manzaradaki çiftlik, köy ve renkleri birbirine karışarak hakiki gibi gözüken orman. Önündeki masada, saat, kitaplar, zaman, kötülük, hayat, kalem, harita, pusula, kutular, içlerinde altın paralar, başka şeyler, ıvır zıvır, kimbilir pek çok resimde olduğu gibi anlamadığım ve sezdiğim şeyler Cinin, Şeytan'ın gölgesi ve sonra babasının yanında güzeller güzeli rüya gibi kızı." "Hangi hikâyeyi süslemek ve tamamlamak için bu resim yapılmıştı? Resme bakarken anlıyordum ki bu resmin hikâyesi kendisiydi. Bir hikâyenin uzantısı değildi de resim, kendisi için bir şeydi." "Karşısında öyle şaşakaldığım resim hiç aklımdan çıkmadı. Saraydan çıktım, misafir kaldığım eve döndüm ve bütün gece o resmi düşündüm. Ben de öyle resmedilebilmek isterdim. Hayır, benim haddim değil, Padişahımız öyle resmedilmeli! Padişahımızı sahip olduğu şeylerle, âlemini gösteren ve kuşatan her şeyle birlikte resmetmeli. Bu fikirle bir kitap resmedilebilir, diye düşündüm." "Venedikli beyin resmini öyle bir şekilde yapmıştı ki İtalyan üstadı, o resmin o beyin resmi olduğunu hemen anlıyordun. O adamı hiç görmemişsen ve kalabalık içinde o adamı bul deseler, binlerce adam içinden o resim sayesinde onu bulup çıkarabilirdin, İtalyan üstatları herhangi bir adamı, bir diğerinden kıyafetleri ve nişanlarıyla değil, yüzünün şekliyle ayırabilecek gibi resmetmenin usûllerini ve hünerini bulmuşlar. Portre dedikleri şey bu." "Yüzün bir kere olsun böyle resmedilmişse artık hiç kimse unutturamaz seni. Sen çok uzaklardayken bile, resmine bir bakan, seni yakınındaymış gibi içinde hisseder. Yaşarken seni hiç görmemiş olanlar bile, senin ölümünden yıllar sonra, sanki sen karşılarındaymışsın gibi seninle göz göze gelebilirler." Uzun bir süre sustuk. Sofadan sokağa bakan ve aşağı kısmındaki kepenklerini hiç açmadığımız küçük pencerenin balmumlu kumaşla yeni kapladığım üst kısmından içeriye dışarının soğuğu renginde ürpertici bir ışık geliyordu. "Bir nakkaşım vardı," dedim. "Padişahımın bu gizli kitabı için, öteki nakkaşlar gibi, gizlice bana gelir, sabahlara kadar çalışırdık. En iyi tezhibi o yapardı. Zavallı Zarif Efendi bir gece buradan çıktı, ama evine hiç dönmemiş. Öldürmüşlerdir usta müzehhibimi diye korkuyorum."

6

6. B e n , O r h a n

"Öldürmüşler midir?" dedi Kara. Uzun boylu, ince ve biraz da korkutucuydu bu Kara. Onlara doğru gidiyordum ki, "Öldürmüşlerdir," dedi dedem ve beni gördü. "Ne yapıyorsun sen burada?" Ama öyle bir bakıyordu ki bana, hiç çekinmeden gidip kucağına çıkıp oturdum, ama hemen beni indirdi. "Kara'nın elini öp," dedi. Elini öptüm. Kokusuzdu. "Çok sevimli," dedi Kara beni yanağımdan öptü. "İleride aslan gibi olacak." "Bu Orhan, altı yaşında. Bir de büyüğü var, Şevket, yedi yaşında. İnatçıdır o çok." "Aksaray'daki sokağa gittim," dedi Kara. "Soğuktu, her yer kar ve buz içindeydi, ama sanki hiçbir şey değişmemişti." "Her şey değişti, bozuldu her şey," dedi dedem. "Hem de çok." Bana döndü. "Ağabeyin nerede?" "Ustanın yanında." "Sen niye buradasın?" "Ustam bana, aferin, sen artık git." dedi. "Yolu tek başına mı geldin?" dedi dedem. "Seni ağabeyin getirmeli." Sonra Kara'ya dedi ki: "Haftada iki kere Kuran mektebinden sonra gittikleri bir ciltçi dostum var, çıraklık ediyor, ciltçilik öğreniyorlar." "Deden gibi nakış yapmayı da seviyor musun?" dedi Kara. Sustum. "Peki," dedi dedem. "Hadi bakalım sen şimdi." Mangaldan yayılan sıcaklık o kadar tatlıydı ki yanlarından hiç ayrılmak istemedim. Boya ve zamk kokusunu koklayarak bir an durdum. Kahve de kokuyordu. "Başka türlü nakşetmek, başka türlü görmek midir?" dedi dedem. "Zavallı müzehhibi bu yüzden öldürdüler. Üstelik o eski usul tezhip yapardı. Öldürüldüğünü bile bilmiyorum, yalnıza kayıp. Padişahımız için Üstat Başnakkaş Osman'ın emrinde bunlar bir surname resimliyorlar. Hepsi evlerinde çalışır. Üstat Osman nakkaşhanededir. Önce oraya gitmeni ve her şeyi kendi gözünle görmeni istiyorum. Ötekiler, aralarında tartışıp birbirlerini öldürmüşlerdir diye de korkuyorum. Yıllar önce ustaları Başnakkaş Osman'ın verdiği takma adlarla: Kelebek, Zeytin, Leylek.. Onları gider evlerinde görürsün" Merdivenlerden ineceğime gerisin geri döndüm. Hayriye'nin geceleri uyuduğu gömme dolaplı odadan bir tıkırtı geliyordu, oraya girdim. İçeride Hayriye değil, annem vardı. Beni görünce utandı. Gövdesinin yarısı dolabın içindeydi. "Neredeydin sen?" dedi. Ama biliyordu nerede olduğumu. Dolabın içinde bir delik vardır, oradan dedemin nakış odası, onun kapısı açıksa sofa, sonra sofanın öbür tarafında dedemin yattığı odanın içi gözükür, tabi onun da kapısı açıksa. "Dedemin yanındaydım," dedim. "Anne sen ne yapıyorsun burada?"

"Sana misafir var, yanına girilmeyecek, demedim mi?" Bağırıyordu, ama çok yüksek sesle değil, çünkü misafir duymasın istiyordu. "Ne yapıyorlardı?" diye sordu sonra, tatlı sesiyle. "Oturmuşlardı. Boyalarla değil ama. Dedem anlatıyordu, öbürü dinliyordu." "Nasıl oturmuştu?" Birden hop yere oturdum, misafiri taklit ettim: Ben şimdi çok ciddi bir adamım bak anne; ben şimdi kaşlarımı çatmış dedemi dinliyorum, ve mevlit dinler gibi kafamı makamla ciddi ciddi misafir gibi sallıyorum. "Git aşağı," dedi annem. "Hayriye'yi çağır bana. Hemen." Oturdu, kucağına aldığı yazı tahtasının üzerindeki bir küçük kâğıda yazmaya başladı. "Anne ne yazıyorsun sen?" "Çabuk aşağı git Hayriye'yi çağır demedim mi sana." Mutfağa gittim. Ağabeyim gelmiş. Hayriye, önüne misafirin pilavından bir sahan koymuş. "Kalleş," dedi ağabeyim. "Bırakıp beni ustayla, gittin. Bütün kıvırmayı ben yaptım. Parmaklarım mosmor oldu." "Hayriye, annem çağırıyor." "Yemeğim bitince seni dövücem," dedi ağabeyim. "Tembelliğinin, kalleşliğinin cezasını çekeceksin." Hayriye çıkınca ağabeyim pilavını bile bitirmeden kalkıp üzerime geldi. Kaçamadım. Kolumu yakaladı bileğimden, bükmeye başladı. "Yapma Şevket yapma, canım çok acıyor." "Bir daha işi yıkıp kaçacak mısın?" "Kaçmayacağım." "Yemin et." "Yemin ederim." "Kuran üzerine et." "Kuran üzerine ederim." Ama bırakmadı. Beni sininin yanına çekti, çökertti. Bir yandan pilavını kaşıklıyor, bir yandan, benden o kadar kuvvetli ki, kolumu daha da büküyor. "Yine kardeşine işkence etme zalim," dedi Hayriye. Örtünmüş sokağa çıkıyordu. "Bırak onu." "Sen karışma esir kızı," dedi ağabeyim. Kolumu hâlâ büküyordu. "Nereye gidiyorsun sen?" "Limon alacağım," dedi Hayriye. "Yalancı," dedi ağabeyim, "dolap limon dolu." Kolumu gevşettiği için birden kendimi kurtardım, tekme attım, Şamdanı sapından tuttum, ama üzerime atılıp beni altına aldı. Şamdana vurdu, sini devrildi. "Allahın belaları!" dedi annem. Misafir duymasın diye bağırmıyordu. Kara'ya gözükmeden sofayı geçip merdivenden aşağı nasıl inmişti? Bizi ayırdı. "Siz insanı rezil edersiniz, piç kuruları." "Orhan yalan söyledi bugün," dedi Şevket. "Beni ustamın yanında bütün işle bırakıp kaçtı." "Sus," dedi annem, ona bir tokat attı. Hafifçe vurmuştu, ağabeyim de ağlamadı. "Ben babamı istiyorum," dedi. "Babam dönünce Hasan Amca'nın kırmızı kılıcını çekecek ve biz bu evden Hasan Amca'nın yanına döneceğiz." "Sus," dedi annem. Birden öyle öfkelendi ki Şevket'i kolundan tuttuğu gibi çekti sürükleyerek, taşlığın ucundaki karanlığa götürdü. Ben de peşlerinden gitmiştim. Annem kapıyı açtı, beni de görünce: "Girin ikiniz de içeri," dedi. "Ama anne ben bir şey yapmadım," dedim, ama girdim içeri Annem kapıyı üzerimize kapadı, içerisi kör karanlık değildi, nar ağacına bakan kepenklerin aralığından içeriye hafif bir ışık vuruyordu, ama korktum.

"Anne kapıyı aç," dedim. "Üşüyorum." "Ağlama korkak," dedi Şevket, "Açar şimdi." Annem kapıyı açtı. "Misafir gidene kadar uslu duracak mısınız?" dedi. "Peki o zaman, Kara gidene kadar mutfakta ocağın başında oturursunuz, yukarı çıkmayacaksınız." "Orada sıkılırız," dedi Şevket. "Hayriye nereye gitti?" "Her şeye karışıyorsun, çok oluyorsun sen," dedi annem. Ahırda bir atın hafifçe kişnediğini duyduk. Sonra bir daha duyduk. Dedenin atı değil, Kara'nın atıydı bu. Bir panayır günü ya dîni bir bayram sabahı başlıyormuş gibi bir neşe geçti aramızdan. Annem gülümsedi, sanki bizim de gülümsememizi isteyerek. İki adım atıp ahırın bu yana bakan kapısını açtı. "Drrsss," diye seslendi içeri doğru. Döndü, bizi Hayriye'nin yağ kokan fareli mutfağına sokup oturttu. "Sakın misafir gidene kadar buradan çıkayım demeyin Kavga da etmeyin aranızda ki kimse sizin şımarık, huysuz çocuklar olduğunuzu düşünmesin." "Anne," dedim kapıyı kapamadan önce. "Anne, bir şey söyleyeceğim. Dedemin zavallı müzehhibini öldürmüşler."

7

7. B e n i m A d ı m K a r a

Çocuğunu ilk gördüğümde, yıllardır Şeküre'nin yüzünün nesini yanlış hatırladığımı hemen anladım. Orhan'ın yüzü gibi Şeküre'ninki de inceydi, çenesi de hatırladığımdan daha uzundu. Bu yüzden sevgilimin ağzı, tabii ki yıllar boyunca düşündüğümden daha küçük ve dar olmalıydı. On iki yıl boyunca, o şehir senin bu şehir benim gezerken hayalimde Şeküre'nin ağzım istekle genişletmiş, dudaklarını daha derli toplu, ama iri ve parlak bir vişne gibi daha etli ve dayanılmaz hayal etmiştim. Şeküre'nin yüzünün İtalyan üstatlarının usulleriyle yapılmış bir resmi olsaydı yanımda, demek ki, on iki yıl süren yolculuğumun ortalarında bir yerde geride bıraktığım sevgilimin yüzünü artık hiç mi hiç hatırlayamıyorum diye kendimi yersiz yurtsuz hissetmeyecektim hiç. Çünkü içinizde kalbinize nakşeylediğiniz bir sevgilinin yüzü yaşıyorsa eğer, dünya hâlâ sizin evinizdir. Şeküre'nin oğlunu görmek, onunla konuşmak ve yüzüne yakından bakıp öpmek içimde uğursuzlara, katillere, günahkârlara özgü bir huzursuzluk başlattı hemen. İçimden bir ses, "Haydi, şimdi Şeküre'yi git gör." diyordu bana. Bir ara, Eniştemin yanından hiçbir şey demeden çıkayım, sofaya açılan kapıları -göz ucuyla saymıştım, biri merdivenlerinki beş karanlık kapı- hepsini Şeküre'yi bulana kadar tek tek açayım diye düşündüm. Ama yüreğimden geçenleri zamansız ve hesapsızca açıverdiğim için sevgilimden on iki yıl uzak kalmıştım ben. Sessizce ve sinsice bekledim ve Şeküre'nin kimbilir ne kadar sık oturduğu minderlere, dokunduğu eşyalara bakıp Eniştemi dinledim. Sultan'ın bu kitabı Hicret'in bininci yıldönümüne yetiştirmek istediğini anlattı bana. Cihanpenah Padişahımız takvimin bininci yılında, kendisinin ve devletinin Frenklerin usûllerini de onlar kadar kullanabileceğini göstermek istiyordu. Padişah ayrıca bir de surname yaptırttığı için çok meşgul olduğunu bildiği usta nakkaşların evlerinden çıkmamalarını, nakkaşhanenin kalabalığında değil, evlerinde çalışmalarını buyurmuştu. Onların gizlice Enişteme geldiklerinden de haberdardı tabii. "Başnakkaş Üstat Osman'ı görürsün," dedi Eniştem. "Kör olmuş diyorlar, bunamış diyorlar: Bence hem kör hem bunaktır." Usta bir nakkaş olmamasına, aslında bu onun zanaatı hiç olmamasına rağmen Eniştemin Padişah'ın izni ve teşvikiyle bir kitap yaptırıp denetlemesi elbette yaşlı Üstat Başnakkaş Osman ile arasını açacaktı. Çocukluğumu hatırlayarak evin içindeki eşyalara verdim, dikkatimi. Yerdeki Kula işi mavi kilimi, bakır sürahiyi, kahve tepsisini ve bakracı, tâ Çin'den Portekiz üzerinden geldiğini rahmetli teyzemin kaç kere iftiharla söylediği kahve fincanlarını on iki yıl önceden de hatırlıyordum. Bu eşyalar, tıpkı kenardaki sedef kakmalı rahle, duvardaki kavukluk, yumuşaklığını hatırlayarak dokunduğum kırmızı kadife yastık gibi Şeküre'yle çocukluğumuzu geçirdiğimiz Aksaray'daki evden kalmaydı ve o evdeki mutlululuk ve resim günlerimin ışıltısından hâlâ birşeyler taşıyorlardı. Mutluluk ve resim. Bunları hikâyeme ve kederime dikkat gösterecek sevgili okurlarımın benim âlemimin başlangıç noktası olarak hep akıllarında tutmalarını isterim. Bir zamanlar burada kitaplar, kalemler ve resimler arasında çok mutluydum. Sonra âşık oldum da bu Cennet'ten kovuldum. Gençliğimde hayatı ve dünyayı iyimserlikle benimsememe yol açtığı için Şeküre'ye ve ona olan aşkıma çok şey borçlu olduğumu aşk sürgünlüğü çektiğim yıllarda çok düşünmüşümdür. Bir çocuk saflığıyla, aşkıma karşılık alacağımdan kuşkum olmadığı için, aşırı iyimserdim ve dünyayı da iyimserlikle kabul edip iyi bir yer olarak görüyordum. Kitapları, Eniştemin o zamanlar bana oku dediği şeyleri, medresede öğretilenleri, nakşı ve resmetmeyi işte bu iyimserlikle benimseyerek sevdim. Eğitimimin güneşli ve şenlikli bu ilk ve en zengin yarısını Şeküre'ye duyduğum aşka borçlu olduğum kadar, onu berbat eden karanlık bilgilerimi de reddedilmeye borçluyum: Buz gibi gecelerde, han odalarında ocağın sönen aleviyle birlikte yok olup gitme isteği, seviştikten sonra rüyalarımda sık sık yanımdaki

kadınla birlikte ıssız bir uçuruma düştüğümü görmem ve "beş para etmez herifin tekiyim" fikri Şeküre'den bana mirastır. "Ölümden sonra," dedi Eniştem çok sonra, "ruhlarımızın bu dünyada yataklarında mışıl mışıl uyumakta olanların ruhlarıyla buluşabileceğini biliyor muydun?" "Bilmiyordum." "Ölümden sonra bir uzun yolculuk var, bu yüzden ölmekten korkmuyorum. Korktuğum Padişahımızın kitabını bitiremeden ölmek." Aklımın bir yanı kendimi Enişteme göre daha güçlü, daha aklı başında ve sağlam bulurken, diğer yanı da on iki yıl önce kızının benimle evlenmesine izin vermeyen bu adama gelirken aldığım kaftanın pahalılığına, merdivenden şimdi inip ahırdan çıkarıp bineceğim atın gümüş koşumlarına ve işlemeli eğer takımına takılmıştı. Nakkaşlar arasında öğrendiğim her.şeyi ona yetiştireceğimi söyledim. Elini öptüm, merdivenleri indim, avluya çıktım, kar soğuğunu üzerimde hissettim de ne bir çocuk ne de yaşlı bir adam olduğumu hatırladım: Dünyayı mutlulukla tenimde hissediyordum. Ahırın kapısını kaparken bir rüzgâr esti. Taşlıktan avluya geçerken geminden tutup çektiğim beyaz atım benimle birlikte ürperdi: Onun geniş damarlı güçlü bacaklarım, sabırsızlığını, o zor zaptedilir halini kendimin bildim. Sokağa çıkar çıkmaz, tam bir hamlede atımın üzerine atlamak üzereydim ki, tam bir daha hiç dönmem diyen masalsı atlı gibi dar sokaklardan kaybolacaktım ki, nereden çıktığını hiç anlayamadığım koskocaman bir kadın, baştan aşağı pembeler giyen bir Yahudi, elinde bohçası üzerime geldi. O kadar büyük ve genişti ki, dolap gibiydi. Ama hareketli, canlı, hatta işveliydi de. "Aslanım, delikanlım, hakikaten dedikleri kadar yakışıklıymışsın sen," dedi. "Evli misin, bekâr mısın, gizli sevgilin için İstanbul'un en başta gelen bohçacısı Ester'den ipek mendil alır mısın?" "Yok." "Atlastan bir kızıl kuşak?" "Yok." "Yok, yok, deme bakayım! Senin gibi bir aslanın nişanlısı, gizli sevgilisi olmaz mı hiç? Kaç gözü yaşlı kız senin için cayır cayır yanıyordur kimbilir?" Bir anda gövdesi bir cambazın narin gövdesi gibi uzadı ve şaşırtıcı bir zarafetle bana sokuldu. Aynı anda yoktan var eden hokkabazın hüneriyle, elinde bir mektup belirdi. Mektubu kaşla göz arasında kaptım ve sanki yıllardır bu an için terbiye edilmişim gibi hünerle kuşağımın içine soktum. Koca bir mektuptu ve kuşağımın içinde belimle göbeğimin arasında buz gibi tenimin üzerinde şimdiden ateş gibi hissediyordum onu. "Atına bin, rahvan sür onu," dedi bohçacı Ester. "Bu duvarla birlikte sağa sokağa dön, istifini hiç bozmadan git, ama nar ağacının yanına gelince dön ve çıktığın eve bak, karşındaki penceresine." Yoluna devam edip bir anda kayboldu. Ata bindim, ama hayatında ilk defa ata binen acemi gibi. Kalbim koşar gibi atıyordu, aklım telaşa kapılmıştı, ellerim atın koşumlarını nasıl tutacağım şaşırmıştı, ama bacaklarım atın gövdesini sıkı sıkıya sarınca sağlam bir akıl ve hüner hakim oldu atıma ve bana ve Ester'in dediği gibi, tamı tamına rahvan yürüdü akıllı atım ve sağa sokağa da döndük ne güzel! O zaman hissettim belki de gerçekten yakışıklı olduğumu. Masallardaki gibi her kepengin, her kafesin arkasından mahalleli bir kadın beni seyrediyordu ve ben yeniden aynı yangınla yanmak üzere olduğumu hissediyordum. Bu muydu istediğim? Onca yıllık hastalığa geri mi dönüyordum? Birden güneş açılıverdi de şaşırdım. Nar ağacı nerede? İşte bu kederli, cılız ağaç mı? Evet o! Atımın üzerinde hafifçe yan döndüm: Tam karşımda bir pencere vardı, ama kimse yoktu orada. Cadaloz Ester beni aldattı! Diyordum ki, birden, buzla kaplı kepenk patlar gibi açıldı ve orada güneşte ışıl ışıl parlayan pencerenin çerçevesi içinde gördüm on iki yıl sonra, güzel yüzü karlı dallar arasından. Kara gözlüm bana mı bakıyordu, benden ötede başka bir hayata mı? Hüzünlü müydü, gülümsüyor muydu, yoksa hüzünle mi gülümsüyordu anlayamadım. Ahmak atım, yüreğime uyma sen, yavaşlasana! Yine de eğerimin üzerinde pervasızca geri döndüm, sonuna kadar özlemle baktım, beyaz dalların arkasındaki zarif ve ince yüzü kayboluncaya kadar. Benim atımın üzerinde, onun da pencerede duruşumuzun Hüsrev'in Şirin'in penceresinin altına geldiği o binlerce kere resmedilmiş meclise -aramızda ama biraz arkada kederli bir ağaç da vardı- ne kadar da çok benzediğini çok sonra, bana verdiği mektubu açtıktan, içindeki resmi gördükten sonra anladığımda sevdiğimiz bayıldığımız o kitaplarda resmedildiği gibi aşktan cayır cayır yanmaktaydım.

8

8. B e n i m A d ı m E s t e r

Kara'ya verdiğim mektupta neler yazdığım hepinizin merak ettiğini biliyorum. Bu bende de bir merak olduğu için hepsini öğrendim. İstiyorsanız hikâyenizin sayfalarını geri geri çeviriyormuş gibi yapın da bakın ben ona o mektubu vermeden daha önce neler oldu, bir anlatayım. Şimdi, akşamüstündeyiz, Haliç'in çıkışındaki bizim Yahudi mahalleciğimizdeki evimizde kocam Nesim'le oturuyoruz da ocağa of-puf iki ihtiyar, odun atarak ısınmaya çalışıyoruz. Bakmayın şimdi kendime ihtiyar deyivermeme, ipek mendillerin, eldivenlerin, çarşafların, Portekiz gemisinden çıkma renkli gömlekliklerin arasına yüzüktü, küpeydi, gerdanlıktı gibi hem pahalısından hem ucuzundan karıları heyecanlandıracak incikboncuk da koydum mu, takarım bohçamı koluma İstanbul kazan Ester kepçe, girmediğim sokak kalmaz. Kapıdan kapıya taşımadığım mektup, dedikodu yoktur ve bu İstanbul'un kızlarının yarısını ben evlendirdim, ama şimdi bu sözü övünmek için açmamıştım. Diyordum ki, akşamüstü oturuyorduk, tık tık, kapı çaldı, gittim açtım, karşımda bu salak cariye Hayriye. Elinde de mektup. Soğuktan mı, heyecandan mı anlayamadım titreye titreye bana Şeküremin ne istediğini anlatıyor. Önce bu mektup Hasan'a götürülecek sandım da şaşırdım. Güzel Şeküre'nin savaştan bir türlü dönmeyen kocası -bana kalırsa postu çoktan deldirtmiştir o bahtsız- var ya. İşte evine dönmez savaşçı kocanın bir de gözü dönmüş kardeşi var; Hasan'dır adı. Ama anladım ki Şeküre'nin mektubu Hasan'a değil, bir başkasınaymış. Ne yazıyor mektupta, Ester meraktan kuduracak. Sonunda mektubu okumayı başardım. Sizlerle de öyle fazla tanışmıyoruz. Açıkçası, birden bir utanma sıkılma geldi üzerime. Mektubu nasıl okudum size söylemeyeceğim Belki benim merakımı -siz de en azından berberler kadar meraklı değil misiniz sanki- ayıplar, bor görürsünüz beni. Ben size yalnızca mektubu bana okurlarken işittiğimi söyleyivereyim. Şöyle yazmıştı şeker Şeküre: "Kara Efendi, babamla olan yakınlığına dayanarak evime geliyorsun. Ama zannetme ki benden herhangi bir işaret alacaksın. Sen gittiğinden beri çok şey oldu. Evlendim, aslan gibi iki çocuğum var. Bir tanesi Orhan, demin içeri girmiş de görmüşsün. Ben dört yıldır kocamı bekliyorum ve başka da bir şey düşünmüyorum. Kendimi iki çocuk ve ihtiyar bir babayla kimsesiz, çaresiz ve güçsüz hissedebilirim, bir erkeğin gücüne ve koruyuculuğuna ihtiyacım olabilir, ama kimse bu durumumdan yararlanabileceğini sanmasın. Bu yüzden lütfen bir daha kapımızı çalma. Bir kere zaten mahcup etmiştin ve o zaman benim, babamın gözünde kendimi temize çıkarmam için ne kadar çile çekmem gerekmişti! Sana bu mektupla birlikte, aklı bir karış havada bir gençken nakşedip bana yolladığın resmi de geri gönderiyorum. Hiçbir umut beslemeyesin, hiçbir yanlış işaret almayasın diye. İnsanların bir resme bakıp âşık olabileceklerini sanmak yalanmış. Ayağın evimizden kesilsin, en iyisi budur" Zavallı Şeküreciğim, bir erkek, bey, paşa değil ki altına gösterişli mührünü vursun! Kâğıdın dibine adının ilk harfini, küçük, ürkek bir kuş gibi atmış, o kadar. Mühür, dedim. Ben bu mühürlü mektupları nasıl açıp kapıyorum diye merak ediyorsunuzdur. Mühürlü değil ki mektuplar. Bu Ester cahil bir Yahudidir, bizim yazımızı sökemez diye düşünüyor canım Şekürem. Doğru, ben sizin yazınızı okuyamam, ama başkasına okuturum. Mektubunuzu ise pekâlâ kendim okurum. Aklınız mı karıştı? Şöyle izah edeyim ki en kalın kafalınız da anlasın. Bir mektup diyeceğini yalnız yazıyla demez. Mektup tıpkı kitap gibi, koklayarak, dokunarak, elleyerek de okunur. Bu yüzden akıllı olanlar, oku bakalım, mektup ne diyor, derler. Aptallar da; oku bakalım, ne yazıyor, derler. Hüner yalnız yazıyı değil, mektubun tümünü okumakta. Dinleyin bakalım Şeküre başka ne demiş, 1. Mektubu gizlice yolluyorsam da, mektup taşımayı iş ve huy edinmiş Ester ile yollamakla öyle fazla bir gizlilik maksadım yoktur, diyor.

2. Kâğıdın muska böreği gibi fazla fazla katlanması da gizlilik ve sır anlamına geliyor. Oysa mektup açık. Üstelik yanında koca bir resim var. Maksat sırrımızı aman herkesten saklayalım, gibi yapmak. Bu da, aşkı geri çevirme mektubundan çok, aşka davet mektubuna yakışır. 3. Ki mektubun kokusu da bunu doğruluyor. Eline alanın kararsız kalacağı kadar belirsiz (acaba bilerek mi koku sürülmüş?) ama kayıtsız kalamayacağı kadar çekici (bu bir ıtır kokusu mu yoksa onun elinin kokusu mu?) bu koku, mektubu bana okuyan zavallının aklını başından almaya yetti. Sanırım Kara'nın da aynı şekilde aklını başından alacaktır. 4. Okumaz yazmaz bir Ester'im ben, ama hattın akışından, bu kalemin, aman acele ediyorum, önemsemeden dikkatsizce yazıveriyorum demesine rağmen, harflerin hep birlikte tatlı bir rüzgâra kapılmış gibi zarifane titreyişlerinden, içinden içinden tam tersini söylediği anlaşılıyor. Orhan'dan söz ederken "demin" diyerek şimdi yazıldığını ima etmesine rağmen, belli ki bir müsvette yapılmış, çünkü dikkat seziliyor her satırda. 5. Mektupla yollanan resim, ben Yahudi Ester'in bile bildiği masaldaki güzel Şirin'in yakışıklı Hüsrev'in resmine bakıp âşık olmasını anlatıyor. İstanbul'un hülyalı kadınlarının hepsi bayılırlar bu hikâyeye, ama ilk defa resminin yollandığını görüyorum. Siz okuryazar talihlilerin sık sık başına gelir: Okuması olmayan biri yalvarır da ona gelmiş bir mektubu okursunuz. Yazılanlar el kadar sarsıcı, heyecan verici, huzursuz edicidir ki, mektup sahibi kendi mahremiyetine ortak olmanızdan da mahcup, utana sıkıla yazıyı bir daha okumanızı rica eder. Yine okursunuz. Sonunda mektup o kadar çok okunur ki ikiniz de ezberlersiniz. Bundan sonra mektubu ellerine alır, bu lafı şurada mı ediyor, şunu burada mı demiş, diye size sorar ve parmağınızın ucuyla sizin gösterdiğiniz noktaya oradaki harfleri anlamadan bakarlar. Okuyamadıkları ama ezberledikleri sözlerin harflerin kıvrılışına bakarken bazen, bazen öyle içlenirim ki ben, kendimin de okuma yazma bilmediğini unutur da mektuplara gözyaşı döken bu okumasız yazmasız kızları öpmek gelir içimden. Bir de şu uğursuzlar vardır, sakın benzemeyin onlara: Kız mektubunu eline alıp ona yeniden dokunmak, nerede hangi sözün dendiğini anlamadan bakmak istediğinde ona, "Ne yapacaksın, okuman yok, daha neye bakacaksın," diyen bu hayvanların, kimisi sanki kendisinmiş gibi kızın mektubunu geri bile vermezler de onlarla kavga edip mektubu geri almak bazen bana, Ester'e düşer. Böyle iyi bir karıyımdır işte ben Ester, seversem sizi, size de yardım ederim

9

9. B e n , Ş e k ü r e

Kara, beyaz atının üzerinde, tam karşımdan geçerken ben niye! orada penceredeydim? Tam o anda, bir sezgiyle niye kepengi açmıştım da karlı nar dallarının arasından onu görünce öyle uzun uzun bakmıştım? Bunları size tam söyleyemem. Hayriye ile Ester'e ben haber saldım; Kara'nın oradan geçeceğini biliyordum elbette. Nar ağacına bakan gömme dolaplı odaya, o ara, ben tek başıma sandıklardaki çarşaflara bakmak için çıkmıştım. İçimden öyle geldiği için kepengi o an coşkuyla bütün gücümle itince önce odaya güneş doldu: Pencerede durdum ve Kara ile güneşten gözlerim kamaşır gibi göz göze geldim; çok güzeldi. Büyümüş, olgunlaşmış, gençliğindeki o sarsak sallantılı halini üzerinden atmış da yakışıklı olmuş. Bak Şeküre, dedi yüreğim bana, Kara yalnızca yakışıklı değil, gözlerinin içine bak, yüreği çocuk gibi, ne kadar temiz, ne kadar yalnız. Evlen onunla. Ama ben ona tam tersini yazdığım bir mektup gönderdim. Benden on iki yaş büyük olmasına rağmen, ben on ikisindeyken, ondan daha yetişkin olduğumu bilirdim. O zamanlar karşımda bir erkek gibi dimdik durup, şunu yapacağım, bunu yapacağım, şuradan atlayıp, buraya tırmanacağım diyeceğine, her şeyden utanmış olarak önündeki kitabın ve resmin içine gömülür, gizlenirdi. Sonra o da bana âşık oldu. Bir resim çizip aşkını ifade etti. İkimiz de büyümüştük artık. On iki yaşıma geldiğimde Kara'nın benim gözlerimin içine bakamadığını, sanki göz göze gelirsek bana âşık olduğunu anlayacağımdan korktuğunu sezdim. "Şu fildişi saplı bıçağı verir misin?" derdi mesela, ama bıçağa bakardı da sonra gözünü kaldırıp benim gözümün içine bakamazdı. "Vişne şerbeti güzel mi?" diye sorarsam mesela, bani hepimizin ağzımız doluyken yaptığı gibi tatlı bir gülümseme, bir yüz ifadesiyle güzel olduğunu ifade edemezdi. Bir sağırla konuşur gibi bütün gücüyle "Evet," diye bağırırdı. Çünkü korkudan suratıma bakamazdı. Çok güzeldim o zamanlar. Bütün erkekler, uzaktan, perdeler, kapılar ve kumaşların kalabalığı arasından da olsa, bir kere beni görebilmiş olanlar hemen âşık olurlardı bana. Bunları övünmek için değil, hikâyemi anlayın da kederimi paylaşın diye söylüyorum. Herkesin bildiği Hüsrev ile Şirin'in hikâyesinde bir an vardır, Kara ile ben çok konuşmuştuk bunu. Hüsrev ile Şirin'i birbirlerine âşık etmeye niyetlidir Şapur. Bir gün, Şseafoodplus.infoleriyle birlikte kır gezintisine çıktığında, altlarında oturup dinlendikleri ağaçlardan birinin dalma Şapur gizlice Hüsrev'in resmini asar. Şirin yakışıklı Hüsrev'in o güzel bahçenin bir ağacına asılı resmim görünce âşık olur ona. Bu ânı, nakkaşların dediği gibi bu meclisi, Şirin'in Hüsrev'in dala asılı resmine hayranlık ve şaşkınlıkla bakışını gösterir çok resim yapılmıştır. Kara babamla çalışırken pek çok kere görüp bir iki kere de baka baka istinsah etmişti bu resmi tam aynısı gibi. Sonra bana âşık olunca bir kere de kendi için yeniden yapmış. Ama resimdeki Hüsrev ile Şirin'in yerine kendisiyle beni, Kara ile Şeküre'yi resmetmiş. Resimdeki kız ile erkeğin bizler olduğunu altındaki yazı olmasaydı bir tek ben anlayabilirdim, çünkü bazen şakalaşırken beni ve kendini aynı hatlarla, renklerle resmederdi: Ben maviler içinde; kendisi de kırmızı olurdu. Bu yetmiyormuş gibi, bir de Hüsrev'in ve Şirin'in resimlerinin altına adlarımızı yazmıştı. Resmi bir suç gibi, benim görebileceğim bir yere bırakmış kaçmıştı. Resme bakışımı, ondan sonra ne yapacağımı seyrettiğini hatırlıyorum. Şirin gibi ona âşık olamayacağımı çok iyi bildiğim için önce hiç renk vermedim. Tâ Uludağ'dan getirildiği söylenen buzlarla soğutulan vişne şuruplarıyla serinlemeye çalıştığımız o yaz gününün akşamı, Kara evine döndükten sonra, onun bana ilam aşk ettiğini babama söyledim. Kara o zamanlar medreseden yeni çıkmıştı. Kenar mahallelerde müderrislik ediyor, kendi isteğinden çok babamın zorlamasıyla pek güçlü, pek itibarlı olan Naim Paşa'ya intisap etmeye çalışıyordu. Babama göre aklı bir karış havadaydı. Naim Paşa'nın yanına girebilmesi, en azından bir katiplikle işe başlayabilmesi için dertlenen ve Kara'nın da bunun için pek bir şey yapmadığını, yani akılsızlık ettiğini söyleyen babam, o akşam bizi kastederek, "Gözü çok daha yukarılardaymış meğer fakir yeğenin," demişti. Anneme aldırmayarak, şöyle de demişti: "Sandığımızdan da akıllıymış meğer." Ondan sonraki günlerde babam neler yaptı, ben Kara'dan nasıl uzak durdum, önce evimizden, sonra bütün bütün semtimizden; ayağı nasıl kesildi, bütün bunları kederle hatırlıyorum, ama size anlatmak istemiyorum: Babamı ve beni sevmezsiniz diye. İnanın bana, başka çaremiz yoktu. Umutsuz aşk umutsuz olduğunu anlar,

kural tanımaz gönül dünyanın kaç bucak olduğunu kavrar da böyle zamanlarda makul insanlar kibarca "bizi birbirimize uygun bulmadılar" diyerek kısa keserler ya haklı olarak: Öyleydi işte. Annemin birkaç kere "Bari çocuğun kalbini kırmayın," dediğini hatırlatayım. Annemin çocuk dediği Kara yirmi dört, ben ise onun yarı yaşındaydım. Babam Kara'nın aşk ilanını küstahça bulduğu için annemin ricasını kasten yerine getirmemiş de olabilir. İstanbul'dan gittiği haberini aldığımızda onu büsbütün unutmadıysak bile gönlümüzden tamamen çıkarmıştık. Yıllarca hiçbir şehirden haberini de almadığımız için, yapıp da bana gösterdiği resmi çocukluk hatıralarımızın ve çocukça arkadaşlığımızın bir nişanesi olarak saklamamın yerinde olduğunu düşünmüşümdür. Önceleri babam, sonraları da savaşçı kocam resmi bulup huzursuz olmasın, kıskanmasın diye altındaki Şeküre ile Kara kelimelerinin üstünü babamın Hasan Paşa mürekkebi sanki damlamış da damladan çiçekler yapılmış gibi ustaca örtmüştüm. Bugün ona o resmi geri yolladığıma göre, aranızda pencerede onun karşısına çıkıvermiş olmamı benim aleyhime yorumlamaya çalışanlar varsa, belki biraz utanır, belki biraz düşünürler. Onun karşısına on iki yıl sonra birdenbire çıktıktan sonra orada, pencerenin önünde, akşam güneşinin kızıl ışıkları içinde bir süre kaldım da, bahçenin bu ışıkta hafifçe kırmızımsı bir renge, turunç rengine bürünüşüne, iyice üşüyene kadar hayranlıkla baktım Hiç rüzgâr yoktu. Sokaktan geçen biri ya da babam beni açık pencerede görseydi, ya da Kara atıyla geri dönüp önümden geçseydi ne derlerdi umurumda değildi. Haftada bir güle oynaya hamama gittiğim Ziver Paşa'nın kızlarından o hem sürekli gülen, eğlenen, hem de en olmadık zamanda en şaşırtıcı lafı eden Mesrure bir keresinde, hiçbir zaman tam ne düşündüğünü insanın kendisinin bile bilemeyeceğini söylemişti bana. Ben şöyle düşünürüm: Bazen bir şey söylüyorum, onu düşünmüş olduğumu söylerken anlıyorum, ama anladığını vakit tam tersim inançla düşünüyorum. Babamın eve çağırdığı ve hepsini tek tek dikizlediğimi sizden saklamayacağım nakkaşlardan zavallı Zarif Efendi'nin kocam gibi kayıp olmasına üzüldüm. En çirkin ve fakir ruhluları da oydu. Kepengi kapadım, odadan çıktım, aşağıya mutfağa indim. "Anne, Şevket seni dinlemedi," dedi Orhan. "Kara ahırdan atını alırken mutfaktan çıktı da delikten onu seyretti." "Ne var!" dedi Şevket elinde havanın eli. "Annem de dolabın içindeki delikten seyrediyordu onu." "Hayriye," dedim. "Akşama bunlara badem ezmeli, şekerli ekmek kızartırsın az yağda." Orhan tepinerek sevindi de, Şevket hiç ses etmedi. Yukarı merdivenleri çıkarken ikisi de bağıra bağıra arkamdan yetişip, paldır küldür, bir neşeyle itişerek yanımdan geçerlerken: "Yavaş, yavaş," dedim ben de kahkahalar atarak. "Kör olasıcalar." Birer tatlı yumruk indirdim narin sırtlarına. Ne kadar güzeldir akşamüstü evde çocuklarla birlikte olmak! Babam sessizce kitabına vermişti kendini. "Misafiriniz gitti," dedim. "Umarım sıkmamıştır sizi." "Yok," dedi. "Eğlendirdi beni. Eskisi gibi Eniştesine saygılı." "İyi." "Ama ihtiyatlı ve hesaplı da." Bunu, benim tepkimi ölçmekten çok Kara'yı küçümser bir havayla, konuyu kapatmak için söylemişti. Başka zaman olsaydı sivri dilimle bir cevap yetiştirirdim. Bu sefer, hâlâ beyaz atı üzerinde ilerlediğini hissettiğim o adamı düşündüm de ürperdim. Sonra, dolaplı odada nasıl oldu bilmiyorum Orhan ile birbirimize sarılmış bulduk kendimizi. Şevket de sokuldu; bir an aralarında itiştiler. Kavgaya tutuştular zannediyordum ki sedire yuvarlanmış bulduk kendimizi. Köpek yavruları gibi onları sevdim; başlarının arkasından, saçlarından öptüm, göğsüme bastırdım onları, ağırlıklarım memelerimin üzerinde hissettim. "Hımmn" dedim. "Saçlarınız kokuyor sizin. Hayriye ile hamama gidersiniz yarın." "Ben artık Hayriye ile hamama gitmek istemiyorum," dedi Şevket. "Çok mu büyüdün sen," dedim. "Anne niye bu güzel mor gömleğini giydin?" dedi Şevket. İçeri odaya gittim, mor gömleği çıkardım. Hep giydiğim soluk yeşili geçirdim üzerime. Giyinirken üşüdüm, ürperdim, ama tenimin ateş gibi olduğunu, dahası gövdemin canlılığını, diriliğini hissettim. Yanaklarımda bir parça allık vardı, çocuklarla itişir, öpüşürken silinip dağılmıştır, ama onu da tükürüp avucumun içiyle iyice yaydım. Biliyor musunuz, hısım akrabalar, hamamda gördüğüm kadınlar, beni gören herkes yirmi dört yaşında

iki çocuklu geçkin bir kadın değil de. on altı yaşında bir genç kız gibi olduğumu söylerler. Onlara inanmanızı, sizin de inanmanızı istiyorum, anladınız mı, yoksa hiç anlatmayacağım. Sizinle konuşmamı yadırgamayın. Babamın kitaplarındaki resimlere yıllardır bakar, içlerinde hep kadınları, güzelleri ararım. Seyrek de olsa vardırlar ve hep mahcup, utangaç, önlerine, en fazla özür diler gibi birbirlerine bakarlar. Erkekler, savaşçılar ve padişahlar gibi başlarını kaldırıp dimdik dünyaya baktıkları hiç olmaz. Ama aceleyle nakışlanmış ucuz kitaplarda, ressamın dikkatsizliği yüzünden bazı kadınların gözleri yere, hatta resmin içinde başka bir şeye, ne bileyim bir kadehe ya da sevgiliye bakmaz da, doğrudan okuyucuya bakar. Kimdir baktıkları o okuyucu, diye düşünürüm hep. Tâ Timur zamanından kalma iki yüz yıllık kitaplarla, meraklı gâvurların altınları verip tâ memleketlerine götürdükleri ciltler aklıma gelince ürperirim: Belki de benim şu hikâyemi öyle tâ uzaklardan biri, bir gün dinleyecektir. Kitaplara geçme isteği bu değil mı, bütün padişahlar, vezirler, kendilerini anlatan, kendilerine adanmış kitapları yazanlara keseler dolusu altını bu ürperti için vermiyorlar mı? Bu ürpertiyi içimde duyduğumda, ben de, tıpkı bir gözü kitabın içindeki hayata, bir gözü de kitabın dışına bakan o güzel kadınlar gibi, beni kimbilir tâ hangi yerden ve zamandan seyretmekte olan sizlerle de konuşmak isterim. Ben güzelim, akıllıyım ve beni seyrediyor olmanız da hoşuma gidiyor. Arada bir bir iki yalan söylesem de, bu benim hakkımda yanlış bir fikir edinmeyesiniz diyedir. Belki sezmişsinizdir, babam beni çok sever. Benden önce üç oğlu olmuş, ama Allah onların canını teker teker almış da ben kıza dokunmamış. Babam üzerime titrer, ama onun seçtiği bir adamla evlenmedim ben; kendi görüp beğendiğim bir sipahiye vardım. Babama kalsa beni vereceği adam hem en büyük âlim olacak, hem nakıştan, sanattan anlayacak, hem güç iktidar sahibi olacak, hem de Karun gibi zengin olacaktı ki, böyle bir şey onun kitaplarında bile olmayacağı için ben yıllarca evde oturup bekleyecektim. Kocamın yakışıklılığı dillere destandı, kendim de aracılarla haber salıp bir fırsatını bulup hamam dönüşü karşıma çıkıverince gördüm, gözlerinden ateş çıkıyordu, hemen âşık oldum. Esmerdi, bembeyaz tenli, yeşil gözlü bir güzeldi; güçlü kolları vardı, ama aslında uyuyakalmış çocuk gibi hep masum ve sessizdi. Belki de, bütün gücünü savaşlarda adam öldürerek, ganimet toplayarak tükettiği için, bana belli belirsiz kan kokar gibi gelirdi, ama evde hamın gibi yumuşacık ve sakin dururdu. Babamın yoksul bir savaşçı diye önce istemediği ve ben kendimi öldürürüm dediğim için beni vermeye razı olduğu bu adam, savaştan savaşa kahramanca koşarak en büyük yiğitlikleri yaparak on bin akçelik bir tımar sahibi oldu ki herkes bizi kıskanırdı. Dört yıl önce Safevilerle savaştan dönen orduyla birlikte geri gelmemesine önceleri aldırmadım. Çünkü savaştıkça ustalaşıyor, kendi başına işler çeviriyor, daha büyük ganimetler getiriyor, daha büyük tımarlara çıkıyor, daha çok asker yetiştiriyordu. Ordunun yürüyüş kolundan ayrılıp kendi adamlarıyla birlikte dağlara doğru gittiğini söyleyen şahitler de vardı. Önceleri hep şimdi dönecek diye umdum, ama iki yılda yavaş yavaş yokluğuna alıştım, İstanbul'da benim gibi kocası kayıp ne kadar çok savaşçı karısı olduğunu anlayınca durumumu kabullendim. Geceleri yataklarımızda çocuklarla birlikte birbirimize sarılır ağlaşırdık. Ağlaşmasınlar diye onlara bir yalan atar, mesela filanca söylemiş, kanıtı var, babanız bahar gelmeden dönüyor der, daha sonra benim yalanım onların ağzından, başkalarının kulağına değişe dolaşa, dönüp bana "Müjde" diye geri gelince herkesten önce ben inanırdım. Kocamın gün görmemiş, ama çelebi ruhlu Abaza babası ve onun gibi yeşil gözlü kardeşiyle birlikte Çarşıkapı'da bir kira evinde oturuyorduk. Evin orta direği kocam kaybolunca sıkıntılar; başladı. Kayınpeder büyük oğlunun savaşa savaşa zenginleşmesi üzerine bıraktığı aynacılık işine o yaştan sonra geri döndü. Kocamın gümrükte çalışan bekâr kardeşi Hasan, eve getirip bıraktığı para çoğaldıkça erkeklik taslamaya başladı. Ev işlerini gören cariye kızı, kirayı verememekten korktukları bir kış, alelacele esir pazarına götürüp sattılar ve benden onun gördüğü mutfak işlerini görmemi, çamaşırı yıkamamı, hatta çarşı pazara çıkıp alışveriş etmemi istediler. Ben bu işleri görecek kadın mıyım, demedim, yüreğime taş basıp hepsini yaptım. Ama artık geceleri odasına alacak bir cariyesi olmayan kayınbirader Hasan, benim kapımı zorlamaya başlayınca ne yapacağımı şaşırdım. Elbette hemen buraya, baba evine dönebilirdim, ama kadıya göre kocam hukuken yaşadığına göre, onları öfkelendirirsem beni çocuklarla birlikte zorla kayınpederimin yanına, yani kocamın evine geri götürmekle kalmaz, bunu yaparken beni ve beni alıkoyan babamı cezalandırıp aşağılayabilirlerdi. Aslına bakılırsa, kocamdan daha insancıl ve makul bulduğum ve tabii ki bana çok fena âşık olduğunu bildiğim Hasan ile sevişebilirdim. Ama bunu düşüncesizce yapmak beni sonunda onun karısı değil, Allah korusun, cariyesi olmaya götürürdü. Çünkü, mirastan payımı istemeye kalkarım, hatta belki de, onları terk eder, çocuklarla babamın yanına dönerim diye korktukları için, kocamın kadı gözünde öldüğünü onlar da kabul etmeye razı değillerdi hiç. Kocam kadıya göre ölmemişse, Hasan ile evlenemezdim tabii, ama başka birisiyle de evlenemeyeceğini için ve bu durum da o eve ve evliliğe beni bağladığı için kocamın "kayıp" olması, sürüp gitmekte olan o belirsiz durum, onlara göre

tercih edilebilir bir şeydi. Çünkü unutmayın ki, onların ev işlerini görüyor, yemeklerinden çamaşırlarına her işlerini yapıyordum ve biri de bana deli gibi âşıktı. Kayınpederim ve Hasan için en iyi çözüm, benim Hasan ile evlenmemdi, ama bunun için önce şahitleri ayarlamak, sonra kadıyı ikna etmek şarttı. O zaman kayıp kocamın en yakınları, babası ve kardeşi de rıza gösterdiğine göre, kocamın artık ölüden sayılmasına karşı çıkan biri olmayacağına göre, kadı da, biz bu adamın savaşta ölüsünü gördük, diyen yalancı şahitlere üç beş akçeye inanır gözükecekti. En büyük sorun, dul düştükten sonra evi terketmeyeceğime, miras hakkı, ya da evlenmek için para istemeyeceğime, daha önemlisi kendi seçimim ile Hasan ile evleneceğime onu inandırabilmemdi. Bu konuda ona güven vermek için onunla sevişmem ve bunu boşanabilmek için değil -inandırıcı olacak bir şekilde- ona âşık olduğum için yapmam gerektiğini elbette anlamıştım. Gayret etsem Hasan'a âşık olabilirdim. Hasan kayıp kocamdan sekiz yaş küçüktü, kocam evdeyken kardeşim gibiydi ve bu duygu beni ona yaklaştırmıştı. İddiasız, ama tutkulu oluşunu, çocuklarımla oynamayı sevişini ve bana bazen sanki o susuzluktan ölen birisi, ben de bir bardak soğuk vişne şerbetiymişim gibi özlemle bakışını seviyordum. Ama bana çamaşır yıkatan, cariyeler, köleler gibi çarşı pazar gezip alışveriş etmemden gocunmayan birine âşık olabilmem için çok gayret etmem gerektiğini de biliyordum. Babamın evine gidip gidip tencerelere, kap kaçağa, fincanlara bakıp uzun uzun ağladığım ve geceleri birbirimize destek olmak için çocuklarla koyun koyuna uyuduğumuz o günlerde Hasan bana o fırsatı vermedi. Benim de ona âşık olabileceğime, evlenebilmemiz için gerekli bu tek yolun gerçekleşebileceğine inanamadığı, kendine güveni olmadığı için edepsizlikler etti. Bir iki kere beni sıkıştırmaya, öpmeye, ellemeye kalktı, kocamın hiç dönmeyeceğini beni öldüreceğini söyledi, tehditler savurdu, çocuk gibi ağladı ve aceleciliği ve telaşıyla efsanelerde anlatılan gerçek ve soylu aşka vakit tanımadığı için onunla evlenemeyeceğimi anladım. Bir gece çocuklarla birlikte yattığımız odanın kapısını zorlayınca hemen kalktım, çocukların korkmasına aldırmadan avazım çıktığı kadar bağırıp eve kötü cinlerin girdiğini söyledim. Kayınpederi uyandırdım ve daha hevesinin şiddeti geçmemiş olan Hasan'ı cin korkuları ve çığlıklarım arasında babasına teşhir ettim. Benim abuk sabuk ulumalarım, ipe sapa gelmez cin laflarım arasında, aklı başında ihtiyar, berbat gerçeği, oğlunun sarhoş olduğunu ve diğer oğlunun iki çocuklu karısına edepsizce yaklaştığını utançla farketti. Sabaha kadar uyumayacağımı, cine karşı oğullarımı kapının önünde oturup bekleyeceğimi söyleyince ses etmedi. Sabah hasta babama bakmak için uzun bir zamanlığına, çocuklarla birlikte baba evine döneceğimi ilan edince yenilgiyi kabullendi. Kocamın satmayıp savaşlardan bana getirdiği Macar'dan ganimeti zilli saati, en asabi Arap atının sinirinden yapılmış kamçıyı, çocukların taşlarını savaş oyunları oynarken kullandıkları Tebriz yapımı fildişinden satranç takımını ve satılmasın diye ne kavgalar ettiğim Nahcivan savaşından ganimet gümüş şamdanları evlilik hayatımın nişaneleri olarak alıp baba evine geri döndüm. Gaib kocamın evini terk etmem, beklediğim gibi, Hasan'ın bana olan saplantılı, saygısız aşkını, çaresiz, ama saygıdeğer bir yangına dönüştürdü. Babasının kendisini desteklemeyeceğini bildiği için, beni tehdit etmek yerine, köşelerinde kuşların, gözü yaşlı aslanların ve mahzun ceylanların oturduğu aşk mektupları yollamaya başladı. Bir nakkaş ve şair ruhlu dostu yazıp resimlemiyorsa eğer, Hasanla aynı çatı altında yaşarken farkedemediğim zengin hayal âlemini gösteren bu mektupları son zamanlarda yeniden yeniden okumaya başladığımı sizden saklamayacağım. Son mektuplarında Hasan’ın beni ev işlerine köle etmeyeceğini, çünkü çok para kazandığını anlatması, saygılı, tatlı ve şakacı dili ve çocukların bitip tükenmez kavgalarıyla istekleri ve babamın şikayetleri kafamı kazan gibi yaptığı için penceremin kepengini sanki dünyaya bir "oh" diyebilmek için de açmıştım. Hayriye akşam sofrasını kurmadan önce babama Arabistan'dan gelen en iyi hurma çiçeğinden ılık bir kavi yaptım, içine bir kaşık bal koyup azıcık limon suyuyla karıştırdım, sessizce yanına girdim ve Kitab-ur Ruh'u okurken, tam da istediği gibi, kendimi hiç farkettirmeden, bir ruh gibi önüne koydum. Öyle kederli ve cılız bir sesle, "Kar yağıyor mu?" diye sordu ki bana, bunun zavallı babamın hayatında göreceği son kar olduğunu hemen anladım.

10

B e n B i r A ğ a c ı m

Ben bir ağacım, çok yalnızım. Yağmur yağdıkça ağlıyorum. Allah rızası için kulak verin şu anlatacaklarıma. Kahvelerinizi için, uykunuz kaçsın, gözleriniz açılsın, bana cin gibi bakın da size niye bu kadar yalnız olduğumu anlatayım. 1. Üstat meddahın arkasında bir ağaç resmi olsun diye aharsız kaba kâğıda alelacele resmedildiğimi söylüyorlardır. Doğru. Şimdi yanımda ne başka narin ağaçlar, ne yedi yapraklı bozkır otları, ne kimi zaman Şeytan'a ve insana benzeyen lüle lüle karanlık kayalar, ne de gökte kıvrım kıvrım Çin bulutları var. Bir yer, bir gök, bir ben, bir de ufuk çizgisi. Ama hikâyem daha karışık. 2. Bir ağaç olarak illaki bir kitabın parçası olmam şart değil. Ama bir ağaç resmi olarak herhangi bir kitabın sayfası değilim diye huzurum kaçıyor. Bir kitapta bir şey göstermiyorsam putataparlar ve kâfirler gibi resmimin duvara asılıp bana secde edilip tapılacağı geliyor aklıma. Erzurumi Hocacılar duymasın, bundan gizlice övünüyorum ve sonra utançla çok korkuyorum. 3. Yalnızlığımın asıl sebebi ise hangi hikâyenin parçası olduğumu benim de bilmemem. Bir hikâyenin parçası olacaktım, ama bir yaprak gibi düştüm oradan. Onu anlatayım:

AĞAÇTAN DÜŞEN YAPRAK GİBİ HİKÂYEMDEN DÜŞÜŞÜMÜN HİKÂYESİ Acem Şahı Tahmasp, ki hem Osmanlı'nın baş düşmanıydı, hem de cihanın en nakışsever padişahıydı, bundan kırk yıl önce bunamaya başlayınca ilk iş eğlenceydi, şaraptı, musikiydi, şiirdi, nakıştı, bunlardan soğudu. Kahveyi de bırakınca kafası durdu; asık suratlı, karanlık ihtiyarların evhamlarıyla Osmanlı'nın askerinden uzak olsun diye payitahtını o zaman Acem mülkü olan Tebriz'de Kazvin'e taşıdı. Daha da yaşlanınca bir gün cin çarpmasıyla buhrana kapılıp, şaraba, oğlancılığa ve nakşetmeye tövbeler tövbesi dedi ki bu yüce şahın kahve zevkinden sonra aklıselimini de kaybettiğinin iyi bir ispatıdır. Böylece, Tebriz'de yirmi yıldır cihanın en büyük harikaların yapan mucize elli ciltçiler, hattatlar, müzehhipler, nakkaşlar çil yavrusu gibi şehir şehir dağıldılar. Bunların en parlaklarını, Şal Tahmasp'ın yeğeni ve damadı, Sultan İbrahim Mirza, vali olduğu Meşhed'e çağırdı ve onları nakkaşhanesine yerleştirip Timur zamanında Herat'ta en büyük şair olan Câmi'nin Heft Evreng'in yedi mesnevisini yazdırıp nakışlı, resimli harika bir kitap yaptırmaya başladı. Akıllı ve hoş yeğenini hem seven hem kıskanan, kızını ona verdiği için pişmanlık duyan Şah Tahmasp bu harika kitabı işitince haset etti ve öfkeyle yeğenini Meşhed valiliğinden Kain şehrine, sonra yine bir öfkeyle daha küçük Sebzivar şehrine sürdü. Meşhed'deki hattatlar ve nakkaşlar da böylece başka şehirlere, başka memleketlere, başka sultanların, şehzadelerin nakkaşhanelerine dağıldılar. Ama bir mucizeyle Sultan İbrahim Mirza'nın harika kitabı yarıda kalmadı; çünkü hakikatli bir kitapdarı vardı. Bu adam atına atlar, hüner, en iyi tezhibi yapan usta oradadır diye ta Şiraz'a gider, oradan en zarif nestalik hattı yazan hattat için iki sayfayı alır Isfahan'a götürür, sonra dağları geçip ta Buhara'ya çıkıp Özbek Han'ının yanında nakşeden büyük üstat nakkaşa resmin istifini yaptırır, insanlarını çizdirir; Herat'a inip bu sefer yarı kör eski üstatlardan birine otların ve yaprakların kıvrım kıvrım kıvrılışını ezberden nakşettirir; Herat'ta başka bir hattata uğrayıp resmin içindeki kapının üstündeki levhadaki yazıyı altın rika ile yazdırıp hadi yine güneye, Kain'e gider ve altı ay yolculuk ederek yarılayabildiği sayfayı Sultan İbrahim Mirza'ya gösterip aferini alırdı. Bu gidişle kitabın hiç bitmeyeceğini anladılar ve Tatar ulaklar tuttular. Her birinin eline üzerine işlenip yazılacak sayfayla birlikle sanatçıya istenilen şeyi tarif eden birer mektup verdiler. Böylece bütün Acem ülkesinin, Horasan'ın, Özbek memleketinin, Mavaünnehir'in yanından kitap sayfalarını taşıyan ulaklar geçti.

Ulaklar gibi kitabın yapımı da hızlandı. Bazen elli dokuzuncu yaprakla yüz altmış ikinci yaprak karlı bir gece kurt ulumalarının işitildiği bir kervansarayda karşılaşır, yarenlik ederken aynı kitap için çalıştıklarını anlayıp, odalarından çıkarıp getirdikleri sayfaların hangi mesnevinin neresine düştüğünü, birbirlerine göre yerlerini anlamaya çalışırlardı. Bugün bitirildiğini kederle işittiğim bu kitabın bir sayfasında da ben olacaktım. Ne yazık ki soğuk bir kış günü beni taşıyarak kayalık geçitlerden geçen Tatar ulağın yolunu haramiler kesti. Önce dövdüler zavallı Tatar'ı, sonra harami usulünce soydular, ırzına geçip imansızca öldürdüler. Bu yüzden ben de bilmiyorum hangi sahifeden düştüğümü. Sizden ricam bana bakıp bunu söylemeniz: Acaba Leyla'yı çadırında çoban kılığında ziyaret eden Mecnun'a gölge mi olacaktım? Umutsuz inançsızın ruhundaki karanlığı anlatayım diye gecenin içine mi karışacaktım? Bütün cihandan kaçıp denizler aşıp, kuşlar, meyvelerle dolu bir adada huzur bulan iki sevgilinin mutluluğuna eşlik etmek isterdim! Diyar-ı Hind'i fethederken basma güneş geçip günlerce burnu kanaya kanaya ölen İskender'in son anlarına gölge olmak isterdim. Yoksa oğluna aşk ve hayat nasihatları veren babanın gücünü ve yaşını ima etmeye mi yarayacaktım? Hangi hikâyeye mana ve zarafet katacaktım? Ulağı öldürüp, beni yanlarına alıp dağ şehir demeden gezdiren haramilerden biri, arada bir kıymetimi biliyor, bir ağaç resmine bakmanın, bir ağaca bakmaktan daha hoş olduğunu anlayacak kadar incelik gösteriyordu, ama bu ağacın hangi hikâyenin parçası olduğunu bilmediği için çabuk sıkılıyordu benden. Beni şehir şehir gezdirdikten sonra korktuğum gibi yırtıp atmadı bu haydut, bir handa ince bir adama bir testi şaraba sattı. Geceleri bazen ağır bir mum ışığında bana bakardı bu zavallı ince adam. Kederden ölünce mallarını sattılar. Beni alan üstat meddah sayesinde tâ İstanbul'a kadar geldim. Şimdi çok mutluyum, bu gece burada Osmanlı Padişahı'nın siz mucize elli, kartal gözlü, çelik iradeli, zarif bilekli, hassas ruhlu nakkaşları ve hattatları arasında olmakta şeref duyuyorum ve Allah aşkına, bir üstat nakkaşın duvara assın diye beni kötü kâğıda alelacele çizdiğini söyleyenlere inanmayın diye yalvarıyorum. Bakın ne yalanlar, ne iftiralar, ne pervasız yakıştırmalar daha var: Dün gece hani buraya duvara bir köpek resmini asıp bu edepsiz köpeğin serüvenlerini hikâye etmişti ya üstadım, bu arada, Erzurumlu bir Husret Hoca'nın serüvenlerini anlatmıştı ya! Şimdi Erzurumlu Nusret Hoca Hazretleri'ni sevenler bunu yanlış anlamış; sözümona biz ona laf dokunduruyormuşuz. Biz büyük vaiz Efendimiz Hazretleri'ne babası belirsiz diyebilir miyiz? Hâşa! Hiç aklımızdan geçer mi? Bu nasıl bir fitne sokmak, ne pervasız bir yakıştırmadır! Madem Erzurumlu Husret, Erzurumlu Nusret ile karışıyor, ben size Sivaslı Şaşı Nedret Hoca'nın ağaç hikâyesini anlatayım. Bu Sivaslı Şaşı Nedret Hoca da güzel oğlanları sevmekle nakşetmeyi lanetlemekten başka, kahvenin Şeytan işi olduğunu, içenin Cehennem'e gideceğim söylüyormuş. E Sivaslı, sen benim şu koca dalımın nasıl eğildiğini unuttun mu? Size anlatayım, ama kimseye söylemeyeceğinize yemin edin, çünkü Allah kuru iftiradan saklasın. Bir sabah bir baktım, maşallahı var, minare boylu, aslan pençe dev gibi bir adam ile yukarıda adı geçen benim bu dala çıkıp gül yapraklarımın arasına gizlenmiş, afedersiniz takır takır iş görüyorlar. Sonradan Şeytan olduğunu anladığım dev bizimkini becerirken güzel kulağını hem şefkatle öpüyor, hem de içine fısıldıyor: "Kahve haramdır; kahve günahtır" diye. Kahvenin zararına inanan, güz dinimizin buyruklarına değil Şeytan'a inanır ona göre. Bir de son olarak Frenk nakkaşlarından söz edeceğim ki, onlara özenen soysuz varsa ibret alsın. Şimdi bu Frenk nakkaşları, kralların, papazların, beylerin, hatta hanımların yüzlerini öyle bir nakşediyorlar ki, o kişiyi resmine bakıp sokakta tanıyabiliyorsun. Bunların karıları zaten sokakta serbest gezer, artık gerisini siz düşünün. Ama bu da yetmemiş, işleri daha ileri götürmüşler. Pezevenklikte değil, nakışta diyorum Bir büyük üstat Frenk nakkaşı ile başka büyük bir nakkaş ustası bir Frenk çayırında yürürler ve ustalık ve sanat üzerine konuşurlarmış. Karşılarına bir orman çıkmış. Daha usta olanı, ötekine şöyle demiş: "Yeni usûllerle resmetmek öyle bir hüner gerektirir ki" demiş, "bu ormandaki ağaçlardan birini resmettin mi, resme bakan meraklı buraya gelip, isterse o ağacı diğerlerinden ayırt edip bulur." Ben fakir, gördüğünüz ağaç resmi, böyle bir akılla resmedilmediğim için Allahıma şükrediyorum. Frenk usullerince resmedilseydim beni sahici bir ağaç sanan İstanbul'un bütün köpekleri üzerime işer diye korktuğumdan değil. Ben bir ağacın kendisi değil, manası olmak istiyorum.

11

B e n i m A d ı m K a r a

Geç vakit başlayan kar sabaha kadar yağdı. Şeküre'nin mektubunu bütün gece yeniden yeniden okudum. Boş evin boş odasında aşağı yukarı sinirli sinirli yürürken şamdana sokuluyor, soluk mumun titreyen ışığında sevgilimin öfkeli harflerinin asabi titreyişlerini, bana yalan söylemek için attıkları taklaları, sağdan sola kıvırta kıvırta ilerleyişlerini seyrediyordum. Derken gözümü önünde kepengin birden açılışı ve sevgilimin karşıma çıkıveren yüzü ve kederli gülümseyişi beliriyordu. Son altı yedi yıldır aklımın içinde Şeküre'dir diye değiştire değiştire taşıdığım ve vişne rengindeki ağızları gittikçe genişleyen yüzlerin hepsini, onun gerçek yüzünü görünce unutmuştum. Gece vakti bir ara evlilik düşlerine kaptırdım kendimi. Hayalimde aşkımdan hiç şüphem yoktu, aşkımın karşılık gördüğünden de. Böylece büyük bir mutluluk içinde evleniyorduk biz, ama merdivenli bir evde hayallerimdeki mutluluk tuzla buz oluyordu. Doğru dürüst bir iş bulamıyor, karımla kavga edip söz geçiremiyordum. Bu karanlık hayalleri Arabistan'daki bekâr gecelerim sırasına okuduğum Gazzali'nin Ihya-ı Ulum'unun evliliğin zararları kısmından apardığımı anlayınca, gecenin ortasında, aynı sayfalara evliliğin yararları konusunda daha fazla laf olduğu geldi aklıma Ama kendimi onca zorlamama rağmen kaç kere okuduğum bu faydaların yalnızca ikisini hatırlayabildim. Erkek evlenince evini birisi düzene sokuyordu, ama hayalimdeki merdivenli evde hiç düzen yoktu. İkincisi, suçlu suçlu otuz bir çekmekten ve daha da suçlulukla karanlık arka sokaklarda pezevenklerin arkasından orospu peşinde sürüklenmekten kurtuluyordum. Bu kurtuluş düşüncesi, gecenin ilerlemiş bir saatinde aklıma yine otuz bir çekmeyi getirdi. Bir saflık isteğiyle, takıntıyı bir an önce kafamdan çıkarmak için her zamanki alışkanlıkla odanın bir köşesine çekildim, ama bir süre sonra otuz bir çekemediğimi anladım. On iki yıldan sonra ben yine âşık olmuştum! Bu şaşmaz kanıt yüreğime öyle bir heyecan ve korku saldı ki mumun ışığı gibi neredeyse titreye titreye yürüdüm odada. Pencereye çıkıp kendini gösterecekse Şeküre, bir de tam tersi mantığı harekete geçirdiği o mektuba ne gerek vardı ki? Kızı beni o kadar istemiyorsa, babası niye çağırıyor, bunlar, baba kız bana oyun mu oynuyorlardı? Odada aşağı yukarı yürüyor, kapının, duvarın, gıcırdayan döşemenin her soruma gacır gucur bir cevap vermeye çalışarak benim gibi kekelediğini hissediyordum. Yıllar önce yaptığım o resme, Şirin'in bir ağacın dalına asılı Hüsrev'in resmini görüp ona tutuluşunu anlatır resme baktım. Tebriz'den gelip Eniştemin eline yeni geçmiş vasat bir kitaptaki aynı resimden aldığım ilhamla yapmıştım onu. Resme bakmak, ne sonraki yıllarda her hatırlayışımda olduğu gibi utandırdı beni (resmin ve aşk ilanının basitliği yüzünden) ne de mutlu gençlik hatıralarıma geri götürdü. Sabaha doğru aklım duruma hakim oldu da, resmi bana geri yollamasını, Şeküre'nin benim için ustaca kurmakta olduğu bir aşk satrancının bir hamlesi olarak gördüm. Oturdum, şamdanın ışığında Şeküre'ye bir cevap mektubu yazdım. Biraz uyuduktan sonra sabah mektubu göğsümün üzerine koydum ve sokaklara çıktım, uzun uzun yürüdüm. Kar İstanbul'un dar sokaklarını genişletmiş, şehri de kalabalığından arındırmıştı. Her şey çocukluğumda olduğu gibi daha sessiz ve hareketsizdi. Çocukluğumun karlı kış günlerinde zannettiğim gibi, İstanbul'un anılarını, kubbelerini, bahçelerini kargalar sarmış gibi geldi bana. Karın üzerindeki ayak seslerimi dinleyerek ağzımdan çıkan buhara bakarak hızla yürüyor, Eniştemin gitmemi istediği saray nakkaşhanesinin de sokaklar gibi sessiz olduğunu düşünerek heyecanlanıyordum. Yahudi mahallesine girmeden mektubumu Şeküre'ye ulaştıracak Ester'e bir çocukla haber saldım, öğle namazından önce buluşmak için yer söyledim. Ayasofya'nın arkasındaki nakkaşhane binasına erkenden gittim. Çocukluğumda bir ara çıraklık ettiğim, Enişte'nin aracılığıyla girip çıktığım nakkaşhane binasının görünüşünde, saçaklardan sarkan buzlar hariç hiçbir değişiklik yoktu. Genç ve yakışıklı bir çırak önde, ben arkada, zamk ve çiriş kokuları içerisinde başları dönmüş yaşlı cilt ustalarının, erken yaşta kamburu çıkmış usta nakkaşların, gözleri ocağın alevlerine kederle takıldığı için

dizlerinin üzerindeki kâselere bakmadan boya karıştıran gençlerin arasından geçtik. Bir köşede kucağındaki devekuşu yumurtasını özenle boyayan bir ihtiyar, bir çekmeceyi neşeyle nakşeden bir amca, onları saygıyla izleyen genç bir çırağı gördüm. Açık bir kapıdan, ustalarının azarladığı genç öğrencilerin yaptıkları yanlışı anlamak için kıpkırmızı yüzlerini önlerindeki kâğıtlara değdirircesine yaklaştırdıklarını gördüm. Bir başka hücrede kederli ve hüzünlü bir çırak renkleri, kâğıtları, nakşı unutmuş, benim az önce heyecanla yürüdüğüm sokağa bakıyordu. Açık hücre kapılarının önünde nakış istinsah eden, kalıp boya hazırlayan, kalemlerini sivrilten nakkaşlar ben yabancıya yan gözle düşmanca baktılar. Buzlu merdivenleri çıktık. Nakkaşhane binasının ikinci katlı dört yanından dolanan revakının altından yürüdük. Aşağıda kat kaplı iç avluda çocuk yaşta iki öğrenci, kalın aba kumaştan cübbelerine rağmen belli ki soğuktan tir tir titreyerek bir şeyi, belki verilecek bir cezayı bekliyorlardı. İlk gençliğimizde tembellik eden ya da pahalı boyaları ziyan eden öğrencilere atılan dayakları, ayaklarını kanatıncaya kadar tabanlarına vurulan sopaları hatırladım. Sıcak bir odaya girdik. Dizlerinin üzerine rahatça oturmuş nakkaşlar gördüm, ama hayallerimin ustaları değil, çıraklıktan yeni çıkmış gençlerdi bunlar. Bir zamanlar bende fazlasıyla saygı heyecan uyandıran bu oda, Üstat Osman'ın takma adlar verdiği büyük ustalar artık evlerinde çalıştıkları için bir büyük zengin padişahın nakkaşhanesi değil de, Doğu'da ıssız dağlar içinde yitip gitmiş bir kervansarayın büyükçe bir odasına benziyordu şimdi. Hemen kenarda, bir piştahtanın başında on beş yıl sonra ilk defa gördüğüm Başnakkaş Üstat Osman, bir gölgeden çok bir hortlakmış gibi geldi bana. Yolculuklarım sırasında ne zaman nakşetmeyi, resmetmeyi düşlesem, Behzat gibi hayallerim içinde hayranlıkla beliren büyük usta, Ayasofya tarafına bakan pencereden gelen kar beyazı ışığın içinde beyaz kıyafetleriyle sanki çoktan öteki dünyanın hayaletlerine karışmıştı bile. Üzerinin benlerle kaplanmış olduğunu gördüğüm elini öptüm, kendimi hatırlattım. Eniştemin beni buraya çocukluğumda soktuğunu, ama benim kalemi tercih edip çıktığımı, yıllarımı yollarda, Doğu şehirlerinde paşalara katiplik, defterdar katipliği ederek geçirdiğimi, Serhat Paşa ve öteki paşalarla birlikte Tebriz'de hattat ve nakkaşları tanıyıp kitaplar hazırlattığımı, Bağdat ve Halep'te, Van'da ve Tiflis'te bulunduğumu, savaşlar gördüğümü söyledim. "Ah, Tiflis!" dedi büyük üstat penceredeki muşambadan süzülüp karlı bahçeden içeri vuran ışığa bakarak. "Orada şimdi kar mı yağıyor?" Sanatında ustalaşa ustalaşa körleşen ve bir yaştan sonra yarı evliya yarı bunak hayatı süren ve bitip tükenmez efsaneleri anlatılan eski Acem üstatları gibi davranıyordu, ama cin gibi gözlerinden Eniştemden şiddetle nefret ettiğini, benden şüphelendiğini görebildim hemen. Yine de ona Arap çöllerinde karın, burada olduğu gibi yalnızca Ayasofya Camii'ne değil, hatıralara da yağdığım anlattım. Tiflis kalesine kar yağdığı zaman çamaşır yıkayan kadınların çiçek renginde şarkılar söylediğini, çocukların da yastıklarının altında yaz için dondurma sakladıklarını hikâye ettim. "Gittiğin ülkelerde nakkaşlar, ressamlar ne nakşediyor, ne resmediyorlar anlat," dedi. Bir köşede sayfalara cetvel çekerken hayaller içinde dalıp gitmiş hülyalı genç nakkaş rahlesinden başını kaldırıp, bana, en gerçek masalı şimdi anlat, dercesine ötekilerle birlikte baktı. Çoğu mahallesinde bakkal kimdir, komşu manavla niye kavgalıdır, ekmeğin okkası kaçadır bilmeyen bu insanların Tebriz'de, Kazvin'de, Şiraz ve Bağdat'ta kimin nasıl nakış yaptığından, hangi hanların, şahların, padişahların, şehzadelerin kitap için kaç para döktüğünden haberdar olduklarından, en azından bu çevrelerde veba gibi hızla yayılan en son dedikodu ve söylentileri fazla fazla işitmiş olduklarından hiç kuşkum yoktu, ama yine de anlattım. Çünkü ben oradan, Doğu'dan, orduların savaştığı, şehzadelerin birbirini boğazlayıp şehirleri yağmalayıp yaktığı, savaş ve barışın her gün konuşulduğu ve asırlardır en iyi şiirlerin yazılıp, nakşın ve resmin yapıldığı Acem ülkesinden geliyordum. "Elli iki yıldır tahtta oturan Şah Tahmaşp son yıllarında, bildiğiniz gibi kitap, nakış, resim aşkını unutup şairlere, nakkaşlara, hattatlara sırtını dönüp kendini ibadete vererek ölmüş, yerine de oğlu İsmail oturmuştu," dedim. "Huysuzluğunu ve kavgacılığını bildiği için babasının yirmi yıl hapiste tuttuğu yeni şah tahta geçer geçmez kudurup kardeşlerini boğazlattı, kimini de kör edip başından attı. Ama düşmanları sonunda afyonlayıp zehirleyip ondan kurtuldu da tahta yarım akıllı ağabeyi Muhammet Hüdabende'yi geçirdik Onun zamanında bütün şehzadeler, kardeşler, valiler, Özbekler, herkes ayaklandı, birbirleriyle ve bizim Serhat Paşamızla öyle bir savaşa tutuştular ki Acem ülkesi toz duman içinde kaldı, taruman oldu. Parasız, pulsuz, akılsız ve yarı kör şimdiki Şahın ne kitap yazdıracak hali var, ne resimletecek. Böylece, Kazvin'in ve Herat'ın efsanevi nakkaşları, Şah Tahmasp'ın nakkaşhanesinde harikalar yaratan bütün o yaşlı ustalar ve çırakları, fırçaları atları dörtnala koşturan, kelebekleri sayfadan çıkarıp uçuran ressamlar, renkbazlar, bütün o usta ciltçiler, hattatlar, hepsi işsiz güçsüz, parasız pulsuz hatta yersiz yurtsuz kaldılar. Kimi kuzeye Şeybaniler arasına, kimi Hindistan'a, kimi buraya İstanbul'a göç etti. Kimi başka işlere girip, orada kendini ve şerefini tüketti. Kimi de her biri birbirine düşmüş küçük şehzadelerin, valilerin yanına girip en fazla üç beş yaprak resmi olan avuç içi kadar kitaplar için

çalışmaya başladılar. Sıradan askerlerin, görgüsüz paşaların, şımarık şehzadelerin zevki için alacele yazılıp şıpınişi nakışlanmış ucuz kitaplar sardı her yeri." "Ne kadardan gidiyor?" diye sordu Üstat Osman. "Koskoca Sadıki Bey'in bir Özbek sipahisi için yalnızca kırk altına bir Acaip-ül Mahlukat resmettiği söyleniyor. Doğu seferinden Erzurum'a geri dönen görgüsüz bir paşanın çadırında, araların üstat Siyavuş'un elinden çıkma resimler de olan, açık saçık resimlerle dolu bir murakka gördüm. Resmetmekten cayamayan büyük ustalar bir kitabın, seafoodplus.infoâyenin parçası olmayan tek tek resimler yapıp satıyorlar. O tek resme bakarken bu hangi hikâyenin hangi meclisidir demiyorsun da, yalnızca resmin kendisi için, görme zevki için bakıp, mesela tam bir at olmuş bu, ne güzel diyor, ressama parayı bu yüzden veriyorsun. Savaş resimleri de, sikiş resimleri de pek isteniyor. Kalabalık bir savaş meclisi üç yüz akçeye kadar düşmüş ve sipariş eden yok gibi. Bazıları ucuz olsun alıcı çıksın diye aharsız, cilasız kâğıda, boya bile sürmeden siyah beyaz resimler yapıyorlar." "Mutlu mu mutlu, hünerli mi hünerli bir müzehhibim vardı," dedi Üstat Osman. "Öyle bir zarafetle iş görürdü ki, biz ona Zarif Efendi derdik. Ama o da bizi bıraktı gitti. Altı gün oluyor, ortalıkta yok. Sırra kadem bastı." "İnsan bu nakkaşhaneyi, bu mutlu baba evini nasıl bırakır da gidebilir?" dedim. "Çıraklıklarından beri yetiştirdiğim benim dört genç üstadım, Kelebek, Zeytin, Leylek ve Zarif, Padişahımızın iradesiyle artık evlerinde nakşediyorlar," dedi Üstat Osman. Görünüşte bütün nakkaşhanenin ilgilendiği Surname için daha rahat çalışabilsinler diyeydi bu. Sultan bu sefer usta nakkaşlarına özel bir kitap için saray avlusunda bir özel köşe açtırmamış, onlara evlerinde çalışmalarını buyurmuştu. Bu buyruğun Eniştemin kitabı için verilmiş olabileceği aklıma gelince sustum. Üstat Osman ne kadar imalı konuşuyordu? "Nuri Efendi," diye seslendi, kambur ve solgun bir nakkaşa, "Kara Çelebi'ye bir vaziyet ver!" "Vaziyet," nakkaşhanede olup bitenleri çok yakından takip ettiği o heyecanlı zamanlarda, Padişahımızın her iki ayda bir nakkaşhane binasını ziyaretleri sırasında yapılan bir törendi. Hazinedarbaşı Hazım, Şehnamecibaşı Lokman ve Başnakkaş Üstat Osman'ın eşliğinde Padişahımıza nakkaşhanenin üstatlarının, hangi kitapların hangi sahifeleri üzerinde çalıştığı, kimin hangi tezhibi yaptığı, kimin hangi resmi renklendirdiği, renkbazların, cetvelkeşlerin, müzehhiplerin, ellerinden her iş gelir on parmağında on marifet usta nakkaşların tek tek hangi işlerin üzerinde oldukları anlatılırdı. Nakşedilen kitapların çoğunun yazarı Şehnamecibaşı Lokman Efendi elden ayaktan düşüp evinden çıkmaz olduğu, Bâşnakkaş Osman sürekli bir kırgınlık ve öfkenin dumanları içinde kaybolduğu ve Kelebek, Zeytin, Leylek ve Zarif takma adlı dört üstat evlerinde çalıştığı ve Padişahımız da artık nakkaşhanede çocuk gibi heyecanlanamadığı için artık hiç yapılmayan bu tören yerine onun bir taklidinin yapılması beni kederlendirdi. Pek çok nakkaşa olduğu gibi, hayatı hiç yaşayamadan ve zanaatında hiç ustalaşamadan boşu boşuna ihtiyarlamıştı Nuri Efendi, ama iş tahtasına yıllarca eğilip boşu boşuna kambur olmuş değildi: Nakkaşhanede olup bitenlere, kimin hangi güzel sayfayı yaptığına dikkat etmişti hep. Böylece, Padişahımızın şehzadelerinin sünnet düğünü törenlerini anlatan Surname'nin efsane sayfalarını ilk defa heyecanla seyrettim. Her meslekten, her loncadan bütün İstanbul'un katıldığı bu elli iki gün süren sünnet düğününün hikâyelerini tâ Acemistan'da duymuş, töreni anlatan kitabı daha yapılırken işitmiştim. Önüme konan ilk resimde, Cihanpenah Padişahımız merhum' İbrahim Paşa'nın sarayının şehnişinine kurulmuş, aşağıda At Meydanı'nda yapılan şenlikleri hoşgörülü bir bakışla seyrediyorlardı. Yüzü, onu başkalarından ayırabilecek kadar ayrıntılı olmasa da, iyi ve saygıyla çizilmişti. Padişahımızın solunda yerleştiği iki sayfalık resmin sağ yanında ise pencerelerde, kemerler içinde vezirler, paşalar, Acem, Tatar, Frenk ve Venedik elçileri vardı. Padişah olmadıkları için acele ve dikkatsizce çizilen ve hedefe odaklanmayan gözlerini meydandaki harekete dikmişlerdi hepsi. Daha sonra diğer resimlerde de aynı yerleştirme ve istifin, duvar işlemeleri, ağaçlar, kiremitler başka türlü ve başka renklerle çizilse tekrarlandığını gördüm. Yazılar hattatlarca yazılıp resimleri bitirilip Surname ciltlendiğinde, sayfaları çeviren okur, böylece hep aynı duruşla hep aynı meydana bakan Padişah'ın ve davetli kalabalığının bakışları altındaki At Meydanı'nda her seferinde bambaşka renkler içinde bambaşka bir hareketi görecekti. Ben de gördüm: Oraya, At Meydanı'na konmuş yüzlerce kâse pilavı kapışanları ve kızarmış sığırı yağmalarken içinden çıkan tavşanlardan, kuşlardan korkanları gördüm. Tekerlekli bir arabaya binip lonca halinde Padişahımızın önünden geçerken aralarından birini arabaya yatırıp çıplak göğsü üzerindeki köşeli bir örste bakır döverken çekiçleri çıplak adama isabet ettirmeden vuran usta bakırcıları gördüm. Padişahının önünden araba içinde geçerken camların üzerine karanfiller, serviler işleyen camcıları ve develere inildenmiş çuvallar dolusu şeker ile kafesler içinde şekerden papağanlarla geçerken tatlı şiirler okuyan şekercileri ve araba

içinde çeşit çeşit askılı, zarflı, sürmeli, dişli kilitlerini sergileyerek ve yeni zamanların ve yeni kapıların kötülüklerinden şikâyet ederek geçen ihtiyar kilitçileri gördüm. Hokkabazları gösterir resme usta nakkaşlardan hem Kelebek, hem Leylek, hem de Zeytin dokunmuştu: Bir hokkabaz bir sırığın üzerinde yumurtaları sanki geniş bir mermerin üzerinde yürütür gibi hiç düşürmeden yürütüyor, bir başkası da ona tef çalıyordu. Kaptanıderya Kılıç Ali Paşa denizlerde yakalayıp esir ettiği kâfirlere çamurdan bir kefere dağı yaptırmış, hepsini arabaya bindirmiş ve Padişah'ın tam önündeyken dağın içindeki barutu patlatarak kâfirin memleketini toplarıyla nasıl inim inim inlettiğini göstermişti, resimde aynen gördüm. Ellerinde satırları gül ve patlıcan renkli elbiseler giyen sakalsız, bıyıksız kadın yüzlü kasapların çengelden sarkan derisi yüzülmüş pembe koyunlara gülümsediklerini gördüm. Zincirler ile Padişahımızın huzuruna getirilmiş aslan kızdırılıp alay edilince gözleri kan içinde kalıp öfkelenmiş, seyirciler bakıcıları alkışlamışlar ve İslam'ı temsil eden aslan, öbür sayfada domuz gâvuru temsil eden boz ve pembeye boyanmış domuzu kovalamıştı. Padişah'ın huzurundan geçerken arabanın üzerine yerleştirilmiş dükkânının tavanından baş aşağı sarkıp müşterisini tıraş eden berberin ve o müşteriye gümüş kap içinde kokulu sabunla ayna tutup bahşiş bekleyen kırmızılar içindeki berber çırağının resmine de doya doya baktıktan sonra harika nakkaşın kim olduğunu sordum. "Resmin, güzelliğiyle insanı hayatın zenginliğine, sevgiye, Allah'ın yarattığı âlemin renklerine saygıya, iç düşünceye ve imana çağırması önemlidir. Nakkaşın kimliği değil." Eniştemin beni buraya soruşturmaya yolladığını anlayıp da ihtiyatlı mı davranıyordu sandığımdan çok daha incelikli olan nakkaş Nuri yoksa Başnakkaş Üstat Osman'ın sözlerini mi tekrarlıyordu? "Bütün bu tezhipleri Zarif Efendi mi yapmıştı?" diye sordum. "Onun yerine tezhipleri kim yapıyor şimdi?" Açık kapının iç avluya bakan aralığından çocuk çığlıkları, haykırışlar gelmeye başladı. Aşağıda serbölüklerden biri, büyük iri mal, ceplerinde lal tozu, ya da kâğıt içinde altın varak saklayan şakirtleri, herhalde az önce soğukta titreyerek bekleyen ikisini falakaya yatırtmıştı. Dalga geçmek için fırsat kollayan genç nakkaşlar seyir için kapıya koşuştular. "Çıraklar, meydanın zeminini, bu resimde Osman ustamız buyurduğu gibi gülgûni bir pembeye boyayıp bitirene kadar," dedi Nuri Efendi ihtiyatla, "Zarif Efendi kardeşimiz de gittiği yerden dönüp bu iki sayfanın tezhibini yapar bitirir inşallah. Nakkaş Osman üstadımız, Zarif Efendi'den At Meydanı'nın toprak zemin her seferinde başka bir renge boyanmasını istedi. Gülgûni pembe, hint yeşili, safran sarısı ya da kaz boku rengine. Çünkü resme bakan göz oranın meydan olduğunu, toprak rengi olacağını ilk resimde anlar da, ikinci, üçüncü resimde oyalanmak için başka renkler ister. Nakış, sayfayı şenlendirmek için yapılır." Bir köşede bir kalfanın bıraktığı, üzeri, resmedilmiş bir kitap gördük. Bir zafername için donanmanın savaşa gidişini gösteren bir tek sayfalık resim üzerinde çalışıyormuş, ama belli ki ayak tabanları sopalarla parçalanan arkadaşlarının çığlıklarını duyup seyretmeye koşmuştu. Bir kalıbın üzerinden geçe geçe çizdiği bir örnek gemilerle yaptığı donanma sanki denizin üzerine hiç oturmuyordu bile, ama bu iğretilik, yelkenlerin rüzgârsızlığı kalıptan değil, genç nakkaşın yeteneksizliğindendi. Kalıbın ne olduğu çıkaramadığım eski bir kitaptan, belki bir murakkadan vahşi kesilip çıkarıldığını kederle gördüm. Üstat Osman belli ki aldırmıyordu artık pek çok şeye. Sıra kendi iş tahtasına gelince Nuri Efendi üç haftadır üzerinde çalıştığı tuğra tezhibinin bittiğini gururlanarak söyledi. Kime, hangi amaçla yollanacağı anlaşılmasın diye boş kâğıda çizim tuğraya ve tezhibine saygıyla baktım. Doğu'da pek çok huysuz paşanın, Padişah'ın tuğrasının bu soylu ve güç dolu güzelliği görüp isyandan vazgeçtiğini bilirim. Sonra hattat Cemal'in yazıp bitirip bıraktığı en son harikaları gördük de, asıl sanatın hat, nakşın hattı öne çıkarmak için bir bahane olduğunu söyleyen renk ve nakış düşmanlarına hak vermemek için çabuk geçtik. Cetvelkeş Nasır, Timur'un oğulları zamanından kalma bir Nizami Hamse'sinden bir sayfayı, Hüsrev'in Şirin'i yıkanırken çıplak görüşünü tasvir eden bir resmi, tamir ediyorum diye bozuyordu. Altmış yıl önce Tebriz'de Üstat Behzat'ın elini öptüğünü ve o sırada efsane büyük üstadın kör ve sarhoş olduğunu iddia etmekten başka bir hikâyesi olmayan doksan iki yaşındaki yarı kör bir eski usta Padişahımıza üç ay sonra bitirip vereceği bayram hediyesi kalem kutusunun işlemelerini kendi titreyen elleriyle gösterdi. Alt kat odalarındaki dar hücrelerinde, seksene yakın nakkaş, öğrenci ve çırağın çalıştığı bütün nakkaşhaneyi bir sessizlik sarmıştı. Benzerlerini çok dinlediğim dayak sonrası sessizliğiydi bu; bazen sinir bozucu bir kahkaha ya da bir şaka, bazen de çıraklık yıllarını hatırlatan bir iki hıçkırık ve bastırılmış bir ağlama öncesi iniltisiyle kesilir, usta nakkaşlar da kendi çıraklık yıllarında yedikleri dayakları hatırlarlardı. Doksan iki yaşındaki yarı kör usta bana bir an daha derin bir şeyi, burada bütün savaşlardan ve alt üst oluşlardan uzakta her şeyin sona ermekte olduğunu hissettirdi. Kıyamet kopmadan hemen önce de böyle bir sessizlik olacaktır. Nakış aklın sessizliği, gözün musikisidir.

Veda etmek için Üstat Osman'ın elini öperken yalnız büyük bir saygı değil, ruhumu altüst eden bambaşka bir şey de duydum: Bir evliyaya duyacağınız cinsten hayranlıkla karışık bir acıma: Tuhaf bir suçluluk duygusu. Belki de Frenk üstatlarının usûlleri gizlice açıkça taklit edilsin isteyen Eniştem ona bir rakip olduğu için. Aynı anda büyük üstadı hayatta son kere gördüğüme karar veriverdim ve hoşuna gitmek, onu sevindirmek telaşıyla bir soru sordum. "Büyük üstadım, efendim, has bir nakkaşı, sıradan bir nakkaştan ne ayırır?" Biraz dalkavukça olan bu tür sorulara alışık Başnakkaş baştan savma bir cevap vereceğini, zaten şu anda beni bütünüyle unutmakta olduğunu sanıyordum. "Has nakkaşı hünersiz, imansız nakkaştan ayıracak tek bir kıstas yoktur," dedi ciddiyetle. "Zamana göre değişir bu. Sanatıma tehdit eden kötülüklere karşı nakkaşın ahlakının ve hünerinin ne olduğu önemli. Bugün bir genç nakkaş ne kadar has, anlamak için üç şeyi sorardım ona." "Nedir bunlar?" "Yeni âdete uyup Çinlilerin ve Frenklerin etkisiyle aman beni şahsi bir nakış usûlüm, bir üslubum olsun diye tutturuyor mu? Nakkaş olarak herkesten ayrı bir edası, bir havası olsun istiyor, bunu da nakşının bir yerine Frenk üstatları gibi imza koyarak kanıtlamaya çalışıyor mu? İşte bunu anlamak için ben ona üslup ve imzayı sorardım ilk." "Sonra?" diye sordum saygıyla. "Sonra kitaplarımızı ısmarlayan şahlar ve padişahlar ölüp, ciltler el değiştirip parçalanıp yaptığımız resimler başka kitaplarda, başka zamanlarda kullanılınca bu nakkaş ne hissediyor onu öğrenmek isterdim. Üzülmekle de, sevinmekle de üstesinden gelinmeyecek bir hassas şeydir. Bu yüzden nakkaşa zamanı sorardım. Nakşın zamanını ve Allah'ın zamanını. Anlıyor musun oğlum?" Hayır. Ama öyle demedim de, "Üçüncüsü?" diye sordum. "Üçüncüsü körlüktür!" dedi büyük üstat Başnakkaş Osman ve bu söylediği yorum gerektirmez aşikâr bir şeymiş gibi sustu. "Körlüğün nesidir?" dedim ezile büzüle. "Körlük sessizdir. Demin dediğim birinciyle ikinciyi birleştirsen körlük belirir. Nakşın en derin yeri, Allah'ın karanlığında belireni görmektir." Sustum, dışarı çıktım. Buzlu merdivenleri acele etmeden indim. Büyük üstadın üç büyük sorusunu Kelebek'e, Zeytin'e, Leylek'e yalnız lafı açmak için değil, yaşarken efsane olan bu yaşıtlarımı anlamak için de soracağımı biliyordum. Ama hemen usta nakkaşların evlerine gitmedim. Yahudi mahallesine yakın, Haliç'in Boğaziçi'ne açıldığı yeri tepeden görür yeni bir pazar yerinde Ester ile buluştum. Alışveriş eden köle kadınlar, yoksul mahallelerin soluk ve bol kaftanlar giyen kadınları ve havuçlara, ayvalara, soğan ve turp demetlerine dalıp gitmiş kalabalık içinde giymek zorunda olduğu pembe Yahudi elbisesi, hareketli koca gövdesi, hiç durmayan çenesi ve fıldır fıldır oynayarak bana işaretler yollayan kaşları ve gözleriyle Ester cıvıl cıvıldı. Ona verdiğim mektubu sanki bütün çarşı bizi dikizliyormuş gibi pek esrarlı ve pek işbilir hareketlerle şalvarından içeri soktu. Şeküre'nin beni düşündüğünü söyledi. Bahşişini aldı ve "Aman acele acele doğru götür," demem üzerine, daha pek çok işi olduğunu bohçasını işaretle gösterdi ve mektubu ancak öğleye doğru Şeküre'ye ulaştıracağını söyledi. Ondan, Şeküre'ye üç büyük genç üstadı görmeye gittiğimi söylemesini istedim.

12

B a n a K e l e b e k D e r l e r

Öğle namazından önceydi. Kapı vuruldu, açtım baktım: Kara Çelebi. Çıraklık yıllarımızda bir ara aramızdaydı. Sarılıp öpüştük. Şimdi Eniştesinden bir haber mi getirmiş, diye merak ediyordum ki nakşettiğim sayfalara, resimlerime bakacağını, dostluk için geldiğini ve beni Padişahımız adına bir soruyla sınayacağını söyledi: Peki, dedim. Bana düşen soru nedir? Söyledi! Peki!

ÜSLUP VE İMZA Nakşı göz zevki ve imanı için değil de parası ve namı için yapan soysuzlar çoğaldıkça, dedim, üslup ve imza merakı gibi daha pek çok çirkinlik ve tamahkârlık göreceğiz demektir. İnanarak değil, usûldendir diye yapıyordum bu girişi: Çünkü hakiki yetenek ve hüner, altın ve ün sevgisiyle bile bozulmaz. Hatta, doğrusunu söylemek gerekirse, bana olduğu gibi, para ve ün hüner sabibinin hakkıdır ve onu aşka getirir. Ama bunu söylersem, nâkkaşlar bölüğünün kıskançlıktan kuduran sıradan nakkaşları, açık verecek bir söz ettim diye üzerime gelirler de bu işi onlardan daha çok sevdiğimi kanıtlamak için pirinç üzerine ağaç resmederim. Frenk etkisiyle Batı'dan ve cizvit papazlarının götürdüğü resimlere kanıp yoldan çıkmış bazı zavallı Çinli üstatların etkisiyle Doğu'dan bu üslup, imza ve şahsiyet heveslerinin tâ yakınımıza kadar geldiğini bildiğim için sizlere bu konuda kıssa olacak üç hikâye anlatayım.

ÜÇ ÜSLUP VE İMZA MESELİ Elif Bir zamanlar Herat'ın kuzeyindeki dağlardaki kalesinde nakşa ve resme meraklı bir genç han yaşamış. Haremindeki kadınlardan yalnızca birini severmiş bu han. Deli gibi sevdiği bu güzeller güzeli Tatar kızı da hana aşıkmış. Sabahlara kadar terleye terleye öyle çok sevişirlermiş ve öyle mutluymuşlar ki hayatları hep böyle sürsün isterlermiş. Bu dileklerini gerçekleştirmenin en iyi yolunun da kitapları açıp eski üstatların yaptığı harika ve kusursuz resimlere saatlerce, günlerce bakmak, hiç durmamacasına bakmak olduğunu keşfetmişler. Aynı hikâyelerin hiç şaşmadan, hep birbirini tekrar eden kusursuz resimlerine baktıkça, zamanın durduğunu ve hikâyede anlatılan altın devrin mutlu zamanına kendi mutluluklarının karıştığını hissederlermiş. Hanın nakkaşhanesinde aynı resimleri aynı kitapların sayfaları için yeniden aynı kusursuzlukla yapan ustalar ustası bir de nakkaş varmış. Âdet olduğu üzere usta nakkaş, Ferhat'ın Şirin'e olan aşkından acı çekişinin, Mecnun ile Leyla'nın birbirlerini görüp hayranlık ve özlemle bakışmalarını ya da Hüsrev ile Şirin'in Cennet misali masal bahçesinde birbirlerini çift anlamlı, manidar bakışlarla süzmelerini bir kitap sahifesinde resmederken âşıkların yerine Han ile Tatar güzelinin resmini çizermiş. Han ile sevgilisi bu sayfalara bakınca kendi mutluluklarının hiç bitmeyeceğine iyice inanır, usta nakkaşı övgüye ve altına boğarlarmış. İltifat ve altının çokluğu usta nakkaşı sonunda yoldan çıkarmış ve Şeytan'ın da dürtmesiyle resimlerinin kusursuzluğunu eski üstatlara borçlu olduğunu unutmuş ve kendi şahsiyetinden de bir parça koyarsa resimleri daha da beğenilir sanmış gururla. Oysa, usta nakkaşın yaptığı bu yenilikleri, kişisel üslup izlerini, han ile sevgilisi birer kusur olarak görüp huzursuz olmuşlar. Uzun uzun baktığı resimlerde eski mutluluklarının şurasından burasından bozulduğunu hissedince Han, önce sahifelerde o resmediliyor diye Tatar güzelini kıskanmış. Sonra o güzel Tatarı kıskandırmak için başka bir cariye ile sevişmiş. Harem dedikoducularından bunu öğrenmek o kadar kederlendirmiş ki Tatar güzelini, kendini

Harem avlusundaki sedir ağacına sessizce asmış. Yaptığı yanlışı farkeden ve bunun arkasında nakkaşın kendi üslup merakı olduğunu gören Han da Şeytan'ın kandırdığı ustayı aynı gün kör ettirmiş.

Be Doğu memleketlerinin birinde nakışsever mutlu ve yaşlı bir padişah varmış, yeni evlendiği güzeller güzeli Çinli karısıyla çok mutlu yaşarmış. Derken padişahın önceki karısından yakışıklı oğluyla genç karısının gönülleri birbirine kaymış. Babasına ihanetten ödü kopan oğul, yasak aşkından utanıp kendini nakkaşhaneye kapatıp resme vermiş. Aşkının kederi ve gücüyle resmettiği için resimlerinin her biri o kadar güzel olurmuş ki, bakanlar eski üstatlarınkinden ayıramazlar, padişah baba da oğluyla çok gururlanırmış. Çinli genç karısı ise resimlere bakıp, "Evet, çok güzel" dermiş. "Ama yıllar geçecek, bu güzelliği onun yaptığını imza atmazsa kimse bilmeyecek." "Oğlum resme imza atarsa eski ustaları, taklitle yaptığı bu resmi haksız olarak kendi üzerine almış olamaz mı?" dermiş padişah. "Üstelik imza atarsa resmim benim kusurumu taşıyor demiş olmaz mı?" Yaşlı kocasını ikna edemeyeceğini anlayan Çinli karısı, bu imza lakırdılarını, nakkaşhaneye kendini kapatmış olan genç oğula duyurmayı sonunda başarmış; Dahası, aşkını içine gömmek zorunda kaldığı için gururu kırık olan oğul, güzel ve genç üvey anasının verdiği bu akıla, Şeytan'ın da teşvikiyle kanıp bir resmin köşesine, duvarla otların arasında, hiç görülmez sandığı bir köşeye imzasını atmış. İmzaladığı ilk resim ise Hüsrev ile Şirin'den bir meclismiş. Hani bilirsiniz: Hüsrev, Şirinle evlendikten sonra ilk evliliğinden olan oğlu Şiruye, Şirin'e âşık olur ve bir gece camdan girip hançerini Şirin'in yanında yatan babasının ciğerine daldırıverir. İşte, ihtiyar padişah oğlunun yaptığı bu meclisi gösteren resme bakarken, birden resimde bir kusur sezmiş; imzayı gördüğü, ama pek çoğumuzun yaptığı gibi, gördüğünü farketmediği için resimden ona yalnızca "bu bir kusurlu resim," duygusu geçmiş. Bu eski üstatların yapacağı bir şey olmadığı için ihtiyar padişah telaşa kapılmış. Çünkü bu, okuduğu cilt bir hikâyeyi, bir efsaneyi değil, bir kitaba en yakışmaz şeyi, bir hakikati anlatıyor demekmiş. İhtiyar bunu sezince korkmuş. Aynı anda da, nakkaş oğlu tıpkı yaptığı resimdeki gibi, pencereden içeri girmiş ve resimdeki kadar iri hançerini babasının korkudan büyüyen gözlerine bakmadan göğsüne daldırmış.

Cim Bundan iki yüz elli yıl önce Kazvin'de kitap süslemenin, hattın ve nakşın en itibarlı, en sevilen .sanatlar olduğunu Raşidüddini Kazvini tarihinde keyifle yazar. Kazvin'de o sırada tahtında oturan, Bizans'tan Çin'e kırk memlekete hükmeden (nakış sevgisi bu büyük gücün sırrı olabilir) zamanın şahının, ne yazık ki, erkek evladı yokmuş. Ölümünden sonra fethettiği memleketler bölünmesin diye şah, güzel kızına akıllı bir nakkaş koca bulmaya karar verince, nakkaşhanesindeki üçü de bekâr üç büyük genç üstat arasında bir yarışma açmış. Raşidüddin'in tarihine göre, yarışmanın çok basit bir konusu varmış: Kim en güzel resmi yapacak! Tıpkı Raşidüddin gibi, genç nakkaşlar da bunun eski üstatlar gibi resmetmek olduğunu bildikleri için, üçü de, en sevilen bir meclisi çizmişler. Cennet misali bir bahçede, servi ve sedir ağaçları, ürkek tavşanlar ve telaşlı kırlangıçlar arasında aşktan kedere boğulmuş, gözü yerde bir güzel kız. Birbirlerinden habersiz aynı resmi, tıpkı eski üstatlar gibi çizen üç nakkaştan en çok farkedilmek isteyeni ise, resmin güzelliğini sahiplenmek için bahçenin en kuytu yerine nergis çiçekleri arasına imzasını gizlemiş. Ama kendisinin eski üstatların alçakgönüllülüğünden uzaklaştıran bu küstahlığı yüzünden derhal Kazvin'den Çin'e sürülmüş. Böylece öteki iki nakkaş arasında yeniden bir yarışma açılmış. Bu sefer ikisi de güzel bir kızı harika bahçede at üzerinde gösterir şiir kadar güzel birer resim çizmişler. Nakkaşlardan biri, fırçasının sürçmesi yüzünden mi, yoksa mahsus mu, bilinmez, Çinli gibi çekik gözlü, çıkık elmacık kemikli kızın beyaz atının burnunu biraz tuhaf çizmiş: Bu hemen, baba kız tarafından bir kusur olarak görülmüş. Gerçi imza atmamışmış bu nakkaş, ama harika resminde atın burnuna ustaca bir kusur yerleştirmişmiş ki farkedilsin. Kusur üslubun anasıdır, demiş Şah ve bu nakkaşı da Bizans'a sürmüş. Hiçbir imzasız, hiçbir kusursuz, tıpkı eski üstatlar gibi çizen hünerbaz nakkaşın, şahın kızı ile düğününün hazırlıkları yapılırken, Raşidüddini Kazvini'nin o kalın tarihine göre, son bir gelişme daha olmuş: Düğünden bir gün önce, şahın kızı, ertesi gün kocası genç ve yakışıklı büyük üstadın yaptığı resme bütün gün kederle bakmış. Akşam karanlığı çökerken babasının yanına çıkmış: "Eski üstatlar, harika resimlerinde güzel kızları Çinliler gibi çizerlerdi ve bu Doğu'dan gelen şaşmaz bir kuraldır, evet doğru," demiş. "Ama birini sevdiklerinde bu güzelin kaşına, gözüne, dudağını saçına, gülüşüne, hatta kirpiğine sevdikleri güzelden bir iz, bir şey koyarlardı. Resimlerine yerleştirdikleri bu gizli kusur, onların aşklarının ancak kendilerinin ve sevgililerinin bilebileceği işaret olurdu. Ata binen güzel kızın resmine bütün gün baktım, babacığım, benden hiç iz yok onda! Bu nakkaş belki bir büyük usta, hem de genç ve yakışıklı, ama beni sevmiyor." Böylece Şah düğünü hemen iptal etmiş ve baba kız ömürlerinin sonuna kadar birlikte yaşamışlar.

"Üslup denen şeyi başlatan kusur, o zaman, bu üçüncü hikâyeye göre," dedi Kara pek kibar, pek saygılı bir edayla. "Nakkaş âşık olduğu güzelin yüzünün, gözünün, gülüşünün gizli işaretinden mi çıkıyor?" "Hayır," dedim kendimden emin ve mağrur bir edayla. "Üst nakkaşın sevdiği kızdan resmine geçen şey, kusur değil kural olur sonunda. Çünkü bir süre sonra, herkes üstadı taklitle kızların yüzünü o güzel kızınki gibi resmetmeye başlar." Biraz sustuk. Anlattığım üç hikâyeyi pür dikkat dinleyen Kara'nın, sofada, yan odada gezinen güzel karımın tıkırtılarına dikkat kesildiğini görünce gözlerimi gözlerinin içine diktim. "Birinci hikâye üslubun bir kusur olduğunu gösterir," dedim. "İkinci hikâye kusursuz resmin imza istemediğini gösterir. Üçüncü hikâye de, birinciyle ikincinin aklını birleştirir ve o halde imza ve üslup kusurla küstahça ve aptalca böbürlenmekten başka bir şey değildir, bunu gösterir." Ders verdiğim bu adam nakıştan ne kadar anlıyordu? Dedim ki: "Hikâyelerimden benim kim olduğumu anladın mı?" "Anladım," dedi ama inandırıcı değildi hiç. Onun bakışı ve idraki ile sınırlanarak beni anlamaya çalışmayın ve size doğrudan ben söyleyivereyim kim olduğumu. Elimden her şey gelir. Eğlenerek ve gülerek, Kazvinli eski üstatlar gibi çizer, renklendiririm. Gülümseyerek söylüyorum: Herkesten iyiyim Ve sezgilerim doğruysa eğer, Kara'nın buraya geliş nedeni olan müzehhip Zarif Efendi'nin kaybolmasıyla benim hiç mi hiç alakam yoktur. Kara bana evlilik ile sanat birlikte nasıl oluyor diye sordu. Çok çalışırım ve severek çalışırım. Mahallenin en güzel kızıyla yeni evlendim. Nakşetmiyorsam onunla deliler gibi sevişiriz. Sonra yine çalışırım. Demedim bunları. Büyük bir meseledir, dedim. Eğer nakkaşın fırçası kâğıdın üzerinde harikalar döktürüyorsa, karısına girince aynı şenliği kopartamaz, dedim. Tam tersi de doğru olup, karıyı mutlu ediyorsa nakkaşın kamışı, kâğıdın üzerinde öteki kamış sönük kalır, diye ekledim. Nakkaşın hünerini kıskanan herkes gibi, Kara da bu yalanlara inanıp sevindi. En son nakşettiğim sayfaları görmek istediğini söyledi. Onu iş tahtamın başına, boyaların, hokkaların, mührelerin, fırça ve kalem ve maktaların araşma oturttum. Şehzademizin sünnet düğünü törenlerini gösterir Surname için yapmakta olduğum iki sayfalık resmi Kara seyrederken, yanındaki kırmızı mindere oturdum ve minderin sıcaklığından, az önce orada güzel kalçalı güzel karımın oturmakta olduğunu hatırladım. Ben kamış kalemimle Padişahımızın önündeki bahtsız mahkûmların kederini çizerken, akıllı karım benim kamışımı tutardı. Resmetmekte olduğum iki sayfalık meclis, borç alıp ödeyemedikleri için hapse düşen mahkûmların ve ailelerinin Padişah'ın ihsanıyla kurtulmalarını gösteriyordu. Hünkârı, tıpkı tören sırasında gördüğüm gibi, üzeri torba torba gümüş akçeler dolu bir halının kenarına oturtmuş, az arkasına Defterdarbaşı'nı oturtup onun eline borç kayıtlarını okumakta olduğu defteri vermiş, birbirlerine boyunlarındaki bukağı ve zincirlerle bağlanmış borç mahkûmlarını, Padişah'ın huzurunda elem ve acı içinde, kaşlar çatık, yüzler asık, kimini gözü yaşlı göstermiş, Padişah'ın onları hapisten kurtaracak ihsanı keseden verivermesi üzerine hepsinin mutlulukla söylediği dualara, şiirlere eşlik eden udi ve tamburiyi kırmızılar içinde ve güzel yüzlü çizmiş, borca batmanın acı utancını iyi anlatsın diye de, hiç hesapta olmadığı halde, mutsuz mahkûmların sonuncusunun yanına, perişanlıktan çirkinleşmiş mor elbiseli karısıyla, kızıl feraceli, uzun saçlı ve kederli, güzelim kızını çizmiştim. Zincirler içinde sıra sıra borçluların iki sayfayı nasıl yayıldıklarını, resmin içindeki kırmızının gizli mantığını, eski üstatların hiç yapmadığı bir şeyi, aşkla nakşediverdiğim kenardaki köpekle Padişah'ın atlastan kaftanını aynı renge boyamam gibi bakıp bakıp karımla gülüşe gülüşe konuştuklarımızı, bu çatık kaşlı Kara'ya da anlatacaktım ki, nakşetmenin hayatı sevmek demek olduğunu anlasın, ama o çok ayıp bir şey sordu bana. Zavallı Zarif Efendi'nin nerede olabileceğini biliyor muymuşum acaba? Ne zavallısı! Beş para etmez bir taklitçi, tezhibi yalnızca parası için yapan, ilhamı kıt bir budaladır, demedim. "Hayır," dedin "Bilmiyorum." Erzurumlu vaizin çevresindeki saldırganların Zarif Efendi'ye bir kötülük yapmış olabileceğini düşünmüş müydüm hiç? Kendimi tuttum ve, o da onlardandır, demedim. "Hayır," dedim. "Niye?" Şu İstanbul şehrinde esiri olduğumuz yoksulluk, veba, ahlaksızlık, rezillik Peygamberimiz Resulullah zamanındaki İslamiyetten uzaklaşıp yeni, çirkin âdetler edinmemizden ve Frenk usullerinin aramıza sızmış olmasından başka hiçbir şeyle açıklanamaz. Vaiz Erzurumi de böyle diyor yalnızca, ama düşmanları, Erzurumilerin musiki çalan tekkelere saldırdıklarını, evliya mezarlarını bozduklarını ileri sürüp Padişah'ı

kandırmak istiyorlar. Şimdi benim Erzurumi Hazretleri'ne onlar gibi düşmanlık beslemediğini bildikleri için, demek ki, kibarca, Zarif Efendi'yi sen mi öldürdün, demek istiyorlar. Bu söylentilerin nakkaşlar arasında çoktan yayıldığı bir anda kafama dank etti. İlhamsız, hünersiz yeteneksizler takımı şimdi büyük bir keyifle, benim alçak katilin teki olduğumu yayıyorlardır. Bu kıskanç nakkaşlar kalabalığının iftiralarını, sırf ciddiye aldığı için, bu budala Kara'nın, o Çerkez kafasına hokkayı indirmek geldi içimden. Kara gördüğü her şeyi aklında tutarak nakış odamı seyrediyor; uzun kâğıt makaslarıma, zırnık dolu çanaklara, boya kâselerine, çalışırken ara ara dişlediğim elmaya, arkadaki ocağın kenarında duran cezveme, kahve fincanlarıma, minderlere, pencerenin yarı aralığından sızan ışığa, sayfanın endamını denetlemek için kullandığım aynaya, mintanlarıma ve orada, kapı vurulduktan sonra alelacele odadan çıkarken düşürdüğü için kenarda bir günah gibi duran karımın kırmızı kuşağına dikkatle bakıyor Ondan düşüncelerimi saklamama rağmen, yaptığım resimleri ve içinde yaşadığım bu odayı pervasız ve saldırgan bakışlarına teslim ediyorum. Biliyorum, hepinizi şaşırtacak bu gurur, ama en çok parayı kazanan ve demek ki en iyi olan nakkaş benim! Çünkü Allah nakşın bir şenlik olmasını istemiştir ki, âlemin de bir şenlik olduğunu bakmasını bilene göstersin.

13

B a n a L e y l e k D e r l e r

Öğle namazı vaktiydi. Kapı vuruldu, baktım tâ çocukluğumuzda Kara. Sarıldık birbirimize. Üşümüş, içeri aldım, evin yolunu nasıl bulduğunu bile sormadım. Eniştesi onu bana, Zarif Efendi neden kayıp, nerede, ağzımı aramak için yollamıştır. Ama yalnız o değil, Üstat Osman'dan da haber getirdi; ve bir sorum var, dedi; has nakkaşı ötekilerden ayıracak şey, demiş Üstat Osman, zamandır: Nakşın zamanı. Ne mi düşünüyorum? Dinleyin.

NAKIŞ VE ZAMAN Herkesin bildiği gibi eskiden bizim âlemimizin nakkaşları, mesela eski Arap ustaları da dünyaya Frenk kâfirinin bugün baktığı gibi bakar ve sokaktaki serseriyle itin, dükkândaki tezgâhtarla kerevizlerin durduğu yerden seyredip resmederlerdi her şeyi. Bugün Frenk üstatlarının mağrurca övündüğü perspektif usûlünden de habersiz oldukları için, bu onların âlemini itin ve kerevizin görebileceği kadar sınırlı ve sıkıcı yapardı. Sonra bir şey oldu ve bütün nakış âlemimiz değişiverdi. Oradan başlayarak size anlatıvereyim.

ÜÇ NAKIŞ VE ZAMAN HİKÂYESİ Elif Bundan üç yüz elli yıl önce, Bağdat'ın Moğolların eline düştüğü ve acımasızca yağmalandığı soğuk şubat günü İbni Şakir, yalnız bütün Arap âleminin değil, bütün İslam'ın en namlı ve en usta hattatıydı ve genç yaşına rağmen, Bağdat'ın dünyaca meşhur kütüphanelerinde onun yazdığı, çoğu Kuran-ı Kerim, yirmi iki cilt vardı. Bu kitapların kıyamete kadar yaşayacağına inandığı için İbni Şakir, derin ve sonsuz bir zaman fikriyle yaşardı. Birkaç içinde Moğol Hakanı Hülagü'nün askerlerince hepsi teker teker yırtılıp, parçalanıp, yakılıp, Dicle'nin sularına atılan ve bugün bilinmeyen bu efsane kitaplardan sonuncusu için, bütün bir gece şamdanların titrek ışığında kahramanca çalışmıştı. Güneşin doğuşuna sırtını dönüp, batıya, ufka bakmak, geleneğe ve kitapların ölümsüzlüğü fikrine bağlı üstat Arap hattatlarının, beş asırdır körlüğe karşı göz dinlendirmek için başvurdukları bir yol olduğu için, İbni Şakir, sabah serinliğinde Halife Camii'nin minaresine çıktı ve beş yüz yıldır sürüp gitmekte olan bütün bir yazı geleneğini sona erdirecek her şeyi şerefeden gördü. Hülagü'nün acımasız askerlerinin Bağdat'a girişini gördü ilk ve minarenin tepesinde kaldı. Bütün şehrin yağmalanışını ve yıkılışını, yüz binlerce insanın kılıçtan geçirilişini, beş yüz yıldır Bağdat'a hükmeden İslam halifelerinin sonuncusunun öldürülüşünü, kadınların ırzına geçilişini, kütüphanelerin yakılışını, on. binlerce cilt kitabın Dicle'ye atılışını gördü. İki gün sonra, ceset kokuları ve ölüm çığlıkları içerisinde, atılan kitaplardan çıkan mürekkebin rengiyle kırmızıya kesen Dicle'nin akışını seyrederken, güzel yazıyla yazdığı ve şimdi yok olmuş onca cildin bu korkunç katliam ve tahribatın durdurulmasına hiç yaramadığını düşündü ve bir daha yazı yazmamaya yemin etti. Dahası, o güne kadar Allah'a bir başkaldırı olarak gördüğü ve küçümsediği resim sanatıyla acısını ve gördüğü felaketi ifade etmek geldi içinden ve hiçbir zaman yanından ayırmadığı kâğıda minareden gördüklerini resmetti. Moğol istilası sonrası, İslam resminin üç yüz yıl süren gücünü ve onu puta tapanların ve Hıristiyanların resminden ayıran şeyi, âlemin Allah'ın gördüğü yerden, yukarıdan, ufuk çizgisi çizilerek ve içten bir acıyla resmedilmesini bu mutlu mucizeye borçluyuz. Bir de, İbni Şakir'in katliamdan sonra, elindeki resimler ve yüreğindeki nakış azmiyle, kuzeye, Moğol, ordularının geldiği yöne yürüyüp, Çinli ustaların resmini öğrenmesine Böylece, beş yüz yıldır Arap hattatlarının gönlünde yatan sonsuz zaman fikrinin yazıda değil, resimde gerçekleşeceği

anlaşıldı. Bunun ispatı, kitapların, ciltlerin parçalanıp yok olması, ama içindeki resimli sayfaların, başka kitapların, başka ciltlerin içine girerek sonsuza kadar yaşayıp Allah'ın âlemini göstermeye devam etmesidir.

Be Her şeyin her şeyi tekrar ettiği ve bu yüzden yaşlanıp ölmek olmasa insanın zaman diye bir şeyin varolduğunu hiç farkedemediği ve âlemin de zaman hiç yokmuş gibi hep aynı hikâyeler ve resimlerle resmedildiği hem eski hem yeni bir zamanda, Fahir Şah'ın küçük ordusu, Selahattin Han'ın askerlerini, Semerkantlı Salim'in kısa tarihinde de anlattığı gibi, "perişan" etti. Muzaffer Fahir Şah, esir aldığı Selahattin Han'ı işkenceyle öldürttükten sonra, gelenek olduğu üzere, ilk iş olarak kendi mührünü vurmak için rahmetlinin kütüphanesini ve haremini ziyaret etti. Kütüphanede tecrübeli ciltçisi, ölü şahın kitaplarını parçalayıp, sayfalarını karıştırıp, yeni ciltler yapmaya, hattatları ketebelerdeki "her zaman galip" Selahattin Han'ın adını "Muzaffer" Fahir Şah'ın adıyla değiştirmeye ve nakkaşları kitapların en güzel resimlerine ustaca işlenmiş rahmeti Selahattin Han'ın şimdiden unutulmaya yüz tutmuş yüzünü silip yerine, Fahir Şah'ın daha genç yüzünü resmetmeye giriştiler. Hareme girince Fahir Şah, en güzel kadını hemen bulmakta hiç zorlanmadı, ama ona zorla sahip olmak yerine, kitaptan ve nakıştan anlayan ince biri olduğu için, gönlünü kazanmaya karar verdi ve konuştu onunla. Böylece, rahmetli Selahattin Han'ın güzeller güzeli ve gözü yaşlı karısı Neriman Sultan, yeni kocası olacak Fahir Şah'tan tek şey istedi. Leyla ile Mecnun'un aşkını anlatır bir kitapta, Leyla olarak çizilmiş Neriman Sultan'ın karşısına, Mecnun olarak yüzü çizilmiş rahmetli kocası Selahattin Han'ın yüzünün kazılıp silinmemesiydi isteği. Kocasının yıllardır yaptırdığı kitaplar aracılığıyla elde etmeye çalıştığı ölümsüzlük hakkı, hiç olmazsa bir sayfada, rahmetliden esirgenmemeliydi. Muzaffer Fahir Şah bu basit isteği cömertçe kabul etti ve bir tek o resme nakkaşlar dokunmadı. Böylece, Neriman ile Fahir hemen seviştiler ve kısa sürede birbirlerini sevip geçmişin korkunçluğunu unuttular. Ama Fahir Şah, Leyla ile Mecnun cildindeki o resmi unutamadı. Ona huzursuzluk veren karısının eski kocasıyla resmedilmesi ya da kıskançlık değildi, hayır. O harika kitapta, eski efsanelerin içinde resmedilmediği için, karısıyla birlikte sonsuz zamana, ölümsüzlerin arasına karışamamaktı içini kemiren. Bu şüphe kurdu beş yıl içini kemirdikten sonra, Fahir Şah, Neriman ile uzun uzun seviştiği mutlu bir gecenin sonunda, elinde şamdanı, kendi kütüphanesine gizlice hırsız gibi girdi, Leyla ile Mecnun cildini açtı ve Neriman'ın rahmetli kocasının yüzü yerine, Mecnun olarak kendi yüzünü işlemeğe girişti. Ama nakşı seven pek çok han gibi, acemi bir nakkaştı ve kendi yüzünü iyi çizemedi. Böylece, bir şüphe üzerine sabah kitabı açan kitapdârı, Neriman yüzlü Leyla'nın karşısında rahmetli Selahattin Han'ın yüzü yerine, yeni bir yüz belirdiğini, ama bu yüzün Fahir Şah'ın değil, baş düşmanı genç ve yakışıklı Abdullah Şah'ın resmi olduğunu ilan etti. Bu dedikodu Fahir Şah'ın askerlerinin maneviyatını bozduğu gibi, komşu memleketin genç ve saldırgan yeni hükümdarı Abdullah Şah'a da cesaret verdi. O da, ilk savaşta Fahir Şah'ı bozguna uğrattı, esir alıp öldürttü, haremine ve kütüphanesine kendi mührünü vurdu ve her zaman güzel Neriman Sultan'ın yeni kocası oldu.

Cim İstanbul'da nakkaş Uzun Mehmet, Acem ülkesinde Muhammed , Horasani diye bilinen nakkaşın hikâyesi çoğunlukla nakkaşlar arasında uzun ömür ve körlüğe misal olsun diye anlatılır, ama aslında nakış ve zaman konusunda bir meseldir. Dokuz yaşında bir çırak olarak mesleğe girişine bakılırsa, aşağı yukarı yüz on yıl kör olmadan nakış yapan bu üstadın en büyük özelliği, özelliksizliğidir. Ama burada kelime oyunu yapmıyor, içten bir övgü sözü söylüyorum. Her şeyi, herkes gibi, daha çok da eski büyük üstatların tarzında resmederdi ve bu yüzden en büyük üstattı. Alçakgönüllülüğü, Allah'a hizmet olarak gördüğü nakış işine bütünüyle bağlılığı, onu çalıştığı bütün nakkaşhanelerin içerisindeki kavgalardan ve yaşı uygun olmasına rağmen başnakkaş olma heveslerinden uzak tuttu hep. Bütün nakış hayatı boyunca, yüz on yıl kenarda köşede kalmış ayrıntıları, sayfanın köşesini doldurmak için çizilen otları, ağaçların binlerce yaprağını, bulutların kıvrımlarını, atların tek tek taranması gereken yelelerini, tuğla duvarları ve birbirini hep tekrar eden sayısız duvar süsünü ve çekik gözlü, ince çeneli, hepsi birbirinin aynı on binlerce yüzü sabırla nakşetti. Çok mesuttu ve çok sessizdi. Kendini hiç ortaya çıkarmaya, üslup ve kişilik taleplerinde bulunmaya kalkmadı. O ara hangi hanın ya da şehzadenin nakkaşhanesi için çalışıyorsa, orayı bir ev, kendini de o evin bir eşyası olarak gördü. Hanlar, şahlar birbirlerini boğazlayıp, nakkaşlar da harem kadınları gibi şehirden şehire yeni efendilere gidince, yeni nakkaşhanenin üslubu, onun çizdiği yapraklarda, çimende, eşyaların kıvrımında, onun sabrının gizli kıvrımlarında belirirdi ilk. Seksen yaşındayken onun ölümlü olduğu unutuldu da, resmettiği efsaneler içinde yaşadığına inanılmaya başlandı. Belki de bu yüzden, onun zamanın dışında varolduğunu, bu yüzden yaşlanıp da ölmeyeceğini söylerdi bazıları. Evsiz, yurtsuz hayatını nakkaşhane odalarında, çadırlarında geceleyerek ve vaktinin çoğunu kâğıda bakarak geçirmesine rağmen, sonunda kör olmamasını da, onun için zamanın durduğu mucizesiyle açıklayanlar

vardı. Bazıları da aslında kör olduğunu, ama her şeyi ezberden çizdiği için nakşetmek için artık görmesine gerek kalmadığını söylerdi. Hayatında hiç evlenmemiş, hiç sevişmemiş bu efsane üstat, yüz yıl çizdiği çekik gözlü, sivri çeneli ve ay yüzlü güzel erkek örneğine, Çinli ve Hırvat kırması kanlı canlı on altı yaşında bir çırak olarak Şah Tahmasp'ın nakkaşhanesinde yüz on dokuz yaşında rastlayınca, haklı olarak hemen ona âşık oldu ve inanılmaz güzellikteki oğlan çırağı elde etmek için, gerçek bir âşığın yapacağı gibi nakkaşlar arasında iktidar kavgalarına, dolap çevirmeye girişip, yalana, dolana, hileye verdi kendini. Yüz yıl boyunca uzak kalmayı başardığı gününün taleplerine yetişmeğe çalışmak, Horasanlı üstat nakkaşı önce canlandırdıysa da, eski efsane zamanların sonsuzluğundan da kopardı. Güzelim çırağı seyre daldığı bir ikindi vakti, açık pencere önünde Tebriz'in soğuk rüzgârıyla üşüttü, ertesi gün hapşırırken kör oldu ve iki gün sonra nakkaşhanenin yüksek taş merdivenlerinden düşüp öldü. "Horasanlı Uzun Mehmet'in adım duymuştum, ama bu hikâyeyi bilmiyordum," dedi Kara. Hikâyenin bittiğini anladığını, kafasının anlattıklarımla dolu olduğunu belirtmek için incelikle söylemişti bu sözleri. Biraz sustum ki beni doya doya seyretsin. Çünkü ellerimin boş durması beni huzursuz ettiği için, ikinci hikâyeyi anlatmaya başladıktan hemen sonra, kapı vurduğunda kaldığım yerden nakşetmeye devam etmiştim. Her zaman dizimin dibinde oturup boyalarımı karıştıran kalemlerimi yontup, kimi zaman hatalarımı silen güzel çırağım Mahmut, yanı başımda beni hem dinleyip hem seyrederek sessizce oturuyor, içeriden karımın çıkardığı tıkırtılar geliyordu. "Aa," dedi Kara, "Padişah ayağa kalkmış." Resme hayretle bakarken, ben onun hayret nedeni önemsizmiş gibi davrandım, ama size doğrudan söyleyivereyim: Surname kitabında tasvir ettiğimiz sünnet düğünü törenleri sırasında, kurulduğu şehnişinin penceresi dibinden, esnafın, loncaların, ahalinin, askerlerin ve haydutların geçişini elli iki gün boyunca izleyen yüce Padişahımız, iki yüz resmin hepsinde oturur gözükür. Bir tek bu yaptığım resimde, meydandaki kalabalığa florin dolu keselerden para atarken, onu ayakta çizdim. Paraları kapışmak için birbirlerini boğazlayan, yumruk yumruğa dövüşen, tekmeleşen, yerden para toplarken götleri göğe kalkan kalabalığın hayret ve neşesini resmedebilmek için yaptım bunu. "Bir resmin konusunda aşk varsa, resim de aşkla çizilmelidir," dedim. "Acı varsa resimden de acı akmalıdır. Ama acı, resimdeki kişilerden ya da onların gözyaşlarından değil, resmin ilk anda gözükmez, ama hissedilir iç ahenginden çıkmalıdır. Ben asırlardır hayretin resmini çizen yüzlerce üstat nakkaş gibi işaret parmağını ağzının yuvarlağına sokan birini çizmedim de, bütün resmi hayret ettirdim. Bu da hünkârı ayağa kaldırmakla olur." Bir iz arayarak eşyalarıma ve nakış malzememe, aslında bütün hayatıma bakışına aklım takıldı da, onun gözünden kendi evimi gördüm. Hani bir dönem Tebriz'de, Şiraz'da yapılmış saray, hamam, kale resimleri vardır; her şeyi gören ve anlayan ulu Allah'ın dikkatine resim de koşut olsun diye, nakkaş, resmettiği sarayı, sanki orta yerinden bir büyük mucize ustura ile kesivermişçesine, içindeki kap kacağa bardaklara, dışarıdan hiç görülmez duvar işlemelerine perdelerine, kafesteki papağana ve en mahrem köşelerine, yastıklarına ve yastığa oturan güneş yüzü görmemiş güzeller güzeline kadar nakşeder. O resme hayranlıkla bakan meraklı olduğu gibi, boyalarımı, kâğıtlarımı, kitaplarımı, güzel çırağımı, Freni gezginleri için yaptığım kıyafetname ve murakka sayfalarını, bir paşa için gizlice çırpıştırdığım sikiş resimlerini ve edepsiz sayfaları camdan, tunçtan, topraktan renk renk hokkalarımı, fildişinden kalemtıraşlarımı, altın saplı kalemlerimi ve güzel çırağımın bakışını seyrediyordu. "Eski ustaların aksine çok savaş gördüm ben, çok," dedim sessizliği kendi varlığımla doldurmak için. "Savaş makineleri, toplar, ordular, ölüler. Padişahımızın, paşalarımızın savaş çadırlarının tavanlarını hep ben nakşettim. Savaşlardan sonra İstanbul'a dönüldüğünde, herkesin unutacağı savaş manzaralarını, ikiye bölünmüş cesetleri birbirine karışmış orduları, kuşatılmış kalelerin burçlarından toplarımıza ve ordularımıza korkuyla bakan zavallı kâfirin askerini, kafaları kesilen isyancıları, dörtnala saldıran atların coşkusunu da ben resmettim. Gördüğüm her şey aklımda kalır: Yeni bir kahve değirmeni, hiç görmediğim cins bir pencere halkası, bir top, yeni cins bir Frenk tüfeğinin tetiği, bir ziyafet sırasında kimin ne renk giydiği, kimin ne yediği, kimin elini nereye nasıl koyduğu" "Anlattığın o üç hikâyenin hissesi nedir?" diye sordu Kara her şeyi özetler ve biraz hesap sorar bu edayla. "Elif," dedim. "Minareli birinci hikâye, nakkaşın hüneri ne olursa olsun kusursuz resmi yapanın zaman olduğunu gösterir. Be: Haremli, kitaplı ikinci hikâye, zamanın dışına çıkmanın tek yolunun hüner ve nakış olduğunu gösterir. Üçüncüsünü de seni söyle o zaman." "Cim!" dedi Kara kendine güvenle. "Yüz on dokuz yaşındaki nakkaşın üçüncü hikâyesi de, elif ile beyi birleştirir ve kusursuz hayattan ve nakıştan ayrılanın zamanı biter ve ölür, işte bunu gösterir."

14

B a n a Z e y t i n D e r l e r

Öğle namazından sonraydı; acele acele ama keyifle tatlı oğlan yüzleri çiziyordum ki kapı vuruldu. Elim titredi heyecanla, kalemimi bıraktım. Kucağımdaki iş tahtasını zar zor dikkatle kenara koydum ve uçar gibi koştum ve kapıyı açmadan önce bir dua ettim: Allah'ım Şu anlatacaklarımı kitabın içinden işiten sizler, Allah'a bizlerin şu kirli ve sefil dünyasından ve Padişahımızın alçak kullarından çok daha yakın olduğunuz için, sizden saklamayacağım: Hint Padişahı, cihanın en zengin şahı Ekber Han, dillere destan olacak bir kitap yaptırtıyormuş, İslam ülkesinin dört bir yanına haber salmış ki, cihanın en parlak nakkaşları yanına gelsinler. İstanbul'a yolladığı adamları dün bana geldiler, diyarı Hind'e davet ettiler. Kapıyı açtım, bu sefer, onlar değil, çocukluktan unuttuğum Kara. Eskiden aramıza giremez, kıskanırdı bizi. Evet? Konuşmaya, dostluk etmeye, nakşımı görmeye gelmiş. Buyur ettim ki her şeyimi görsün. Üstat Başnakkaş Osman'ın da yeni elini öpmüş. Büyük üstat, bir büyük laf söylemiş ona: Nakkaşın hası körlükten ve hafızadan söz ederken anlaşılır demiş. Anlayın o zaman:

KÖRLÜK VE HAFIZA Nakıştan önce bir karanlık vardı ve nakıştan sonra da bir karanlık olacak. Boyalarımızla, hünerimiz ve aşkımızla Allah'ın bize görün, dediğini hatırlarız. Hatırlamak gördüğünü bilmektir. Bilmek, gördüğünü hatırlamaktır. Görmek, hatırlamadan bilmektir. Demek ki nakşetmek karanlığı hatırlamaktır. Büyük üstatların resim aşkı, renklerin ve görmenin karanlıktan yapıldığını bilip, Allah'ın karanlığına renklerle dönmeyi ister. Hafızası olmayan ne Allah'ı hatırlar, ne de onun karanlığını. Bütün büyük üstatların resmi, renklerin içinde, zamanın dışındaki o derin karanlığı arar. Herat'ın eski büyük üstatlarının bulduğu bu karanlığı hatırlamak ne demektir, anlayın diye size anlatayım.

ÜÇ KÖRLÜK VE HAFIZA HÎKAYESİ Elif Şair Câmi'nin evliya menkıbelerini kaleme aldığı Nefehât-ül Üns'ünün Lâmii Çelebi tarafından çevrilmiş Türkçesinde, Karakoyunlu hükümdarı Cihan Şah'ın nakkaşhanesinde nam salmış üstat Şeyh Ali Tebrizi'nin, Hüsrev ile Şirin'in harika bir nüshasını nakşettiği yazılmış. Benim işittiğime göre, yapımı tam on bir yıl süren bu efsane kitapta üstatlar üstadı nakkaş Şeyh Ali, öyle bir hüner göstermiş ve ancak eski ustalardan en büyüğü Behzat'ın nakşedebileceği öyle harika sayfalar döktürmüş ki, Cihan Şah, dünyada bir eşi benzeri olmayan harika bir kitaba sahip olmak üzere olduğunu daha kitap yarılanmadan anlamış. Kendine baş düşman ilan ettiği Akkoyunlu hükümdarı genç Uzun Hasan'ın korkusu ve ona duyduğu kıskançlıkla yaşayan Karakoyunlu Cihan Şah'ın hemen aklına, harika kitap bittikten sonra kazanacağı itibar kadar, bu kitabın daha da iyisinin Akkoyunlu Uzun Hasan için resmedilebileceği gelmiş. Kendi mutluluklarını "ya başkaları da bu kadar mutlu olursa!" korkusuyla zehirleyen gerçek kıskançlardan olduğu için Cihan Şah, üstat nakkaşının bu kitaptan bir tanesini daha, hatta daha iyisini resmederse, bunu baş düşmanı Uzun Hasan için yapacağını hemen sezmiş. Böylece, bu harika kitaba kendinden başka kimse sahip olmasın diye, kitabı bitirdikten sonra, üstat nakkaş Şeyh Ali'yi öldürtmeye karar vermiş. Ama haremindeki iyi kalpli bir Çerkez güzeli, usta nakkaşı kör etmesinin yeterli olacağını hatırlatmış ona. Cihan Şah'ın hemen benimseyip çevresindeki dalkavuklara açtığı bu parlak karar, üstat nakkaş Şeyh Ali'nin kulağına da gitmiş, ama sıradan başka nakkaşların yapacağı gibi kitabı yarıda bırakıp

Tebriz'i terk etmemiş o. Hatta, körlüğünü geciktirmek için kitabı yavaşlatmak ya da kitap kusursuz olmasın diye kötü resmetmek gibi yollara da sapmamış. Her zamankinden daha da yoğun bir şevk ve inançla çalışmış. Tek başına oturduğu evinde, sabah namazından sonra çalışmaya başlar, gece yarısı şamdanların ışığında yorgun gözlerinden acı yaşları akana kadar hep aynı atları, servileri, âşıkları, ejderhaları ve yakışıklı şehzadeleri resmedermiş. Çoğu zaman Heratlı eski büyük üstatların yaptığı bir sayfaya günlerce bakar, bir yandan da hiç bakmadığı bir kâğıda aynı resmi olduğu gibi yaparmış. Sonunda, Karakoyunlu Cihan Şah için yaptığı kitap bitmiş, üstat nakkaş beklediği gibi önce övülüp altına boğulmuş, sonra ucu sivri bir sorguç iğnesiyle kör edilmiş. Şeyh Ali, daha acısı bile dinmeden hemen Herat'ı terk edip, Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan'ın yanına gitmiş. "Evet, körüm," demiş ona. "Ama son on bir yıldır nakşettiğim kitabın bütün güzellikleri, her kalem vuruşuna her fırçasına kadar hafızamda ve elim onları ben görmeden ezberden çizmeyi biliyor. Hakanım, sana gelmiş geçmiş en güzel kitabı nakşedebilirim. Çünkü gözlerim bu dünyanın pisliğine artık hiç takılıp oyalanmadığı için, Allah'ın bütün güzelliklerini hafızamdan en saf şekliyle çizebilirim." Uzun Hasan, büyük üstat nakkaşa hemen inanmış, üstat da sözünü tutup gelmiş geçmiş en harika kitabı Akkoyunlu hakanına ezberden çizmiş. Daha sonra, Akkoyunlu Uzun Hasan'ın Karakoyunlu Cihan Şahı Bingöl yakınlarında bir baskınla yenip öldürmesinin arkasında, muzaffer hakanın yeni kitabının verdiği manevi güç olduğunu herkes bilir. Bu harika kitap, üstat Şeyh Ali Tebrizi'nin rahmetli Cihan Şah'a yaptığı bir önceki kitapla birlikte, muzaffer Uzun Hasan, rahmetli Fatih Sultan Mehmet Han'a, Otlukbeli Savaşı'nda yenik düşünce, Padişahımızın hazinesine katılmıştır. Görenler bilir.

Be Cennetmekân Kanuni Sultan Süleyman Han hattatlara daha çok kıymet verdiği için, zamanın bahtsız nakkaşları, şu anlatacağım hikâyeyi nakşın hattan daha önemli olduğuna misal olsun diye söylerlermiş, ama dikkatle her dinleyenin farkedeceği gibi, bu kıssa körlük ve hafıza üzerinedir. Cihan hakimi Timur'un ölümünden sonra birbirlerine düşen ve aralarında acımasızca savaşan oğullarının ve torunlarının, birbirlerinin şehirlerini fethettiklerinde yaptıkları ilk iş, kendi adlarına para basıp, camide hutbe okutmak ise, ikinci işleri birbirlerinden ele geçirdikleri kitapları parçalayıp, başına kendilerini "cihan hakimi" diye öven yeni bir ithaf ve yeni bir ketebe koyup, yeniden ciltlemeleriydi ki, görenler bu hükümdarın kitabına bakıp cihan hakimi olduğuna inana. Bunlardan, Timur'un torunu Uluğ Bey'in oğlu Abdüllatif, Herat'ı ele geçirince babası adına hemen bir kitap yapılsın diye nakkaşlarını, hattatlarını ve ciltçilerini öyle bir hızla seferber edip, öyle bir acele ettirmiş ki onları, parçalanan ciltlerden çıkan resimler, yazılı sayfalar yırtılıp yakılırken birbirine karışmış. Hangi kitabın hikâyenin parçası olduğuna aldırmadan resimleri gelişigüzel ciltletip murakkalar yaptırmak, nakışsever Uluğ Bey'e yakışmayacağı için, oğlu, Herat'ın bütün nakkaşlarını toplayıp resimleri bir sıraya dizebilmek için hikâyelerini söylemelerini istemiş. Ama her kafadan başka bir hikâye çıkmış ve resimler daha da birbirine karışmış. O zaman, son elli dört yılda Herat'ta hüküm sürmüş bütün şahların, şehzadelerin kitaplarına göz nuru döktükten sonra unutulmuş son ihtiyar başnakkaş aranıp bulunmuş. Resimlere bakan eski üstadın kör olduğu anlaşılınca bir telaş olmuş, hatta gülenler çıkmış, ama ihtiyar üstat yedi yaşına varmamış, akıllı ama okuması yazması olmayan bir çocuk istemiş. Hemen bulup getirmişler. Çocuğun önüne bir resim koymuş, gördüğünü anlat, demiş ihtiyar nakkaş. Çocuk resimde gördüklerini anlatırken, ihtiyar nakkaş da görmez gözlerini gökyüzüne dikip dikkatle dinlemiş ve sonra şöyle deyivermiş: "Firdevsi'nin Şehname'sinden İskender'in ölen Dara'yı kucaklaması Sadi'nin Gülistan'ından güzel öğrencisine âşık olan hocanın hikâyesi Nizami'nin Mahze Esrar'ından hekimlerin yarışması" İhtiyar ve kör nakkaşa öfkelenen öteki nakkaşlar, "Bunları biz de söylerdik," demişler, meşhur hikâyelerin en bilinen meclisleri bunlar." İhtiyar ve nakkaş, çocuğun önüne bu sefer en zor resimleri koydurmuş ve yine dikkatle dinlemiş onu. "Firdevsi'nin Şehname'sinden Hürmüz'ün hattatları zehirleyerek tek tek öldürmesi," demiş yine göğe bakarak. "Mevlana'nın Mesnevi'sinden, karısını ve karısının aşığını armut ağacının tepesinde yakalayan kocanın kötü hikâyesi ve ucuz resmi," demiş ve böyle böyle göremediği bütün resimleri çocuğun tarifinden tanıyıp, kitapların ciltlenmesini sağlamış. Uluğ Bey Herat'a ordusuyla girdiğinde, ihtiyar nakkaşa, usta nakkaşların görmekle anlayamadıkları hikâyeleri, kendisinin hiç görmeden çıkarabilmesinin sırrını sormuş. "Sanıldığı gibi kör olduğum için hafızamın kuvvetli olması değil bunun nedeni," demiş ihtiyar nakkaş. "Ben yalnızca hikâyelerin hayallerle değil, kelimelerle hatırlandığını unutmuyorum hiç." Uluğ Bey o kelimeleri ve hikâyeleri kendi nakkaşlarının da bildiklerini, ama resimleri sıraya dizemediklerini söylemiş. "Çünkü," demiş ihtiyar nakkaş. "Onlar kendi hüner ve sanatları olan nakşı çok iyi düşünüyorlar, ama eski üstatların bu resimleri Allah'ın hatıralarından yaptıklarını bilmiyorlar." Uluğ Bey bir çocuğun bunu nasıl bilebildiğini sormuş. "Çocuk bilmiyor," demiş ihtiyar nakkaş. "Yalnızca kör ve ihtiyar bir nakkaş olarak ben, Allah'ın âlemi yedi yaşındaki akıllı bir çocuğun görmek isteyeceği gibi yarattığını biliyorum. Çünkü Allah âlemi önce görülsün diye yarattı. Sonra da gördüğümüzü birbirimizle paylaşalım, konuşalım diye kelimeleri verdi bize, ama biz kelimelerden hikâyeler yaptık da nakşı bu hikâyeler için yapılır sandık. Oysa nakış doğrudan Allah'ın hatıralarını aramak, âlemi onun gördüğü gibi görmektir."

Cim Nakkaş soyunun haklı ve ezeli korkusu körlük endişesi yüzünden bir dönem Arap nakkaşların gün doğarken batıya, ufka uzun uzun baktıkları, bir asır sonra Şiraz'da çoğu nakkaşın sabahları aç karnına ceviz içiyle dövülmüş gül yaprağı ezmesi yediklerini bilinir. Yine aynı dönem, Isfahanlı yaşlı nakkaşların vebaya yakalanır gibi sırayla yakalandıkları körlüğün nedeni olarak gördükleri güneş ışığı doğrudan çalışma tahtalarına değmesin diye, odanın yarı karanlık bir köşesinde ve çoğu zaman şamdanların ışığında çalışırlar ve Buhara'daki Özbek nakkaşhanelerinde, üstatlar gün sonunda Şeyhlerce okunmuş bir suyla gözlerini yıkarlardı. Bütün bu usuller içinde körlüğe en saf yaklaşanı, tabii ki, Herat'ta, büyük üstat Behzat'ın hocası üstat nakkaş Seyyit Mirek tarafından bulunanıdır. Üstat nakkaş Mirek'e göre, körlük bir bela değil, bütün hayatını onun güzelliğine adayan nakkaşa Allah'ın vereceği son mutluluktur. Çünkü nakış, Allah'ın âlemi nasıl gördüğünü nakkaşın aramasıdır ve bu eşsiz görüntü, ancak yoğun bir çalışma hayatından sonra gözler yorulup, nakkaş iyice yıprandığında ulaşılan körlükten sonra hatırlanarak olur. Demek ki, Allah'ın âlemi nasıl gördüğü bir tek kör nakkaşların hafızalarından anlaşılır, ihtiyar nakkaş, bu hayal kendine geldiğinde, yani hatıralar ve körlüğün karanlığı içinde gözünün önünde Allah'ın manzarası belirdiğinde, harika resmi el kendiliğinden kâğıda geçirebilsin diye, bütün hayatı boyunca el alıştırması yapar. Dönemin Heratlı nakkaşları ve menkıbeleri üzerine de yazmış tarihçi Mirza Muhammet Haydar Duglat'a göre, üstat Seyyit Mirek, bu nakış anlayışına, bir at resmi çizmek isteyen nakkaştan misal de vermiş. Buna göre en yeteneksiz nakkaş bile, kafasının içi bomboş olduğu için, tıpkı bugünkü Frenk ressamları gibi, bir ata baka baka at resmi çizerken bile, resmi hafızadan yapar. Çünkü, aynı anda hem ata hem de üzerine atın resmini çizdiği kağıda kimse bakamaz. Önce ata bakar nakkaş, sonra aklındakini hemen kâğıda çizer. Aradan göz kırpacak kadar bir zaman bile geçse bile nakkaşın kâğıda geçirdiği, görmekte olduğu at değil, az önce gördüğü atın hatırasıdır ki, bu da en sefil nakkaş için bile, resmin ancak hafızayla mümkün olabileceğinin kanıtıdır. Nakkaşın faal meslek hayatını, daha sonra gelecek mutlu körlüğe ve körlerin hatıralarına bir hazırlık olarak gören bu anlayışın sonucu olarak, dönemin Heratlı üstatları, kitapsever şahlar ve şehzadeler için yaptıkları resimleri bir el alıştırması, bir temrin olarak görür, çalışmayı, durmadan çizmeyi ve günlerce dur durak bilmeden şamdanların ışığında sayfalara bakmayı nakkaşı körlüğe götüren mutlu bir iş olarak kabul ederlerdi. Üstat nakkaş Mirek, bütün hayatı boyunca kimi zaman tırnak, pirinç, hatta saç üzerine bütün yapraklarıyla ağaçlar çizip körlüğe kasten ve hızla yaklaşarak, kimi zaman da mutlu ve güneşli bahçeler çizip karanlığı ihtiyatla erteleyerek, bu en mutlu sona ulaşacağı en uygun zamanı aramıştır hep. Yetmiş yaşındayken Sultan Hüseyin Baykara kilit üzerine kilit sakladığı hazinesinde birikmiş binlerce kitabın sayfalarını, bu büyük üstadı ödüllendirmek için ona açtı. Üstat Mirek, silahlar, ipek ve kadife kumaşlar ve altın dolu hazine odasının altın şamdanlarının ışığında Heratlı eski ustaların her biri birer efsane kitaplarının harika sayfalarına üç gün üç gece hiç durmadan baktıktan sonra kör oldu. Allah'ın meleklerini karşılar gibi olgunluk ve tevekkülle karşıladığı bu yeni durumundan sonra, büyük üstat bir daha hiç konuşmamış ve hiç de resim yapmamıştı. Tarihi Raşidi yazarı Mirza Muhammet Haydar Duglat bunu, Allah'ın ölümsüz zamanının manzaralarına kavuşmuş bir nakkaşın, sıradan ölümlüler için yapılan kitap sayfalarına artık hiçbir zaman geri dönememesiyle açıklar ve der ki: Kör nakkaşın hatıralarının Allah'a ulaştığı yerde, mutlak bir sessizlik, mutlu bir karanlık ve boş sayfanın sonsuzluğu vardır. Üstat Osman'ın körlük ve hafıza üzerine sorusunu, Kara'nın bana gerçekten cevabımı öğrenmekten çok, eşyalarıma, odama, resimlerime bakarken rahat edebilmek için sorduğunu elbette biliyordum. Yine de ama, anlattığım hikâyelerin içine işlediğini görmekten mutlu oldum. "Körlük Şeytan'ın ve suçun giremeyeceği bir mutlu âlemdir," dedim ona. "Tebriz'de," dedi Kara, "Üstat Mirak'ın etkisiyle körlüğü Allah'ın ihsanı en büyük erdem olarak gören eski usûl nakkaşlardan bazıları, yaşları ilerlediği halde hâlâ kör olamamalarından utandıkları, bunun yeteneksizlik ve hünersizliklerinin bir kanıtı olarak görülmesinden korktukları için kör taklidi yapıyorlar hâlâ. Kazvinli Cemalettin'den de etkiler taşıyan bu ahlak yüzünden, bazıları gerçekten kör olmadıkları halde âleme bir kör gibi bakabilmeyi öğrenebilmek için karanlıkta aynalar arasına oturup, bir kandilin soluk alevinin ışığında, Heratlı eski ustaların sayfalarına haftalarca yemeden içmeden bakıyorlar. Kapı vuruldu. Açtım, baktım, nakkaşhaneden, güzel gözlerini kocaman açmış bir güzel çırak. Müzehhip Zarif Efendi kardeşimizin cesedinin bir kör kuyuda bulunduğunu, cenazenin Mihrimah Camii'nden ikindi vakti kaldırılacağını söyledi ve haberi başkalarına yetiştirmek için koştu gitti. Allahım sen bizi koru.

15

B e n i m A d ı m E s t e r

Aşk mı insanı budala yapıyor, yoksa yalnızca budalalar mı âşık oluyor? Yıllardır bohçacılık, çöpçatanlık yapıyorum, bunun cevabını bilemiyorum. Birbirlerine tutuldukça daha zekileşen, daha bir kurnaz olup akıllıca dolaplar çeviren bir çifti, hele bir erkeği tanımak isterdim çok. Bildiğim; kurnazlıklara, küçük tuzaklara, hilelere başvuruyorsa, bir erkeğin hiç mi hiç âşık olmadığıdır. Kara Efendimiz ise daha şimdiden soğukkanlılığını kaybettiğini, benimle Şeküre'den bahsederken bile bütün ölçüleri kaçırdığını gösteriyor. Pazar yerinde ona Şeküre'nin sürekli onu düşündüğünü, onun cevabını sorduğunu, onu hiç böyle görmediğimi ve bunun gibi, herkese söylediğim nakaratı ezberden söyledim. Öyle bir bakıyordu ki bana, acıdım ona. Bana verdiği mektubu acele doğru Şeküre'ye götürmemi söyledi. Bütün budalalar, aşklarında sanki çok özel bir acele gerektiren bir durum var sanıp, aşklarının şiddetini açığa vurup, âşıklarının eline silah verir; onlar da akıllıysalar cevabı geciktirirler. Sonuç: Aşkta acele işleri geciktirir. Bu yüzden, Kara Efendi, "acele acele" diye verdiği mektubu önce başka bir yere götürdüğümü bilseydi bana şükrederdi. Çârşı yerinde onu uzun uzun beklerken donmuştum. Isınmak içini önce yolumun üzerindeki evlatlarımdan birine uğrayayım dedim. Mektubunu taşıyıp, kendi elimle evlendirdiğim kızlarıma, evladım, derim ben. Bu kaknem kız öyle müteşekkirdir ki bana, peşimde çevremde pervane olmaktan başka, elime birkaç akçe de tutuşturur. Gebeymiş, sevinçliydi. Ihlamur kaynattı, tadım çıkararak içtim. Yalnız kaldığımda Kara Efendi'nin verdiği paraları da saydım. Yirmi akçe. Tekrar yola koyuldum. Ara sokaklardan, çamuru donup yürünmez hale gelmiş uğursuz geçitlerden geçtim. Evin kapısını vururken şakacılığım tuttu da bağırdım. "Bohçacı geldi, bohçacı," dedim. "Padişah'a layık en âlâsından raksbendi tülbentim var, Keşmir'den gelmiş harika şallarım, Bursa kadifesinden kuşaklığım, en iyisinden kenarı ipekli Mısır bezinden gömlekliğim, nakış nakış tülbentten örtülerim, döşek ve yatak çarşaflarım, rengârenk mendillerim var, bohçacı!" Kapı açıldı, içeri girdim. Her zamanki gibi ev, yatak, uyku, kızarmış yağ ve nem kokuyordu. Yaşlanmakta olan bekâr erkeklerin o korkunç kokusu. "Cadaloz," dedi. "Niye bağırıyorsun?" Hiçbir şey demeden çıkarıp mektubu verdim. Yarı karanlık odada gölge gibi yaklaşıp bir anda kaptı onu elimden. Yan odaya geçti, orada yanan bir lamba vardır hep. Kapının eşiğinde durdum. "Baban Efendi yok mu?" dedim. Cevap vermedi. Kendinden geçmiş, mektubu okuyordu. Bıraktım okusun. Lamba arkasında olduğu için yüzünü hiç göremiyordum. Mektubu bitirince, bir daha okumaya başladı. "Evet," dedim. "Ne yazmış?" Hasan okudu: "Sevgili Şeküre Hanım. Ben de, yıllarca bir tek kişinin hayaliyle yaşadığını için kocam beklemeni, ondan başka hiç kimseyi düşünmemeni takdirle anlıyorum. Senin gibi bir kadından dürüstlük ve iffetten başka ne beklenir ki. (Bir kahkaha attı Hasan!) Ama nakış için babanı görmeye gelmem seni taciz etmek değildir. Bu hiç aklımdan geçmez. Senden işaret, hele cesaret aldığımı öne sürecek hiç değilim. Yüzün pencerede bana nur gibi gözüktüğünde, bunun Allah'ın bana bir ihsanı olduğundan başka bir şey düşünmedim. Çünkü senin yüzünü görebilmek mutluluğu bana yeter. ("Burasını Nizami'den araklamış" diye araya girdi öfkeyle.) Ama madem bana yaklaşma diyorsun, söyle, bir melek misin ki sen yanına yaklaşmak korkunç olsun? Dinle beni, şunu dinle: Gece yarıları umutsuz bir hancı ile idam kaçkını haydutlardan baş kimseciklerin konaklamadığı ıssız ve lanetli kervansarayların pencerelerinden çıplak dağlara vuran ay ışığını seyrederek ve benden de bahtsız yalnız

kurtların ulumalarını dinleyerek uyumaya çalışırken, bir gün ansızın bana, işte o pencerede göründüğün gibi görüneceğini düşünürdüm. Dinle: Şimdi kitap için babana geri geldiğimde, çocukluğumda yaptığım resmi bana geri veriyorsun. Bu benim için seni bulduğumun işaretidir, biliyorum. Ölümün değil. Oğullarından birini, Orhan'ı gördüm. Zavallı yetim. Onun babası olacağım!" "Maşallah, iyi yazmış," dedim. "Şair olmuş bu." "Melek misin ki sen yanına yaklaşmak korkunç olsun," dedi. "İbni Zerhani'den çalmış o sözü. Ben daha iyi yazarım."'Cebinden kendi mektubunu da çıkardı. "Al götür bunu Şeküre'ye." Mektuplarla birlikte verdiği para ilk defa huzursuz etti beni. Bu adamın karşılık alamadığı aşkına çılgınca bağlanmasında tiksinti verici bir şey hissettim. Sanki sezgilerimi doğrulamak ister gibi Hasan, uzun zamandır ilk defa efendiliği bir yana bıraktı ve şöyle dedi kabadayıca: "Söyle ona, istersek onu kadı zoruyla eve getiririz." "Gerçekten söyleyeyim mi?" Bir sessizlik oldu. "Söyleme," dedi. Odadaki lambanın ışığı yüzüne vurdu da, suçunu bilen bir çocuk gibi önüne baktığını gördüm. Bu hallerini bildiğim için aşkına saygı duyar, mektupları taşırım. Sanıldığı gibi para için değil. Evden çıkıyordum, beni kapıda durdurdu Hasan. "Şeküre'ye onu ne kadar çok sevdiğimi söylüyor musun?" sordu heyecanla ve akılsızca. "Mektuplarında bunu sen yazmıyor musun?" "Söyle bana, onu, babasını nasıl ikna edebilirim onları?" "İyi bir insan olarak," dedim, kapıya yürüdüm. "Bu yaştan sonra çok geç" dedi, içten bir acıyla. "Çok para kazanmaya başladın Hasan Çavuş. İnsanı iyi yapar bu" dedim, çıktım. Evin içi o kadar karanlık ve kasvetliydi ki, dışarıda hava ısınmış gibi geldi bana. Yüzüme güneş vurdu. Şeküre'nin mutlu olmasını istediğimi düşündüm. Ama nemli, soğuk ve karanlık evi gördüğüm o zavallıyı da bir şekilde sayıyordum. Hiç hesaplarımda yokken, içimden geliverdiği için, Laleli'deki Baharatçılar Çarşısı'na saptım, tarçın, safran, biber kokuları arasında kendime gelirim sanıyordum, ama yanılmışım. Evinde, Şeküre, mektupları aldıktan sonra Kara'yı sordu ilk. Aşk yangınının her yerini acımasızca sardığını söyledim, hoşuna gitti. "Evlerinde örgü ören karılar dahil herkes zavallı Zarif Efendi'nin niye öldürüldüğünden söz ediyor," diye sözü değiştirdim sonra. "Hayriye, helva yap da zavallı Zarif Efendi'nin karısı Kalbiye'ye götür," dedi Şeküre. "Cenazesine bütün Erzurumiler, pek çok kalabalık gelecekmiş," dedim. "Akrabaları kanı yerde kalmayacak diyorlarmış." Ama Şeküre, Kara'nın mektubunu okumaya başlamıştı. Bütün dikkatimle ve öfkeyle yüzüne baktım. Bu kadının o kadar hayat deneyimi vardır ki tutkularının yüzüne yansıyış biçimini denetleyebilir. Mektubu okurken, susmamın hoşuna gittiğini, bunu Kara'nın mektubuna verdiği özel önemin benim tarafımdan da onaylanması olarak gördüğünü hissettim. Böylece, mektubu bitirip bana gülümseyince Şeküre'nin hoşuna gitsin diye, şu soruyu ona sormak zorunda kaldım: "Ne diyor?" "Çocukluğundaki gibi Bana âşık." "Ne düşünüyorsun?" "Ben evliyim. Kocamı bekliyorum." Tahminlerinizin aksine, benim ilgilenmemi istedikten sonra, bu yalanı atıvermesine hiç kızmadım, hatta bunun beni rahatlattığını söylemeliyim. Mektup taşıyıp, hayat üzerine öğütler verdiğim pek çok genç kız ve kadın Şeküre'nin gösterdiği dikkati gösterseydiler hem benim işim, hem onların işi yarı yarıya kolaylaşır, hatta bazıları çok daha iyi kocalara varabilirlerdi. "Öteki ne diyor?" diye sordum yine de.

"Hasan'ın mektubunu şimdi okumak istemiyorum," diye cevap verdi. "Hasan'ın, Kara'nın İstanbul'a döndüğünden haberi var mı?" "Varlığından bile haberi yok." "Hasan'la konuşuyor musunuz?" diye sordu güzelim kara gözlerini açarak. "Sen istediğin için." "Evet?" "Acılar içinde. Seni çok seviyor. Gönlün bir başkasına meyletse bile, bundan sonra ondan kurtulman çok zor. Mektuplarını kabul etmen onda çok umutlar uyandırdı. Ondan kork. Çünkü değil seni eve geri getirmek, ağabeyinin öldüğünü kabul ettirip seninle evlenmeye hazırladı kendini." Son sözümün tehditkâr yanını dengelesin ve beni o mutsuzun sözcüsü durumuna düşürmesin diye gülümsedim. "Öteki ne diyor peki?" diye sordu, ama kimi sorduğunu biliyor muydu? "Nakkaş mı?" "Aklım karmakarışık," dedi birden, belki de düşüncelerinden korkarak. "Her şey daha karışacakmış gibi de geliyor bana. Yaşlanıyor artık babam. İleride bizlere, bu yetim çocuklara ne olacak? Hepimize bir kötülüğün yaklaştığını, Şeytan'ın bizler için kötülükler hazırladığını seziyorum. Ester, bana öyle bir şey söyle, mutlu olayım." "Sen hiç merak etme canım Şekürem," dedim içim titreyerek, "Gerçekten çok akıllısın, çok güzelsin sen. Bir gün yakışıklı kocanla aynı yatakta yatacak, ona sarılacak, bütün dertlerini unutup mutlu olacaksın. Bunu gözlerinin içinde okuyorum." Öyle bir sevgi yükseldi ki içimde gözüm nemlendi. "İyi de hangisi olacak o koca?" "Bunu senin o akıllı yüreğin sana söylemiyor mu?" "Yüreğimin ne dediğini anlayamadığım için mutsuzum beri Bir sessizlik oldu. Bir an Şeküre'nin bana hiç mi hiç güvenmediğini, ağzımdan laf almak için güvensizliğini ustalıkla gizlemekte olduğunu, kendini açındırdığını düşündüm. Mektuplara şu anda bir cevap vermeyeceğini anladığım zaman, bütün kızlara, şaşılara bile söylediğim şu sözü söyleyip bohçamı kapıp, çıkıp sıvıştım. "O güzel gözlerini dört açarsan başına kötü bir şey gelmez canım, merak etme sen."

16

B e n , Ş e k ü r e

Eskiden bohçacı Ester'in her gelişinde, benim gibi akıllı, güzel, iyi yetişmiş, dul ama namuslu bir kadının yüreğini küt küt attıracak âşığın, en sonunda harekete geçip, mektubunu yazıp gönderdiğini hayal ederdim. Gelen mektupların her zamanki taliplerimden olduğunu görünce de, hiç olmazsa kocamı beklemek için güç ve sabır kazanırdım. Şimdiyse, bohçacı Ester'in her gidişinden sonra aklım karışıyor ve kendimi daha da zavallı hissediyorum. Dünyanın seslerini dinledim. Mutfaktan kaynama fokurtusu ve limon ve soğan kokusu geliyor: Biliyorum Hayriye kabak kaynatıyor. Şevket ile Orhan avluda, nar ağacının orada itişerek kılıç oynuyor, bağırışlarını duyuyorum. Babam, sessiz, yan odada. Açıp Hasan'ın mektubunu okudum ve merak edilebilecek hiçbir şey olmadığını bir daha anladım. Yalnızca ondan biraz daha korktum ve onunla aynı evi paylaştığım zamanlar, koynuma girmek için gösterdiği çabalara direndiğim için kendimi kutladım. Sonra Kara'nın mektubunu sanki incinebilecek kırılgan bir şeymiş gibi dikkatle tutarak okudum ve aklım karıştı. Mektupları bir daha okumadım; güneş çıktı ve şöyle düşündüm: Gecelerin birinde Hasan'ın koynuna girseydim ve onunla sevişseydim hiç kimse farketmezdi bunu; Allah hariç. Kayıp kocamla benzeşiyor, aynı şey. Bazen böyle saçma ve tuhaf bir düşünce aklıma düşüveriyor. Güneş ve birden ısınınca sanki bir gövdem olduğunu, tenimi, göğüslerimin ucunu bile hissetmiştim. Güneş kapıdan üzerime öyle vururken birden Orhan giriverdi içeri. "Anne, ne okuyorsun?" dedi. Peki, demin Ester'in son getirdiği mektupları bir daha okumadım dedim ya, size yalan söylemiştim. Yine okuyordum. Ama sefer gerçekten mektupları katlayıp koynuma soktum ve Orhan'a dedim ki. "Gel bakayım buraya sen kucağıma." Geldi. "Ooff maşallah, ne kadar da ağırsın, kocaman olmuşsun," dedim ve öptüm. "Buz gibisin," derken ben: "Anne ne kadar sıcaksın," dedi, sırtını göğüslerime yasladı. Birbirimize sıkı sıkıya dayanmış, hiç konuşmadan oturmak ikimizin de hoşuna gidiyordu. Boynunu kokladım, öptüm. Daha da sıkı sarıldım. Sessizlik oldu, öylece durduk. "Gıdıklanıyorum," dedi çok sonra. "Söyle bakalım," dedim ciddi sesimle. "Cinler padişahı gelse dile benden ne dilersin dese, hayatta en çok neyi istersin?" "Şevket bizimle olmasın isterim." "Başka ne istersin? Bir baban olsun ister misin?" "Hayır. Büyüyünce seninle ben evleneceğim." Kötü olan şey yaşlanmak, çirkinleşmek, hatta kocasız ve yok kalmak değil, hayatta kimsenin sizi kıskanmaması, diye düşündüm. Orhan'ın ısınan gövdesini kucağımdan indirdim. Benim gibi kötü ruhlu biri, iyi bir insanla evlenmeli diye düşünerek babama yanına çıktım. "Padişahımız Hazretleri kitabın bittiğini kendi gözleriyle görüp, sizi ödüllendirecek," dedim. "Venedik'e gideceksiniz yine." "Bilemiyorum," dedi babam. "Bu cinayet beni korkuttu. Düşmanlarımız güçlü olmalı." "Benim bu durumumun da onları cesaretlendirdiğini, yanlış anlamalara, temelsiz umutlanmalara yol açtığını biliyorum." "Nasıl?"

"Artık bir an önce evlenmeliyim." "Ne?" dedi babam. "Kiminle?" dedi. "Ama sen evlisin," "Bu nereden çıktı?" diye sordu, "isteyenin kim? Çok makul ve dayanılmaz bir isteyenin olsa bile," dedi makul babam, "öyle birini kolay bulup beğeneceğimizi sanmıyorum ya," diye araya ekleyip, şöyle özetledi talihsiz durumumu: "Evlenebilmen için çözmemiz gereken çok büyük meseleler var biliyorsun." Uzun bir sessizlikten sonra da şöyle dedi: "Beni bırakıp gitmek mi istiyorsun canım?" "Kocamın öldüğünü dün rüyamda gördüm," dedim. Ama bu rüyayı gerçekten görmüş bir kadın gibi ağlamadım. "Nakşa bakıldığında onu okumayı bilenler gibi, rüyayı da okumayı bilmek gerek." "Gördüğüm rüyayı size anlatmamı uygun bulur musunuz?" Bir an bir durgunluk oldu ve konuştukları şeylerden çıkarılabilecek diğer bütün sonuçlan hızlı hızlı gözden geçiren akıllı insanların yapacağı gibi birbirimize gülümsedik. "Rüyanı yorumlayarak onun öldüğüne inanabilirim ama, kayınpederin, kayınbiraderin ve onlara kulak vermek zorunda olan kadı başka kanıtlar isteyecektir." "Çocukları alıp eve döneli iki yılı geçti, ama kayınpeder ile kayınbirader beni geri getiremiyorlar." "Çünkü bir kusurları olduğunu gayet iyi biliyorlar," dedi babam. "Ama bu senin boşanmana razı oldukları anlamına gelmez." "Mezhebimiz Maliki ya da Hanbeli olsaydı," dedim, "Aradan dört yıl geçtiğine bakıp kadı beni boşar, bir de üstüne nafaka bağlardı. Ama biz Allaha şükürler olsun Hanefi olduğumuz için bunu da yapamıyoruz." "Bana Üsküdar Kadısının Şafii naibinden bahsetme. Onlar çürük işler." "Savaşta kocası kayıp olan bütün İstanbullu kadınlar boşanmak için tanıklarıyla ona gidiyorlarmış. Şafii olduğu için, kocan kayıp mıdır, kaç zamandır kayıptır, geçim sıkıntısı mı çekiyorsun, bunlar da tanıkların mıdır, deyip hemen boşuyormuş." "Kim sokuyor bunları senin kafana benim canım kızım?" dedi. "Aklını başından alan kim?" "Bir kere boşandıktan sonra, aklımı başından alabilecek birisi varsa eğer, onu tabii ki siz bana söyleyeceksiniz ve ben kiminle evlenmem konusunda sizin kararınızdan asla çıkacak değilim." Benim kurnaz babam, kızının da kendisi kadar kurnaz olduğunu görüp gözlerini kırpıştırmaya başladı. Aslında babam, gözlerini böyle hızla üç sebepten kırpıştırır: 1. Sıkıştığı zamanlarda kurnazlık bulmak için acele acele kafasını çalıştırırken. 2. Sessizlik ve kederden içtenlikle ağlayacağı zamanlarda. 3. Sıkıştığı zamanlarda kurnazlık edip birinci ve ikinci nedeni karıştırarak sonra kederden ağlayabilirmiş izlenimi vermek için. "Çocukları alıp gidiyor, ihtiyar babam yalnız mı bırakıyorsun? Biliyor musun ki kitabımız -kitabımız dedi evet- yüzünden öldürülmekten korkuyordum, ama şimdi sen çocukları alıp gitmek isteyince ben zaten ölmeyi istiyorum." "Babacığım, o işe yaramaz kayınbiraderden kurtulabilmek için boşanmam gerektiğini her zaman siz söylemez miydiniz?" "Beni terketmeni istemiyorum. Kocan bir gün geri dönebilir. Dönmese de, evli olmanın bir zararı yok. Yeter ki bu evde babanla otur." "Bu evde sizinle oturmaktan başka hiçbir şey istemiyorum." "Canım, az önce bir an önce evlenmek istediğini de söylemiyor muydun?" İşte böyledir babayla tartışmak: Sonunda haksız olduğuma ben de inanırım. "Söylüyordum," dedim önüme bakarak. Sonra ağlamamak için kendimi tutarken aklıma geliveren şeyin haklılığından cesaretlenerek dedim ki: "Peki, ben bir daha hiç evlenmeyecek miyim?" "Seni benden alıp uzaklara götürmeyecek bir damadın başımın üzerinde yeri var. Talibin kim, bizimle birlikte bu evde oturur mu?" Sustum. Bizimle birlikte bu evde oturacak damada babamın saygı duymayıp onu yavaş yavaş ezeceğini elbette ikimiz de biliyorduk. Babam, içgüveysi diye o damadı öyle bir sinsice ve ustalıkla küçümseyecekti ki, ben o adama kendimi vermek bile istemeyecektim.

"Babanın onayı olmadan bu halinle evlenmenin neredeyse imkansız olduğunu biliyorsun değil mi? Evlenmeni istemiyorum! İzin vermiyorum." "Ben evlenmek değil, boşanmak istiyorum." "Çünkü kendi çıkarlarından başka hiçbir şeye aldırmayan düşüncesiz bir hayvan seni incitebilir. Seni ne kadar sevdiğimi biliyorsun, değil mi canım kızım. Bu kitabı da bitirmemiz lazım." Sustum. Çünkü konuşmaya başlasaydım, öfkemin farkına varmış olan Şeytan da dürtüyordu, babamın yüzüne, geceleri Hayriye'yi yatağına aldığını bildiğimi söyleyiverecektim, ama benim gibi bir kıza yaşlı babasına cariye ile yattığını bildiğini söylemek hiç yakışır mı? "Kim evlenmek istiyor seninle?" Önüme baktım ve sustum, ama utancımdan değil de öfkemden. Daha kötüsü, bu kadar öfkelendiğimi bilmeme rağmen bir türlü cevap verememek daha da öfkelendiriyordu beni. O zaman hayalimde babamla Hayriye'yi o gülünç ve iğrenç durumda yatakta düşünüyordum. Tam ağlayacaktım ki, önüme bakarak dedim ki: "Ocakta kabak var, yanmasın." Merdivenin yanında, hiç açılmayan penceresi kuyuya bakan odaya geçtim, karanlıkta el yordamıyla hızla yatağımı bulup serdim, kendimi üzerine attım: Ah ne kadar da güzeldir çocukken haksızlığa uğrayıp, yatağa yatıp ağlaya ağlaya uyuyakalmak! Bir tek ben seviyorum kendimi ve bu yalnızlık o kadar acıklı ki, kendi yalnızlığıma ağlarken benim hıçkırıklarımı ve çığlıklarımı duyan sizler yardımıma geliyorsunuz. Biraz sonra baktım, Orhan, benim yatağıma uzanmış. Başını göğüslerimin arasına soktu, baktım o da orada iç çekerek gözyaşı döküyor, iyice kendime çekip bastırdım onu. "Ağlama anne," dedi biraz sonra. "Babam savaştan dönecek." "Nereden biliyorsun?" Sustu. Ama o kadar sevdim, öyle bir göğsüme bastırdım ki onu, bütün sıkıntılarımı unuttum. İnce kemikli Orhanımın narin gövdesine sarılıp uyuyakalmadan önce, şimdi, bir tek derdim var, onu söyleyeyim size. Demin babam ve Hayriye hakkında öfkeyle size söylediğim şeyden şimdi pişmanım. Hayır, dediğim yalan değildi, ama yine de bunu söylemiş olmaktan öyle utanıyorum ki, Siz o dediğimi unutun, hiç söylenmemiş, babam da Hayriye ile öyle yapmıyormuş gibi bakın bizlere olmaz mı?

17

B e n E n i ş t e n i z i m

Folklor Akademi Dergisi, Cilt 4 - Sayı 2,

Bu çalışmanın amacı, Türk sözlü anlatı geleneği içerisinde yer alan yabancılığa dair imajları biçimlendiren stereotiplerin, Türk toplumunun tarihin farklı dönemlerinde kendini tanımlamak için kullandığı kimlikleri içselleştirmesinde ne tarz işlevler taşıdıklarını ortaya koymaktır. Kimliğin de tıpkı kültürün geneli gibi etkileşime dayalı bir yapısının olduğu varsayımından hareketle, sanatsal bir iletişim boyutu da olan folklorun söz konusu etkileşimleri yansıtma gücü açısından, edebiyat gelenekleri ve medyadan daha değerli bir malzeme olduğu düşünülerek ve halk bilimi disiplininin tarihsel süreç içerisinde benimsemiş olduğu epistemolojik tavır göz önünde tutularak kimliğe dair geleneğin ne dediğine eğilmek hedeflenmektedir. Araştırma kapsamında mit, efsane, menkıbe, masal, destan, halk hikâyesi ve fıkra türleri içerisinden belirlenen örnekler, araştırmacıların sahadan derleyerek metinleştirdikleri ürünlerden seçilmiştir. Bu kapsamda XIX. asırdan bu yana konuya eğilen araştırmacıların tekrar tekrar anlattıkları ve sayısı belirsiz olan mitler, efsane, tip kataloğundan konu dağılımlarına göre seçilen 52 masal, 7 destan, üç menakıpnâme, 14 halk hikâyesi ve fıkra ele alınıp değerlendirilmiştir. Çalışmada, temeli kimlik araştırmalarınca oluşturulmuş öğretilere dayandırılan bir yorumbilgisi (hermeneutik) yaklaşımı kullanılarak söz konusu stereotipler dört açıdan anlamlandırılmaya çalışılmıştır. Bunlar sırasıyla beden, mekân, ahlaki nitelikler ve berikine bakış şeklindedir. Böylelikle metinleri üreten kitlenin kendi kimliğinin ne olduğuna dair doğrudan ya da dolaylı fikirlerine ulaşılmıştır. İlki tür kavramı, ikincisi de kimlik bilincinin kronolojik dönüşümü olmak üzere araştırmada elde edilen bulguların kompozisyon hâline getirilmesinde iki veçheden yararlanılmıştır. İlksel türler olan mit ve efsanelerde yer alan insan dışı varlıklara dair stereotipler araştırmanın ilk bölümünün konusunu oluştururken; görece daha girift türler olan masal, menakıpnâme, destan ve halk hikâyeleri ise toplumsal kimliklere dair stereotiplerle bağdaştırılarak eserin ikinci bölümünde incelenmiştir. Araştırmanın ikinci bölümünde masal ile sınıfsal kimlik; menakıpnâmeler ile dinsel kimlik; destan ve halk hikâyeleri ile de ulusal kimlik bilinçleri arasında bağlantılar kurulmuştur. “İnsan”, “Müslüman”, “köylü” ve “Türk” olarak kendini gösteren “biz” kümesinin tanımlanmasında kullanılan kimliklerin karşısına konumlandırılan “insan dışı varlık”, “gayrimüslim”, “aristokrat” ve “azınlık” imajlarına dair stereotiplerin üretilmesinin altında yatan temel sebebin, karşıt kümeleri dizayn etmekten ziyade “biz” kümesinin düzenlenmesi olduğu görülmüştür. İlkel dönemlere ait olan demonik imajlardan azınlık imajlarına uzanan süreçteki dönüşüm görülmeye çalışılırken benzer stereotiplerin farklı dönemlerdeki yabancı imajlarının tasarlanmasında kullanılmış olmasıyla karşılaşılması, sabit yapılar şeklinde varlığını koruyan folklorun farklı dönemlerdeki işlevli kullanışlılığını göstermektedir. Bunun yanında toplumsal kimliklerin içselleştirilmelerinde birbirinden ayrılan kavrayışlar da elde edilen bulgular arasındadır. Sonuç olarak kimlik tartışmalarının çözüme kavuşturulmasında folklorun bu işlevli kullanışlılığından faydalanmanın yerinde olacağı görülmüştür.

nest...

batman iftar saati 2021 viranşehir kaç kilometre seferberlik ne demek namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur özel jimer anlamlı bayram mesajı maxoak 50.000 mah powerbank cin tırnağı nedir