beni bu hale getiren sensin / Arslan İbrahimoğlu (@opdrarslanibrahimoglu) • Instagram photos and videos

Beni Bu Hale Getiren Sensin

beni bu hale getiren sensin




TAEHYUNG

Kırık kanatlarına rağmen beni gökyüzüne çıkaran, bulutları hissettiren birine prangalarla bağlamışlardı sanki beni. Hayır. O yapmıştı her şeyi. En büyük günahım günah sayılabilecek en güzel şey; Jungkook. O kadar bağlanmıştım ki ona, yüzünü görmediğim birinin özlemini çekmekten artık yara içindeki dizlerim acımaz olmuştu. Kalbim sürekli onun ellerini tutmak için can atarken her şey daha zor olmuştu benim için. Bir kere öpmüştü beni. Bir kerecik dudaklarımız birbirine misafir olmuştu sadece. O günden sonra düşündüğüm tek şey oydu benim. Onun sıcacık dudakları beni sarmalayan dokunduğu yere baharlar getiren dudaklarına tapmak mümkün olsaydı keşke. Aramızdaki bağ öyle güzeldi ki, insanların birbirini vurduğu dünyada ben ona vurulmuştum. Bunun güzelliği yetiyordu bana.

Bize.

Artık ben değildim o karanlıktan korkan, dizleri yara içinde olan Taehyung değildim ben. Karanlık yollarda ellerim tutularak yürüyen, yaralı dizlerinden öpülen Taehyung'dum ben. Jungkook'un biricik Taehyung'uydum.

Saçlarımın birbirine karıştığı bir sabaha uyanırken suratımdaki gülümsemeyi silememiştim. Bugün cumartesiydi ve o beni çok güzel bir yere götüreceğini söylemişti. Telefonuma uzandım saçlarımı düzeltirken. Ses kaydı atmıştı heyecanla açtım. "Günaydın güzelim." Bu ses beni vuruyordu aynı yerden defalarca. Her sabah günün aynı saatinde işitmekten usanmayacaktım. "Günaydın..." dedim bir kaç saniye bekledim. "Sevgilim..." bir cesaretle yolladım işte o heyecan yetmişti bana. Sonra komodinimin üzerinde çiçeklerim kadar güzel duran fotoğrafını aldım. Heyecanla sarıldım ona. Yatakta tepinirken iyice çocuklaşmıştım ben. "Ah sevgilim! Sana sarılırken kopsun kollarım." demiştim fotoğrafına.

Beni boşluğa düşüren varlığından bile habersiz olduğum bedendi. "Hyung?" dedim cevap vermemişti. "Babacığım?" ellerimle dokundum yüzüne sonra o kokusu geldi burnuma. "Jungkook." dedim yavaşça üzerime çöreklenerek sarılmıştı bana. "ddaeng!" demişti gülümsedim. "Yanlış." Bebek gibi beni kollarına alırken dağılan saçlarımda geziniyordu parmakları. "Sevgilim olacaktı o." Utandığım için kapatmışım yüzümü. Ellerimin üzerinden öpmüştü sürekli. "Jungkook alışamadım hala ve senin şu an bana baktığını hissedebiliyorum yapma." demiştim onun kucağında bebek gibi yatarken hiç şikayetçi değildim o da değildi. Ben ses kaydını dinlerken, onun fotoğrafına sarılırken bile hep yanımdaydı. Sabahın bir körüydü ve o benim yanımdaydı. Kokusuyla mest ediyordu beni. Tam da bunun için buradaymış gibiydi.

"Taehyung." demişti yanaklarımda hissettim öpüşlerini. "Sevgilim." Saçlarımda gezinen parmakları yavaşça beni yatağa bırakırken alnını yaslamıştı alnıma. "Bu dünyayı benim için yaşanabilir hale getiren sensin." demişti burnumun ucundan öpmüştü beni. "Nasıl olur da sana bakmam güzelim?" O nefesini dudaklarıma yakın mesafede hissederken kapımız açılmıştı. "Kahvaltı hazır diyecektim"

Annem girmişti odaya kapıyı kapatmıştı yavaşça. "Nasıl gidiyor?" demişti güldüğünü duyabiliyordum. "Aşık gibi." demişti Jungkook yüzüm kızarırken tüm dişlerim ağzımdan fırlayacakmış gibi gülümsedim. "Bebeğim." demişti saçlarımdan öpmüştü beni. "Senin yüzün gülsün yeterki." daha çok utandırmıştı beni. "Gülecek onu güldürmek için buradayım." demişti Jungkook bakışlarını göremediğim adamın bakışlarını öyle bir hissediyordum ki üzerimde, görmeme gerek bile yoktu. O kuvvetli his delip geçiyordu kalbimi. "Hadi kahvaltıya bebeğim." demişti yataktan kalkacağım sırada Jungkook kolumdan tutmuştu beni. "Biz bugün onunla başka bir plan yapmıştık ama, müsaadeniz var mı?" demişti unutmuştum beni bir yere götüreceğini söylemişti. Öyle çok aklımı kaplamıştı ki, unutuvermiştim.

"Fazla geç kalmayın Jungkook babası yeni yeni kabulleniyor biliyorsun." demişti sonra geceliğimin içinden parmaklarını hissettim ses çıkaramamıştım. O tenimi okşarken sudan çıkmış balığa döndürdü beni. "Benim için çok özel bir yere götüreceğim onu çok azıcık gecikirsek idare edin lütfen." demişti onun parmakları tenimde gezinirken kapanmıştı gözlerim. Alışık değildim ben ne böyle parmaklara ne de o parmak uçlarındaki cennet dokunuşlarına. "Babası uyanmadan gidin hemencecik." demişti tekrar öpücük kondurmuştu saçlarıma. Kulağıma ulaşırken annemin dudakları o fısıltılarına düşürmüştü beni.

Bazı Şeyler, Bir Kere Geç Kalındığında Eskisi Gibi Olmaz Daha, Değişir.

Üç oldu.

Üç gündür aynı rüya… Ne manaya geldiğini de bilmiyorum, neye yoracağımı da. Bugün de görmeseydim, rüyanın01 üzerine düşünmeye niyetim yoktu hiç. Bilinmezliklerle dolu bilinçaltımın bir oyunudur, deyip geçiştirdim ilk iki gün. Öyle ya, rüyaların arka bahçesi olan o yerden, aynı heyulanın aynı şekilde bir iki defa görünüp uyanmamla kaybolmasından ne çıkardı. Bir şey yahut bir şeylerin büründüğü bir suretti bu. Bu, muhakkaktı. Zaten bildiğim de bilebileceğim de o kadardı. Fakat neyin, fakat nelerin sureti? Beynimde bir çukur oluşmuştu, iki şey; bilmekle bilmemeklik arasında. Mariana Çukuru kadar derin, devasa. Ve içimde bilinmezliğe düşmüş bir adamın telaşı, ürkmüşlüğü. Daha önce hiç gidilmemiş bir yer, hiç tadılmamış bir şey ve hiç görülmemiş bir suret… Yani hakikatin arka yüzü… Yani bilinmezlik… İnsanı korkutur, korkutur…

Kulaklarım, arı kovanı gibi uğul uğul. Karışık sesler, rüyamdaki seslerin hayaleti gibi kulaklarımda geziniyor: Senin, diyor o sesler, hepsi senin yüzünden… Senin yüzünden… İyice bak bana, eserinle gurur duy… Gurur duy… Beni bu hale getiren sensin… Sensin… Başını eğ… Başını eğ… Ellerine bir bak, ellerin… Ellerin…

Seslerin kimi kalın, kimi ince; kimi bağırarak söylüyor, kimi bir fısıltı halinde; kimi de sinirli, kimi de gülerek. Gerisi yok. Kulaklarım uğulduyor, uğuldadıkça ağrı, bir belirip bir kaybolan kalp atışı gibi şakaklarımda zonkluyor. Bir ağrı kesicinin tam zamanı işte!

Koltuktan kalkacakken bir an duraksıyorum. Dün de aynı şeyi söylemiştim galiba, belki de aynı saatlerde, hem de bu kırmızı tekli koltuktan kalkacakken. Galiba ondan önceki gün de… Zaten tablette iki hap kalmıştı. Ve dün, sonuncusunu içmiştim. İşte orada duruyor tablet, bomboş, masanın üzerinde. Baş ağrısı vücuduma ağır gelmese, eczane hemen şuracıkta, evin altında. Git gel, kırk adım. Ama yok, kırk adım, kırk bin adıma dönüşüyor gözümde. Bir kez daha anlıyorum, uzaklık denilen şeyin, yolun uzunluğu ya da kısalığı ile değil de insanın içi ve zihni ile alakalı olduğunu. Zihnim, rüyamdaki şafağın kızıllığıyla kızıllanmış suretle meşgul, içim bilinmezliğin kasvetiyle dolu. Ve kulağımda hiç dinmeyecekmiş gibi duran o uğultu “ellerine bak, ellerin…”.

Koltuğun iki yanına düşmüş ellerimi kaldırıyorum. Hayır! Ben kaldırmıyorum, ellerim kendiliğinden kalkıyor sanki. Gözlerimin önüne kadar yükseliyorlar. Rüyadan kalma bir iz bulacakmışım gibi -ağrıyan başıma rağmen- dikkatle bakıyorum ellerime. Bir iz! Bir iz! Beş gün önce, sağ elimin başparmağına çarpan kapının bıraktığı izden başka bir şey yok. İyi de rüyamda neden bakmamıştım ki? Ne vardı ellerimde? Korkudandı, hepsi korkudan. Neyle karşılaşacağını bilmemek, yani bilinmezlik insanı korkutur.

Kulağımdaki seslerin arasına bir tıkırtı sesi karışmaya başladığında başımı koltuğa yaslamış, gözlerimi yummuştum. Fakat uyumuyor, uyuyamıyordum. O karışık seslerle beraber bu tıkırtı sesi de gezinmeye başladı kulaklarımda. İkiye katlanmış ve diğer parmaklardan öne çıkmış bir parmağın, belli aralıklarla cama vurmasından doğan bir ses gibiydi bu ses. Ve beni tedirgin ediyordu. Her tık tık, bilinmeyen bir son için kurulmuş saatin, o ana ulaşmak için kaybolan tık tıklarına benziyordu. Gözlerimi açtım. Gözlerimi açarsam, rüya gibi bu tık tıklar da yok olacak hissine bürünmüştüm. Fakat olmadı! Fakat olmadı! Tık tıklar daha bir gürleşti kulağımda, daha bir sıklaştı. “Bir şey olacak… Bir şey olacak…”.

Korku, hamur gibi büyüdü, taştı içimde. Telaşım, yorgunluğu da baş ağrısını da alıp götürdü. Ayaklandım. Ayaklandım da nereye kaçmalı? Tıkırtılar, kulaklarımda koşar adım giden askerler gibi. Uyanmadım mı yoksa? Rüya olmalı. Evet, rüya! Tekrar gözlerimin önüne dikilmeden o suret, uyanmalıyım. Uyanmalıyım da nasıl? Ellerimle kapatıyorum kulaklarımı. Tıkırtıların sesi azalıyor, fakat dinmiyor, susmuyor. Nereye kaçmalı? Ellerim kulaklarımda, dönmeye başlıyorum etrafımda. Paslı bir demir kokusu geliyor, duyuyorum ellerimin değdiği yerden. Odanın içine bir şafak aydınlığı doluyor. Duvarlar aradan kalkıyor, nihayetsiz semanın altında, nihayetsiz bir karartıya dönüyor oda.  “Bir şey olacak… Bir şey olacak… ”.

Görmeseydim, ellerim kulaklarımda kendi etrafımda dönerken camdaki o siyahlığı görmeseydim ve zınk diye durup dikkatlice bakmasaydım ona, büsbütün kendimi kaybedişim, zihnimdeki ve içimdeki bütün ağırlıklardan tek kurtuluş çaresi olacaktı belki de.

“Sen miydin?” diyebildim anca, pencereyi açtıktan sonra, zar zor.

“Ben, benim de sen, kendinde misin? İki saattir gagalıyorum camı, gagam yoruldu cama vurmaktan.”

“İyi ki geldin. İyi ki… Gelmeseydin, az kalmıştı, bir ölü uykusuna yatacaktım burada ve bir ölü gibi yaşayacaktım bundan sonra. Fakat rahatlayacaktım. Fakat rahatlayacaktım.”

Karga’m, ellerim pencereye dayalı, iki büklüm duruşumu görünce, “Şu sandalyeyi çek de ona otur.” dedi. “Biraz daha böyle durursan ayakların taşıyamayacak seni.”

Dediğini yaptım Karga’mın. Sandalyeye oturunca, üzerimdeki yorgunluğun ağırlığının daha çok farkına vardım. İyi de bu sandalye bizi, yani beni ve yorgunluğumu, nasıl taşıyacak? İkimiz de ağır! İkimiz de ağır!

“Seni bugün rüyamda gördüm. Dün ve ondan önceki gün de gördüm. Korkutucu olsalar da pek umursamamıştım ilk iki gün. Olabilir, rüya bu sonuçta dedim kendi kendime. Fakat bugün de görünce, meraklandım, seni merak ettim, başına bir hal gelmiş olabileceğinden korktum. Uykumdan sıçrar sıçramaz da hemen geldim. İyisin, şükür! Fakat rüya…”.

“Anlat! Ne gördün, gördüklerini neye yoruyorsun? Anlat da kurtar bu sıkıntılardan beni.” diyebildim, anlatmakla anlatmamak arasında kararsız kalan Karga’ma. Aynı rüya! Karga’mın gördüğü de aynı rüya! Gerçek, ne olursa olsun, velev ki en kötüsü olsun, bilinmezlik kadar korkutmaz, korkutmaz.

Bir zaman durdu, bir şey demeden. Kelimeler, hançeresini aşıp gagasına gelemiyordu sanki. Bakışmıştık, susuşu kadar. Konuşmaya başladığında o gerçeği yaşarken, ben rüyayı yaşıyordum gözlerim açık, gözlerim onda.

“Bir ovanın ortasındaydık sanki.” diyerek konuşmaya başladı, ağır, çekinceli bir sesle. “Etrafta hiçbir şey yoktu. Uçsuz bucaksız gök, ucu bucağı görünmeyen toprakla yarış ediyor gibi uzayıp gidiyordu. Ve gök, güneş doğmadan az önceki aydınlığıyla renklenmişti. Sen bunları, benim gördüklerimi göremiyorsun, beni bile göremiyorsun. Bunu biliyorum. Sen, karşındaki kuşa benzer bir surete bakıyorsun, gözün ondan başka bir şey görmüyor. Kuş, bembeyaz. Yalnız… Yalnız kafasını göremiyorum. Bir kuğu boynuna benzeyen boynundan bir kızıllık süzülüyor fakat yere düşmüyor. Kanatlarını çırpıyor, bir yere geç kalmış da acelesi varmış gibi. Fakat yükselemiyor bir türlü. Sinirleniyor, sana yaklaşıyor sonra. ‘Senin,’ diyor, ‘hepsi senin yüzünden. İyice bak bana. Eserinle gurur duy. Beni bu hale getiren sensin. Başını eğ. Ellerine bak!’

“O, öyle konuştukça sen korkudan titriyorsun, ellerine bakamıyorsun. Fakat ben görüyorum ellerini. Ellerin bir şafak kızıllığı ile bulanık. Dikkatle bakıyorum, yüreğim ağzıma geliyor korkudan… Eyvah, diyorum kendi kendime, eyvah, ne yaptın sen böyle?’

“Tam bu sırada, kuşa benzer suret, söylediği sözlerin bilmem kaçıncısını tekrarlarken güneş doğuyor. Ve göğün, güneş doğmadan önceki aydınlık rengi eriyor damla damla. Damlalar iri. Toprağa düştükçe tık tık sesler çıkıyor. Korkun, korkulu bir telaşa dönüşüyor. Bir şafak kızıllığı, bir topak halinde düşüyor ellerinden. Düştüğü yerden semanın kızıllığı doğuyor. ‘Artık çok geç!’ diyor kuş. Kulaklarını kapatıyorsun kızıllaşmış ellerinle. Ellerinin değdiği yerden bir koku yayılıyor etrafa. Bütün sesler birbirine girmiş bir şekilde uğulduyor kulaklarında. Bunu duyabiliyorum. Damlalar arttıkça tıkırtı sesleri de çoğalıyor. Ve sen, ellerin kulaklarında dönmeye başlıyorsun etrafında.”

nest...

çamaşır makinesi ses çıkarması topuz modelleri kapalı huawei hoparlör cızırtı hususi otomobil fiat doblo kurbağalıdere parkı ecele sitem melih gokcek jelibon 9 sınıf 2 dönem 2 yazılı almanca 150 rakı fiyatı 2020 parkour 2d en iyi uçlu kalem markası hangisi doğduğun gün ayın görüntüsü hey ram vasundhara das istanbul anadolu 20 icra dairesi iletişim silifke anamur otobüs grinin 50 tonu türkçe altyazılı bir peri masalı 6. bölüm izle sarayönü imsakiye hamile birinin ruyada bebek emzirdigini gormek eşkiya dünyaya hükümdar olmaz 29 bölüm atv emirgan sahili bordo bereli vs sat akbulut inşaat pendik satılık daire atlas park avm mağazalar bursa erenler hava durumu galleria avm kuaför bandırma edirne arası kaç km prof dr ali akyüz kimdir venom zehirli öfke türkçe dublaj izle 2018 indir a101 cafex kahve beyazlatıcı rize 3 asliye hukuk mahkemesi münazara hakkında bilgi 120 milyon doz diyanet mahrem açıklaması honda cr v modifiye aksesuarları ören örtur evleri iyi akşamlar elle abiye ayakkabı ekmek paparası nasıl yapılır tekirdağ çerkezköy 3 zırhlı tugay dört elle sarılmak anlamı sarayhan çiftehan otel bolu ocakbaşı iletişim kumaş ne ile yapışır başak kar maydonoz destesiyem mp3 indir eklips 3 in 1 fırça seti prof cüneyt özek istanbul kütahya yol güzergahı aski memnu soundtrack selçuk psikoloji taban puanları senfonilerle ilahiler adana mut otobüs gülben ergen hürrem rüyada sakız görmek diyanet pupui petek dinçöz mat ruj tenvin harfleri istanbul kocaeli haritası kolay starbucks kurabiyesi 10 sınıf polinom test pdf arçelik tezgah üstü su arıtma cihazı fiyatları şafi mezhebi cuma namazı nasıl kılınır ruhsal bozukluk için dua pvc iç kapı fiyatları işcep kartsız para çekme vga scart çevirici duyarsızlık sözleri samsung whatsapp konuşarak yazma palio şanzıman arızası